Arzu çağı

Arzu çağı

ABONE OL
Ekim 4, 2023 09:08
Arzu çağı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Cinsellik: Amerika’da bir tutku. Dünyanın diğer yerlerinde bir gerçek”. Marlene Dietrich

Sene 1955, yer şu bizim eski, iyi Amerika Birleşik Devletleri. Kel kafalı bir savaş kahramanı olan Dwight Eisenhower, ulusun baba simgesi haline gelmişti. Sağcı senatör Joe McCarthy, hâlâ yüksek görevlerde olan kaka kızıllara ve homolara karşı, topluma çok iyi sunulmuş bir cadı avı sürdürmekteydi. Edepli Edebiyatçılar Derneği, birçok din adamının da desteği ile, ahlâk seviyesi çok din adamının da desteği ile, ahlâk seviyesi düşük yerlerde, adeta koklaya koklaya açık saçık kitap ve film arama işi ile meşguldü.

Birçok yeni yetmenin, insan anatomisi hakkında bilgi edinebileceği tek kaynak, National Geographic Dergisi idi.

Cici kızların yaramazlık yapmadığı bir zamandı bu. Yapsalar bile bundan söz etmezlerdi. Ülkenin birçok yöresinde, doğum kontrolü, kürtaj ve cinsel eğitim yoktu, hâlâ yasaktı. Televizyonda veya sinema filmlerinde evli çiftler, ancak ayrı yataklarda uyurken görüntülenebiliyordu. Beyazperde yıldızları saklandıklarından daha fazlasını belli eden dekolte giysileri ile seyircinin içini gıcıklarken, o devrin Amerikan kültürüne göre verdikleri mesaj şuydu:

“Bak ama dokunma.”

1970’te, cinsel ortam, dramatik bir şekilde değişim gösterdi. Amerika, birçoklarının Cinsel Devrim olarak adlandırdıkları erotik bir patlamanın ortasındaydı artık.

Doğanın kontrolü ve yöntemleri tabu olmaktan çıktı. Cinsel eğitim, okullarda ders olarak verilmeye başlandı. Evlilik öncesi ve evlilik dışı cinsel ilişkiler daha kabul edilebilir, boşanma daha kolay gerçekleşir oldu.

Geleneksel tek eşli evlilik, bundan böyle grup yaşamı, komün al seks ve eş değiştirme ile rekabet eder hale geldi. Bu sosyal serbestlik, evde veya açık hava festivallerinde, protesto gösterilerinde ve plajlar gibi topluma açık yerlerde hoşgörü ile karşılanır oldu. Filmler, yayınlar serbest ve daha açıklayıcıydılar artık. Ayrıca cinsel araştırma ve terapi yaygınlaştı.

“Neden?” Bu sorunun basit bir cevabı yok.

Edmund White şöyle soruyor:

“Çok yönlü ve yakıcı bir orgazm için duyulan istek, kusursuz ve usta işi bir performans için hissedilen dürtü, eksiksiz bir cinsel ilişkinin tam bir cinsel uygunluğa dayandığına inanç, hayattaki heyecanları tatmak, aşka ulaşmak, kişisel değerleri dışa vurmak için, seksin tek anahtar olduğuna dair ısrarcılık başka nasıl açıklanır”?

Acaba bugünün cinsel saplantıları, kısmen genel güçsüzlük duygusunun bir sonucu mu? Başka bir deyişle; insanlar dünya üzerinde bir etkilerinin olmadığına inanıyorlar ve hiç değilse kiminle beraber olup, sevişecekleri hakkında söz sahibi olmak istiyorlar.

Arzu Çağı’nda ilişkilerin geleceği nasıl olacak? Sanayi Devrimi, geniş çiftlik ailesine bir son verdi.

Endüstrileşme sonunda teknolojik bakımdan gelişen toplumumuzda, anne-baba ve 2.5 çocuktan oluşan çekirdek ailede mi son bulacak? Tek ebeveynli aileler, kural haline mi gelecek?

1970’ten bu yana Amerika’da yalnız yaşayan erkeklerin sayısı iki katına çıktı. Artık bekâr yaşam tarzı, ailenin alternatifi mi olacak? Kendi ayakları üzerinde durarak, yalnız yaşayan bekâr ve boşanmış kadınların sayısı da gitgide artıyor. Nüfusun bir kısmına, yalnız yaşayanlara hizmet veren bir sektör gelişti.

Yalnızlar için barlar, gezi turları, dergiler, arkadaş kulüpleri ve ev eşyaları üretilmeye başladı. Tek porsiyonluk hazır gıdaların, stüdyo tipi küçük dairelerin, bu insanların arzularına, ihtiyaçlarına göre çığ gibi artması, bu tür yaşantının varlığının bir kanıtıdır. Günümüzde salgın olan spor, jogging bile tek kişiye göre biçimlenmiştir.

