SELMA ERDAL

SELMA ERDAL

28 Eylül 2023 Perşembe

KÜREMİZ ve BİZ…

KÜREMİZ ve BİZ…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

*Önsöz Yerine:
Dünyamız yalnızca uzayda gezen, boşlukta yüzen bir küre değil…
Dünyamız; yeraltı ve yerüstü tüm canlılarıyla bir yaşam alanıdır…
En önemlisi de; Dünyamız biz insanlarla bir bütün
Düşüncesizce dolarsa her yer beton
Hangi toprakta buğday yeşerecek ?…
Hangi kaynakta su birikecek ?…
Bu gidişle gölgesinde serinlenecek bir çınar,
Dalından meyvesi koparılacak bir nar ağacı kalmayacak…
“Benden sonrası tufan” diyenlerin bencilliği karşısında suskunluk sürdükçe;
İnsanlık için başka bir NUHUN GEMİSİ kalkmayacak…

*Küre Isınmadan Önce…
Daha dünlere değin OZON tabakası için kaygılanıyorduk, şimdilerde de küremiz ısınıyor diye… Oysa insan soyu pek de duyarsız kalmamıştır çevreye…Çevre sorunlarıyla ilgili ilk uluslararası çalışma 1968 yılında Roma Kulübü’nü oluşturan iş adamlarının hazırlattığı “Ekonomik Büyümenin Sınırları” adlı yazanakla gerçekleştirilmiştir. Her ne denli karamsar görüşler içerse de… Nüfusun üstel büyümesine ilişkin değerlendirmeleri… Özellikle azgelişmişlerin beslenme sorunları… Daha da ileri gidersek; III.Dünya Ülkeleri’nin çoğunun karşı karşıya olduğu açlık sorunu bakımından gerçekçi bir yaklaşımdır bu yazanak… Bununla birlikte araştırmanın eleştiri alan bir yanı da vardır ki bu yazanakta; sanki Dünya ülkelerinin gelişmişlik düzeyleri eşitmişçesine, çevre kirlenmesini önlemek amacıyla ekonomik gelişmenin durdurulması önerilmektedir bütün ülkelere…
Bu başlangıcın ardından; 1972’de Birleşmiş Milletler’in önerisiyle toplanan Stockholm Konferansı, insanın doğa karşısındaki tutumunun, davranışının kesinlikle değişmesi gerektiğini belgeleme bakımından önemlidir. Konferansın genel sekreteri, daha hazırlık aşamasında, Dünya’daki çevre bozukluğunu azaltma ve denetim altına almada, en çok sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu, çünkü sorunların ortaya çıkmasına onların neden olduğunu açıklamıştır. Bir Amerikalı yazar da; ileri ülkelerin en az 200 yılda doğayı sömürmekle, bozmakla yaptıkları yanlışlardan söz etmekle yetinmenin, geri kalmışların bundan ders almalarını önermenin anlamsızlığını belirtmiştir.
1972 yılının Haziran ayında “BİR TEK DÜNYAMIZ VAR” söylemiyle toplanan Stockholm Konferansı’nın ardından, Dünya’nın geleceğine ilişkin kaygılara karşın, SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA kavramı, 1987 yılında yayınlanan Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun ORTAK GELECEĞİMİZ adlı yazanağında bir önlem olarak ele alınmıştır. Bu yazanakta SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA kavramı; “Kaynak kullanımın gelecekteki yatırımlarla teknolojik gelişmenin yönlendirilmesi ve kurumsal değişimin bugünün olduğu kadar, geleceğin gereksinimleri ile de tutarlı bir duruma getirilmesi için bir değişim süreci” olarak tanımlanmaktadır.
Bu yazanağın hazırlanmasına neden olan gelişmelerin altında, ekonomik kalkınma ve büyümeyi sağlamak için yürütülen sanayileşme uğraşlarının yan etkileri bulunmaktadır. Çünkü ekonomik kalkınma ve büyüme için, yarın ne olacak kaygısına düşmeden , üstelik de sınırlı olan tüm kaynaklar sınırsızca kullanılmaktadır.
Gelecek için kaygılanan komisyon; SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA için bu gidişin durdurulmasına, “bir uyarı olması ve en azından üretim-tüketim ilişkilerinde belli bir bilincin, sorumluluğun oluşması” için bu yazanağı hazırlamıştır.
Daha sonra 1992’de Brezilya’nın Rio de Janerio kentinde, 2002’de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Johannesburg kentinde gerçekleştirilen “yeryüzü zirvesi” toplantılarında Dünyalılar, DÜNYAMIZ’ı tartışmışlardır. Bu arada 1997 yılının Nisan ayında, “küresel ısınmaya karşı alınacak önlemleri içeren” KYOTO SÖZLEŞMESİ de, 140 ülkenin onay vermesiyle, Japonya’nın Kyoto kentinde imzalanmış ve 16 Şubat 2005 gününde sözleşme yürürlüğe girmiştir.
1968’de yayınlanan Roma Kulübü’nün yazanağından, Kyoto Sözleşmesi’ne değin bunca söylenen iyi niyetli sözlere ve girişimlere karşın; ne Dünyalı’nın, ne de Dünyamız’ın egemen güçlerce sömürülmesinin, saldırıya uğramasının sonu gelmemiştir.
Anımsanacağı gibi Dünya’nın bu sömürgenleri; 1972 Stockholm Konferansı’nda, azgelişmiş ülkelere “sanayileşmenizi durdurun, bizim yanlışlarımızı yinelemeyin, çevreyi koruyun” öğütleri vermişlerdi. Toplantıda azgelişmiş ülkeler adına konuşan Hindistan Başbakanı Bayan Indra Gandhi de; “yoksulluğun en büyük kirlilik olduğunu, gelişmiş ülkelerin, azgelişmişlere, gelişmelerinizi durdurun demekle onları uluslar arası haksızlık ortamına itmiş olacaklarını” söylemişti…
SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA söylemlerine karşın; gelişmişler durmadılar/ durmuyorlar/durmayacaklar da… Vahşi kapitalizmin bu açgözlü sömürgenleri; “küreselleşme” yalanıyla, işbirlikçi yöneticilerinin de yardımıyla azgelişmişlerin yer altı ve yerüstü kaynaklarını talan ediyorlar, sonra da onlara öğütler veriyorlar… Ya kendileri; verdikleri öğütlere uygun mu davranıyorlar ?… Kuşkusuz HAYIR…Bütün bu yaşananlar her zamanki gibi; Batılı’nın ikiyüzlülüğü… Alaska’da en az 50 yıllık petrolü varken, Ortadoğu’da petrol için kan dökenler, sanayi atıklarını getirip kıyılarımıza bırakarak, ülkemizi/karasularımızı dev bir çöp sepetine dönüştürenler…İşte bu sömürgenler şimdi de küresel ısınmaya karşı bizlerden önlem almamızı istiyorlar, küresel ısınma sonucu eriyen buzulların altından ortaya çıkacak fosil yakıtların paylaşım pazarlığını yaparken…

