DOLAR 20,9783 0.73%
EURO 22,5975 -0.26%
ALTIN 1.312,07-0,73
BIST %
BITCOIN 5700010,14%
Adana
24°

PARÇALI AZ BULUTLU

02:00

YATSI'YA KALAN SÜRE

SELMA ERDAL

SELMA ERDAL

23 Şubat 2023 Perşembe

Başa Sarmak

Başa Sarmak
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

CD’lerden önce kasetler verdi; müzik dinlediğimiz kasetçalar denen araçlarda kullanılan… Bazen takılır, bazen silinir, bazen kopardı kasetlerin içindeki bantlar… Ve onları düzeltmek için de boşluklarına kalem geçirilir ve başa sarılırdı, geçici de olsa çözüm bulunur, sevilen ezgiler yeniden dinlenebilirdi.

Günümüzde ülke ekonomisinin genelinde, özellikle de tarım işkolunda yaşanan sorunlar nedeniyle; sanırım başa sarmak gerekiyor. Belki de yalnızca tarım işkolunda değil, ülkede her ne varsa, kurumsal, tarımsal, eğitimsel, yaşamsal her ne varsa… Dönmek gerekiyor; Cumhuriyetimiz’in ilk on yılında bu ülkede oluşturulan ne varsa, onlarla yeniden, sil baştan buluşmağa, başa sarmağa gerek var. Öncelikle de TARIM İŞKOLU bağlamında… Elbette ki… Aç kalmamak için !…

Cumhuriyet yönetimine; Osmanlı’dan Ziraat Bankası ile birlikte bir kaç tarım okulu ve bir kaç kooperatif kalmış. Bununla birlikte; öncelikle köylünün, tefecinin elinden kurtulması amaçlanmış. Kamu kuruluşuna dönüştürülen Ziraat Bankası ile sayıları arttırılan tarım kredi kooperatifleri aracılığıyla köylüye tarımsal kredi sağlama yoluna gidilmiş. Bu kooperatifler salt kredi sağlama yönünde değil, aynı anda tarımsal ürünleri işleme ve pazarlamaya yönelik çalışmalar yapmış.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında; tarım teknolojisini geliştirmek amacıyla, bazı kuruluşlar da oluşturulmuş. Bitkisel tohum ve hayvan ırklarını ıslaha, Türkçesi ile iyileştirmeğe yönelik Devlet Su İşleri ve Toprak Su Genel Müdürlükleri o dönemin kuruluşlarıdır. Yine de tüm bu uğraşlara ve özendirmelere karşın; tarımsal üretim ancak “geçimlik” düzeyde olmuş, dış pazara yönelik ve ülke ekonomisine katkıda bulunabilecek üretim sağlanamamış. Ekili alanlar da tüm tarıma elverişli alanların ancak altıda birinden oluşmuş.

O dönemde ulaşım ağının yetersizliği, tarımsal ürünlerin pazara ulaşamaması nedeniyle ürün artışına da olanak sağlanamamış. Bu artış ancak demiryollarının geçtiği yörelerde ve deniz kıyılarına yakın yerlerde, pazara ulaşım kolaylığı nedeniyle gerçekleşebilmiş.

Sonraki yıllarda ekonominin tüm sektörlerinde olduğu gibi BEŞ YILLIK KALKINMA PLANLARI’nda; toprak sorunlarının Anayasa çerçevesinde çözümlenmesine ilişkin önlemler alınmış ki tarımsal ürünlerin işlenmesi ve pazarlanması ile ilgili kooperatifçiliğin desteklenmesi…Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) geliştirmek için ilgili kuruluşlarla çalışmalar yapılması… Hayvancılığın ve hayvansal ürünlerin geliştirilmesi ve bu işkoluna dayalı dışsatımın desteklenmesi gibi…

Tarım işkoluna Beş Yıllık Kalkınma Planları’nda yer verilmesi ve GAP’ın en birinci proje olarak değerlendirilmesi de hükümetlerin tarım işkoluna ne denli önem verdiklerinin göstergesi olmuştur.