Aşırı ihtirasları olan Yuppie ile alay etmek kolaydır. İnsanın kendisi için yaşamasında ne kötülük var? Buna bencillik, kendini beğenme, yabancılaşma veya ne isterseniz diyebilirsiniz.

Fakat siz birinci olmaya çalışmıyorsanız, kim birinci olacak?

İyi bir soru. Mecburiyet değil, özgür seçim ve ortak gereksinim prensibi üzerine oturtulmuş ilişkiler kurabilen bağımsız kişiliklerin oluşturduğu bir toplum yaratmak, tarih boyunca özgür aşktan yana olanların ve devrimcilerin ümidiydi. Ama fikir, kimsenin istemediği bir ilişkiye zorlanmamasıydı. Peki, çaresiz bir biçimde sevgi ilişkilerini yeğleyenler her seferinde, kendini şaşkın bir durumda bulanlar ne olacak?

Bugün, geçmişteki cinsel devrimcilerin sadece hayal edebilecekleri özgürlüklerin pek çoğuna sahibiz. Fakat hâlâ bazı eksiklikler hissediyoruz. Bizden tam olarak mutlu olma olanağımızı çalan bir şey var. Bizim için çalışıp, hayatlarımızı birleştireceğine söz veren gelip geçici moda akımlarını bıkıp usanmadan beklerken, bizi birbirimizden ayıran bir şey var. Bu eksik şey, toplumsal paylaşma duygusudur.

Freud’un işaret ettiği gibi, erotik ilişkiler, toplumdaki başka önemli ilişkiler için bir model oluşturur. Arzu Çağı’nda sekse büyük yer ayrıldığını biliyoruz. Peki, bizi bir araya getiren, asıl güç Eros’a acaba yer kaldı mı?

Sürekli rekabet halindeki toplumumuzda; birey, hayatını devam ettirebilme savaşı içinde sürekli diğer bireylerle karşı karşıya kalır. Zengin veya fakir hiç kimse, günümüz dünyasında sadece kendi hayatını yaşamıyor. Suçların artması, çevre kirliliği, savaşlar, ırkçılık, cinsel suçlar, hastalıklar ve yakınlarımızdakilerin çektiği acılar hepimizi etkiler.

AIDS, tehlikeli Arzu Çağı’na son mu verecek? Kim emin olabilir ki? Kesin olan; bu esrarengiz salgın hastalığın, önümüzdeki yıllarda, ihtiraslarımızın tatmin edilişini etkileyeceğidir.

Bütün salgınlar birbirine benzemez. Örneğin; tifüs ve veba, bir defada bir insandan bir çok insana geçebilir. Kişi, kendini korumak için insanlarla ilişkiyi tamamen kesmekten başka ne yapabilir ki? O zaman bile garantisi yoktur.

AIDS’de durum, tamamen farklıdır. Diğer cinsel ilişki ile bulaşan hastalıklar gibi, AIDS’in de hem tıbbi, hem de sosyolojik yönü vardır. Hastalık; pire, bit veya havadaki mikroplarla insanlara geçmez, bozuk yiyecekler sebep olmaz. AIDS insanların, yaşama ve sevişme tarzlarıyla yayılır. Bir defada bir kişiye bulaşır. Davranışlarımıza dikkat ederek riski tamamen ortadan kaldırabiliriz.

AIDS seksin geleceğini etkileyecek mi? Bu soruya kesin bir cevap verebilmek için, henüz çok erken. Bu hastalık ve etkileri hakkında biraz fikir sahibi olabilmemiz için, geçmişte yaşanan korkunç bir cinsel hastalık salgını, “sifilis (frengi)’i incelememizin yararı olacaktır.

Bugün AIDS’de olduğu gibi, frengi de birdenbire ortaya çıkmıştı. 1452 yılında Fransız ordusu, Napoli’yi kuşatırken, sebebi anlaşılamayan yeni ve öldürücü bir hastalıkla kırıldı. Belki de, herhangi bir şekilde bağışıklık kazanılmış, eski bir hastalık yeniden ortaya çıkmıştı.

Frenginin üç safhası vardır. Önce, mikrop kapan cinsel organda bir çıban çıkar. Daha sonra bütün cildi yaralar kaplar. Son safhada, kurbanın kemiklerinde, bağırsaklarında, kaslarında ve sinir sisteminde korkunç ağrılar olur. Sonuç, delilik ve ölümdür.

İlk salgından bir yıl sonra, İmparator Maksimilyen, adı daha önce hiç duyulmamış ve bilindiği kadarıyla insan ırkının geçmişinde hiç görülmemiş bu yeni hastalığa karşı uyarıda bulundu. Frenginin, uygunsuz cinsel ilişkiler yüzünden değil, Tanrıya ve dine karşı yapılan saygısızlıklar yüzünden, Tanrının verdiği bir ceza olduğuna inanıyordu.