*Küre Isınıyor…
“Maymunlar Gezegeni” filminde, uzayda başka bir gezegende olduğunu sanan Charlton Heston; bulunduğu yerin Dünya olduğunun, deniz kıyısındaki kayaların arkasına geçince Bayan Liberty’nin yerde yatan mermer kütlesiyle karşılaştığında ayırdına varır.
Acaba kendini tüm yaratıklardan ve de diğer insanlardan üstün gören Batılı’nın gerçekle yüzleşme günü ne zaman gelecek ?…
Ve bu Batılı’nın; “Batı, Batı” diyerek Dünya’nın dönüşü yönünde Doğu’ya ulaşmasıyla, acaba Dünyamız’ı koruyucu düşünce ve değerlere de ulaşması bir gün gerçekleşecek mi ?…
Bir zamanlar insanlık Doğu felsefesinden yana umutlanırdı… Doğulu’nun erdemli olmak üzerine ürettiği/oluşturduğu binlerce yıllık birikiminden, tinselliğini beslerdi… Günümüzde Batılı’nın doymazlığıyla yarışan Doğulu’yu gördükçe; gezegenimiz için kaygılarımız daha da artıyor… Neden artmasın ki ?…
İşte Japonya; G8’lerden en varlıklısı…
İşte Çin; sera gazı salınımında en başta adı geçen özensiz ülkelerden biri…
Bu gidişle Dünyalılar diri, diri cehenneme girecekler… Üstelik de kendilerinin yarattıkları bir cehenneme… Ne yazık ki bu cehennemin, günahlardan arındıktan sonra gidilecek bir cenneti de olmayacak…

 

