SELMA ERDAL

SELMA ERDAL

22 Eylül 2024 Pazar

Özal’ın Kötü Mirası

Özal’ın Kötü Mirası
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Özal’ın Kötü Mirası

12 Eylül 1980 sonrasında; askeri yönetimin ardından, iki elini havada kavuşturup, hem sağı, hem de solu, yetmedi dinciyi, bu ülkeye kinciyi bir araya getirip, toplumsal uzlaşma amacında olan Turgut ÖZAL’ın; ülkemizde yaşanan değişim, bozulma, tozuma anlamında yaşanan ne varsa, onların oluşumuna çok emeği geçmiştir.
Kuşkusuz onun döneminde ülke korkmadan dışa açılmış, açılırken de fazlaca saçılmış, TÜKETİM TOPLUM MODELİ’nin en önde gelen uygulayıcı olmuştur. Gerçi uygulayıcısı olması da bu ülkeyi kahraman mı, kurban mı yapmıştır; işte bu tartışmaya açık bir konudur.
Bununla birlikte ülkenin konumu; uluslararası alanda daha çok gündeme gelmiş, Takunyalı ÖZAL Biraderler’in en pırıltılısı Turgut sayesinde, ülke Batı’ya entegre olmuştur. Gerçi FETO Efendi de onların dönemlerinde iyice filizlenmeğe, Çiller döneminde boy vermeğe, Ecevit döneminde külliyen iktidara yerleşmeğe, Erdoğan döneminde de canımızı çıkarmağa kalkışırken, neyse ki 15 Temmuz 2016’da bu halk onlara dur demiştir.
FETO örgütünü palazlandırmak bir yana; ÖZAL Efendi daha neler öğretmedi ki bu halka? Hem köşe dönmesini, hem de dönmelere değer vermesini, günün gazino-pavyon-meyhane şarkıcılarını TRT televizyonlarından “sanatçı” diye izlemesini, askerin deniz şortuyla teftiş edilmesini, vergi iadesi entrikalarıyla ülkenin soyulmasını, bankaların batırılmasını…Say, say bitmez.
Ama en önemlisi de “ithal ikamesi” denen kavramın; genelde ülke ekonomisinin, özelde de üreticinin, köylünün, çiftçinin başında DEMOKLES’in Kılıcı gibi sallanması olgusuyla tanışmasını öğretmiştir ÖZAL…
Nedir İthal İkamesi?
Ülkede üretilen ve fiyat artışı üreticinin isteği doğrultusunda alıp başını giderken; aynı malı dışarıdan ama çok daha düşük fiyata, ithal edip, piyasaya sürerek, üreticinin belini kırmak… Giderek üreticiyi de üretimden el çektirip, ülkeyi yabanın malına muhtaç etmek; üreticiyi etkisizleştirmek…
Bu durum bir bakıma neye benziyor ? Grev Kırıcılığı uygulamasına…
Örneğin; bir işyerinde çalışanlar, işçiler SOSYAL HAKLARI ki ikinci kuşak hakları başlığı altında yer alan sendikalaşma hakları bağlamında, sendikaları yanlarında, iş bırakma girişiminde bulunup, elindeki tek gücü, tek silahı GREV yoluyla işverenle, patronla pazarlığa girişiyor. Patron da Lock-out (lokavt diye dilimize yerleşen eylem) duyurusu yapıp, fabrikanın kapılarını kilitleyip, işçileri işten atıyor ve sonra yeni işçiler alıyor. Bu işçilere de Grev Kırıcılar deniyor ya…
Gerçi bugün için işçiler, çalışanlar; sendikayı da, grevi de çoktan unuttu. Lokavt kurumu da “taşeronlaşma” kurumuyla iş yaşamının her alanına keyifle kuruldu, ister çalış, ister çalışma…Sırada bekleyen bunca işsiz varken; herkes, her an kendini bulur kapıda… Buluyorlar da…
İşte bu “ithal ikamesi” kavramı da, tam tamına “grev kırıcılık” gibi, üreticiye, özellikle de köylüye, çiftçiye yönelmiş bir silah… Eğer üretici fiyatlarla kendi istediği gibi oynarsa; Hükümet ithal ikamesine girişip, kısa dönemde “sözüm ona” halka ucuz ürün buluyor, ama uzun dönemde ülkenin üretiminin, özellikle de tarım üretiminin belini kırıyor.
