12 Mart 2023 Pazar
ÖNCER ÜNLÜ
BAŞYAZAR
Değerli okurlar,
6 Şubat 2023 tarihinde meydana gelen yıkıcı depremin ardından uzun süredir düşündüğüm bir konu yeniden zihnimi kurcalamaya başladı.
Biz kimiz? Türkiye bir toplum mu? Bizler toplum muyuz ? Toplum denince neler olmalı ? Yoksa kabile miyiz …?
Benzer sorular aklımın bir yerlerinde dolanıp duruyordu. İşte bu deprem sonucunda, gördüklerim, yaşadıklarım düşüncelerimi iyice pekiştirdi.
Kendi cümlelerime geçmeden önce buraya Prof. Dr. Necmi Erdoğan Hocamızın satırlarını paylaşıyorum.
” Toplum basitçe ” bir arada duran ” veya aynı topraklarda yaşamak ” zorunda kalan” insanlar topluluğunun adı değil de, bir dizi insani ( siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) kurucu bağ ” toplumsal bağ” ile birbirine bağlanmış olan insanların varoluş biçimidir; demek ise, ” Türkiye toplumu” denen şeyin tutunumunu sağlayan böyle ” pozitif normlar” var mı? ” Diyor hoca.
Bir ülkeyi yönetenler ve uygarız diye geçinen o ülkede yaşayan çoğunluk; eğer gerçekten biz toplumuz diyorsa, ” insanlık onuru, insana saygı, özgürlük, adalet, eşitlik ve kardeşlik ” gibi başlıkları içeren ince ahlakı paylaşmak zorundadır. Hatta paylaşmaya da el mahkumdur.
Şimdi soruyorum sizlere!
Siyasal alanda, kamusal alanda ve gündelik hayatta bu ” ince ahlak” nerede ya da nerelerde var?
Bana göre Türkiye toplumu, son yetmiş yıldır bir bunalım içinde. Bu bunalımdan toplumu çıkarmak için de hiç bir yönetimin siyasal ve kamusal alanda çaba gösterdiğine inanmıyorum. İnanan da varsa gelsin beni ikna etsin.
Yetmiş küsur yıldır, insanlara milliyetçilik ve din sosuyla beraber birlik ve beraberlik içindeyiz masalı anlatılıyor. Sanırım daha çok anlatılır.
Ülkenin bütün doğal ve tarihi güzelliklerinin arsızca yağmalandığı, adam kayırmanın ve neopotizminin arşa çıktığı, liyakatsızlığın almış başını gittiği, zalimliğin, hırsızlığın çoştuğu bir yerde siz nasıl biz birlik ve beraberlik içinde yaşayan bir toplumuz dersiniz?
Sondan başlayalım gerilere doğru gidelim bakalım. Neler olmuş ? Toplum neler yapmış?
On binlerin ölmesine, yüz binlerce binanın yıkılmasına, çökmesine neden olan olay acaba deprem mi? Fay kırılması mı?
Yoksa ” hileli” inşa edilen yapılar, hileden para kazanmayı ticari başarı gören müteahhitler, hileli yapılaşmaya zemin hazırlayan yerel yönetimler ve yöneticiler, meclis üyeleri, kamu kurumları, liyakatsız, konularla zerre kadar alakası ve birikimi olmayan yöneticiler , olan biteni vurdum duymaz bir biçimde seyreden bol miktarda siyasetçiler ve bana dokunmayan yılan bin yaşasın şiarını destur edinen vatandaşlar mı?
Kendisi ya da çocuğu, yakın akrabası bedelli askerlik yapmış veya Doğu ve Güneydoğu’ya askere gitmemek için elli takla açıp, torpil bulmuş fakat gariban, fakir aile çocuğu askerimin, uzmanımın, çavuşumum şehit haberi geldiğinde de lüks arabalarıyla arkasına yüce bayrağımı bağlayıp on dakika sokaklarda hamasi milliyetçi slogan atıp sonra da bir AVM de ya da lüks bir lokantada eğlenen insanlarla mı toplum oluşacak ?