*Ya Sonrası ?…
21. yüzyıl; insan soyunun doyumsuzluğuyla da anılan/adlandırılan/tanımlanan bir yüzyıl, bir başka deyişle “tüketim toplum modelinin yüzyılı”… ORTAK GELECEĞİMİZ adlı yazanağın yayınlanmasıyla, SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA kavramı; tartışmaların, söylemlerin, söylevlerin öznesi olsa da… Ne kalkınmada sürdürülebilirlik, ne de doğanın, Dünya’nın, çevrenin dengesinin, düzeninin korunmasında sürdürülebilirlik sağlanmadı, sağlanamıyor, sağlanamayacak gibi de… Sürdürülebilirlik yalnızca bir tek alanda, bir tek anlamda sağlanmakta, gerçekleştirilmekte; yalnızca ve yalnızca Kişisel Çıkarlarının Sürdürülebilirliği’nde…
Bu kişisel çıkarlar bağlamında tüketim toplum modeli de sürdürülebilirliğini korudukça, bu gidişle nasıl ki kalem kılıçtan keskinse, bir kilo şeftali ya da bir kilo domates gereğinde bir kilo altından bile değerli olacaktır. Çünkü insanların yaşamlarını sürdürebilmesi için öncelikle havaya, bir başka deyişle oksijeni bol havaya, suya ve doğaldır ki besinlere gereksinimleri vardır. Bu temel gereksinimlerinden birinin yokluğunda, insanlar yaşamlarını yitirme tehlikesiyle karşı, karşıyadır. Onları yaşama geri döndürebilmek için ne kasalarındaki altınları, ne en gelişmiş teknolojiyle üretilen sanayi ürünleri, ne de son model arabaları yeterli olmaz.
Doyumsuzluğa tutsak sömürgenler gezegenimizi, yerküremizi acımasızca talan ederken, bu talan sonucunda ortaya çıkan olumsuzluklar yalnızca gezegenimizin değil, bu gezegende gezen canlıların bitki-hayvan-insan ayrımı yapmaksızın sonunu hazırlarken; Dünya’ya ve insanlığa yönelik sorumluluk duyan kimi ülkeler de geleceğe ilişkin kaygılar için önlem almışlar, kıyamet olasılığına karşı NUHUN AMBARI’nı oluşturmuşlar Norveç’de…
Yıllardır hazırlığı süren bu ambarın soğutucuları çalıştırılmaya başlamış ve ambarın açılışı da 26 Şubat 2008 günü gerçekleştirilmiş. Ambarda; kıyamet sonrası, yaşama olanağı bulan, sağ kalan insanların, en ilkel yöntemlerle tarımsal üretim yapabilmeleri için tohumlar saklanacakmış.
Buzulların erimesi, küresel ısınma kaygıları bağlamında oluşturulan bu ambarda insan beslenmesi için gerekli tohumlar varmış… Kıyamet sonrasında yaşama şansı, olanağı bulabilen insanlar sil baştan yaşama başlasın diye…
Tufan ve Nuhun Gemisi’ni bir masal gibi dinleyen insan soyu; ne yazık ki yeni bir tufan, kıyamet, yok oluş beklentisi içinde…
İçinde de kimilerine bundan ne ?…
Doyumsuz sömürgenler için; kıyamet mi tasa ?…
Onlar için kıyamet; kasaları dolmazsa kopar…
Onların umurunda mı insanlığın karanlık bir gelecek korkusuna karşın Norveç’de oluşturulan ambar?…

*Sonuç olarak;
KÜRE ısınmadan önce onlarındı; dilediklerince sömürdüler…
KÜRE ısınırken; suça, sorumluluğa bizleri ortak ettiler…
KÜRE ısındıktan sonra; kuşkusuz bizim olacak ve o sömürgenler belki de yeni bir gezegende düzen kuracaklar…