Köylü de para etmeyen ürünü için kıvranırken; satıyor tarlasını, çiftini, çubuğunu, kente göçüyor. Ülkenin tarımsal üretimi günden güne geriliyor, Tarım İşkolu çöküyor.
Son aşamada bir zamanların buğday ambarı ülke avuç açıyor; yabandaki arpaya, darıya…
Ülke dışa bağımlı; sonunda kimsecikler söz geçiremiyor kovandaki arıya…Yenen içilen ne varsa; suni, yapay, kimyasal, GDO’lu… Ve kuşkusuz tarımsal üretimi çoktan terk etti Anadolu…
Gerçi Türkiye ÖZAL’dan önce de uygulamış bu “ithal ikamesi” denen üretime yönelik bozguncu oyunu… 27 Mayıs 1960 askeri karışımın ardından, 1963 yılında başlayan planlı dönemde, “ithal ikamesi” uygulaması yaşamımıza girmiş.
Ama bu uygulama tam olarak ÖZAL döneminde girdi ülkenin ekonomi gündemine; giriş o giriş, çiftçi kendisini desteklemeyen, sübvanse etmeyen hükümetlere kızıp tarladan kırdı kiriş… Göçtü kentlere, ülke ekonomisi de böylelikle başladı göçmeğe, çökmeğe..
Kısa dönemde varılmasa da ayırdına, dışa bağımlı kaynaklarla sonunda geldik buralara… Neredeyse üretimi tamamen durmuş bir ülke olup çıktık. Amma ve lakin Amerikan’ın Dolar bazlı kedi-fare oyunuyla, dışarıdan mal almağa, “ithal ikamesi” için yetmeyince paran; nasıl da açıldı yaran ?
ÖZAL’ın bu kötü mirası, bu ülkeye yerleşen “ithal ikamesi” uygulaması, döviz azalınca ya da olmayınca ülkeye mal girişini durdurunca…
Kaldınız mı yerli ürüne ?
Haydi koşun yalvarın çiftçiye; tarlaya girsin diye…
Ama Dolar karşılığı alınan mazot, gübre, tarımsal ilaç derken; tarlaya girmekten korkan ya da tarlasını satıp da kentte kahve köşelerinde bacak sallayıp, tembelliğe alışan, üstelik de tarlasını sattığından dolayı bir de topraksız kalan köylü… Nasıl gerçekleştirecek tarımsal üretimi ve üretecek tarlada ürünü ?
Üstelik tarlaların, meraların, bağların, bahçelerin üzerine Hükümetler’in verdiği izinle; yap-satçılar çoktan diktiler AVM’yi, konutu…
Haydi şimdi çıkın bakalım işin, içinden !
İkinci Dünya Savaşı yıllarında ülkemizde olduğu gibi, özellikle Avrupa ülkelerinde de ergin, yetişkin erkekler savaşırken ya da bizdeki gibi kışlalarda elde silah savaşa girileceği endişesiyle bekleşirken; tarlada çalışan erkek kalmamış, tarımsal üretim yapılmamış. Gerçi bu dönem için CHP ve İnönü karşıtları seçim dönemlerinde özellikle sağ partiler sürekli eleştirirler bu dönemi ve suçlarlar CHP’yi beceriksizlikle; AÇ BIRAKTINIZ MİLLETİMİ, AÇ nidaları eşliğinde…
Oysa Rusya’da STALIN (ki kendisi HITLER’in sol cenahtaki yansımasıdır siyaset bilimcilere göre); kendisine karşı çıkan Ukrayna halkını, KITLIK bahanesiyle açlıktan öldürmüş ve onun bu uygulaması da İnsanlık Tarihi’nin çirkinlik sayfalarında “insanları açlıktan öldürerek soykırıma uğratma” anlamına gelen bir kavram olarak HOLODOMOR sözüyle yer almıştır. Bu arada HITLER’in gerçekleştirdiği Yahudi soykırımına da HOLOCAUST denir bilindiği gibi…Ama günümüzde de Musa’nın çocukları ne yazık ki Filistinliler’e uyguluyor benzerini…
29 Ekim 1923’den beri yaşadığımız süre kimilerine göre REKLAM ARASI imiş… Asıl film şimdi başlıyor demişlerdi ya… Sanırım hepimiz için yaşadığımız bu ZAM YAĞMURLARI sürerken… Bu durumda reklam arası verenler de, asıl film hangisi diye merak edenler de… Bakalım nasıl bulacaklar ekmek parası ? İşte bu sorunun yanıtı tam bir bilinmezlik, tam bir muamma…