Ne sebepten ortaya çıktığı bilinmeyen frengi, çabucak bütün Avrupa’ya yayıldı. Kimse, frengiye neyin sebep olduğunu keşfedemedi. Bazıları Satürn, Jüpiter ve Mars’ın astrolojik konumlarının uğursuz oluşuna bağladı. Başkaları ise Kolomb ve adamlarının, Yeni Dünyada bu hastalığı kapıp, Eski Dünyaya taşıdıklarına inandılar. Yapılan güvenilir araştırmalar da bu teoriyi ispat edemedi.

1496’da Alexander Benedict adlı bir İtalyan, frengiyi, cinsel ilişkinin sebep olduğu bir tür veba olarak tariflerdi. Bu, gerçeğe oldukça yakındı. 1546’dan sonra, bu hastalık, ahlâki bozuklukla beraber anıldı. Bulaşmanın kimsenin göremeyeceği kadar küçük tohumlarla olduğu açıklandı. 1905’e kadar kimse hastalığın nedeninin tirbuşon biçimindeki frengi mikrobu olduğunu bilmiyordu.

Frengiyi ilaçla tedavi etmek çok zordu ve etkisiz kalıyordu. Açlıktan öldürecek kadar katı perhizler uygulatılıyordu. Domuz yağı, terebentin ve cıva ile hazırlanmış merhemler, yaralı ve çıbanlı bölgelere sürülüyordu. Civanın, bu amaçla, kocakarı ilacı olarak kullanılması ile şarlatan hekimlik başladı.

1560’ta Gabriel Fallopius, ketenden hazırladığı penis kılıfını keşfedinceye kadar, kısmen de olsa, hastalıktan koruyucu hiçbir önlem yoktu. Bugün benzeri lateks prezervatifle, daha güvenli bir seks önerilmektedir.

İlaçlar işe yaramayınca, sosyal çarelere başvuruldu. Frengili yabancılar, Fransa’ya sokulmadı. İskoçya’da bu hastalığa yakalananlar; ya sınır dışı edildiler, ya da yanakları kızgın demir ile damgalandı. Avrupa’nın diğer ülkelerinde, zengin frengili hastalar, evlerine kapatıldı. Fakir olanlar daha şanssızdı. Onlar, ya ülkelerinden kovuldu veya ölüme terk edildi. Hastalığın kendilerine bulaşmasından korkan doktorlar, onları tedavi etmeyi reddetmekteydiler.

Fahişelere en sert metotlar uygulandı. Yüzyıllardır bir ihtiyaç olarak göz yumulan genelevler, bütün kıtada kapatıldı. Fahişeler, kırbaç ve ömür boyu hapis cezaları ile şehirden şehre sürülüyorlardı. Ama frengi mikrobunu taşıyanlar, sadece profesyonel fahişeler olmadığı için, hastalık yayılmaya devam ediyordu. AIDS gibi frengi de, zengin-fakir ayırmadan herkese bulaşıyordu. Binlerce unutulmuş kurbanın yanı sıra, aşağıda isimleri olan önemli kişiler de bu hastalığın pençesine düşmüşlerdi: Hollandalı filozof Erasmus, ressam Albrect Dürer, heykeltraş Benvetuno Cellini, İngiliz Kralı Henry, oyun yazarı Jean Baptiste Moliere, yazar ve maceraperest Giovanni Casanova, biyografi yazarı James Boswell, Çar Büyük Petro, İmparator Napolyon Bonapart, ressam Francisco Goya, şair John Keats, filozof Arthur Shoppenhauer, besteci Fransız Schubert, şair Heinrich Heine, filozof Friedrich Nietzche, ressam Paul Gauguin, yazar Oscar Wilde, Winston Churchill ‘in babası Lord Randolph Churchill.

Her salgına, cehalet ve korku eşlik eder. Frengide de durum farklı olmadı. 1788’de Danimarka Hükümeti cesur bir adım atarak, zengin, fakir, zührevi bir hastalığı olan herkese bedava tıbbi bilgi, bedava ilaç verileceğini, bedava bakım yapılacağını açıkladı. Plânın bir kısmı; frengi taraması yapmaktı.

Panik içinde ayaklanan yüz kadar saygıdeğer vatandaş, sopalar ve değneklerle silâhlanarak, bir devlet hastanesini bastılar. Hiddetle köpürerek, kadınları ve çocukları rahat bırakılmazsa şiddete başvuracaklarını söylediler.

Çileden çıkan bir doktor, bu sahneden ürkerek, bu yolla hiçbir hastalığın kökünün kurutulamayacağını söyledi.