Devamını Oku

Şu Küresel Dünya

Şu Küresel Dünya
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Seksenli yılların başından beri dilimize dolaşan, yaşamımıza bulaşan şu KÜRESELLEŞME denilen kavram nedir acaba?…
Bilimsel yaklaşımla tanımlarsak iyi bir şeymiş gibi duruyor, ama ülkelerin yazgılarına etkisiyle, özellikle de olumsuz etkileriyle hiç de sevimli, şirin, güzel bir şey olmadığı apaçık ortada… Örneğin; Dolar’ın ülkemiz ekonomisine ettiklerine bakınca, küreselleşmenin olumsuz etkileri dimdik duruyor karşımızda. Çünkü bu küreselleşme kavramını icad eden; ederken de kendisini “Dünyanın Efendisi” olarak, dünyalılara sunan şu Okyanus ötesindeki kurnaz tilki oldu başımıza bela…Sayesinde tuz atamaz olduk aşımıza…Karışıyor her türlü tutum ve davranışımıza ve dahi gözümüze, kaşımıza…
Oysa bilim insanları bu kavramı nasıl da allayıp, pullayıp, süsleyip, güzel bir gelecek düşleyip; sundular dünya kamuoyunu…Ya gerçekler?…
Onlara bu tatlı sözleri bilimsellik makyajı ve maskesi altında söyleten Amerikalı’nın parasal olarak desteklemesi sonucunda; tüm dünya Amerikalı efendinin, jandarmanın denetimi altında…
Ne de güzel tanımlamışlardı bu kavramı başlangıçta…
Küreselleşme; ülkeler arasındaki ekonomik, siyasal, toplumsal ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik ayrımlara dayalı kutuplaşmaların çözülmesi (ki bu amaçla Berlin Duvarı yıkıldı, SSCB çökertildi); farklı toplumsal, kültürel, inanç ve beklentilerin daha iyi tanınması, ülkeler arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması gibi birbirinden ayrı görünen, ancak birbirleriyle bağlantılı olguları içeren…Bir anlamda maddi ve manevi değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılmasıdır.
Böylesi bir tanımlama karşısında; aman efendim aman, küreselleşme ne de güzel bir kavram diyesi geliyor insanın, ama gerçek hiç de öyle değil… Çünkü bu kendisi rahatça at oynatabilsin diye, böyle bir kavram türeten ve de kendisini Dünyanın Efendisi olarak tanıtan Amerika; ot tıkıyor mazlum devletlerin canına…Hele bir de o devletlerin yeraltı ve yerüstü kaynakları çoksa, hemen gözünü dikiyor onlara…Durduk yere bakıyorsunuz ki o ülkede çıkmış karmaşa, kavga, çatışma, ayaklanma… Derken Dünyanın Efendisi; anında orada, demokrasi getirmek için…Demokrasi getirirken de, o ülkenin özkaynakların (Ç)alıp, ülkesine götürmek için…
Geçmişte, tarihsel olarak küreselleşmenin daha geleneksel biçiminin yaşandığı günlerde de ki o günler 17. ve 18. yüzyıllar; hani okullarda “keşifler ve icadlar tarihi” diye anlatılan dönemler…İşte o dönemlerde de “vahşi” olarak tanımladıkları toplumlara; İncil’i götürüp, İsa’nın dinini pazarlayıp, karşılığında onların değerli madenlerini aşırıyorlardı. 20.yüzyıldan sonra, pek çok toplumda ya başka dinler vardı ya da bazı toplumlar Tanrı-tanımazdı. Demek ki bunları İNCİL ile kandırmak da olamazdı. İşte süslü, püslü, çağdaş, modern yepyeni bir kavram KÜRESELLEŞME ve yanında bonus olarak da DEMOKRATİKLEŞME…
Bu durumda da ne yapılıyor?… Dün “vahşi” olarak tanımlanan toplumlar, günümüzde “anti-demokratik” olarak tanımlanıyor. Oralarda birazcık ateş yakılıyor, kan dökülüyor, ardından Amerika demokrasi getiriyor, bir bakmışsınız ki ülke Amerika’nın elinde olmuş paramparça… Bu durumu anlamak için çokça uzağa gitme; işte Ortadoğu haritası duruyor sınırlarımızın yanında…Ve orada yanan ateşi, dökülen kanı, paramparça etmek için bu kutsal vatanı; işliyor Dünya Efendisi’nin programı…
Kısacası şu KÜRESELLEŞME denilen kavram; sömürü düzeninin önünde en büyük engel olan ULUS DEVLETİ’n, en büyük düşmanıdır.
Neden mi?…
Küreselleşme; ticaret ve sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasıdır, sömürü düzeni için ulus devletin sınırlarının kaldırılmasıdır. Bu sürecin gelişmiş ve “bizim gibi” gelişmekte olan ülkelerin zenginleşme kaynağı olabileceği iddiasının yanında, olumsuzluklar getireceği iddiası da vardır.