Büyüklerimiz dua ederlerdi; ALLAH KİMSEYİ AÇLIKLA İMTİHAN ETMESİN diye…
Anlaşılan odur ki bu gidişle ülkemizin 1920’lerde yaşadığı TÜRKÜN ATEŞLE İMTİHANI faslından sonra ,sırada TÜRKÜN AÇLIKLA İMTİHANI var gibi… Umalım ve dileyelim ki…
Tanrı Türkü; HOLODOMOR felaketinden korusun demek durumunda kalmayalım bu ülkede…Dolayısıyla bu halk; ÖZAL’ın kötü mirası, yanlış uygulaması “ithal ikamesi” nedeniyle terk ettiği tarımsal üretime, yeniden dönsün, bu ülke kendi besinini kendisi üretsin, yabana avuç açmasın, yabana paralarını saçmasın. Bu ülkenin çocukları aç karnına uykulara yatmasın ! AMEN!…

Devamını Oku

Güncel Sorular

Güncel Sorular
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Güncel Sorular

Güzel yurdumuz, Cennet ülkemiz, en değerli varlığımız Türkiye’miz. Her doğan güne uyandığımızda; içimizde buruk umutlar yaşasa da, ne yazık ki bitmiyor sorunlar. Sorunlar var oldukça da beynimizi kemiren sorular, sorular dökülüyor dilimizden…

İşte günün ilk sorusu:

Mevla; Farsça… Rab; İbranice… Allah; Arapça… Tanrı; Türkçe… TANRIM diyenlere, TANRI TÜRKÜ KORUSUN diyenlere, neden duyulur öfke? Burası Türkün ülkesi, dili de Türkçe… Neden yakarmasın Tanrısı’na Türk de kendi dilinde?.

Hemen geliyor sorumuzun ikincisi; kuşkusuz yanıtını bekliyordur hem çağdaşı, hem de dincisi:

Yıllardır BOP diye hoplamaktan ve de BONZAI hoplamaktan YORGUN düşen bu halk; bunca DOLAR vurgununu nasıl kaldıracak diye kaygılanan etkili, yetkili birileri var mıdır acaba?

İşte üçüncü sorumuz, bu konuda ulusça meraklıyız her birimiz:
Rus kızları Türk erkeklerine giderken, Eylül 2012’de Denizbank da Ruslar’a gitmişti. Acaba bugün yerli ve milli neyimiz kaldı diye merak eden var mı bu ülkede? Ve bu meraklılara namusluca; milli envanteri açıklayacak bir babayiğit de kaldı mı ki bizleri yönetenlerin arasında?

Dördüncü sorumuz; toplumsal yapımıza ilişkin… Herkes boşvermiş bilgiye, aydınlık düşünceye; yeter ki herkes güzel olsun, kalmasın kimsecikler çirkin:
Oscar Wilde; Dorian Gray’in Portresi’nin yazmasaydı, estetik cerrahlar bu kadar çok iş yapabilir miydi? Kitap okuyarak beynini geliştirmek yerine, makyajsız duramayan başını güzelleşmekten başka kaygısı olmayan günümüzün silikonlu dilberleri; acaba yetiştirebilecekler mi ülkenin geleceği için sağlıklı nesilleri ?