Bu çalışmaların yaşandığı süreçlerde; Türkiye, Dünya genelinde tarımsal üretim açısından kendine yeterli 7 ülkeden biri olmuştur 90’lı yıllara kadar…

Ama ne yazık ki daha sonraları tarımsal destekleme politikaları terk edilmiş…Kooperatifçilik uygulamasından vaz geçilmiş…Çiftçinin bankası olan Ziraat Bankası; çiftçiye değil, başka işkollarına hizmet eder olmuş… Mazot, gübre, tohum ve toprak için kaygılanan üreticinin çığlıklarına kulaklar sağır, sorunlarına duyarsız olunan dönemler gelmiş. Sonunda “ithal ikamesi” denilen yöntemle Türk Tarımı yok edilmiş, tarım işkolunda çalışanlar işsizliğe tutsak edilmiş ve en önemlisi de kendi, kendine yetebilen bu ülke halkının karnını doyuramaz olmuş ve yabanın arpasına, buğdayına, darısına el açmış…

Bugün bir kez daha, Cumhuriyetimiz’in ilk yıllarında olduğu gibi, yeniden tarım işkoluna önem verilmeli, bu işkolu desteklenmeli, tarım toprakları başka amaçlar için kullanılmamalı, özellikle de yapılaşmağa açılmamalıdır.

Bu ülkeye egemen olanlar; ATAM gibi traktöre binip, tarlaları sürmeli, köylüyü yeniden bu ulusun efendisi konumuna getirmek için, ona her türlü desteği vermelidir. İşte o zaman bu ülke kalkınır, yabana avuç açmaz, yeniden tarlada saban sürmeğe başlanıldığında…Otlaklarında, meralarında kuzular meleşip coştukça, bebeler de tok karınlarla yürür giderler aydınlık ve güvenli yarınlara…

Dolayısıyla bir kez daha tarımsal seferberlik için haydi kolları sıvamağa!… Topraklar ekilsin, meralar yeşersin, koyunlar süt versin. Bebeler de ,dedeler de tok karınla girsinler yataklarına… Bu ulus düşmesin yoksulluk bataklarına… Bu nedenle öncelikle tarım işkolunu destekleme kararları almak için iş düşüyor TBMM’de oturanlara…

Devamını Oku

AMENNN

AMENNN
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Üniversitelerin İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri’nin hangi bölümünde öğrenci olursanız olun; Maliye, İşletme, İktisat, Ekonometri, Kamu Yönetimi, Uluslararası İlişkiler… Hangi bölümün öğrencisi olursanız olun; birinci sınıfta Mikro İktisat ve Makro İktisat derslerini alırsınız.
Bencileyin de birinci sınıfta olduğumda, Mikro İktisat dersinin ilk gününde; Uludağ Üniversitesi’nin çok değerli İktisat Profesörleri’nden aldığım ilk bilgi neydi, öylesine iyi anımsıyorum ki…
Değerli öğretim üyemiz, derse girişte kurduğu ilk tümcesinde bize şöyle demişti:
-Sıradan insanın, sokaktaki adamın; Mikro İktisat ya da Makro İktisat umurunda bile olmaz. O cebindeki parayla ve sofrasındaki ekmekle ilgilidir. Ekonomistler ne demiş?… Siyasetçiler ne söylemiş?… O bunlara hiç aldırmaz. O; yalnızca cebindeki para, evine ekmek götürmeğe yeter mi, işte ona bakar. Arz-talep eğrileri, Keynezyen kuramlar, Harold-Domar Modelleri onu hiç ırgalamaz. Onun yüzü evine ekmek götürdüğü sürece güler.
Ne zaman ki siyasetçiler; ekonomik girdiler, çıktılar, enflasyon, deflasyon, kriz ve nasılsa bu halk keriz… Özellikle de siyasetçiler rakamlarla, anlaşılmaz sözlerle halkın gözünü boyamaları, aklını karıştırmak için verdikleri söylevleri; insanın beyninin içine oya, oya yerleştirme girişimleri olduğunda… Hemen anılarımdan çıkar gelir; üniversitedeki ilk İktisat dersimiz…
Ve bizler 6 Şubat 2023 gününe değin; yalnızca ekonomik sorunlarımızdan yakınırken…
Öyle büyük bir felaket geldi ki ülkemizin başına; Ölüm Meleği düştü halkımızın peşine…