Sen ulus devletini korursan, yıkılmasın diye karşı çıkarsan; Dünyanın Efendisi, sever mi hiç seni?…
İşte bunun son örnekleri…
ECEVİT-ERBAKAN Hükümeti; Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen, Kıbrıs Barış Harekatı’nı başlattı, yıllarca ambargo ve ekonomik kriz yaşandı…
ERDOĞAN; sınırlarımda terörist barındırmam dedi, Amerika’ya rağmen Afrin’e girdi, sonucunda da işte Dolar bazlı yaşadığımız ekonomik yıkım yıllardır sürüp gidiyor.
Küreselleşme kavramına ters işler bunlar, böylesi turum ve davranışlar Dünyanın Efendisi’nin canını sıkar. Bu durumda Küresel Efendi ne ister?…
1)Siyasal kutuplaşmaların olmamasını ister… Soğuk savaş dönemindeki SSCB ve NATO ülkeleri arasında yaşanmış olanlar gibi…Dolayısıyla Amerika’nın karşısında bir güç olmayacak; Dünyanın Efendisi dünyaya tek egemen kalacak, hiç kimse onun sömürü düzenine dur demeyecek…
2)Liberal eğilimlerin güç kazanmasını ister… Ki bizde Turgut ÖZAL dönemindeki Liboşlar bunun için az mı uğraş verdiler?… Bugünkü toplumsal yozlaşmada, yitirilen ahlaki değerlerde, hızla kirlenen toplumsal yapımızda yaşanan olumsuzluklar neyin eseri ve etkisiyle oldu sanıyorsunuz?…
3)Kültürel yapıda ise tek düzelik olmasını ister… Ki bu bağlamda bizim geleneksel yapımız müzelik olacak, her yeni yetme kendisini Amerikan veledi sanacak, ulus devletin en önemli gücü olan kültürel yapısı çökecek, çökertilecek…
Dolayısıyla Küreselleşme ile amaçlanan dünyanın “küresel bir köy” olmasıdır. Bunun için de ne gereklidir?… Uluslararası etkileşimi sağlayacak bir iletişim ağı, bir örümcek ağı, İngilizcesi ile WEB… Bunun için de karşınızda bir araç; INTERNET… Herkes takılmalı bu örümcek ağına, sonucunda da herkes; küresel köyün köylüsü olmalı, istediği gibi güdebilsin diye onları Dünyanın Efendisi, Dünyanın Çobanı…
Uyandırmamak, gözlerini açtırmamak, onları düşüncelere yöneltmemek için de bu küresel köylülere yeni uğraşlar kazandırmalı… Örneğin; demokratikleşme, hukukun üstünlüğü, liberalleşme, insan hakları, hayvan hakları, terörle mücadele, çevre sorunları “küresel köylüyü uyutmak için, uyuşturmak için, oyalamak için türetilen yeni hapların adları…
Haydi küresel köylüler; yutun hapları!… Kapatın bütün hesapları… Görmeyin ulus devletiniz üzerine kurulan tuzakları… Küresel Efendiniz; size ne buyurduysa onu yapın !… Onun buyurduğu gibi beslenin, giyinin, en önemlisi de düşünün ve bunun için de örümceğin ağında kendinize iyi bir yer kapın; internette olsun sağlam bir arsanız ve adınız. Gitse de altınızdan sınırları şehid kanları ile çizilmiş ülkeniz; olmasın hiç tasanız…
Öylesine vurdumduymaz… Öylesine ulusal kimlik bilincinden uzak… Öylesine ülkesine ve ülkesinin değerlerine yabancılaştırılmış olunuz ki… Kendinizi halkınızdan koparınız ki… Sen bozdun, sen düzelt… Ülke satılsa da gün gelip de haraç, mezat… Hiç umursamayın !… Nasılsa siz aynı gemide değilsiniz; siz küresel köyün köylüleri olaraktan Amerika’nın güdümündesiniz ama hiç farkında bile değilsiniz…
İşte biz 80’li yıllardan beri; Ulus devlet, ulusal kimlik, Türklük bilinci, Vatan-Millet-Sakarya dedikçe, boş ver hepsi fasarya dediniz. Ama isteseniz de, istemeseniz de; bizimle birlikte vurgunu yediniz.
Bu durumda… Zararın neresinden dönülürse kardır diyerek; köylü yabayı, sabanı kapmalı… Kentli; fabrikaların kapısını açmalı… Yeniden üreten bir ülke, üretken bir halk olmak için bir KURTULUŞ SAVAŞI başlatmalı… Bu Küresel Efendi’ye karşı koyabilmek için, ona boyun eğmemek için EKONOMİK KALKINMA İÇİN BİR SAVAŞ BAŞLATMALI…
Çünkü bu ulus; Kurtuluş Savaşı sonrasında, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bunu gerçekleştirdi ATASI’nın önderliğinde… Eğer isterse Cumhuriyetimiz’in 100.yılında da bir kez daha gerçekleştiremez mi sizce?…