Beşinci sorumuz herkesin yakındığı konudan… Özellikle de yaşanırken “iklim değişikliği” sorunları; hiç kimsecikler kaçamaz bu sorudan:
Ne dönenceleri bilirler, ne mevsimlerin geçişlerini, hele ki pastırma sıcaklarını… Önümüzdeki hafta pastırma sıcakları olacak diye her Eylül ayında açıklama yapan cahiller; pastırma sıcakları Kasım ayında yaşanır. Ne zaman öğreneceksiniz mevsimleri ve mevsim dönencelerini; başını cep telefonlarından kaldırmayan kitap özürlü yeni yetmeler?

Altıncı sorumuzsa en hassas konudan… Çünkü bu gidişle ülkede bazıları çok dayak yiyecek bu sorudan:
Doğu’dansa, Batı’da daha çok sayıda; PKK’lılar, destekleyenler, onlardan yana olanlar…
Özellikle de yazlık yörelerde turizm, emlak, inşaat, ev ve beyaz eşya ticareti ve kuyumcu dükkanları tümüyle onların ellerinde; bir başka deyişle bir Türk’e göre oldukça varsıllar…
Yine de bu ülkeye, bu ulusa düşmanlar… Herkes bayrak asıyormuş da, onlar asamıyorlarmış. Herkesin bayrakları dalgalanıyormuş da onlarınki neden yokmuş? Sürekli kaygılanıyorlar.
Herkes dedikleri; yörenin Türkler’i, yörükleri, Ne Mutlu Türküm diyene söylemiyle ulus bilincine ulaşmış ülke yurttaşları…
Ve de herkesin bayrakları dedikleri de; turistik işletmelerde bulunan diğer ülkelerin bayrakları, ülkemize konuk olarak gelenlerin ülke bayrakları…
Ama bunların derdi, sorunu, yakınması ise; “neden asılı değil pkk paçavraları?” diye…
Ve onları yanıtlamak da nedense hep bana mı düşüyor, ne?
-Bu ülkenin bayrağı belli; rengi al-kırmızı… Üzerinde ayla, yıldızı… Çok özeniyorsan bayrak asmağa; armağan edivereyim bir tanecik sana… Kıvançla asar mısın duvarına?

İşte geliyor yedinci sorumuz. Bu soruyu sormazsak, bu soruyu önemsemezsek çabuk gelir sonumuz:
Şu Eylül ayı solgun güzellikleriyle geçip giderken; takvim yapraklarının arasından, 14 Eylül Günü’nde Amerika’nın “milli marş günü” kutlanıyor. Ulus devletleri yıkmak amacıyla diğer ülkelere KÜRESELEŞME mucidi, kendine ulusalcı / milliyetçi Amerika: her 14 Eylül geldiğinde ULUSAL MARŞI’nın yıl dönümünü kutlarken… Bizde ise Arapçı yosmaların, haspaların popoları kurtlanıyor İSTİKLAL MARŞIMIZ’a dil uzatmak için…
PKK paçavralarını bayrak diye asmak isteyen bölücülerin yanı sıra… Ülkemizi, ulus devletimizi; ulusalcı / milliyetçi yapıdan, ümmetçi bir yapıya dönüştürmek için yırtınan bu BAYRAK ve İSTİKLAL MARŞI düşmanlarına; hadleri ne zaman bildirilecektir acaba?…

İşte sekizinci sorumuz da burada…
Dünyamız’ı doyumsuz açgözlülükleriyle sömüren acımasız kapitalistler; Dünyalı’yı avutmak, sorumluluk duyan halkları kandırmak için yeni bir gün daha türettiler. Bunca yıldır doğal kaynakları acımasızca tükettiler, sıra yine ağızlara bir parmak bal çalmağa geldi; Dünyamız’ın kocabaşları, sömürgen egemenleri kirletti. Buna karşın son on yıldan beri Dünyalılar sorumluluk yüklendi.
16. yılı kutlanacak olan “Let’s Do It – Haydi Yapalım” hareketi çevremizi daha yaşanabilir bir hale getirmeyi hedeflediğinden beri 15 Eylül DÜNYA TEMİZLİK GÜNÜ oluverdi.
Ve dediler ki bir kaç yıl öncesinde; Dünya Temizlik Günü’nde 150 ülkeden milyonlarca gönüllü, küresel atık problemine karşı toplanacak ve 1 günde dünyayı temizlemek üzere güçlerini birleştirecek.
Ve bizimkiler de sandılar ki sokaklardaki çöpleri toplayınca da ülke temizlenecek…
Hiç düşünen var mı acaba ;bir türlü sonu gelmeyen kirli olaylar bağlamında gerçekleşen taciz, tecavüz, hırsızlık, gammazlık, yolsuzluk, soysuzluk varken ülkede, nasıl temizlenecek hepsi bir günde?