Bu üzücü itiraftan günümüze gelelim. Cinsel hastalıklar, insanların üzerinde, hastalığın bulaşmasından duyulan endişe ve bedenin kirlenmesiyle ilgili bilinçaltı korkularının birleşmesinden oluşan bir dehşete yol açar. AIDS daha duyulmadan çok önce de, bu durum, çoğumuz için geçerliydi. Cinsel ahlâksızlara karşı Tanrısal bir ceza verileceğine dair dini inanışlar da bu korkuyu beslemiştir.

Ne yapmalı? İlk iş, gerçekleri bilmektir. AIDS, beden sıvılarının karışması, cinsel ilişki, damardan uyuşturucu şırınga edilmesi ve kan değiştirme ile bulaşır. Yani bedenimizle yaptığımız veya bedenimize yaptığımız şeyler, AIDS’in yayılmasına sebep olur. Bu gerçeği bilmek, bize belli bir kontrol imkânı verir.

Okulda cinsel eğitim, evde cinsel açıklık, hızlı sonuç veren testler ve araştırmalar, korunma için prezervatif kullanımı, yabancılarla cinsel ilişkiye girerken tedbirli davranmak, AIDS ile savaşın diğer silâhlarıdır. Gerçek sonuç için, bilgi ve dikkat gereklidir, yangına körükle gitmek değil.

Paniğin hiçbir faydası yok. Dokunmak, aynı ortamı paylaşmak, hatta hafif bir öpücük gibi gündelik olaylarla bulaşmış hiçbir AIDS vakasına rastlanmamıştır. Pek çok kişi, hastalığı bu yollarla kapma korkusu içinde yaşar. Bu yüzden kendilerine ve çevrelerindekilere boşu boşuna eziyet ederler.

Bu yaygın panik, insanları daha çok yalnızlığa sürükler. AIDS, yıllarca önemsenmedi ve sadece eşcinselleri etkilediğine inanıldı, hatta AIDS’e “eşcinsel vebası” ismi takılmıştı. Günümüzde medya, hastalığın yayılması ile ilgili heyecan verici haberlerle dolu… AIDS araştırmaları için belki, belli bir miktar korku gereklidir. Belki nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan heteroseksüellerin, hastalığın bütün kurbanlarını daha tedbirli bir cinsel hayat yaşamaları için korkutulmaları gereklidir. Kim bilir belki…

AIDS Eros’u öldürecek mi? Kesinlikle hayır. Ama Eros’u değişmesi için zorlayacak. Avrupa’da frengi salgınından sonra ortaya çıkan Protestan Hareket, aşkın evlilikler içinde yaşanması üzerinde önemle durdu. AIDS çağında, uzun süreli ilişkilerin içinde var olan erotizm keşfedilmeliydi. Bu, seks mutlaka evliliğe mahkûm olmalı demek değildir. Bugün kadın ve erkek, eskisine oranla daha eşittir.

Ve cinsel bakımdan daha gelişmiştir. Uzun süreli beraberliklerinde daha büyük tatminler bulmak sevindiricidir. Böyle ilişkiler, neden bir gecelik beraberliklerden daha hoşnut edici olmasın.

Frenginin ilacının keşfedilmesinin dört yüzyıl sürdüğünü unutmayın. O sıralarda, medeniyet ilerliyor ve gelişmeye devam ediyordu. İnsanlar hâlâ aşık oluyordu. Romantizm hüküm sürüyordu. Aileler kuruluyor, aşk şarkıları yazılıyor, sanatta erotik eserler yaratılıyordu. Cinselliğin her olanağı deneniyor, hatta tam bir cinsel özgürlüğün gerçekleşeceği zamanların hayali kuruluyordu.

Tarih boyunca erotizmde devrim yapmak isteyenler, hiçbir virüsün bozamayacağı değişiklikleri yapabilmek için çırpındılar. Tasarladıkları cinsel özgürlük; iki cins arasında yatakta, işte, her yerde eşitliğini öngörüyordu. Bu özgürlük, bireyin bedeninin kontrolünü elinde tutma isteğini de içerir. Ve cinsel zevkin sağlıklı olduğu fikrinden, kişisel doyum sağlanmasından, aileyi de kapsayan, ama onunla sınırlı kalmayan sosyal bağların kurulmasından destek görür.

Bu devrimciler, cinselliğin tadının korkusuzca çıkartılabileceği bir dünya kurmaya çalıştılar. Bugünün şartlarında korkularımızın bizi sindirmesine, yalnızlaştırmasına izin verecek miyiz? Artık, gerçekte birbirimize ne kadar bağlantılı yaşadığımızı anlamanın zamanı geldi. Seksin, hayatımızın biyolojik kaynağı olmaktan öte, önemli bir gerçeklik taşıdığını, korkular değiştiremez. AIDS Çağında bile, seks bize gerçek insan olmanın yollarını hatırlatır.

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP