02 Kasım 2024 Cumartesi
SELMA ERDAL
*İnsan türü; şu dünyada var olan, anlaşılması en zor yaratık. Hem ağaç, orman, ot, yeşillik olmadan yaşayamaz. Hem de ağaçları keser, keser; onlardan türlü nesneler yapar ve bazen de bu ağaçlardan yaptığı nesnelere tapar. Tapınmak için yaptığı nesnenin bir adı da var; TOTEM…
PASKALYA ADASI DA İŞTE BU DÜŞÜNCEYLE YOK EDİLMİŞ.
İNSANLAR TOTEM YAPMA YARIŞINA GİRİŞİP, AĞAÇLARI KESMİŞ VE KESMİŞ VE KESMİŞ.
SON AĞAÇ DA KESİLDİĞİNDE… İNSANLAR DA GİDEREK YOK OLMUŞ.
BUGÜN PASKALYA ADASINDA YAŞAYANLAR ya da VAROLANLAR; YALNIZCA O APTAL İNSANLARDAN KALAN TOTEMLERMİŞ.
Son yıllarda yapılaşma amacıyla…
Ağaçları yok etmeğe hevesli kurnaz; sen son ağacı kesip, son konutu diktiğinde, o konutu satacağın bir insan kalmayacak haberin olsun!…
Ve diktiğin o konutlar; o totemler gibi arkandan kalacaklar ama sen onların yanında olmayacaksın.
*Prof. Dr. Canan KARATAY diyor ki:
“Kış sebzeleri tüketilecek. Yaz sebzesi kışın yenmez. Lahana, brokoli, karnabahar, kereviz, turp çokça tüketilebilir. Kışın en fazla tüketeceğiniz meyve Anamur muzudur, turptur, aynı zamanda zeytindir” şeklinde konuştu. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek için yapılması gerekenler belirten Karatay, şunları belirtti: “Grip demek bağışıklık sisteminin çökmesi anlamına gelir. Bağışıklık sisteminizi kuvvetlendirmek için turp tüketeceksiniz. Turp tüketirseniz turp gibi olursunuz. Kelle ve paça çorbası, işkembe çorbası, köy tereyağı, soğuk sıkım zeytinyağı sizi tüm rahatsızlıklardan korur. Ev sirkesi, bağırsak floranızı dengeler ve bağırsak sisteminizi kuvvetlendirir. Bir de ev sirkesiyle birlikte kristal kaya tuzu bağışıklık sisteminizi kuvvetlendirir.” Mevsiminde tüketilmeyen besinlerin hem kalitesiz hem de pahalı olduğunu açıklayan Prof. Dr. Karatay, “Mevsimi olmadığı için seralarda büyütülen yaz sebzelerinin, kışın sofraya geldiğinde hiçbir besin değeri, kalitesi kalmıyor. Üstelik dünya kadar da pahalı. Şimdi ocak ayında patlıcan ve domatesin oldukça pahalı olduğunu göreceksiniz. Oldukça pahalı diye saçınızı başınızı yolmayın, çözümü basit gidip almayın. Patlıcanın, yeşil biberin ve domatesin ocak ayında sofrada yeri yok. Şimdiden ya kurutacaksınız ya ilaçsız domatesleri alıp, benim yaptığım gibi pastörize edeceksiniz ya da turşu yapıp onu kullanacaksınız. Bu methodlar gelenekseldir, yüzyıllardır devam etmiştir”
Seni seviyoruz ve sözünü dinliyoruz Sayın KARATAY
Bununla birlikte kurudukça, çoraklaştıkça toprak; nasıl yetişecek bir tek yaprak ?
Ne acıdır ki bu sorunun yanıtını bilemiyoruz.
*Eski bir Mısır atasözü der ki…
Anneniz soğan, babanız sarımsaksa; nasıl iyi kokabilirsiniz?
Bu söze anlamdaş atasözlerimiz de bilindiği gibi…
Armut dalından uzağa düşmez.
Kuş yuvada gördüğünü işler.
