21 Kasım 2024 Perşembe
Sadullah Kısacık: Öğretmenlerimiz Bir Anne, Bir Baba, Bir Abla, Bir Ağabeydir
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
SAMİMİYET, SEN NEREDESİN?
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Bugün Benim Doğum Günüm...
ÖNCER ÜNLÜ
BAŞYAZAR
Bilindiği üzere eğer bir aksilik olmazsa öğretmen camiasının en az yüzde doksan beşi, önümüzdeki aylar içinde ” Uzman ve Baş Öğretmenlik ” payesini kapmak için kariyer sınavına girecekler. Birileri sınava girmeyin diyor, birileri de girin diyor. Bakalım bizim camia kendi düşünme yeteneğini mi kullanacak, yoksa yine sürü psikolojisiyle mi hareket edecek?
Her zaman olduğu gibi bizim toplumumuz, hangi konuda olursa olsun ortak akılla üretilen bir çözümü bulamaz. Niçin ? Herkes ben biliyorum diyor ya; herkes her konuda uzman ya. Kimse kimseye güvenmez, bağırarak çağırarak tartışırlar, ne dediklerini kendileri bile anlamaz. Havanda suyu döver de döverler. Çözüm odaklı bireyler olmadığımız için de ana sorun öylece ortada durmaya devam eder. Geçici pansuman tedbirleriyle idare eder gideriz. Nereye kadar gideriz ? Onu da Allah bilir.
Bizim gibi tarihi en az 200 yıl geriden takip eden toplumlar, hatalardan dersler de çıkarmazlar ve bu kısır döngü devam eder gider.
Gelelim öğretmenlerimizin uzmanlığına…
T.D.K. der ki; ” Uzman ” kelimesinin anlamı şudur: ” Belirli bir işte, belirli bir konuda bilgili, ileriyi görme ve becerisi çok olan, bilir kişi ” der. İkinci bir tanımda da ” herhangi bir bilim dalında lisansüstü eğitim yapan kişi ” ye der. Dikkat edin lütfen burada. Bir bilim dalı diyor.
Size birkaç tane bilim dalı yazayım; aslında biliyorsunuz da yine de tekrar edelim. Astronomi, Fizik, Kimya, Tıp, Matematik, Geometri, Biyoloji, Sosyoloji, Psikoloji, Antropoloji…… Listeyi uzatabiliriz. Bunun yanı sıra hukuk alanında, maliye ekonomi alanında, finans alanında ya da bilişim alanın da da kişiler uzmanlaşabilir. Ama bu alanlarda uzmanlaşmak, takdir edersiniz ki PC başında gereksiz konuları içeren 180 saatlik dersle ya da mevzuatı ezberleyerek dünyanın eğitim seviyesi yüksek ülkelerinde olmaz. Bir kişinin saydığım alanların herhangi birinde uzman olması için en az beş yıl ekstra eğitim görmesi gerekir. Uzun yıllar finans, maliye, vergi, hukuk gibi alanlarda çalışan büyüklerine yeni başlayan meslektaşları niçin ” Üstat ” der, biliyor musunuz?
Uzman unvanını aldığınızda, işinizin niteliği değişir. Ona göre artık çalışırsınız. Peki okul müdürü sınava girdi uzman oldu. Sınıf öğretmeni uzman oldu. Hangi nitelikleri değişecek ? Söyleyin bakalım yine öğretmen aynı okulda derse girecek, müdür aynı görevi yapacak. Kendinizi kandırmayın.
Birde işin acıklı tarafları var. Güler misiniz ? Ağlar mısınız ? Size kalmış. Matematik öğretmeni olmuş tezsiz yüksek lisans yapmış. Hangi alanda ? Gastronomi alanında. Ya da sınıf öğretmeni, tezsiz lisans yapıyor. Hangi alanda ? Muhasebe de. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Eğer, öğretmen arkadaşım yüksek lisansını tezli yapıyorsa sıkıntı yok. Nerede bu tezsiz yüksek lisans işi. Yaklaşık 80.000 bin ile 90.000 arasında öğretmenin tezsiz yüksek lisans yaptığı ve uzman öğretmenliği garantiledikleri konuşuluyor. Ben bu sayıyı araştırmadım ama çevremdeki sendikalı olan arkadaşlarımın çoğunun ifadesi böyle.
Öğretmen arkadaşlarımızın neredeyse tamamı eğitim ve fen edebiyat fakültelerinden 4 yıl okuyarak mezun olmuşlardır. Daha bu insanları niçin sınava sokuyorsunuz?
Velev ki sınav yapıldı ve sınava girdiniz. Peki ÖBA ‘da gösterilen 180 saatlik dersin ya da ezberlediğiniz kanun ve mevzuatların, genelgeleri, yönergelerin sınıfta ne faydasını göreceksiniz ? Hangi sınıfta hangi öğrencilere bunları anlatacaksınız ? Bunları niye düşünelim ki! Ancak benim gibi bir avuç aptal düşünür değil mi?
Peki sendikalar ne yapıyor ? Öğretmenlerin hangi işini çözüyorlar ? Niçin bir araya gelmiyorlar ? Gelirler mi ? Gelmezler çünkü hepsi birbirinden nefret ediyor. Tek bildikleri sendika aidatı toplamak, okul okul gezip yok avukatımız var, yok sendikalı olan öğretmen her ay fazladan 220 tl alacak, yok ayın birincisi bizim sendika oldu, yok sayemizde promosyonlarınız arttı gibi içi boş konuşmalarla gezip durular. Diğer bir grup da gelir sanki kendileri bizim sahibimiz gibi ” im ” iyelik ekini getirerek öğretmenim diye konuşmaya başlarlar. Arkadaş ben devletin bir öğretmeniyim ne senin kaleminim ne de araban . Arkadaşlar diye konuşmaya başlasan şık olmaz mı ? Tabii bu ince vurguya kaç kişi dikkat ediyor ki ? Birde hepsi öğretmenler odasına parlak posterlerini asarlar. Bu mu öğretmenlerin çıkarlarını korumak ?
Yanlış hatırlamıyorsam 2006 yılında M.E.B. uzman öğretmenlik sınavı yaptı. Baraj 65 puandı ama 49 puan almış öğretmene bile uzman öğretmen payesi verdiler. O zamanı da dün gibi anımsıyorum, öğretmen arkadaşlar ha babam de babam hizmet içi faaliyetlere katılım formu topluyordu. O zaman uzman olan öğretmenlerin bir çoğu ne yaptı ? Söyleyeyim ! Öğretmenler odasındaki dolaplarının üzerine ve sınıf defterlerinin üzerine uzman öğretmen ………. diye ad ve soyadlarını yaptılar . O zaman bunların içinde tanıdığım en az beş kişi vardı dilekçe yazamayan, zümre toplantısı hazırlayamayan. Sanırım tarih tekerrür edecek yine aynı çıkartmaları göreceğiz. Adam nasıl övünecek tabii ?