Devamını Oku

Yazıyoruz da Değişen Ne?

Yazıyoruz da Değişen Ne?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Hep yazıyoruz;
Eğer “ek-mek” eylemini gerçekleştiremezsen tarlada
Yiyecek EKMEK bulamazsın sofrada…
Dün buğday ambarı olan ülkede; bugün gökdelenler… Yarın da; açlıktan ölenler… Az bekleyiniz o günleri de göreceksiniz.

Hep yazıyoruz;
Ne der uzmanlar?…
Bir ülkede gelişme varsa; şu 3 alana duyulan ilgiden ve elde edilen başarılardan anlaşılır:
1)Spor
2)Sanat
3)Bilim
Buyurun baylar ve bayanlar; birazcık da bu alanlarla ilgilenin. Biliniz ki çok daha mutlu olursunuz.
Ama ilgi şöyle dursun, bilgi/bilmek/bilimsel düşünmek sanki yasaklanmış, bilgece konuşanlar korkudan bir köşelere saklanmış. Nasılsa arada, sırada konuşan biri varsa; onu anlamamak için tüm kısır düşünceliler atakda/saldırıda…

Evet hep yazıyoruz da… Gerçekten de ne değişiyor?…
Enflasyon çocuğu olarak doğduk Menderes döneminde… Demirel bizi darbelerle büyüttü. Özal’la liberalce sömürüldük. Günümüzde de “ileri demokrasi koşullarında” otorite/yetke iliklerimize işledi. Gün gelip de, “ecel bizi şişledi” dediğimizde, “demokrasi” ideasını ancak Antik Yunan’daki OLİMPOS’da bulacağız zannımca…
Yeter ki sonumuz benzemesin Uğur Mumcu yurttaşımıza; onu saygıyla anıyoruz her 24 Ocak geldiğinde… Yine de umutluyuz aydınlık günlerin bir gün ama kesinlikle bir gün geleceğine…

Usanmadan hep yazıyoruz. Ama okuyan var mı?… Bu ülke için çalışıp, dokuyan var mı?..
Ne yazık ki…1950’li yıllara değin; tarımsal üretimiyle, hem Osmanlı’dan kalma dış borçlarını ödeyen, hem de ulusunu yedi düvele el açmadan besleyen TÜRKİYE ne durumlara düşürüldü?…
California’dan CEVİZ, Kanada’dan MERCİMEK, Çin’den KESTANE, Arjantin’den ANGUS ETİ, Bulgaristan’dan SAMAN, Azerbaycan’dan SOĞAN, köylüsü kahvehanelerde bacak sallamaktan bulamadığı için zaman Suriye’den de PATATES dışalımı yapılıyor.
En birinci işkolu TARIM yerine İNŞAAT olunca da beton-çimento ekilen topraklardan; ne patates, ne de soğan fışkırmıyor.
Dolayısıyla…”Tarlaya ekdim soğan… Bitmedi yedi doğan” Türküsü söylendiğinde; şaşıracak bundan böyle 2000’lerden sonra dünyaya gelen her bebe… Ne tarlası, ne soğanı?… Ne patatesi, ne samanı?… Tarımsal üretim bu topraklarda yalnızca İsa’dan Önce yapılırdı sanacak…
Ve gün gelecek gemilere binenler, martılara atmak için simit bile alamayacak…
Oysa dünlerde…Yalnızca yunuslar değil, martılar da yarışırdı gemilerle…
Çocuk aklımla denizin üzerine düşecekler sanırdım. Kanat çırparlardı gri-beyaz… Bazen Güneş saklanırdı bulutların ardına, hava buz keserdi ayaz… Yolcular koparırdı simitlerinden birer lokma, göğe atardı… Bütün çocuklar endişeyle bakardı…Ve martılar süzülürdü yukarılara… Aldırmazlardı geminin hızına… Derinlerden işve yapan deniz kızına… Soğukla, açlığın elele verdiği kış aylarında… Yolcuların havaya attıkları simit lokmalarını kaparlardı.
Nasıl ki günümüzde kediler, köpekler; yiyecek bulamazken çöp kutularında, martılar da özlem duyuyorlardır simit lokmalarını havalara atan yolculara… Ama artık simit de yok, ekmek de, soğan da…. Bundan böyle yeni doğan da zor doyuracak karnını bu ülkede… Eğer EK-MEK eylemi gerçekleştirilmezse tarlada, bağda, bahçede… Yaşam çok zor ama çok zor geçecek tüm canlılar için…