Sonuç olarak bir çocuk; anne-babasından gördüğü davranışları içselleştirir, onların sözlerini özümser ve önemser, ilk eğitimini anne-babasından alır. Dolayısıyla aydınlanması tamamlanmamış toplumlarda; çocuklar öncelikle ana-babaları yüzünden geri kalır.
Eğer ana-baba yeterince eğitimli değilse, üstelik de toplumsal değişime, toplumda yaşanan gelişmelere kapalıysa… Yetiştirdiği çocuklar da ana-babasının değer yargılarıyla, at gözlükleriyle, dogmalarıyla yaşam yarışına katılacaktır, ama bu yarışta hep geri kalacaktır.
Bu bağlamda ana-babaların; kız çocuklarını yok sayıp, erkek çocuklarına önem verip, erkek çocuklarına yatırım yapıp, kızları “gidici olduğu için” bir kenara atıp sürdürdüğü geleneksel yapıda… Ne yazık ki toplum bir arpa boyu yol almaz; gelişme, çağdaşlaşma yolculuğunda… Çünkü yarısı atıl bırakılıp, işlevsizleştirilirse bir toplum; elbette ki yarım kalır her alanda ve her anlamda… İşte bu yarım kalmışlık da en çok göze çarpıyor siyasal yaşamda…
Ülke nüfusunun yarısı kadın…
Dünya nüfusunun yarısı kadın… Özellikle 8 Mart günlerinde; GÖKYÜZÜNÜN YARISI BENİM dedin de… Ne değişti ?
Siyasal yaşamın nerelerindesin be kadın?… Bilmelisin ki yeterince görünmüyorsun.
*Bir dönem gezdiklerimizi, gördüklerimizi, yediklerimizi, içtiklerimizi paylaştık; görgüsüzce…
Oysa şimdilerde gülümseyerek bakıyorum ve günler içinde akıyorum.
Felsefe, Tarih, Siyaset, Çevre üzerine sürekli okuyorum
ama
Çizgi Roman kitaplarım her geçen günle birlikte çoğalıyor, çoğalıyor.
Okuduğum kitapların, bir de Çizgi Roman uyarlamalarını edinmek bende bir tutkuya dönüştü desem yeridir.
Ev, ev değil; sanki kitaptan ev.
Bu arada kitaplar, sayfalar, kağıtlar arasında kaybolmuşken, tüm kitapseverlere Carlos Maria Domingues’in KAĞIT EV adlı kitabını okumalarını öneririm.
*Boş, boş oturmak vardı şöyle; arkadaşlarla çay, kahve söyleşilerinde…
Eski sevgililerden, eşlerden, kayınvalidelerden, modadan, makyajdan, yemeklerden söz açıp da; sorumsuzca yaşamak…
Sana ne; uluslararası siyasette, ülkemiz ziyafet sofrasına oturtulmuyorsa!
Sana ne; tarımı destekleme politikaları çoktan kaldırılmış, çiftçi “ithal” silahıyla alnından vuruluyorsa!
Sana ne; her geçen gün işsiz sayısı artıyorsa, buna karşın çözüm bulması gerekenler “iş var, iş beğenmiyorlar” diyerek sorunların üzerini örtüyorsa!
Sana ne; giderek dinselleştirilen eğitimle, uluslararası yarışta gençlerimiz bilimsel alanda başarı olanaklarından yoksun bırakılıyorsa!…
Sana ne; işçiler sosyal güvencesiz kalıp, bir de haklarını arayamıyorsa!
Sana ne; bu ülkede insanlara, hayvanlara tanındığı kadar bile haklar tanınmıyorsa!
Sana ne; kadınlara yönelik şiddet bir türlü durmuyorsa!
Sana ne; doğaya yapılan saldırılar yetkililerce umursanmıyorsa!
Sana ne; yalnızca para kazanma amacıyla üretilen kimyasal içerikli besinlerle, insan sağlığı önemsenmiyorsa!
Boş ver, aldırma; sana ne?