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde öğretmen maaşları doyurucu ve öğretmenlere büyük değerler veriliyor. Ayrıca öğretmenler her daim eğitim ve öğretimle ilgili yüz yüze kurslara katılarak, bilgi ve birikimini zenginleştiriyor. Şili, Meksika, Kosta Rika, Polonya, Kıbrıs Rum Kesimi, İsrail gibi ülkelerde bile öğretmenlerin konumu ve geliri bizlerden yüksek. Avrupa’yı, A.B.D. yi , Kanada’yı vb. saymıyorum bile. Bizler ise maaşımıza 200tl katkı yapacak diye boş işlerle uğraşıyoruz hem de canla başla. Çok ironik bir durum ama kaç öğretmen bunun farkında. Kendi adıma ben bu sınava girmiyorum fakat yakın arkadaşlarımdan o kadar baskı gördüm ki ! Niye girmiyorsun ? Çok mu zenginsin ? Paraya ihtiyacın mı yok ? soruyla uğraşıp durdum. ” Ben sizlere saygı duyuyorum ama şunu da unutmayın ” dedim. Alacağınız bu 2000 tl üç ay içinde satın alma değeri olarak 1000 tl ye gerileyecek.
Pandemi döneminde ülkemiz için canla başla, hatta hayatlarına mal olsa da gece gündüz çalışan sağlık görevlilerimize, geçen ay içinde bakanlıkları süper olmasa da maaş ve ücretlerinde iyileştirmeler yaptı. Bunda elbette gözümüz yok. Maaşlarımız artacak diye; sağlıkçılar sınava girmiyor, emniyet teşkilatı girmiyor, savcılar, hakimler girmiyor, amma öğretmenler girecek. O zaman haklı olarak soruyorum: ” Biz analıktan mıyız” ?
Oysa ortak akılla bir araya gelseniz, aldığınız maaşlarda o kadar çok iyileştirmeler yapılır ki! Neler mi yapılabilir ?
Öğretmen maaşlarındaki gelir vergisi oranları istenirse düşürülebilir.
Her ay aldığınız ücretten gelir vergisi kesilmez.
Eşi çalışmayan öğretmene daha fazla eş parası verilebilir.
Öğretmenlere verilen çocuk yardım ödenekleri günün koşullarına göre yeniden düzenlenmelidir.
Nöbet ücretleri arttırılabilir.
7 gün üzeri yapılan maaş kesintisi 15 gün ve üzerine çıkarılabilir.
Ücrette eski sisteme dönülür ve öğretmenin sadece okula gelmediği günün ücreti kesilir.
Öğretmenler Gününde öğretmenlere çalıştığı yıla göre net 1 maaş verilebilir.
Şimdi soruyorum sayın sendika yöneticileri ve sendikalı arkadaşlarım : ” Bu çözümleri hayata geçirmek çok mu zor “?
Özellikle sona bıraktığım bir konu da ” Baş Öğretmenlik ” . Hani hepimizin baş öğretmeni Mustafa Kemal Atatürk’tü ? Ne oldu ? Onun kadar bilgi, görgü ve birikiminizin olduğunu mu düşünüyorsunuz ? İçinizde hala dilekçe yazamayan, zümre tutanağı hazırlayamayan, internetten sınıfı için yapacağı çalışmaları incelemeden indiren, nöbet tutmaktan ısrarla kaytaran, aman milli bayramlarda bana görev gelmesin diye dua eden, meslek hayatı boyunca öğrencilere hep zul eden, bayram kutlamaları çabuk bitsin diyenler oldukça sizler ” Uzman ya da Baş Öğretmen ” olsanız ne yazar ?
Bu yaşıma kadar tek baş öğretmen tanıdım. Ölene kadar da baş öğretmenim o. bunu da laf cambazlığı ya da bazı yerlere şirin görünmek için söylemiyorum. Zaten beni tanıyan çok iyi tanır. Hayatında unutamaz. Baş öğretmenim bakın heceliyorum. Mus-ta-fa Ke- mal A-ta-türk. Sizlerde sakın bunu unutmayın.
Maaşların iyileştirilmesi, kaliteli bir yaşam ve öğretmenlik mesleğinin saygınlığını kazanmak için sendikalarınıza baskı yapın otursunlar sizleri seviyorlarsa çözüm üretsinler.
ÖNCER ÜNLÜ
BAŞYAZAR
Herkese Merhaba,
Öncelikle belirteyim ben sendikalı bir öğretmen değilim ,meslek hayatımda iki defa kerhen sendika üyesi oldum. İlkinde kıramayacağım bir arkadaş yüzünden; ikincisinde de o zamanki sayın okul müdürünü, kendisini ziyarete gelen ağır misafirlerinin yanında mahcup etmeme adına üye oldum. Bu iki olayda da istifa ettikten sonra bu iki şahsın büyük tepkisini çektiğimi de kıvançla buraya yazıyorum. Niye mi üye değilim? İnanmadığım ve içinde buram buram boş siyaset kokan yerler ilgimi çekmez.
Biraz genel kültür bilgisi vereyim sonra asıl sorduğumuz soruyu yanıtlarım. Ülkemizde özellikle kamu sektöründe en geniş sendikal örgütlenme olan ” eğitim- bilim iş ” kolu, Osmanlı Devleti’ne kadar giden bir tarihsel geçmişe sahiptir.110 yıllık bir geçmişe dayanan özellikle öğretmenlerin örgütlenmesi de gelmiş geçmiş tüm iktidarlar boyunca ya yasaklanmış ya da kendi vesayetleri altında faaliyet göstermiştir.2001 yılında çıkartılan kısaca sendika kanunu diye isimlendireceğim kanunla ilk olarak 2002 yılına baktığımızda 4 sendikanın faaliyete başladığını görürüz. 2022 yılına geldiğimizde ise eğitim alanında yaklaşık 54 tane sendika olduğunu görürüz, aynı siyasi parti enflasyonu gibi…
Kamu alanında devletin uygulamalarına karşı işçi ve memurlar sendikaları aracılığıyla sendika üyelerini ilgilendiren ekonomik, toplumsal ve kültürel çıkarları korumak ve geliştirmek için örgütlenirler. Bu örgütlenmeyi sadece üyeleriniz ve haklarınız çerçevesinde ele alırsanız sendika kavramının maalesef felsefesi hatalı olur. Sendikaların ana hedefi bir sivil toplum kuruluşu olarak öncelikle kendi alan ve üyelerine daha sonra da ülke genelindeki sorunlu alanlara duyarlılık geliştirmek olmalıdır. Eğitim sendikaları, kamuda ve özel sektörde çalışarak eğitim-öğretim faaliyetlerine katılan öğretmenlerin; çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek, geliştirmek, dayanışmayı kuvvetlendirmek amacıyla kurulmuş sivil toplum örgütleridir. Genel amaçları ise; üyelerinin ortak ekonomik, sosyal, özlük, mesleki, hak ve çıkarlarını koruyup geliştirerek onlara daha saygın bir yaşam düzeyi sağlamayı hedefleyen projeleri uygulamaktır.