Bir binanın tepesine çıkıp işşizlikten, ailevi durumlardan dolayı intihar etmeye çalışanlara ” atla, atla ” diye tempo tutanlarla mı toplum oluşacak ?
Sokakta gördüğü her Kürt vatandaşa ” terörist” diyen ya da tersi her gördüğü Türk vatandaşa ” faşist ” diyenlerin bol miktarda ortalıkta gezdiği yerlerden mi toplum çıkacak?
Yaya kaldırımda motorsiklet sürüp yayalara küfür edenlerin, yayalara yeşil ışık yandığında aldırış etmeden hala arabasını hızla sürenlerin olduğu yerde mi toplum olacağız?
Depremde dağıtılan eşyalardan ya da yiyeceklerden battaniyelerden fazla fazla alıp turşusunu kuranlardan mı toplum oluşacak?
Deprem sonucunda bankaların verdiği düşük faizli kredilere talip olup depremzede olmadığı halde, bu kredileri alıp, esas kredilere ihtiyacı olanları engelleyenlerle mi toplum olacağız?
Her doğal afet sonucu hala siyaset, din, insan, renk, ırk tartışmasına ölümüne girenlerle mi toplum oluşacak?
Bir spor müsabakasını boğa arenasına çevirenlerle mi bu iş olacak?
Depremden beş gün sonra birlik ve beraberlik ilan eden, 15 gün sonra da birbirlerine demediklerini bırakmayan kulüp başkanlarıyla mı toplum oluşacak?
Evinde çalıştırdığı gündelikçilere tuzla buz yalatan kadınlarla mı toplum olacağız?
Yurt dışına çıkarken böbürlenen oralarda da yapmadıkları rezalet kalmayan, kendi ülkesindeki saçma kuralları oralarda da uygulamaya kalkıp, bir dolu laf yiyenlerle mi toplum olacağız?
Kimine dönme, kimine kansız, kimine şeytan, kimine ……. nın d… ü diyenlerle mi bu iş olacak?
Hayvan ve yeşil dostu olduğunu her fırsatta söyleyip sonra da yeşili yok edenlerle mi, hayvanları gözsüz, kuyruksuz, kulaksız, bırakanlarla mı toplum kurulacak ?
Sınav soruları çalındığında protesto edenleri, kolluk kuvvetleriyle beraber kovalayan ya da olaylara boş gözlerle mi bakanlarla bu işler düzelecek?
Kurban Bayramlarında kestiği kurbanları fakirlere dağıtacağına buzluklara mı koyanlarla yoksa Ramazan Bayramlarında iki kuruş fitre ve zekat vermeyenlerle mi ortak olacağız?
Daha toplum olamayacağımıza dair buraya onlarca, yüzlerce örnek koyabilirim. Ama gerek yok. Yine aynılarını yapacağız, yapacağız, yapacağız. Çünkü mayamız böyle.
Tek kelimeyle söylüyorum. Hepimiz suç ortağıyız. Başka bir şey değil.
Toplumları meydana getiren ve onları sıkı zamkla tutan üç kural vardır. ” Ahlaki, dini ve hukuksal” kurallar. Bu kurallar birbirlerinden çok farklı insanların birbirlerini boğazlamasını önlerler. Bu kurallar tarihsel ve felsefi derinliğe sahiptir bunu da unutmayalım.
Bir başkasına yapılan adaletsizliği, umursamayan, teşvik eden, kınamayan, bir yanlışı, günahı öven, dini bildiği halde zıttını yapan insanlar maalesef “Yurttaşlık Bilinci” nden yoksundurlar nefret ettikleri diğer insanlara tıpa tıp benzerler.
“Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz ve hukuku umursamazsan” ne toplum olabilirsin ne de uygar. Olsan olsan kabile olursun.
ÖNCER ÜNLÜ
BAŞYAZAR
6 Şubat depreminden bu yana tam bir ay geçti. On bir ilde yaşayan insanların yüzde doksan beşi şu anda ruhen ve bedenen çökmüş ne yaptığını bilmiyor, sağlıklı düşünemiyor.