En iyisi sen “Benden sonrası tufan” deyip, yaşamana bak; ne gerek var sanki bunca kaygıya?
*Bilindiği gibi…
Cumhuriyetimiz’in 101. yılında, ATASI’nın yolunda yürüyen CUMHURİYET KADINLARI vardır ve onlar sonsuza dek var olacaklardır. Buna karşın ATATÜRK İlke ve Devrimleri’ne karşıt görüşlerle; “ille de karanlıklarda kalacağım” diye ayak direten kadınlar da vardır.
Her kadın; aklının, özgür istencinin ve kimlik bilincinin etkisiyle seçimini yapacaktır. Aydınlıklara mı yürüyecektir, yoksa karanlıklara mı gömülecektir; yolunu kendisi seçecektir.
Bizler Cumhuriyetimiz’in 101. yılında bir kez daha yineliyoruz ki ATATÜRK İlke ve Devrimleri’nin bizlere kazandırdıklarıyla; aydınlığa, çağdaşlığa, uygarlığa yönelik yolumuzdaki yürüyüşümüzü usanmadan sürdüreceğiz. Cumhuriyet Haftası’na girdiğimiz şu günlerde, içtenlikle diyorum ki; Kutlu Olsun Cumhuriyetimiz’in 101. yaşı !
Sonsuza dek eğilmesin yerlere çağdaş, uygar, yurtsever TÜRK KADINININ BAŞI !
SELMA ERDAL
*AKP ülkeye egemen oluncaya kadar; TÜRK, KÜRT, BOŞNAK, ARNAVUT, TATAR, ABAZA, LAZ, ÇERKES…
ANDIMIZ’ı okudu bu ülkede herkes…
Son yıllarda ne oldu ?
Anlayamadık???
Yoksa ANDIMIZ; SURİYELİ ARAPLAR’a mı veriyor rahatsızlık? Onlar için midir ANDIMIZ’ı yok saymak için tüm uğraşlarınız ?
Biz onlar da okusunlar diye değiliz ısrarcı; sakın ola ki kaygılanmayınız. Çünkü onlar bu ülkenin asli unsuru, asıl ulusu değiller ki… ANDIMIZ; Ne Mutlu Türküm diyebilen bu yurdun çocukları için yazılmışadır, bunu sakın unutmayınız!.
*Bilindiği gibi yeni gelen haftanın ilk Salı gününde; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız’ı kutlayacağız.
Dolayısıyla yaşadığımız bu haftanın günleri; Cumhuriyet Haftası… Olsa da birilerinin öfkesi, kini, kavgası, tafrası… Biz Cumhuriyet Bayramımız’ı bu gezegen var oldukça hep kutlayacağız.
Her türlü ayak oyunları, Cumhuriyetimiz’e kurulmuş tuzaklar olsa da…
Çankaya’dan sonra, Ankara’yı da ATATÜRK’den ve O’nun Cumhuriyeti’nden uzaklaştırmak isteyenler olsa da…
Kafalarındaki başkent olarak düşledikleri İstanbul’da her yıl RECEPTION düzenlemeğe kalkışanlar olsa da…
Biz bu yurdun hangi köşesinde olursak olalım; yüreğimizde Cumhurbaşkanlığı konutu Çankaya, başkentimiz de sonsuza dek ANKARA olacaktır.
*Seçim alanlarında; “Aç bıraktınız milletimi, aç” diye bağıranlar…
Ki onlar buğday ambarı ülkeyi bıraktılar tam, takır. Tarımsal topraklarımız artık değil bakir.
Bu ulusun EFENDİSİ köylü; olmuş köle, yoksul, fakir. Toprakların üzerinde buğday başakları yerine, gökdelenler yükseldiği için…
Oysa Cumhuriyet’in ilk yıllarında; TARIM en birinci işkoluydu ülke geçiminde… Bereket vardı toprağında yetişen arpasında, buğdayında, yoncasında, çimeninde, çiminde…
Emperyalistlere, sömürgeci ülkelere karşı verilen bağımsızlık savaşının ardından, yokluklarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde; bunca zorluklara karşın tarımsal üretim özveriyle yapılmış, yabana avuç açılmamış, halk aç kalmamıştır.