Devamını Oku

Eylül Geldiğinde

Eylül Geldiğinde
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Aşk şarkıları söylerdi ALPAY ergenlik yıllarımda “Eylül geldi yine, sen de döndün şehre” sözlerini içeren, Eylül geldiğinde, okullar açılacağı için “şehre” dönen genç sevgiliye…
Ve sonra 68 kuşağıyla birlikte bu ülke 1 Eylül Dünya Barış Günü diye bir günle tanıştı, 70’li yılların sonuna doğru 1 Eylül günlerinde BARIŞ için şenlikler yapılmaya başlandı.
Ve o günlerden günümüze BARIŞ kavramı çok daha önem kazandı.
1 Eylül DÜNYA BARIŞ GÜNÜ’nde,
Önderin ATATÜRK gibi;
Tüm insanlığa BARIŞ dile…
Gerçeğe dönüşsün;
YURTDA BARIŞ, DÜNYADA BARIŞ sözleri
BARIŞ; tüm insanların olsun yaşam ilkesi…
Ama ne yazık ki;
Nazım’ın KÜÇÜK KIZI
Dolaşıyor kapı, kapı; yorgun
Bir İMZA veremediler henüz
Bu yıl da;
Dünya BARIŞ’tan yoksun…
BARIŞ sözcüğü söylendiğinde; şarkıcılar BARIŞ Manço ve BARIŞ Akarsu geliyor insanların usuna…
BARIŞ harcanıyor; tüketim toplumunda bencilce “çıkar” kurşununa
Oysa gönül vermese insanlık bu denli sömürü düzeninin tek kuruşuna
Kırgın, küskün DÜNYA / DOĞA;
İşte o an bizlerle barışacak
Yağmurun bereketi toprağımıza karışacak
Ama ne gezer; her şey düş, her şey boş
Düzenin insanı; azla yetinmiyor
Daha çoğu için ille de birbiriyle yarışacak…
DOĞA ile barışmadıkça insan
Bu gidişle dökülecek daha çok kan
İçilebilir bir yudum SU için…
Bir lokma ekmeklik BUĞDAY için…
Yaşanabilir bir karış TOPRAK için…
Solunabilir temiz HAVA için…
Daha pek çok kez çalacak kapları
NAZIM’ın KÜÇÜK KIZI
Değil Hiroşima’dan günümüze
Seslenecek umutların tümüyle tükeneceği karanlık geleceğe:
Teyze, amca bir İMZA ver
Çocuklar ölmesin, şeker de yiyebilsinler…
Oysa günümüzde BARIŞ sözcüğü bile önemini ve önceliğini yitirdi; petrol ve doğal gaz kabadayılarının açgözlülüğü nedeniyle, BARIŞ DENİZİ olsun diye umutların bağlandığı EGE’de, mavi sular ha kana bulandı, ha bulanacak. Üstelik tüm dünya ülkelerine kafasına göre ayar veren o gizli güç bir kez daha kazanacak. Çünkü o güç; nüfusu, dünyada yaşayan insanların sayısını azaltmak istiyor, ele geçirmek istediği kaynaklara ortakçı çıkmasın diye… Ve yine söylencelere göre şu küresel salgın da bile o gizli gücün etkili olduğunu ileri sürenler var. İşte bu nedenle BARIŞ sözcüğünden daha çok BULAŞ sözlerini duyuyoruz 2020 yılının ilk aylarından beri… Dünya Sağlık Örgütü’nün bugünlerde yaptığı açıklamalara göre; küresel salgın 2023- 2024 kışında da yeniden yayılacak gibi…
Ne kadar istesek de dünyanın/doğanın yaşanabilir koşullardaki o geçmiş güzel günlerini almak geri… Heyhat iş, işten çoktan geçti. Ama yine de BULAŞ eylemi yerine, BARIŞ eyleminin yayılması için tüm insanlar olarak söz versek birbirimize… Kim bilir belki yeniden ULAŞ-MAK olanaklı olur o sağlıklı günlere?…

Devamını Oku

Başa Sarmak

Başa Sarmak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

CD’lerden önce kasetler verdi; müzik dinlediğimiz kasetçalar denen araçlarda kullanılan… Bazen takılır, bazen silinir, bazen kopardı kasetlerin içindeki bantlar… Ve onları düzeltmek için de boşluklarına kalem geçirilir ve başa sarılırdı, geçici de olsa çözüm bulunur, sevilen ezgiler yeniden dinlenebilirdi.

Günümüzde ülke ekonomisinin genelinde, özellikle de tarım işkolunda yaşanan sorunlar nedeniyle; sanırım başa sarmak gerekiyor. Belki de yalnızca tarım işkolunda değil, ülkede her ne varsa, kurumsal, tarımsal, eğitimsel, yaşamsal her ne varsa… Dönmek gerekiyor; Cumhuriyetimiz’in ilk on yılında bu ülkede oluşturulan ne varsa, onlarla yeniden, sil baştan buluşmağa, başa sarmağa gerek var. Öncelikle de TARIM İŞKOLU bağlamında… Elbette ki… Aç kalmamak için !…