Peki ne yapmalıyız?
Bu depremler oldu diye; başka şehirlere mi kaçmalıyız?
Yerimize, yuvamıza asla geri dönmemeli miyiz?
Yıldırım aynı yere iki defa düşmez, derler. Ya düşeceği tutarsa ?
Belki bundan sonra Hatay’a künefe yemeye hiç gitmemeliyim.
Habib-i Neccar dağına zevkle bakmamalıyım. Olur mu ?
Gaziantep de baklava yemeyi ya da kalesine çıkmayı hiç aklıma getirmemeliyim.
Maraş’ artık televizyonlardan mı takip etmeliyim?
Adıyaman’da Nemrut’u gezerken ya yine deprem olursa ?
Bu defa da depreme kendi şehrimde değil de oralarda yakalanırsam?
Deprem kuşağında yer alan tüm şehirlerimi artık gezmemeli miyim? Düşünmemeli miyim?
Ya da bir karavan alıp kocaman boş bir araziye gidip orada mı yaşamalıyım?
Belki de köyüme gidip konteyner ev yaptırmalıyım.
Son çare depremin hiç uğramadığı bir ülke mi bulsam? Oraya gitmenin yollarını mı arasam?
Ah! Ne yapsam ?
Şimdi anlatacağım hikayeyi eminim bir çoğunuz biliyordur. Bilmeyenler de öğrenmiş olur.
Zamanın birinde Bağdat’ta yaşayan bir tüccar, hizmetlisini alış veriş yapmak için azara yollamış. Hizmetlinin pazara gitmesiyle, dönmesi neredeyse beş dakika içinde olmuş. Hizmetli efendisinin yanına çıktığında yüzü bembeyaz ve titriyor haldeymiş.
– “Efendim”, demiş. ” Pazarda yürürken kalabalıkta biri beni itti. Kim diye dönüp baktığımda; ÖLÜM olduğunu gördüm. Tehditkar bir biçimde yüzüme baktı. Çok korktum” demiş. Ardından hemen eklemiş : ” Bana bir at ödünç verin. Bağdat’tan hemen uzaklaşayım. Ölümden kaçıp, doğruca Semerkant’a gideyim. Ölüm orada beni bulamaz” demiş.
Tüccar ona hemen bir at vermiş. Hizmetli ata atladığı gibi Semerkant’a doğru dört nala uzaklaşmış.
Daha sonra meraklanan tüccar, pazara gitmiş ve orada ” ÖLÜM” le kalabalığın içinde karşılaşmış. Ölümün yanına yaklaşmış ve sormuş:
– ” Neden bu sabah hizmetlimle karşılaştığında yüzünde tehditkar bir ifade vardı ?”
Ölüm yanıt vermiş:
– ” Yüzümde beliren ifade tehdit ifadesi değildi. Şaşkınlık ifadesiydi. Bu gece benimle Semerkant’ta randevusu olduğu için onu Bağdat’ta görünce şaşırdım” demiş.
” Deprem ” kelimesi Latince olarak Coğrafya bilimin girmiş ve çökme olayı denilen ” Dépression ” adıyla belirtilmektedir.
Bir kısım dil yazarları da, ” Deprem” kelimesini, Orta Çağ Türkçesindeki täbrämek (=sarsılmak, sallanmak, kımıldamak) yüklemiyle ilişkili görmektedirler.
Evet bir anda meydana gelen ve belki saniyelerce, belki de dakikalarca süren depremden şu anda yaşadığımız ülkede kaçış yok.
Ülkemizin yüzde doksan ikilik kesimi deprem kuşağında yer alıyor.
İster günlerce parkta yat, ister köyüne yer evi yaptır, ister karavan al, istersen bulunduğun bölgeden başka bir coğrafyaya göç.
Ne yaparsan yap! Depremle yaşamayı artık bu günden tezi yok öğreneceğiz.
Japonyası, Şilisi, Amerikası nasıl öğrendiyse sen de, ben de o da öğrenecek.