Yastayız; yurdumuzda yaşanan yer sarsıntısı nedeniyle… Acılıyız; yitirdiğimiz canlar için… Sıkıntılıyız; ülkemizde yıllardır süregelen ekonomik sorunların olumsuz etkileriyle…
Yine de…
Ekonomi, para, ekmek bir yana; ille de yaşamak var ya… Ne güzel bir şey!…
Yaşamak, yaşıyor olmak, canlı olmak… Üstelik de yaşamakla, ömürle ilgili güzel ve umut verici açıklamalar da geldikçe bilim insanlarından, işte o zaman değmeyin keyfimize!…
Ozan Cahit Sıtkı Tarancı; “yaş 35 yolun yarısı” demiş, 40 yaşını görmeden gidivermiş bu dünyadan…
Biz çocukken de “yaş yetmiş, işi bitmiş” derdi insanlar…
Ne güzeldir ki o günler geçmişde kaldı; bilim insanları insan ömrünün 150 yıl olduğunu açıklıyorlar sürekli… Elbette ki bu süreyi tamamlamak, tamamlayabilmek birazcık da insanın kendi bilgi, beceri ve çabasına da bağlı… Örneğin; alkolsüz, nikotinsiz, stressiz, hırssız, kavgasız bir yaşam sürebilmek bağlamında… Gerisi de kalmış; Tanrı’ya, Doğa’ya ve genetik mirasınıza…
Gelirsek bilim insanlarının sözlerine ki onlardan birisi Prof.Dr. Servet Arıoğlu’nun verdiği bir bilgidir bu…
Şöyle ki…
18 yaş; zekada zirve… 25 yaş; kemik yapısında zirve, fiziksel güçde zirve… 35 yaş; osteoporoz başlangıcı (ki kemiklerde erime başlangıcı, bu nedenle spor, spor, spor gerekli)… 45 yaş; gözler bozulur ve kadınlarda menopoz başlangıcı, doğurganlık gücü azalıyor… 55 yaş; kadınlarda menopoz, erkeklerde andropoz… Ve eğer bedenin yanı sıra, beyni de tembel bırakırsa insan; zekası 12 yaş seviyesine düşüyor (öyleyse ne yapmalı?… İşleyen demir ışıldar. Hep okumalı, yeni bir şeyler öğrenmeli, yenilikleri izlemeli, anlamalı, beyni tembelleştirmemek için)… Eğer akıllıca yaşarsa insan; bu yaşla birlikte başlıyor altın yıllar… Çünkü bilim insanlarına göre 65 yaş; genç yaşlılık başlangıcı…
75 yaş; orta yaşlılık dönemi… 85 yaş ileri yaşlılık başlangıcı… 95 yaş; sizin kendinize ne kadar iyi baktığınızla ilgili bir süreç… 105 yaş ve sonrası; Tanrı’nın, Doğa’nın size armağanı…

Yaşam sürecinizin çok uzun olmasını istiyorsanız eğer; sigara ve alkolden uzak durmanın yanı sıra, şu herkesin dile getirdiği üç beyaz zehir ki un-şeker-tuz üçlüsünden uzak durulacak… Özellikle de tuz; kemik erimesinin nedeni ve böbreklere de çok zarar verdiği gerçeği kesinlikle bilinmeli…
Öyleyse ne demeli?…
Yaşamı çok ama çok seven herkese Tanrı; çok ama çok uzun ömür vermeli… AMENNN !…