Bugün yabandan; arpa, buğday, mercimek, nohut satın alan bir ülke durumuna getirilmiş bir ülkenin egemenleri… Hiç bir zaman ATATÜRK’ün Cumhuriyet Hükümeti ile boy ölçüşebilir mi?
Dedeleri, gebeleri, bebeleri; yabanın GDO’lu zehirlerine teslim edenlerle, Anadolu’nun toprağından aldığı ürünle ulusunu besleyenler hiç aynı kefeye konulabilir mi?
Atatürkümüz’le, Cumhuriyetimiz’le, O’nun Devrimleri ve İlkeleriyle ve de O’nun ülkemizin geleceğine yönelik yatırımlarıyla, yaptıklarıyla kıvanç duyuyoruz, her türlü engelleme olasılıklarına karşı yine de 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız’ı coşkuyla kutlayacağız, kutluyoruz. Bu böyle biline !…
*Ve sonsöz:
Ben Boşnakım, sen Kürtsün
O Laz, diğeri Çerkes
Kimlik peşine düşdükçe herkes
Hergün biryerlerde
Oğullar verilir toprağa
Analar gözyaşı döker
Ardından paylaşırlar günleri
Türkler Cuma Anaları
Kürtler Cumartesi
Yurdun her köşesinde birileri dalaşır
Çarşamba’yla, Perşembe’yi de
Başka analar paylaşır
Bu gidişle;
Anadolu’nun Anaları,
Bölündükçe haftanın günlerine
Korkarım Anadolum da bölünür
Yeniden yedi düvele…
Sözlerimi yazdığımda 1999 yılında; ne sövgüler işitmiştim, ne eleştirilere uğramıştım. İşte kan gölüne dönen ülkem, işte birbirine düşman olmuş halkım. Keşke, keşke beni eleştirenler haklı, ben haksız çıksaydım.
Yine de KUTLU OLSUN CUMHURİYET BAYRAMIMIZ, NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE ilkesiyle yaşayanlarla asla yoktur aramızda kavgamız !
Selma Erdal
SELMA ERDAL
*1999 yılında Şili’de halk ayaklanmıştı. Pinochet’i elinde tutan İngiltere için Şilili öfkeliydi o günlerde…
Şili halkı, Pinochet için bir kavga veriyordu; onu ülkesinde yargılamak için ve İngiltere’yi suçluyordu; “uluslar arası demokrasi gösterisi yapıyor” diyerek…
Oysa biz bir avuç toprağı, bir o kadarcık da halkı olan Şili Devleti kadar bile olamadık; bunca geniş toprağımızla, bunca sayısal çokluğumuzla… Nedense bir türlü alamadık şu sümüklü, ağlak moruğu Amerika’nın elinden…
-Ölümden SONRA yaşam var mı acaba?…
Ölümden ÖNCE yaşam var mı; işte sen buna bakacaksın. Bunu gerçekleştirebilmek için de insan gibi, duyumsayarak, içine sindire, sindire bir güzel yaşayacaksın.
Yoksa ne burada ne orada Cennet vaad etmiyorlar biz gibi sıradan insanlara…
Bu nedenle yazıyoruz belki bir yararımız dokunur diye olan bitenin ayırdına varamayanlara
Çünkü sen YAZmazsan, ben YAZmazsam; nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?
Bir aralar yazardım MANİLER; arada olmasın diye engeller, özellikle de giderek gerilen, gerginleşen ülkemizde… Paylaşıvereyim de MANİLER’imi… Kim bilir, belki de giderek ayrıştırılan ulusumuza olur bir yudum teselli ?…
Paraları saymadımYedi hece kadarBunca sıkıntı yeterBende maniler biter
Çünkü yazılması gereken doktora tezim beni bekler. Değerli okurlarıma sağlıklı, mutlu günler…
Selma Erdal
SELMA ERDAL
İki kişi bir araya geldi mi; ÖRGÜT… Örgütü büyüttün mü; DEVLET… Devleti işletebilmek için de YÖNETİM…
Bu durum; kendiliğinden doğar. Bireyin örgütlenme isteğinden doğar. Var olan örgütlerin yan ürünü olarak ortaya çıkar. Ama bu kavramların anlamını “ola ki fırsat bulurlarsa” bilmeyenler “algı yönetimi” taktikleriyle devletin altını oyar.