Başka şansın yok.
Bir aydır okuduk, gördük:
Depremden kaçtılar, gittikleri yerde ya dumandan zehirlendiler, ya yanan bir evin içinde kaldılar.
Ya yolda trafik kazası geçirdiler, ya da kalp krizi geçirdiler.
Sonuç ne! Depremden kaçtılar ama ecel başka yoldan geldi.
Yurdumuzdaki depremler bu güne kadar evet on binlerce can aldı. Ama artık adam kayırmacılığı, neopotizmi, liyakatsizliği, ben bilirciliği, insanları küçümsemeyi, didişmeyi, nefret ekmeyi, hurafeciliği, radikalizmi, fundamentalistliği bırakıp, bilime ve ilime yüzünü dönersen emin ol bundan sonra kazanırsın.
Belki bir çok yakının, yakınımız, tanıdığımız, eşimiz, dostumuz öldü ama bilime dönersen, adam gibi artık yaşamak istersen çocukların ölmez. Sende onlarla torunlarınla yaşlanırsın.
Her deprem olduğunda ne yapacağız ? Nereye kaçacağız ? diye düşünmezsin.
Gidenlerin ardından ağıtlar yakmazsın.
Senin Şililerden, Japonlardan ne eksiğin var? Sayın okur!
Hiç bir eksiğimiz yok ama işte ” AMA” sı var !
Onlar önce insan, önce hayvan, önce doğa diyor.
Peki sen ne diyorsun???
Biliyorsun ne dediğini…
O dediğini terk etmezsen her doğal afet sana daha fazla acı ve göz yaşı getirecektir. Haberiniz olsun.
ÖNCER ÜNLÜ
BAŞYAZAR
Son dört beş yıldır Kızılay’ın maceralarını hayretler içinde yazılı ve görsel medyadan takip ediyordum. Fakat son depremden sonraki macerası, ben dahil ülkenin büyük çoğunluğuna pes dedirtti. Biraz düşündükten sonra kendi kendime ; ” Dedim ki; burası Türkiye! bakalım yaşadıkça daha nelerle karşılaşacağız?” dedim.
Şimdi sizleri çok eskilere götürmeden, Kızılay’ın hikayesini anlatmadan önce; bakın bakalım Kızılay’ın kuruluşunun ilk maddesinde görev tarifi nasıl yapılmış?
Türk Kızılay ya da resmî adıyla Türkiye Kızılay Derneği, Türkiye’deki en büyük insani yardım kuruluşudur ve Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Hareketi’nin bir parçasıdır. Türk Kızılay, kâr amacı gütmeyen (NGO), yardım ve hizmetleri karşılıksız olarak sağlayan ve kamu yararına çalışan bir gönüllü sosyal hizmet kuruluşudur. Personelinin bir kısmı gönüllü olarak, bir kısmı ise maaşlı olarak çalışır.
Cemiyet, 14 Nisan 1877’de resmen kuruldu. Meclis-i Umum-u Sıhhiye İkinci Reisi Hacı Arif Bey cemiyet başkanı olarak görevlendirildi. 19 Nisan 1877’de yapılan ikinci toplantıda cemiyetin adı “Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti olarak belirlendi.
Cemiyetin adı 28 Nisan 1935’te Türkiye Kızılay Cemiyeti, 22 Eylül 1947’de Türkiye Kızılay Derneği olarak değişti.
Dönüyorum ilkokul ve ortaokul yıllarıma şimdi.
Anılarım hala tap taze, sımsıcak.
” Kızılay Haftası ” geldiğinde mutlaka Hayat Bilgisi ders kitaplarında Kızılay konusu olurdu.
Sayfadaki resimleri dün gibi anımsıyorum.
Başında ay yıldızlı kepiyle bizlere sımsıcak gülüşüyle bakan bir hemşire abla, yanında pos bıyıklı babacan bir doktor ve bembeyaz kocaman bir çadırın içinde yatan bir yaralı. Çadırın dışında yine kocaman Kızılay arması ay ve yıldız.