Selma Erdal

Devamını Oku

Ülkemiz ve Değer Vermek

Ülkemiz ve Değer Vermek
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Sürekli birileri gelecek, ülkemizi parçalayacak, bölecek, devletimizi yıkacak endişesiyle yaşıyoruz. Gerçi ülkemizi yönetenlerin etkisi de oluyor dönem, dönem böylesi endişeleri, korkuları yaşamamıza neden… Ama Cumhuriyet kurulmadan önce de yedi düvel düşmanın olduğu için Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı vermedi mi deden?…
Neredeyse Cumhuriyetimiz’in 100. yaşını doldurmasına bir yıldan az bir süre kala; nedir bu korku, bu endişe?… Varken bu ülkede bunca Türk, Türkmen, Yörük; onların hepsi mi çürük ki güvenilmiyor bu ulusa?…
Biliyoruz yedi düvel hep bizi yoklar, yanlış yola girelim diye bekler, kurduğu tuzaklara düşelim diye umutla gözler. Ama biz teslim olmadıkça… Ne o yoksa teslim mi olduk?…
Küreselleşme masallarına… Küresel iletişim çağının propagandalarına… “Tek” öneki içinde sayılan devlet, millet, bayrak, vatan dedikçe ülkemizi yöneten AKBAŞKAN; yoksa küresel efendi, kendi idealleri için mi umutlanıyor, hazırlık yapıyor bu ulusu hiç umursamadan?…
Kıbrıs Barış Harekatı’nda ansızın çıkıvermişti Ayşe tatile… Yapılması planlanan her Suriye harekatının öncesinde, sanki Mehmetçik gelmeden çekil git deniyor PKK’lı katile, üstelik de Amerika’nın izni ve bilgisi dahilinde… İşte o zaman merak ediyor insan; yoksa yeryüzündeki TEK başkan mıdır ki Sam Amcan?…
Yıllar boyunca özellikle dil öğrenme serüvenim nedeniyle Amerikalı, İngiliz öğretmenlerim oldu. Onlar hep bana sorular sordu. Örneğin; Cecile adlı Amerikalı öğretmenim; “ne uğraşıp duruyorsun bu kadar; ülken senin değerini mi bilecek?” demişti.
Bir başkası Paul adlı safkan İngiliz öğretmenim; “Eskiden ne güzeldi başınız kapalı, harfleriniz Arap harfleriydi?… Neden bizim alfabemizi aldınız?” diye sormuştu.
Ve Didim’de ev komşum olan Galli Dan de ilk tanıştığımız yaz; “Osmanlı dönemini özlüyor musun, Osmanlı’yı arıyor musun?” diye sormuştu.
Ve ben bu sorularla karşılaştıkça… Hep o soruları soranları kışkırtıcı, provakatör kişiler olarak değerlendirmiştim.
Ne ister bu yabancılar bizden?…
Kuşkusuz az, çok hepimiz biliyoruz ne istediklerini ve onların içinde kin, nefret, öfke… Atatürk’ün varlığıyla birlikte; ulaşamadılar amaçlarına, üleşemediler topraklarımızı ve 1923’den beri bekliyorlar tetikte, pusuda, gizleniyorlar kuytuda… Güçsüz düştüğümüz ilk anda…
Örneğin; ülken sana değer vermez ki diyene acaba ben ülkeme yeterince değer verdim mi, yeterince ülkem için hizmet ettim mi?… İşte bunu diyebilmek özellikle de bir Amerikalı’ya… Çünkü J.F. Kennedy ne diyordu onlara?…
-Bugün ülkem benim için ne yaptı diye sorma, ben ülkem için ne yaptım diye kendine sor !…