Bizler yaşadıkça… Ve birileri tarafından da yanlışlıklar yapıldıkça… Elimizden, dilimizden yalnızca sorular sormak geldikçe… Soracağız sorularımızı… Çaresiz, umarsız kalmamak için soracağız sorularımızı ve elbette verilecektir de günün birinde yanıtları… Her türlü olumsuzluğa karşın güveniyoruz; ülkemize, ulusumuza, ülke bütünlüğünden, ulus birliğinden yana olan halkımıza…

Devamını Oku

Günlerden 11 Eylül 1922

Günlerden 11 Eylül 1922
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Günlerden 11 Eylül 1922

6 Eylül Balıkesir…
7 Eylül Aydın…
9 Eylül İzmir…
Düşman işgalinden kurtarılmış sıra, sıra…
Ve 11 Eylül’de de doğduğum kent Bursa…
Bu günleri her gün yazsak, konuşsak, yinelesek; yeniden kazısak; Türklük bilinci ve Tarih bilgisi silinen beyinlere, son 30 yılda yapılan tahribatı, bozulmayı onarabilir miyiz, düzeltebilir miyiz acaba?…
11 Eylül 2022… Bursa’nın Yunan işgalinden kurtulduğu gün… Yunan’ın Mudanya’dan denize döküldüğü gün…
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, İtilaf Devletleri tarafından işgal edilmişti. Yunanlılar önce İzmir ve çevresini işgal ettiler; ardından, 2 Temmuz 1920 tarihinde Mustafakemalpaşa ve Karacabey’i ele geçirdiler. 6 Temmuz’da ise Gemlik, İngilizler tarafından işgal edildi.

Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti Bursa; en büyük acıyı Yunan işgali ile yaşadı. 8 Temmuz 1920 tarihinde Yunanlar Bursa´yı işgal ettiklerinde Bursa’yı korumakla görevli askerler silah ve cephane yetersizliğinden fazla direnememişti. Bursa’nın işgali, yalnızca Bursa’da değil, tüm ülkede büyük üzüntü yarattı. Ankara’daki TBMM kürsüsü üzerine, Bursa’nın düşman işgalinden kurtuluncaya kadar kalmak üzere siyah bir örtü örtüldü.
O dönemde Bursa’da yaşayanların neredeyse üçte biri gayrimüslim olduğu için bazı Bursalılar çaresizlikten silahını alıp dağlara çıkmıştı. Kentte kalanlar da, Kuvvay-i Milliye için istihbarat çalışmaları yapıyorlardı. Yunanların, Osman Gazi Türbesi’ne hakarette bulunmaları, manevi değerlerimize saldırmaları Bursalılar’ın işgalcilere karşı daha da kinlenmesine neden oldu.

Bursa 2 yıl, 2 ay 2 günlük işgalden sonra 11 Eylül 1922 günü kurtarıldı. Yunan askerlerinin kentten çekilmesinde, Türk ordusu olduğu kadar, Uludağ’ın eteklerinden inen Bursa Efeleri’nin de büyük katkısı olmuştu. Yunan askerleri çekilirken bile insanlık dışı tavırlarını sergilemekten geri kalmadılar; birçok tarihi eser ve alanı talan ettiler, tarihi Irgandı Çarşılı Köprüsü’nü bombalayarak yıktılar. Bursa’yı yaka, yaka Mudanya’ya doğru kaçtılar ama sonunda Mudanya’dan denize döküldüler.

11 Eylül1922 için Kurtuluş Savaşı’nın bitişinin, son günü denir. Türk Tarihi’ne İkinci Adam olarak geçen İsmet Paşa’nın imzaladığı Mudanya Mütarekesi ile de savaş son bulmuş, 29 Ekim 1923’de de YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ kurulmuştur.
Dolayısıyla 26 Ağustos’da başlayan MEYDAN MUHAREBESİ, 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile son bulmuş, bu başarı, bu utku 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetimiz’in kuruluşuyla taçlanmıştır.

Günlerden 11 Eylül 2024
11 Eylül 1922’de son bulmuş olsa da Yunan işgali… Şimdilerde yeniden işgal altında Bursa; değişmiş olsa da işgalcinin eşgali…
Ne yazık ki bugün Bursa Suriyeli işgali altında…
Üstelik de söylendiğine göre kim bilir kaç milyon kadarı daha yolda…
İstanbul ve Bursa; artık kusuyor Suriyeli’ye öfke… Korkarım bu gidişle yayılacak Ege Bölgesi’ne de…
Bilemiyorum, bilemiyorum bu kez kime ya da kimlere karşı vermek zorunda kalacağız yeni bir KURTULUŞ SAVAŞI, ülkemiz bir kez daha uğrarken işgale?… Savaşımız acaba kime karşı olacak; işgal edenlere mi, ettirenlere mi?… Üstelik Rusya ve Amerika ortalığı her gün daha çok karıştırdıkça… Sınır duvarlarımıza dayamış merdiveni; babasının bahçesine girer gibi, giriyor içeri Suriyeli mülteci…
Ki onların verdiği zarar; Dolar’ın açtığı belalarla at başı gider. Günümüz, dünden de beter. Suriyeli’ye gösterilen merhamet yeter. Bunca merhametten, maraz doğar. Üstelik umutlanacak bir şeyimiz de kalmadı; diyemiyoruz artık GÜNEŞ Ufuktan Şimdi Doğar…
Ne yazık ki Bursa’nın işgalinde TBMM’ye örtülen kara örtü, sanki bugün de benliğimize örtülmüş gibi…

Devamını Oku

Sürdürülebilir Kandırmacalar

Sürdürülebilir Kandırmacalar
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Sürdürülebilir Kandırmacalar

Sen ipekböceğinin kozasından civciv yapmasını bilir misin ya da bayram şekerlerinin boşalan kutularında dut yapraklarıyla tırtılını beslemeyi?… Ben ilk öğrendiğimden beri besmeleyi onun kelebeği oyuncağımdı. Kuşkusuz o günler oyun çağımdı. Usum değildi başımda, toydum. Ama yine de bilirdim değerini, babamın büktüğü ipeğin parasıyla doydum, dokunmuşuyla donandım. Bu yaşıma dek o güzellikleri andım. Kulaklarımdan hiç gitmedi lokum kutularının içinde, dut ağacının yapraklarını kırt kırt kemirişi ve belleğimden hiç silinmedi kozasını örüşü, ince ince sabırla… Nasıl da yanıyorum bugün kahırla İpek kentimin yitirilen beyaz tırtılına…

Ne yazık ki İpek kenti Bursa’da artık ne dut ağaçları, ne de kozasını ören ipek böcekleri, dolayısıyla ne de ipek iplikleri dokuyan geleneksel tezgahlar kalmadı; Bursa ipeğinin yerini “floş” olarak da bilinen suni/yapay ipek iplikler aldığından beri… Bursa dokumacılığı sınıfta kaldı. Bulunmaz Bursa Kumaşı deyiminin yerini ne acıdır ki “bulunmaz Hint kumaşı” sözleri aldı.

Ve Angora… Ankara’nın antik çağdaki adı. Yalnızca o mu?… Tenimizi okşarcasına giydiğimiz Angora kazaklar, hırkalar…

O dokulara tüyünü veren keçinin de adıdır Angora… İşte o tiftik keçisi; onlara ne oldu?… Tükendi mi soyu?…

Ankara’nın orta yerine “dinozor” anıtı konduranlar, neden yaşatmadılar onu?… Hani onlar “yerli ve milli” değiller miydi?…

Ve de Merinos koyunu… Anavatanı Avusturalya olsa da nasıl da uyum sağlamıştı Anadolu yurduna?… Onun yününden Merinos fabrikalarında dokunan, Sümerbank mağazalarında satılan kumaşlar; erkeklere palto, kadınlara manto olduklarında nasıl da ısıtırlardı Türk halkını karlı kış günlerinde?… Neden kilit asıldı kapılarına, Sümerbank Merinos fabrikalarının?…

Üstelik Çukurova’nın, Söke’nin pamuk tarlalarından devşirilen ipliklerle dokunan basmalardan, pazenlerden dikilirdi allı, güllü şalvarlar, giysiler… Ne istediler Türkün Atası’ndan kalan bu özkaynaklarından?…

Yalnız bizde mi?… Kardeş ülke Pakistan’ın Keşmir özerk bölgesinin adıyla anılan o değerli Kaşmir kumaşlar… Vahşi kapitalizmin sömürgen elleri, oralara da uzandı. Ünlü ve pahalı markaların “kaşmir palto” diye pazara sunduğu ürünlerde kaşmir oranı yüzde 5 olarak kaldı. Dünü bilmeyenler “kaşmir palto” giydiğini sanıp, havalara girerken, gerçek kumaşları tanımadığı için aldatıldığını anlamıyorlar bugünlerde…

Nasıl ki yediği besinlerin gerçek tadlarını bilmediği, doğal besinlerle midesi tanışmadığı için GDO’lu ürünlerle; sağlıklı kalacağını sanıyorlar, işte yapay kumaşlarla üretilmiş parıltılı giysilere bürünenler de tenlerinin sağlıklı kalacağını sanıyorlar.

Evet nasıl ki artan insan sayısına, besin kaynaklarının yetmeyeceği varsayımı ve de gerekçesiyle genetiği değiştirilmiş organizmalar sunuluyorsa yıllardır besin üreticilerince pazara… Daha dünlere kadar eğer doğal kumaşlardan giysiler kullanmazsanız erkenden girersiniz mezara diyenler, bu kez de “yeniden değerlendirilmiş elyaflar” ve “sürdürülebilir moda” masalları anlatmaya başladılar tüketim toplumunun kıskacına aldıkları insanlara…

Yüzlerce yılda doğada yok olmayan plastikten; iplik gibi şeritler kesip de sözüm ona doğayı koruyan elyaflar üretip, giysiler hazırladılar.

Sürdürülebilir Kalkınma diye yola çıkan sömürgen güçler… Sürdürülebilirlik kavramını ön ek alıp da her üretimin önüne, sömürülerinin yeni bir türevini yarattılar. Sürdürülebilir beslenmeler için; GDO’lu ürünler… Sürdürülebilir moda için; yeniden elden geçirilen plastikten/naylondan giysiler… Yine de diledikleri kadar azaltamadıkları için dünyada yaşayan insan sayısını; şimdi de “sürdürülebilir virüsler” üreterek, amaçlarına ulaşmayı mı düşünmekteler?…

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre insanların ilk ve öncelikli hakkı olan “yaşama hakkı”na böylesine “sürdürülebilir” saldırılar gerçekleşirken; nerede çağdaşlık, nerede uygarlık ?… Her şeyi yalnızca kendileri için isteyenler sayesinde kalmamış insanlık…

Umut geveze bir kuştu….