Yine anımsadığım başka bir resimde koca, koca kazanların başlarında kepçeyle depremzedelere yemek dağıtan aşçı ablalar, ağabeyler…
Koca koca bembeyaz bacalarından duman tüten çadırlarda battaniyelerine sarılmış çocuklarına masal anlatan anneler, kardeşleriyle birlikte yatan ablalar…
O Kızılay’dan bu Kızılay’a …
Yazıklar Olsun ! Başka ne diyebilirim ki!
İlkokul ve orta okul yıllarımda sınıf arkadaşlarımla, hangimiz ” Kızılay Kolu” na seçilecek diye tartışır durur arada sırada birbirimizi hırpalardık. Öğretmenimiz, ” kim Kızılay Kolun da çalışmak ister” dediğinde; hepimiz gönüllü olurduk.
Şimdi ki genç jenerasyon pek bilmez. Koca koca Kızılay pullarımız vardı satardık. Sınıflarda Kızılay’ın gönderdiği teneke kumbaralara beşer onar kuruş, sonraları bir lira, iki buçuk lira para atardık. Kızılay zarflar gönderirdi içine velilerimiz gönüllerinden ne koparsa büyük bir sevinçle koyarlardı.
Şimdi düşünüyorum da; ” Acaba o zarflar gelse, o pullar gelse alır mıyım? İçlerine bir şeyler koyar mıyım? Hiç zannetmiyorum.”
Resim derslerinde Kızılay Haftası ile ilgili resimler yaparken mutlaka kocaman bacalı ve üzerinde kırmızı ay ve yıldız armasıyla beraber çadırları çizerdik.
Kızılay demek, Yeşilay demek yediden yetmişe bu ülkede yaşayan herkese bir güven verirdi, bir semboldü.
Depremzedelerin, savaşta yaralananların, hastaların, kan gereksinimi olanların…
Hepsine hızır gibi yetişen kuruluştu. Benim Kızılayım…
Kızılay da günü geldi neoliberal politikaların kurbanı oldu, şirketleşti, para kazanma hırsı bulaştı. Yönetenler de liyakat, bilgi, vizyon kalmadı. Neopolitizm her yeri kanser hücresinin sardığı gibi sardı. Sonunda bir 6 Şubat depremiyle uyandık. Bir de ne gördük!
Çocukluğumun masum, saf, temiz Kızılay’ı depremde çadır, kuru yiyecek ve kan satıyor.
Artık buna da pes dedik hep birden.
Arkadaş; çadırın, yiyeceğin, battaniyenin, kanın parayla satışı olur mu? Hiç mi Allah’tan korkmuyorsunuz?
Bunların hesabını yedi sülalenize nasıl vereceksiniz? Gerçi yüzünüze tükürseler ” Yağmur yağıyor ” dersiniz pişkin pişkin.
Bu yardımsever milletten bir daha nasıl maddi destek isteyeceksiniz?
Sizlere artık kim inanacak?
İnanıyorum ki ; bu yazımı okuyan her okurun zihninde Kızılay’la ilgili güzel bir anı, güzel bir resim, güzel bir şiir vardı.
Felaketler geldiğinde bizlerin tek dostu diyorduk. Olmazsa olmazımızdı.
Daha önceleri de Kurbanlıklar konusunda, kendisine yapılan bağışları yurt dışına başka şirketlere aktarması konularında zaten sicilini bozmuştu. Ama belki geri düzeltir diye bekliyorduk.
Ama ne gezer!
Daha beterini yaptı büyük bir pişkinlikle.
Benim için artık yoksun Kızılay!
Ne gel para iste; ne de pul. Ne kurbanlık iste; ne de battaniye, ne kan.
Sana günahımı bile vermem artık!
Sen den geriye bana sadece çocukluğumda gördüğüm kocaman beyaz üzeri ay ve yıldızlı çadır resimleri kaldı.
Onları da sakın gelip de zihnimden çalma!
Çal da göreyim! Bak neler oluyor…
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.