Ve bizler 12 Eylül 1980 öncesinde; her birimiz özverili, istekli ülkemizin Doğusu kalkınsın diye hevesli yurttaşlardık, biz ülkemize değer veren bireyler olarak yetiştirildik. Bugün kaldı mı acaba içimizde ülkesinden değer beklemekten önce, ülkesine değer verenler bu topraklar üzerinde?…
Neden başınız kapalı değil, neden Arap elifbasını bıraktınız diyen birisine; “ben gibi” kaç kişi gösterebilir ki Türkün gerçek Abecesini, Göktürk Orhun yazıtlarındaki harfleri?… Ve kaç kişi Türk kadını Arap’la karşılaşmadan öncesinde başı açıktı be hey İngiliz neferi der ki ?…
Ve Osmanlı’yı özlemek, aramak üzerine sorular soran bir Galli’ye; Osmanlı demek Arap demek değil ki… Arap Osmanlı’nın bir tebası idi. Nasıl ki siz Galliler, İrlandalılar, İskoçlar İngilizler’in tebasısınız ya aynı sizler gibi… Acaba kaç kişi der ki?… Acaba kaç Tarihçi yazar ki Osmanlı’nın yüzü hep Batı’ya dönüktü diye?…
Tebaa demişken ki Türkçesi uyruk… Yine Osmanlı’nın uyruğundan olan Yunan; bugün yoğurdunu, kahveni, kebabını, lokumunu, Türküleri’ni ve Kavala kurabiyeni iç etmeğe kalkışıyorsa… Burnunun ucundaki adalarında mangal partileri düzenliyorsa… Ege denizini kendi denizi belliyorsa…
Hiç ülkeyi yönetenleri, yaklaşık 20 yıldır ülkeye egemen olanları eleştirmeyin, suçlamayın. Yanlışı kendinizde arayın !… Çünkü siz “ülkem bana değer vermiyor” diyerek yaşarsanız, “ülkenize değer vermenin önceliği” düşüncesinde olmazsanız. Bilmelisiniz ki sizin olan hiç bir şey kalmaz bu ülkede !…
Son yılların önemli gündemi “naylon torba çevreciliği” ve “naylon torba gelirleri ile gerçekleşecek yatırımlar” üzerinden yapılan kalkınma planları…
Kuşkusuz petrol yan ürünlerinden ve 1960’larda ülkemize giren NAYLON; çevre için gerçekten de tam bir baş belası… Ne toprak, ne su; yüzlerce yıl geçse de yok edemiyor şu naylonu…
Ama kirlilik yalnızca doğal çevrede mi?… Toplumsal yaşamda yaşanan kirlilikten ne haber?… Özellikle de siyasette yaşanan kirlilik… 500 yıl geçince naylon bile yok oluyor ama Plato’nun DEVLET’inden bugüne binlerce yıl geçmesine karşın, siyasette yaşanan kirlilik bir türlü arındırılmıyor.
Örneğin; siyasette kirlilik olmasaydı… Eğer muhalefet partileri; güçlü bir muhalefet yapsaydı… Yazan, çizen, sanal kamusal alanda gezen; kurduğu bir tek tümce nedeniyle TCK 299’dan yargılanır mıydı?…
Çünkü muhalefet susuyor. O sustukça, muhalefet partileri işlevlerini yerine getirmeyince… Halk “onlara da, kendisine yaşatılanlara da” öfkesini kusuyor. TBMM’de olanlar; kameraların karşısında rol kesiyor. Bütün dertleri, tasaları, çabaları maaşlarına yapmak zam… Ülkede kalmış mı, kalmamış mı demokrasi, hukuk, adalet, nizam, intizam hiç birinin derdi değil. Kameraların karşısında Karagöz-Hacivat atışmalarıyla muhalefet yaptığını sanan heyecanlı “eczacı” bir gözlüklü adam… Sonuç; elde var sıfıra, sıfır. Bu durumda diyebilir miyiz acaba; muhalefet yeterince ülkemize değer vermiyor?…

Şu ülkemizde yaşadığımız ya da bizlere yaşatılan ne menem demokrasiymiş be!…
Biri “ileri” diyor, öyle ileri gidiyor ki koşup yakalayamıyoruz.
Diğeri de “sosyal” demokrasi diyor; toplumsal olanı, ne de halkı hiiiiç umursamıyor.
Ve seçim sandıkları getiriliyor seçmenin önüne… Onca aday… Boşa giden umutlar, emekler ve paralar… Halkın sesine kulak vermeyenler, ülkesine ve ulusuna hiç değer vermeyenler; seçildikçe, bu ülkede halk daha çok bekler demokrasi gelecek diye…

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.