Eski çağlarda yapılabilecek tek şey katı kurallar çerçevesinde halkı yönetmek olmuş. Yönetim; bu dönemlerde işbaşına “tecrübe” ile geliyor. Dolayısıyla ilk kez Çin’de KİRALIK YÖNETİCİ kurumu oluşmuş “tecrübe” temel alındığı için… Hani bizimkiler de az daha ekonomi yönetimi için adam kiralayacaklardı ya… İşte onun benzeri bir durum.
Bu KİRALIK YÖNETİCİ durumlarından sonra BÜROKRASİ çeşitli kalıplarıyla ortaya çıkmış.
Sanayi devrimine dek; Eski Roma’da örgüt var. Roma Kilisesi bürokratik örgütlenme olarak var. Bizans var. Ayrıca Avrupa’da krallar ve çevresi var. Bütün bunlarda törenselci kalıplar ve biçimcilik var.
Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle, daha doğrusu İngiltere’de ortaya çıkan sanayi devrimi sonucunda; teknolojinin de gelişmesiyle “insanları üretken duruma nasıl getireceğiz?” sorunu ortaya çıkmış.
Sanayi devriminden sonra; her kademede insan üretken duruma gelecek, herkes yönetici rolü oynamak zorunda… Teknolojinin getirdiği olanaklar sonunda YÖNETİM bir eylem olarak, bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. İlk kez Avrupa anakarasında FAYOL denen bir adam “yönetim” kavramını ortaya koyuyor.
Fayol denen bu adam bir maden mühendisi… Onun kurallarının evrenselliği söz konusu… İnsanlar bir araya gelip, örgütler oluşturup, yönetim olgusunu yerine getiriyorlar. Ne, nasıl yapılacak? İşte bu yönetim anlayışında “Fayol’un mühendis kafasından dolayı” usta-çırak ilişkisi var.
Buna karşın Amerika’da da TAYLOR adlı bir adamın yönetim anlayışı var. Taylor denen bu adam da işçi… O da “üretimi nasıl düzenleriz?” diye kafa yoruyor. Madem herkes üretkendir, herkesin bu bilgilere gereksinimi var düşüncesiyle diyor ki:
-Her işin en iyi yapılmasının tek yolu vardır. O yol da o işi herkese öğretmektir.
Amerika’da; her aşamada, her işi önceden planlama, işin tanımı, tarifi, işçilerin yeteneklerine göre işbölümü gibi bilgi birikimi başlıyor. Çünkü Taylor denen adam; insanı, makinanın bir parçası olarak değerlendirmiş. İşte Amerikan tipi yönetimin temelinde bu anlayış var. Adama göre iş değil, işe göre adam sorunsalı…
Adam Smith adlı İngilizin biri; ekonomi biliminin babası sayılır kendisi… Demiş ki:
– Homo economicus ki Türkçesi ile Ekonomik Adam; hayal ürünüdür, ütopiktir. İnsanları çalıştırmak için onların insani yönüne seslenmek gerekir. Örgüt dışı bir takım etkenlere göre, insancıl etkenlere göre davranmak gereklidir.
Bu bağlamda informal liderlik ve formal liderlik, Türkçesi ile resmi olmayan, yüz yüze ilişkilerin doğurduğu bir önderlik ve resmi önderlik kavramları ortaya çıkmış ki önderlik kavramının iş dışında da sürdürülmesi gibi…
Bu gelişmelerin ardından; YÖNETİM – ÖRGÜT – İŞBÖLÜMÜ anlayışları da; geleneksel, yarı geleneksel ve çağdaş yönetim yöntemleri olarak başkalıklar göstermiş ülkeden, ülkeye…
Bu bağlamda denir ki
Rus Bürokrasisi; yurttaşına güvenmez.