Eğitim sendikalarının genel tüzüklerine bakarsanız temel aldıkları değerler bağlamında amaçlarının farklı olduklarını görürsünüz. Sendikaların bir çoğu ideolojik felsefelerden hareket ederek örgütlenme yoluna gitmişlerdir, azınlıkta kalanlar da bağımsız ve depolitik olmayı seçmişlerdir. Bu ideolojik durum sendikalar arasında zaman zaman sürtüşmelere yol açmakta ve sonucunda maalesef sendikalar arasında güçlü bir işbirliği sürecinin oluşmamasına yol açmaktadır.
Sendika başkanlarını hasbelkader yanıma dost sohbetine çağırsam; ” Beyler!2002’den itibaren biz öğretmenler için ne yaptınız ?” diye sorsam acaba ne yanıtlar verirdiniz. Sizlerin yerine ben söyleyeyim de yazımı okuyacak öğretmenler arkadaşlar da doğru ya da yanlış diye kendilerine yanıtlarını versinler. Yaptığınız; her yıl başında üyelerinize takvim, ajanda, kıytırık bir tükenmez kalem, isme yazılı basit bir kupa hediye etmektir. Benim sevgili öğretmenlerim de bunları zevkle alır. Ramazan ayında büyük bir maharetmiş gibi iftar sofrası düzenlersiniz milletin yarısı aç kalkar. Her okulun öğretmenler odasına 4 tane afiş asarsınız çocukların bile inanmayacağı cümlelerle süslersiniz. Aynı siyasi partilerin sokaklara bayrak asması gibi…. Velhasıl ağlanacak halimize gülüyorum. Üye kaydetmeye gelirsiniz dönüp dönüp aynı kelime ve cümleleri kurarsınız işi siyasete dökersiniz. Eğer öğretmen sendikanızdan istifa edecekse etmesin diye elli çeşit formül üretirsiniz bu arada o öğretmen bayansa zaten mobbing mutlaka vardır. Şimdi bana diyeceksiniz ki; sendika avukatlarımız var, ücretsiz danışmanlık veriyorlar, ya da nöbet ücreti getirdik haftada 3 saat yok ücretleri iyileştirdik yok şöyle yok böyle…Geçiniz efendim.
21 Temmuz 2012’de M.E.B. bir yönetmelik yayınladı sınıf tekrarını kaldırdı. O günden bu güne okuma yazma bilmeyenler geçti ve de geçiyor niye aile kalmasın dedi diye. Bu konuda ne yaptınız ? Sayın sendikalar! Eğitimin kalitesi gittikçe rezaletleşirken. Bu nedenle her yıl sonu kurullarında sınıf başarıları hep %100 ne hikmetse. Tıp çalışanları bile bakanlıklarına bastırıp saldırı halinde saldırganlara az da olsa ceza verilmesini sağlayan kanunu çıkarttılar, sizler neler yapıyorsunuz? Eğitimciler hakarete uğrarken, dövülürken… Hala ek ders ücretlerimiz komik, bu konuda ne yaptınız? Sınıf öğretmeni 1 gün rapor alıyor, 7 saat ek ders ücreti kesiliyor. İki gün rapor alırsa tüm haftanın ücreti gidiyor ,kalan üç günü hayrına çalışıyor. Sonrada tüm sendikaların temsilcileri okulları ziyarete geldiğinde sizlerin ihtiyaç ve sıkıntılarını biliyoruz diye ahkam kesiyorlar. Çevremde konuştuğum bir dolu sendikalı arkadaşım bile sendikalarının ya da diğer sendikaların öğretmenlerin sorunlarına bir çözüm sunmadığı konusunda hem fikir. Sendika sayıları her yıl artıyor öğretmenlerin hem maddi hem de manevi itibarlarına bir çözüm üretilmiyor diye isyandalar. Alfabeyi öğrettiğimiz diğer meslek sahiplerinden daha az maaş alıyoruz. Var mı çözümünüz? Bu yaşıma kadar gördüğüm hangi sendika iktidara yakınsa o sendika tayinde, terfide, atamada, kadrolaşmada etkili gerisi hikaye. Bu arada lütfen kendinize sorun; memurların aidatlarını devlet karşılamazsa acaba üye sayılarınız kaça düşer ? Benim eğitimcilerimin de yüzde doksan beşi de aidatlar bizden çıkmıyor diye ne soruyor ne araştırıyor Bu yazıyı yazmadan önce, gece gördüğüm rüyada tüm sendikalar ideolojilerini bırakmış üyelerinin haklarını, saygınlıklarını korumak, refah düzeylerini ve eğitimin kalitesini arttırmak için bir araya gelmiş ve hummalı bir çalışma içine girmiş geleneksel sendikacılık yerine Avrupa’daki gibi bilimsel sendikacılığın gerekliliği üzerine kafa patlatıyorlardı. Sabah uyandığımda; ” hayır olsun ” dedim kendi kendime….
Bir düşünür demiş ki: ” Araziye uymayı huy haline getirmiş bir öğretmen kimliği, saygın bir kimlik değildir.” Bu söze katılıp katılmamayı size bırakıyorum…
ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR
Ülkemizde 129 tane devlet, 75 tane vakıf ve 4 tane de vakıflara ait M.Y.O. olmak üzere toplam 208 tane üniversite var. Buralarda da okuyan öğrenci sayısı yaklaşık sekiz milyon üç yüz bin. Devlet üniversitelerinde okuyan öğrenci sayısı ise yaklaşık olarak yedi milyon altı yüz bin.
Konuya hakim olan herkesin bildiği gibi ülkemizde ki köklü üniversiteleri pas geçersek, devlet üniversitelerinin çoğu son yirmi yılda açıldı. Vakıflarda buna dahil tabii. Bizim mutsuz ve hedefsiz gençlerimizin yüzde doksan dokuzu da devlet üniversitelerinde okuyanlar elbette.
Ülkemizde her şey hakkıyla yapılmadığı için gelmiş geçmiş iktidarların bir çoğu oy ve milletvekili kazanma uğruna her gittikleri yere üniversite kuracağız demişlerdir. Seçimlerden sonra da kurmuşlardır. Tabii bu üniversiteleri kurarken de uzun yıllar boyunca hiçbir program, araştırma, verimlilik gibi kavramlar gözetilmemiş, yapılmamış tabiri caizse mantar gibi bu üniversiteler yerden birden patlamaya başlamışlardır. Bunun yanı sıra ülkemizde yıllardır yapılan çarpık eğitim, gençlerin sanki üniversiteye gitmezsek iş bulamayız düşüncesi ve ailelerinin zorlaması nedeniyle herkes üniversiteye gitmek istemektedir. Bunun sonucunda da sorunlar bir kartopu gibi hızla büyümektedir.
Üniversite okuyan gençlerin temel sorunlardan ilki bilindiği gibi barınma sorunudur. Yetersiz devlet yurtları, bol miktarda tarikat yurdu ve bütçeye göre kiralık evler. Ailelerinden ayrılan ve başka illere giden bu gençlerin ilk uğraşacakları ve yılacakları iş budur. Siyasi erk övünür şu kadar üniversite açtık. Açtın da bu çocuklar nerede yatacak ? Dört ve altı kişilik koğuşlarda mı ? Ona da razılar ama o da yok bir çoğuna. Türkiye’de özellikle Anadolu’nun küçük şehirlerinde yaşayan ve ev sahibi olan vatandaşlar da kiralık ev aramaya gelen gençlere evi kiralarlar ama tabiri caizse çocukların analarının nikahını bile nerdeyse ister pozisyonda olurlar. Onlara sorarsan iyilik yapıyoruz derler. Aman ne iyilik ! Yapmayın daha iyi. Bodrum katlarını, penceresiz odaları, güneş görmeyen yerleri, hayvan bağlasan durmayacak damları en aşağı beş misline kiraya verirler tabii yanında bir dolu şart. Kaparo, eve kız ya da erkek arkadaş gelmeyecek, alkol alınmayacak, bir yıllık peşin kira bedeli, su, doğal gaz ve elektrik saatlerini üzerine geçirme, buna benzer bir dolu emir. Mübarek bu çocuklar onların köleleri ! Kendilerinin zamanı neyse onları uygulayan bir dolu yüzlerce vizyonsuz insan. Görsen hepsi tertemiz Müslüman. Yerin, iki kat altını kiralar sonra iyilik yaptım der. Eve arkadaş gelmeyecek der sonra ortaya çıkar namusunuzu korudum der. Sanki +18 olmuş o birey gel, namusumu koru diyor, zavallı ahlak bekçileri. Bu arada ev sahiplerini dinlersek ilk dedikleri evlerimizi harabeye çeviriyorlar ve kaçıp gidiyorlar. Atasözü ne diyor: ” Ne ekersen onu biçersin “. Karşılıklı güven olmazsa, bunlarda olur. ya evini kiraya verirken aç gözlü olmayacaksın, babalık yapacaksın; ya da olumsuzluklara katlanacaksın.
Yurtlar da ayrı bir alem tabii. Odalarda tartışmalar, kavgalar hiç bitmez bir de koridorun ya da katın reisi olur, olmazsa zaten eksik olur. Hiç bir bilgisi, görgüsü, kültürü olmayan, tek silahı kaba kuvvet olanlar. Yurtta kalan bir çok gence sorsanız inanın tüm samimiyetimle söylüyorum, hepsi ev bulsa kaçar. Rezil kahvaltılar, proteinsiz yemekler de cabası. Yurt ücretleri sanırım 500 ile 800 tl arasında. Bu devlete ait yurtların fiyatları. Bir de bildiğiniz gibi K.Y.K. bursu ve kredisi var. Her ay öğrenciye ödenen komik bir rakam. Öğrenci onu alır sonra gider oradan yurt aylığını yatırır, yemek fişini alır, cebine de bir kuruş koyamaz. Bu arada bu kredilerin geri ödenmesi konusuna hiç girmiyorum bile. Madem bu gençlere bu çerez parası bile etmeyen krediyi veriyorsunuz, sonra da onun üzerine bol miktarda faiz koyup iş bulamayan gençlere öde diyorsunuz. Ben bunları 30 yıl önce bire bir yaşadım. O günden beri de her genç yaşıyor. “Batı cephesinde değişen bir şey yok ” anlayacağınız.
Öğrenci özel yurtta kalır orası başka bir rezalet. Tam soygun yuvası. Özel yurt sahipleri de tam neo liberal kafayla bu işlerden nasıl bol miktarda kazançlı çıkarız diye hesap yapıp duruyorlar. Nereden mi biliyorum ? Bizzat oğlum ve yeğenlerimden de ondan. Hakkını ararsın, yanıt; “Beğenmezsen git”. Sonra tüm bunları yapanlar tertemiziz diyorlar. Haklısınız hepiniz ” Pür’u Pak” sınız. Dünyanın neresinde görülmüş altı adet zeytin, iki ince dilim kireç peynir, bir bardak bol sulu çay, uyduruk bir yumurta… Özel yurt diyorsunuz ama internet alt yapınız devletin yurtlarını aratmayacak kadar rezil ve rüsva. Bir çok özel yurt üniversite öğrencisinden dokuz veya on ay para almasına rağmen bütünlemeye kalan öğrencilerin yurtlarda kalmasını engelliyorlar zorla da öğrenciler kalsa da onlara kahvaltı ve yemek vermiyorlar. Bu nasıl adalet ? Devlet yurtlarını geçtik özel yurt sahipleri de üniversite gençliği için her türlü zorluğu çıkarmaya çalışıyorlar. Nasıl olsa öğrencilerin eli mahkum ya!
Gelelim yeme içme konusuna : Kahvaltılar berbat, okulun yemekleri berbat, lokantalar, dönerciler, dürümcüler vs. pahalı. Peki ne olacak ? Ya günde bir öğün yiyeceksin ya da devamlı ekmek arası zeytin. Başka çözüm yok. Ülke ekonomik krize girmiş kime ne ? Öğrenciler yeterince beslenemiyor kime ne? Bu kısır döngü devam edip gidiyor.
Üniversite açılır, binası yok, hocası yok, kitabı yok, ders notu yok, laboratuvarı yok , laboratuvarı varsa da içinde malzeme yok, bilgisayar yok. Yabancı dil öğreten yok. Olsun amaç üniversiteyi oy uğruna açmak değil mi? Gençler de fazla konuşmasınlar, hak aramasınlar, sorgulamasınlar. Daha ne istiyorlar herkese diploma veriyoruz. Evet veriyorsunuz ama kağıt parçası.
Üniversite açmışsınız ,bölüm açmışsınız acaba bu açılan bölümlerden mezun olan gençlerin kaç tanesi iş hayatına atılacak. Örneğin bir bölümden her yıl çeşitli üniversitelerden 500 kişiyi mezun et, ama bunların sadece 50 tanesine kadro olsun. Peki her sene mezun 450 genç ne olacak ?
Gelelim öğretim üyelerine : Tabii gerçekten araştırmacı, kaliteli, öğrenci dostu olan hocalarımı, akademisyenlerimi tenzih ediyorum. Maalesef bir çok hocanın kariyeri yok, yabancı dil bilgisi yok, uluslararası saygın dergilerde yayımlanmış makalesi yok, genel kültürü yok. Anadolu’da bulunan birçok üniversite hocası da kendi mesleklerini yapmamış direk öğretim üyesi olmuşlar ya da dışarıdan gelip derslere giriyorlar. Bence Akademisyen vasıfları ve öğreticilikleri yok denecek kadar az. Herkes öğretim üyesi olamaz. Önündeki kitabı okuyarak, intertette başkalarına ait üç beş tane hazır slayt bularak ders anlatılmaz, öğretim görevlisi de olunmaz. Olsa olsa Lise hocası olur. Kendilerini büyüğünden küçüğüne padişah görüyorlar. Görürler tabii o yerlere biat ederek geldiler. Bilmiyorlar mı kula biat edilmez, yüce Yaradan’a edilir. Bilirler ama işlerine gelmez. Derslere doğru dürüst gelmezler, konu anlatmazlar, sınavda alakasız yerden sorarlar sonra karşılarındaki gençlere bir dolu boş laf söylerler. Öğrenciler her hangi bir konuda küçük de olsa dersle ilgili ya da anlatım tarzıyla ilgili eleştiride de bulunursa, hoca da direk sana taktım der ve seni geçirmemek için elinden geleni yapar. Güya bunlar yol gösterici, gençlere örnek olacaklar. Hani üniversiteler aydınlanma, sorgulama yeriydi. Eğer sen gerçekten donanımlı bir akademisyensen bu öğrencilerine de gereken olgunluğu göstermelisin. Sizin eleştirilmeme lüksünüz mü var ? İşin garibi MEB’ e bağlı öğretmen, 10 dakika ortadan kaybolsa idareciler hesap sorarlar, bunlar 3 gün okula gelmezse kimse çıkıp neredesin hoca? demez. Bu dokunulmazlık nedir? Bunların diğer eğitimcilerden ne farkı var?
Tüm bu olumsuzlukları yaşayan, ülkenin gün geçtikçe gerilediğini gören, hor görülen bu gençler nasıl mutsuz olmasınlar? Sanki hepsi potansiyel düşman ! Gelen tokatlıyor, giden tokatlıyor ne yapsın bu gençler ? Teknoloji çağında her şeyi her an görüyorlar yaşıyorlar. Sonra da kendilerine yalan söylendiğini anlıyorlar.
Tüm siyasi kesimler de şimdi ortaya çıkmış, mesaj veriyorlar: ” Gençler, her sorununuzu çözeceğiz”. Nasıl çözeceksiniz ? Açıklayın görelim. Programlarınızda neler var? Yoksa K.Y.K. borçlarını silince her şey düzelecek mi? Üniversiteler üzerine hangi çalışmaları yaptınız ? Bilen yok ancak edeceğiz, yapacağız, bize güvenin diye klasikleşmiş cümleleri kurup duruyorlar. Kusura bakmayın artık üniversite gençliği bunları ben almayayım diyor. Siyasetçilerimiz batmış gemiyi biz yüzdürürüz diyorlar. Ben de diyorum ki; anlatın nasıl yüzdüreceksiniz ? Yanınıza üç beş tane genç alıp sosyal medyada görünmeyle bu sorun çözülmez ve de çözemezsiniz.
Gençlerin de iğneyi kendilerine batırıp öz eleştiri yapmasını da isterim. Bir çoğunuz kusura bakmayın elinizde telefon neredeyse yirmi dört saat oradan buraya atlayarak internette sörf yapıyorsunuz, vize ya da final zamanı ne yapacağız? Kanka diye ortalarda not arıyorsunuz. Okey salonlarında, kafelerde oturup, biralarınızı yudumluyorsunuz. Ailelerinizin verdiği kredi kartlarını bitirip duruyorsunuz. Kaç taneniz doğru dürüst okuyor, araştırıyor ? Bir çoğunuz özenti içinde yaşıyorsunuz. Üniversiteye gittiniz ya! Hepiniz büyüdünüz güya. Halbuki farkında mısınız ? Hepiniz daha yolun başındaki çocuklarsınız. Yurt dışına gitmeye can atıyorsunuz saygı duyuyorum ama peki gitmek için hangi çalışmaları yapıyor sunuz? Örneğin yabancı dilinizi geliştirici ne yapıyorsunuz ? Acaba oradaki öğrencilerin okullarda ne yaptığını, bir çoğunun kendi harçlıklarını çıkarmak için çalıştıklarını ve kendi paralarını kazandıklarını biliyor musunuz ? Ya da yurtdışına gittiğinizde bir çoğunuz oranın kültürüne uyum sağlayamıyorsunuz, Türkiye’de ki hayata devam etmek istiyorsunuz. Çünkü değişmeye ve gelişmeye karşı tam açık değilsiniz. Bir defa sorumluluk almıyorsunuz neredeyse her konuda. Oysa yurt dışına gittiğinizde her işi kendiniz yapacaksınız.
Evet sizlerin de okurken birçok hatası oluyor. Gençsiniz eğlenmek, gezmek tozmak istiyorsunuz. Bu da elbette sizlerin hakkı. Yaptığınız hataların telafisi olduğunu da unutmayın. Mutlu ve huzurlu bir gelecek istiyorsanız hedeflerinize dört elle sarılın, her konuda sorumluluktan kaçınmayın.
Gençler, size son tavsiyem şu; kendinizi yorgun, mutsuz ve hedefsiz hissediyorsanız , önce Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni ve Nutuk’u okuyun derim. Sonra da kendinize lütfen bir soru sorun. Üniversiteler yanlış, hocalar yanlış, yurtlar yanlış, ekonomi yanlış, siyaset yanlış. Evet doğru bunların hepsi neredeyse yanlış, peki siz üniversite gençliği olarak yaptıklarınızın ve söylevlerinizin kesinlikle doğru olduğunu düşünüyor musunuz ?
Unutmayın bu yollardan biz de geçtik ama sorgulayarak, araştırarak, okuyarak. İleriye hep ümitle baktık.
Rahmetli büyük usta yazar Çetin Altan’ın dediği gibi: ” Enseyi Karartmayın .” Her şeyin çaresi vardır.
ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR
Üsküp’ten ayrıldıktan sonra ilk durağımız yeni adı Tetovo, eski adı Kalkandelen olan şehir. Yeniçerilerin savaş sırasında Sırpların çok kalın kalkanlarını delip geçmesi nedeniyle Osmanlılar, zamanında şehre bu isim verilmiş Kuzey Makedonya’nın ilanından sonra da şehir Tetovo adını almış. Kalkandelen’e ulaştığımızda hemen arabamızı 1438 yılında Osmanlı tebaasına mensup iki kız kardeş olan Hurşide ve Mensure Hatunların çeyiz parasıyla yaptırdıkları, Pena Nehri yakınlarındaki Alaca Camii’ne sürdük. Gerçekten çok göz alıcı renklere ve desenlere sahip olan bu küçük, sevimli ve sessiz camide Arnavut ve Makedon Türk Müslüman cemaatle Kurban Bayramı namazını büyük bir huşu içinde kıldık. Alaca Camii’nin içi ve dışı gerçekten çok güzel, insan bakmaktan gözlerini alamıyor. Caminin bahçesinde iki kız kardeşin türbeleri de bulunuyor. Bahçesi çok bakımlı.