Cumhuriyet yönetimine; Osmanlı’dan Ziraat Bankası ile birlikte bir kaç tarım okulu ve bir kaç kooperatif kalmış. Bununla birlikte; öncelikle köylünün, tefecinin elinden kurtulması amaçlanmış. Kamu kuruluşuna dönüştürülen Ziraat Bankası ile sayıları arttırılan tarım kredi kooperatifleri aracılığıyla köylüye tarımsal kredi sağlama yoluna gidilmiş. Bu kooperatifler salt kredi sağlama yönünde değil, aynı anda tarımsal ürünleri işleme ve pazarlamaya yönelik çalışmalar yapmış.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında; tarım teknolojisini geliştirmek amacıyla, bazı kuruluşlar da oluşturulmuş. Bitkisel tohum ve hayvan ırklarını ıslaha, Türkçesi ile iyileştirmeğe yönelik Devlet Su İşleri ve Toprak Su Genel Müdürlükleri o dönemin kuruluşlarıdır. Yine de tüm bu uğraşlara ve özendirmelere karşın; tarımsal üretim ancak “geçimlik” düzeyde olmuş, dış pazara yönelik ve ülke ekonomisine katkıda bulunabilecek üretim sağlanamamış. Ekili alanlar da tüm tarıma elverişli alanların ancak altıda birinden oluşmuş.

O dönemde ulaşım ağının yetersizliği, tarımsal ürünlerin pazara ulaşamaması nedeniyle ürün artışına da olanak sağlanamamış. Bu artış ancak demiryollarının geçtiği yörelerde ve deniz kıyılarına yakın yerlerde, pazara ulaşım kolaylığı nedeniyle gerçekleşebilmiş.

Sonraki yıllarda ekonominin tüm sektörlerinde olduğu gibi BEŞ YILLIK KALKINMA PLANLARI’nda; toprak sorunlarının Anayasa çerçevesinde çözümlenmesine ilişkin önlemler alınmış ki tarımsal ürünlerin işlenmesi ve pazarlanması ile ilgili kooperatifçiliğin desteklenmesi…Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) geliştirmek için ilgili kuruluşlarla çalışmalar yapılması… Hayvancılığın ve hayvansal ürünlerin geliştirilmesi ve bu işkoluna dayalı dışsatımın desteklenmesi gibi…

Tarım işkoluna Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda yer verilmesi ve GAP’ın en birinci proje olarak değerlendirilmesi de hükümetlerin tarım işkoluna ne denli önem verdiklerinin göstergesi olmuştur.

Bu çalışmaların yaşandığı süreçlerde; Türkiye, Dünya genelinde tarımsal üretim açısından kendine yeterli 7 ülkeden biri olmuştur 90’lı yıllara kadar…

Ama ne yazık ki daha sonraları tarımsal destekleme politikaları terk edilmiş…Kooperatifçilik uygulamasından vaz geçilmiş…Çiftçinin bankası olan Ziraat Bankası; çiftçiye değil, başka işkollarına hizmet eder olmuş… Mazot, gübre, tohum ve toprak için kaygılanan üreticinin çığlıklarına kulaklar sağır, sorunlarına duyarsız olunan dönemler gelmiş. Sonunda “ithal ikamesi” denilen yöntemle Türk Tarımı yok edilmiş, tarım işkolunda çalışanlar işsizliğe tutsak edilmiş ve en önemlisi de kendi, kendine yetebilen bu ülke halkının karnını doyuramaz olmuş ve yabanın arpasına, buğdayına, darısına el açmış…

Bugün bir kez daha, Cumhuriyetimiz’in ilk yıllarında olduğu gibi, yeniden tarım işkoluna önem verilmeli, bu işkolu desteklenmeli, tarım toprakları başka amaçlar için kullanılmamalı, özellikle de yapılaşmağa açılmamalıdır.

Bu ülkeye egemen olanlar; ATAM gibi traktöre binip, tarlaları sürmeli, köylüyü yeniden bu ulusun efendisi konumuna getirmek için, ona her türlü desteği vermelidir. İşte o zaman bu ülke kalkınır, yabana avuç açmaz, yeniden tarlada saban sürmeğe başlanıldığında…Otlaklarında, meralarında kuzular meleşip coştukça, bebeler de tok karınlarla yürür giderler aydınlık ve güvenli yarınlara…

Dolayısıyla bir kez daha tarımsal seferberlik için haydi kolları sıvamağa!… Topraklar ekilsin, meralar yeşersin, koyunlar süt versin. Bebeler de ,dedeler de tok karınla girsinler yataklarına… Bu ulus düşmesin yoksulluk bataklarına… Bu nedenle öncelikle tarım işkolunu destekleme kararları almak için iş düşüyor TBMM’de oturanlara…

Devamını Oku