Amerikan Bürokrasısı; yurttaşına güvenir.
Fransız Bürokrasisi; güvenme olayını sınıf savaşımı, çatışması olarak görür.
Turgut ÖZAL’la birlikte ortaya çıkan; bu ülkede şirket yönetir gibi “devlet yönetme” isteği, amacı güdülmesi, giderek bu amacın uygulamaya geçirildiği dönemler yaşansa da…
Değerli okur; birazcık düşünür müsün acaba?…
Türk Bürokrasisi (ki Devlet çarklarında TÜRK algısı, değerleri ne kadar kaldıysa); yurttaşına karşı ne tür duygular beslemekte?…
Özellikle de FAYOL denen adamın ilkeleri bağlamında ki Avrupa’da egemen olan yönetim anlayışı bağlamında düşünmeye çağırıyorum seni…
O ilkeler neler mi? Anımsatayım kısaca:
*İşbölümü
*Otorite
*Disiplin
*Komuta Birliği (yılan tek başlıdır)
*Özel çıkarlar, genel çıkarlar için her zaman feda edilecektir.
*Ödüllendirme
*Merkeziyetçilik
*Hiyerarşi
*Düzen
*Eşitlik (Devlet yurttaşlar arasında ayrım gözetmeyecek)
*Personel istikrarı
*İnsiyatif kullanma, karar alma yetkisi tanıma
*Gurup Birliği
Doğal olarak bu ilkeler doğrultusunda elde var; o ülkenin dirliği…
Biz ne diyelim, ne yapalım bu ilkeler bağlamında?
İşte durum böyle, böyle değerli okur. Yönetim ilkeleri böyle oluşunca; gavurun devletinin çarkları nasıl da istikrarlı dönüp, duruyor değil mi çağlar geçse de?
Oysa ülkemizde birileri dinamitler döşüyor devletin temeline…
Ve bizler de
Acaba yarınlarımız olacak mı diye endişeleniyoruz her gelen günle birlikte ?
Selma Erdal
SELMA ERDAL
*Yeni Anayasa tartışmaları bağlamında Anayasa’nın değiştirilemez maddelerine saldırılar sürüyor…
Daha dünlere kadar “Bu arada BOP diye hoplarken, patlak top gibi kalınca ortada, hani yüzlerini Atatürk’ün ırkından olanlardan yana çevirdiler ve onlara Özal gibi Türki Cumhuriyetler diyorlar ya… Demeyin! Onlar Türki değil, saf kan TÜRK ve devletleri de TÜRK DEVLETLERİ…
Onlar ümmet de değil entarili Araplar gibi; ulus, budun, ATATÜRKÜN ULUSU gibi… Anımsatayım dedim, sıyırmak isterken sizler kendinizi RABİA siyasetinden… Kullanmayın yanlış kavramlar ve sözler!” diye uyarılar yaparken…
Oysa bugün nelere tanık oluyoruz?
DEVLET kavramının anlamını bilmeyenlere ülkemizi emanet ediyoruz.
DEVLET kim? Özel ve tüzel kişi ve kurumlarla; sen, ben, biz, ordu, yargı, TBMM, asker, polis, hepimiz DEVLETİZ.
Ama siz Bay Kurtulmuş; siz ve arkadaşlarınız seçimlerle, kullanılan oylarla iktidar olan HÜKÜMETSİNİZ !
Eğer kavram kargaşasına düşüyorsanız ya da kavramları algılamakta zorlanıyorsanız; Siyaset ve Kamu Yönetimi alanındaki uzman kişilerden destek alınız, ders alınız ya da kendinize danışman bulunuz. Kavramları yüzünüze, gözünüze bulaştırmayınız !