Kalkandelen, küçük sevimli bir şehir. Pena ırmağı geçiyor içinden 2001 yılında yaşanan Makedon – Arnavut çatışmalarının bolca yaşandığı yerlerden biri ve nüfus ağırlıklı olarak Arnavut Müslümanlardan oluşuyor. Bir çok evin balkonunda ilk yazımda belirttiğim gibi Arnavutluk bayrağını görmek mümkün.
Birden bastıran yağmurla beraber bu güzel ilçeyi geride bırakıp, bizim için çok önemli olan Manastır ( Bitola ) şehrine doğru yol alırken biraz gözlerimi kapatıyorum. Hafif çiseleyen fakat çaktırmadan da ıslatan yağmurun altında, Bitola’ya ( Manastır )varır varmaz ilk durağımız, Mustafa Kemal’in okuduğu Manastır Askeri Lisesi. Şu anda müze olarak kullanılan lisenin 3 sınıfı restorasyon yapılarak sadece Mustafa Kemal’in adına düzenlenmiş. Müze ayrıca Makedon Sanat, Resim ve Arkeoloji Müzesi olarak ta kullanılıyor. Müzede en çok herkesin ilgisini bir mektup çekiyor. Evet bir mektup… Makedon ve Hristiyan Eleni’nin, Türk ve Müslüman Mustafa’ya aşkını açıkladığı mektup. Çok dokunaklı, okurken hüzünlendiğiniz iki gencin bir aşk mektubu, saf ve temiz bir aşk. İlk yazımda belirtmiştim; dinleri farklı Makedon ve Türklerin evlenmelerinin pek tasvip edilmediği. Düşünün! 1900 lü yıllarda, bu aşkı… 15 – 16 yaşlarında genç Mustafa ve Eleni ‘nin kara sevdasını. Sonu kötü biten bir hikaye. Eleni’nin ailesinin iki genci bir arada yakalamaları ve kızın başka bir şehre gönderilmesi. Daha da acısı Eleni’nin, Mustafa Kemal’e yazdığı hiç bir mektubun eline geçmemesi ve 80 yaşında hiç evlenmemiş olarak Selanik’te yalnız başına ölmesi. Yerel rehberimizin anlattıkları tüm kafileyi epey duygulandırdı. Kim bilir ? Belki bu aşk mutlu sonla bitseydi neler olurdu ?
Benim şahsi düşüncem; Mustafa’nın da Eleni’yi hiç unutmadığıdır, gerçekten sevmiş ki; okulun her paydos ettiği saatte, soluğu, Elenilerin konağının önünde alıyormuş. Ayrıca hep inandığım bir şey de ; Mustafa Kemal’in, Latife Hanım’la yaptığı evliliğin mantık evliliği olmasıdır. Zaten tarihçilerin bir çoğu da kitaplarında bunu belirtmektedirler. Sağanak bir yağış altında Bitola’dan ayrılıp, Makedonya’nın sayfiye yeri Ohrid’e giderken yol boyunca aklım Mustafa ve Eleni aşkına kilitlenmişti sanki. Oysa zamanı çeviremezdik ki !
Askeri lisede ulu önder Atatürk adına açılan şeref defterine de duygu ve düşüncelerimi yazmaktan da büyük bir onur duyduğumu belirtirim. Herkese kısmet olacak bir olay değil bu hayatta.
Bitola’dan ayrıldıktan sonra yaklaşık 40 dk lık bir yolculuk sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en önemli silahşörlerinden Resneli Niyazi’nin yaşadığı Resne köyüne de uğruyoruz. Köyde bizi Resneli Niyazi’nin yaptırdığı ama içinde hiç yaşayamadığı muazzam konağı karşılıyor. Bilindiği gibi Resneli Niyazi Arnavut kökenli bir Osmanlı subayıdır. Makedonya dağlarına askerleriyle çıkarak ilk isyanı başlatmış ve bu isyan sonucunda II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Sırp ve Bulgar çetelerle savaşmıştır.
Güzel ve düzgün bir yolda yeşillikler arasından yaptığımız 3 saatlik yolculuktan sonra Ohrid Gölü’ne ulaştık. Gerçekten, bu denli temiz, dibi görünen, sazlıklarında kuşların yuva yaptığı, bir tarafında insanların yüzdüğü ve su sporları yaptığı bir ucu Arnavutluk’a dayanan bir göl değil mübarek bir deniz… Avrupa’nın bir çok yerinden insanın hafta sonları gelip dinlendiği bir destinasyon noktası. Sessiz, huzurlu, sakin bir tatil şehri. Bölgenin su ihtiyacı da Ohrid Gölü’nden karşılanıyormuş. Benim burada hoşuma gitmeyen tek şey kalınacak oteller. Odasından, havlusuna, banyosuna kadar 3. sınıftı. Kahvaltıları zayıftı. Sonra düşününce şunu dedim kendime. Ülke fakir , daha şur da bağımsızlığını kazanalı kaç yıl olmuş ? Ancak gelişiyor, gelişmede zamanla olur dedim. Bunun yanında bol miktarda pansiyon, apart ta bulunmaktadır. Yemekler fena değil, zaten özellikle her yerde köfte ve köfte çeşitleri var. Aç kalmazsınız.
Gece hayatı çok renkli. Her yerde cafeler, restaurantlar, publar cıvıl cıvıl neşeli insanlarla dolu. Hatta gittiğimiz restaurantta, Türkçe konuşmalarımızdan sonra Makedon müzik grubu yanımıza gelip bizleri neşelendirmek için üç tane Türkçe şarkı söylediler. Yine Üsküp ve Tetovo’da olduğu gibi Ohrid’de de Arnavutluk ve Sırbistan bayraklarının asıldığı balkonları ve evleri görebilirsiniz. Ohrid’de görülecek ikinci bir güzellik de St. Nahum Gölü. Gerçekten gölde sandalla yapacağınız gezinti esnasında gölün dibindeki çakılları sayabiliyorsunuz. Gölün diğer ucu da yine Arnavutluk’a çıkıyormuş yani anlayacağınız doğal bir sınır görevi görüyor. Plajı hafta sonları dolu, adım atacak yer yok.
İki gece Ohrid’te geceledikten sonra, Osmanlının hemen hemen hiç sevilmediği Arnavutluk’a doğru yola çıkıyoruz.