Ama susturuldu…

Alıcı kuşlar ötüyor bu topraklarda…

Devamını Oku

Yaşamın İçinden

Yaşamın İçinden
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Yaşamın İçinden

Küresel kültürün yıllardır öğütlediği; kolaycı, gel-geç etkili, sığ ve sıradan yaşam biçimi, yalnızca nitelikli olmaktan, değerli olandan yana olanları değil… Aynı oranda o kültürün yaratıldığı ülkede doğanları da rahatsız ediyor. Doğal olarak da yalnızca ülkemizde değil, kuramın doğduğu topraklarda da eleştiriliyor. Nerede mi?… Elbette ki Amerika’da ve Amerikan filmlerinde… Örneğin; “Sözcükler ve Resimler” adlı filmde öğretmen , öğrencilerini eleştiriyor; 140 harfle tweet atıp, banyo yaptığını ya da yoğurt yediğini paylaştıkları için… Oysa yüzyıllarca önce Hauki’lerle ilk tweet’ini atan Japon, tek taraflı aşkını, tek cümlelik şiirle yazmış diyor.

Kuşkusuz çok doğru bir eleştiri ve Japon Haukileri de bu konuda verilmiş güzel bir örnek…

İyi de bizim Yunus’umuz ne yapmış?…

Mevlana’nın 4 ciltlik Mesnevi’sini; ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜM, YUNUS DİYE GÖRÜNDÜM diyerek yalnızca 34 harfle özetleyerek, belki de en anlamlı tweet’i atmış yine yüzlerce yıl öncesinde…

Ama günümüz gençliğinde ne yazık ki kendi kültürüne, ekinine, harsına dönüp bakmak, okuyup, öğrenip, kendini var etmek… Ve varsıl geçmişiyle donanıp da geleceğe yol almak ne istenci, ne de isteği var ne yazık ki…

Tersine “nakil akıl” denilen, başkalarının anlattıklarıyla yetinen, okumayan, araştırmayan, gerçeği sorup, soruşturmayan; haylaz, sorumsuz, günlük yaşayan, en kötüsü de “balık hafızalı” bir nesil…

Durum böyle olunca da güt, güdebildiğin gibi diyor üst akıl…

Ve dilediklerince yapılıyor beyinlere yıkama, yağlama…

Diyor ki yıllardır:

– Neyine gerek senin; VATAN, MİLLET, SAKARYA?

Hemen fısıldıyor kulaklara:

– Geç bunları, hepsi fasarya…

26 Ağustos Büyük Taarruz… 30 Ağustos Dumlupınar Meydan Muharebesi sonucunda kazanılan ZAFER ve coşkuyla kutlanması gereken Bayram… Ardından sıra, sıra; 6 Eylül’de Balıkesir, 7 Eylül’de Aydın, 9 Eylül’de İzmir, 11 Eylül’de Bursa… Yunan denize döküldü, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal “ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR, İLERİ!…” dediğinde… Ama bugün görüyoruz ki onlar meğer denizde boğulmamış, yüzerek çıkmışlar 18 adamıza ve şimdilerde de gözlerini dikmişler Yavru Vatan Kıbrıs’a…

Ve…

Ne yazık ki dolu dizgin gidiyoruz bir bilinmezliğe…

Atatürk İlke ve Devrimleri’nin aydınlanmasıyla; cemaatten, cemiyete ve ümmetten, ulusa doğru yol aldığımızı sanırken ve umarken, yönümüz nasıl da değiştirilmek isteniyor gerisin, geriye…
Çağdaş olan, ussal olan, demokrat olan, hukuksal olan ne varsa; toz duman… Pusuya yatıp, 29 Ekim 1923’den beri sinsice bekleyen düşman; vermiyor aman… Kazanımlar bir, bir kayıp gidiyor ellerimizden, Türk kimliği tozumaya uğratılıyor, Türk dili kirletiliyor, Türkün değer yargıları, Türkün töresi yerle bir ediliyor. Acımasızca doğru bildiğimiz ne varsa, yanlışlanıyor, yerine bizim olmayan, bizden olmayan ne varsa zorla aşılanmak isteniyor.

Ne yazık ki halkımız, özellikle de yeni nesil; bütün bu yaşananların ayrımını bile yapamıyor doğru ne, yanlış nedir diye hiç sorgulamıyor.

Yazık oluyor bu ülkeye, yazık oluyor bu ulusa!… Üstelik bu topraklar uğruna şehid ve gazi olanların ruhlarına da saygısızlık ediliyor… Ama kimin umurunda?…

Devamını Oku