*Anayasa ile oynamak yetmiyor, Cumhuriyetimiz’in de altını oymak istiyorlar…
Bir Fransız atasözü der ki
Bir atı suya götürebilirsiniz ama ona zorla su içiremezsiniz.
Bu sözlerin benzeri de bizim dilimizde şöyle seslendirilir:
Zorla güzellik olmaz.
Ama bizi zorluyorlar; ısrarla, inatla, istemediğimiz suları bize içirmeğe çalışıyorlar. Oysa 29 Ekim 1923’den beri bu ülkenin resmi ideolojisi ne yüklediyse bilincimize ve bilinçaltımıza… Bizim yönümüz, yanımız hep o doğrularda…
Zorla güzellik olmuyor işte ve zorladıkça bu ülkenin içinde pek çok farklı, pek çok başka düşünce yaşıyor ve birbiriyle çatışıyor.
Bu farklılıklar barış, huzur getirmiş olsaydı bize; ne düşünenin düşüncesine, ne yaşam biçimine, ne değer yargılarına aldırmazdık, ülkemizin temel değerlerine, kuruluş ilkelerine aykırı olmasaydı o düşünceler ve düşüncedekiler…
Çünkü biliyoruz ki…
Osmanlı’da da düalizm, Türkçesi ile ikili yapı vardı. Örneğin; Mecelle’nin yanı sıra, şerri mahkemeler de davalara bakardı. Evlilikler imam nikahıyla da gerçekleşirdi, resmi nikahla da… İsteyen peçe takardı, isteyen yüzünü açardı. Gidin bakın Dolmabahçe Sarayı’na Şeyhülislam’ın eşinin resmi duvarda; açık başı ve yüzüyle poz vermiş. Ve isteyen mahalle mekteplerine, isteyen de rüştiye ve idadiye okullarına gitmiştir ki rüştiye; ortaokul, idadiye lise karşılığıdır bilindiği üzere…
O günlerde gelenekçi ile yenilikçi birlikte yaşamış Devlet-i Ali Osmani’de… Kimse dokunmamış birbirine; illa ki benim gibi yaşayacaksın diye…
Cumhuriyet’le birlikte; pek çok kurum ve kuruluş Osmanlı’dan devir alındı. Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’da olduğu gibi ikili bir yapı vardı; kuşkusuz devlet kurumlarında değil ama toplumsal yaşamın her alanında ikili yapı vardı. Bu ülkede gelenekçi, yenilikçi birlikte yaşadı, birlikte soluk aldı.
Oysa son yıllarda bu ülkenin devrim yasalarına ve kuruluş ilkelerine yapılan saldırıların yanı sıra; toplumsal yaşamda da dayatmalar var, toplumun yaşam biçimini değiştirmek için zorbalıklar var, zorlamalar var. Üstelik de bunları yapanlar; Osmanlıcılık kisvesi altında, Cumhuriyet’in aydınlığına saldırıyorlar.
Ola ki siz Osmanlıcılık oynayacaksanız; öncelikle Osmanlı’dan HOŞGÖRÜ dersi alacaksınız. Osmanlı gibi tüm dinlere, tüm değer yargılarına, tüm yaşam biçimlerine karşı anlayışlı, saygılı, hoşgörülü olacaksınız.
Demokrasinin nimetlerinden yararlanıp; TÜRBANA ÖZGÜRLÜK dediniz. Türbanınızın özgürlüğü sizlere yetmedi; bizim yaşam biçimlerimize, değer yargılarımıza dilinizi de, elinizi de uzattınız.
Bu durumda ne olacak bizim demokratik haklarımız;
Sizler nalıncı keseri gibi hep bana, Rab bana bencilliklerinizi sürdürdükçe?
*Elif ŞAFAK diye biri…
T24 adlı internet gazetesinde 18 Ekim 2024 günü yer alan paylaşımda Frankfurt Kitap Fuarı’nda açılış konuşması yapan “FETÖ Gelini namlı” Elif Şafak demiş ki:
Endişe çağı, ilgisizlik çağına dönüşürse Gazze’de, Ukrayna’da olanları konuşmayı bıraktığımız an hissizleştiğimiz andır.