Osmanlıların niçin Arnavutluk’ta hiç sevilmediğini de 3. yazımda ayrıntılı olarak anlatacağım.
KADERSİZ TOPRAKLAR 3- ARNAVUTLUK 14.08.2022 Pazar Günü
ÖNCER ÜNLÜ – BAŞYAZAR
Atalarımın, Balkan Savaş’ı sonrasında küçük birer çocukken terk ettikleri toprakları, yaşadıkları yerleri gençliğimden beri merak ediyordum. Dört yıl önce her şeyi planlamışken yaşadığım sağlık sorunları ve araya giren ” Pandemi “bu geziyi gecikmiş olarak yapmama neden oldu. Her işte bir hayır vardır diyelim…
Öncelikle şunu belirtmeliyim. Niçin yazı başlığımı ” Kadersiz Topraklar ” diye koydum ?. Bu güne kadar Balkanlar ile ilgili okuduğum kitaplar, dinlediğim öyküler, seyrettiğim filmler özelikle ( Bosna ve Kosova Savaşı) ile ilgili ve en önemlisi çocukluğumda dedem ve babaannemden dinlediğim anılar sonucunda bir hafta sürecek izlenim yazılarıma, bu başlığı koymamı uygun olacağını gördüm.
T.H.Y.’ nın Üsküp ( Skopje ) uçağı, Üsküp üzerinde alçalmaya başladığında düşünür, Vanche Mihailov’un şu sözleri birden aklıma geldi. ” Eğer, dünyada barış istiyorsanız; Avrupa’da barış olmalıdır. Eğer, Avrupa’da barış istiyorsanız; Balkanlar’da barış olmalıdır. Eğer Balkanlar’da barış istiyorsanız; Makedonya’da barış olmalıdır. ” Bu cümleleri 1934 yılında söylemişt Tüm Balkanlar’ı gördükten sonra boşa söylememiş dedim kendimce. Uçağın tekerleri piste değerken, elimdeki küçük ajandamın sayfalarında büyük Türk şairimiz Makedonya Üsküp doğumlu Yahya Kemal Beyatlı’nın ” KAYBOLAN ŞEHİR ” adlı şiirini içimden okuyordum, gözlerim nemli olarak. Büyük şairimiz Üsküp kaybedildikten sonra kaleme aldığı şiirinin dizeleri ne kadar içten ve dokunaklıdır. Son dört dizesini sizlerle paylaşıyorum.
“Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir ! / Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir. / Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, / Biz sende olmasak bile, sen bizdensin gene.” Büyük Türk şairini bu vesileyle rahmetle burada bir kez daha anıyorum.
Öncelikle şunu belirtmekte fayda görüyorum. Balkanlara objektif bir gözle bakmalısınız, olayı, salt şoven milliyetçiliğine ( hangi türden olursa olsun) ve dine indirgerseniz hiç bir konuda bilgi sahibi olmazsınız, kendi türkünüzü çağırır aynı yerde dönmeye devam edersiniz. Ben her yurt dışı gezimden döndükten sonra sohbetlerimde yakın çevrem hep şu soruyu bana sorar:
“Türkleri seviyorlar mı? Osmanlı hakkında ne diyorlar?” Bende hep şu yanıtı vermişimdir : “Her ülkede olduğu gibi seven de vardır sevmeyen de amma; maalesef Osmanlıya gittiğim hiç bir ülkede iyi bakmıyorlar ” derim. Yalan söylemeye gerek yok, gaza gelmeye de gerek yok. Bizler oralar ” Ata, ecdat yadigarı” desek de onlar da topraklarımızı Osmanlı işgal ve istila etti diyor. Konuyu tarihçilere bırakıyorum.
Balkanlar, Müslüman Osmanlılar ile Hristiyan Avrupa Devletleri arasında geçiş, göç, ulaşım ve ticaret bölgesindeydi. Bu nedenle etnik köken ve din açılarından homojen bir yapı hiç bir zaman oluşamamıştır. 1389 Kosova Savaşı sonrası Osmanlı topraklarına katılan Makedonya, Balkan Savaş’ları sonunda kaybedilen yerlerden biridir.
Dünya siyasetinde rol oynamış bütün devlet adamları tarafından “Avrupa’nın barut fıçısı” olarak görülen Balkanlar’ın fitili, Makedonya’dır. 1900’lardan beri Balkanlar’da devam eden kanlı savaşların köklerini, Makedonya’nın yakın tarihinde net görürüz. Makedonya’nın en büyük sorunu tıpkı kendisiyle aynı bölgede yer alan diğer ülkeler gibi, tarihten kaynaklanan düşmanlıkların yoğun olarak söz konusu olduğu ve çok çeşitli etnik kökenden gelen insanların bir arada yaşadığı Balkanlar’da yer almasıdır.
Balkan ulusçuluğunun gelişmesinde, Osmanlı yönetiminin uyguladığı dinsel ve geleneksel temelli millet sistemi etkili olmuştur. Fazla baskı göstermeyen bu yönetim biçimi bölgedeki ulusların dinsel farklılıkları ve ulus bilincini diri tutmuştur. Balkanlarda Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya başlamasının ardından sonra yaşanan facianın bir benzeri ve daha kanlısı Yugoslavya Sosyalist Cumhuriyeti’nin parçalanmasıyla tekerrür etmiştir.
Makedonya 1991 yılında Yugoslavya’dan diğer ayrılan ülkelerin aksine kan dökülmeden ve savaş çıkmadan ayrılıyor. Fakat Yunanistan ve Bulgaristan baskılarından o tarihten sonra çekmediği kalmamış. Yunanistan yüzünden ülke adını ve bayrağını iki defa değiştirmek zorunda kalmış. Nedeni ise Makedon Büyük İskender’i, Yunanlıların kendi öz evladı saymaları ve Makedonya kelimesinin kendi topraklarını ifade ettiğini hala söylemeleri.
Yunanistan NATO, A,B. ve B.M. veto kartlarını oynayarak ülkenin adını ve bayrağını iki defa değiştirmiş. Bu nedenle Üsküp’e de Skopje deniyor artık. Bulgaristan ise Makedonya’yı tanısa da halkı ve dili tanımıyor, tüm halkı Bulgar soyundan ( Slav)geliyor kabul ediyor ve Makedonca yok Bulgarca konuşmalısınız diye sıkıştırıyorlar. Tabii bu istekler yüz yıllar önceye dayanıyor ve hala devam ediyor. Birde 2001 yılında Arnavut azınlığın çıkardığı ayaklanmalar var. Bu da Makedonya’yı çok yormuş. Makedonya’da Arnavutlar bayağı yüksek oranda var. Hatta 15 yıl içinde doğum oranlarıyla Makedonları yakalayacakları söyleniyor.