Ve Elif Şafak şunları da söylemiş:
“Hannah Arendt’in edebiyatın hissizliğin panzehri olduğu konusunda bizi uyardığı şey tam da buydu. Yazarların savaşları durduramayacağını biliyorum. Nefreti bile durduramayız. Ama barış, bir arada yaşama, empati ve insanlık onuru ateşini canlı tutabiliriz. Bence edebiyatın gücü, bize neleri başarabileceğimizi hatırlatmasıdır”
Evet Elif Şafak haklısın; hissizleştik, alıştık, alıştırıldık…
Körfez savaşında kimyasal içerikli bombaların sıradan halkın üzerine düşüşünü
Televizyon kanallarından naklen izlerken…
PKK terörü belasında Türk, Kürt ayrımı yapılmaksızın canlar yitirilirken…
Kadınlara yönelik taciz, tecavüz, saldırı ve ölüm duyumları
Her gün kamusal alana duyurulurken…
Telefon, internet ve fenomen yaftalı dolandırıcılar
Ülke genelinde virüs gibi toplumda yayılırken…
Yüzü secdeye değen iktidarlarla birlikte
Risk beklentisinden de öte
Her türlü saldırıya, sömürüye, soyguna uğrarken; hissizleştik, her türlü kötülüğe alıştık, alıştırıldık
Ve başkalarının başına gelen dertlere karşı da duyarsızlaştık
Çünkü öncelikle kendi canımızın, malımızın derdine düştük.
e-Devlet’den çalınan kimliklerden sonra
Her gün birilerinin telefonları çalıyor
Tongaya düşenlerin de malları, paraları çalınıyor
Canı yanıyor.
Herkes bana dokunmayan yılan
Benden sonrası tufan tadında
Hissiz, vurdumduymaz, kendinden başkasına acımaz insanlara döndü.
18 Ekim 2024 günü de bizi 0507 383 38 69 numaralı telefondan arayıp, adınıza 6 tane sahte kimlik çıkarılmış; bu kimliklerle 18 tane ev alınıp, satılmış. Ayrıca FETÖ örgütünün şusu, busu demeye başlayınca “polis Ömer” olduğunu belirten telefondaki ses…
Biz de ansızın ayılıyoruz.
Ne olur, ne olmaz endişesiyle hemen e-Devlet’den tapuları kontrol ediyoruz, muhtara adımıza gelen tebligat var mı diye soruyoruz.
Anımsanacağı gibi çok yakın bir süre öncesinde; hepimizin kimlikleri de çalındı.
Ardından…
Bütün tanıdıklarımıza da 0507 383 38 69 numaralı telefonu bildiriyoruz.
Meğer onların arasında da böyle arananlar olmuş, onu da öğreniyoruz.
Narin’in, Rojin’in ve daha nicelerinin henüz kefenleri solmadan
Türk halkı olarak bir de
Yenidoğan Çetesi diye bebek canından beslenen vampirlerle tanışıyoruz
Dolayısıyla her gün; acaba bugün nasıl bir toplumsal afetle, felaketle karşılaşacağız sorusuyla güne başlıyoruz.
Sonuç olarak Elif Şafak hanım, Hannah Arendt’i , senin yazdığın zırvalıklardan önce okuduk.
Ama bizi; ülkemiz, ulusumuz ve öncelikle de kendi canımız ilgilendiriyor.
Kuşkusuz savaşta değiliz ama ülkemizde, ne yazık ki bizler savaştaki ülkelerden daha çok şiddete maruz kalıyoruz.
Sen Orhan Pamuk gibi ülkeni kötüleye dur yaban ellerde, versinler sana bolca paye…
Bizler için hiç kaygılanma; her birimiz buralarda kendimizden başkasına güven duymadan, bakarız başımızın çaresine…
Neylersin; ateş düştüğü yeri kadar bu dünya aleminde, senin sözlerin bizler için trişka !…
Selma Erdal; 19 Ekim 2024