A.B.D. ve A.B. çabalarıyla bu ayaklanmalar bastırılmış ve Arnavutlara bazı haklar verilmiş bunları öğrenmek isterseniz de internette bulabilirsiniz. Ülkedeki en büyük topluluk Makedonlar, onları Arnavutlar takip ediyor. Makedonya’da bir şehirden bir şehre giderken karşınız Arnavutluk bayrağı asılı camiler ya da evler çıkarsa hiç şaşırmayın. Verilen tavizlerden birisi de bu. Arnavutların çok yoğun olduğu köyler ve kasabalarda Arnavutluk resmi bayrağı da asılı. Arnavutluk ve Kosova Arnavutları da Makedon Arnavutlarıyla dayanışma halinde. Gerçekten burası patlarsa her yer tutuşur. Anlayacağınız Makedonya gerçekten Balkan Coğrafyasının en talihsiz ülkesi.
Başkent Üsküp ( Skopje) şirin bir şehir her tarafa rahatlıkla gidebilirsiniz. Şehrin ortasından geçen Vardar Nehri şehri ikiye ayırıyor. Bir tarafta Makedon halkı, diğer tarafta Müslüman Türk ve Arnavut ile Hristiyan Arnavutlar. TRT 1 de izlenen ” Balkan Ninnisi” dizisinde geçen imkansız aşk konusu maalesef gerçek ve yerel rehberimizin dedikleri hala bu konuda iki tarafında taviz vermediği ve böyle bir aşkı hoş karşılamadığı yolunda. Ama elbette dinleri, dilleri ayrı iki seven insan evlenmiyor mu? Elbette az da olsa bu evlilikler oluyormuş ama aileler sırt çeviriyormuş.
Makedon mahalleleri daha gelişmiş ve modern yapılarla donatılmış. Arnavut ve Türk tarafındaki evler ise daha eski ve gelişim kısıtlı. Makedonlar, bağımsızlıklarından sonra her yere heykel koymaya başlamışlar. Her caddede, sokakta, köşede, meydanlarda bunlara rastlıyorsunuz. Yerel rehberimize göre ( kendisi de Türk asıllı) Osmanlının izlerini en aza indirmek için yapılan çalışma- lar diyor, doğru ya da yanlış bilemiyorum. Ama bu sanat eserlerinin şehre ayrı bir güzellik kattığı gerçek. Makedonlar Kril Alfabesini kullanıyorlar. 9. y.y. da Aziz Kril ve kardeşi Metodius tarafından hazırlanan bir alfabe dünyada ayrıca 12 ülke tarafından da kullanılan bir alfabe.
Kril öldükten sonra öğrencileri tarafından hem hristiyanlık yayılmış hem de Kril alfabesini öğretmişler gittikleri ülkelerde. Ülkede yaşayan halkın çoğunluğu, aynı diğer Balkan ülkelerinde gördüğüm gibi yüzleri asık. Nedeni de hiç bir topluluğun birbirinden hazzetmemesi ve yaşanan olaylar. Hep mesafeliler. Empati yaparsak belki de haklılar. Yugoslavya’nın iç savaşla bölünmesi, Arnavutların Makedonya dan otonomi istemeleri gibi birçok nedenleri sayabiliriz. Onların yerinde de doğrusu olmak istemezdim. Üsküp’te her türlü sebze ve meyveyi rahatlıkla buluyorsunuz. Türk Çarşısı’nda yemekler sizlere mutlaka tanıdık gelecektir. Rahatlıkla yiyebilirsiniz. Vardar Nehrinin iki yakasında oturulacak bol miktarda cafe ve restaurantlar var. Kredi kartı geçiyor. Ayrıca 10 yıldır Euro’nun ,Makedon Dinarı karşısında aynı yerde durduğunu söylemezsem olmaz. Bizde de iki yıl içinde nerden nereye geldiği de ortada. Üstelik Makedonya gerçekten fakir bir ülke.
Diğer yazılarımda da anlatacağım gibi beni burada üzen iki olay oldu. Balkan Savaşı’ndan sonra Türkler bölgeden ayrılmak için ellerinde tahta bavullar, çuvallar, yataklar… Günlerce hatta aylarca korkuyla Üsküp Garı’na gelecek trenleri beklemişler. Tüm varlıklarını bırakarak ülkelerine dönmüşler. Döndükleri ana vatanlarında da maalesef kendilerini hep garip ve vatansız hissetmişler.
Eski Üsküp tren garını bir gün ziyaret ederseniz bu hikayeleri bolca duyarsınız. Bunları çay içerken bir yaşlı amcadan dinlediğimde gerçekten tüylerim diken diken oldu, ağlamamak için kendimi zor tuttum. Aynen şöyle konuştu: ” Osmanlı benim atalarımı buraya getirdi, yerleştirdi. Sonra geri çekilirken bizleri niye burada bıraktı, düşmanların içinde yaban ellerde dedi ve ağlamaya başladı. Ne söyleyeyim amcama…. O an aklıma dedem ve ninem geldi. Onlarda iki parça eşyayla tarlalarını, takımlarını, bahçelerini bırakıp günlerce at arabasında aç aç yol gitmişler. Beni bir üzen diğer olay da bir cami imamının anlattıkları.
“Türkiye’den gelenlerin ilk sordukları kaç cami var?
Namazları rahatlıkla kılıyor musunuz?
Ezan okunuyor mu?
“Bende aynen şöyle dedim : ” İmam efendi sorsaydın ya kaçınız ülkenizde 5 vakit namaz kılıyor ? İbadetini eksiksiz yapıyor? …….” buna benzer soruları arka arkaya sıkıştırdım “. Şunu da bilelim; bol miktarda Körfez Ülkeleri elemanları ortalıkta geziyor. Biz ne yapıyoruz ? Hep yaptığımızı; ” Biz sizin abininiz biz ne dersek o olur. Yalan mı ? Egomuz hiç aşağı inmiyor ki ! Bu arada belirteyim ;” Camiler açık, ezanlar okunuyor, tabii camiye gidenler yaşlı cemaat”. Kimse kimsenin dinine karışmıyor. Şehir oldukça temiz. Diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi belirli bir kültüre sahipler. Trafikte korna çalan yok, yollardaki iki katlı kırmızı belediye otobüsleri çok hoş, fırsat bulup binemediğim için hayıflanıp durdum. Parklar, yollar temiz çöp yok. Üsküp dışındaki ” Matka Kanyonu ” mutlaka gidilip görülmesi gereken bir yer gerçekten dinlendiğinizi hissediyorsunuz orada. Türk çarşısının restorasyonu şart , Osmanlı’dan kalan eserlerle devletimizin mutlaka ilgilenmesi ve elden geçirilmesini yapmalı.
İkinci bölümde Makedonya izlenimleri ” Kalkandelen- Manastır – Ohrid ” ile devam edecektir.