24 Mart 2023 Cuma
İBRAHİM FAİK BAYAV
Tevbe Suresi’nin 17’nci ayetinde, müşrik kişilerin Mescidi’l-haram’da hizmet etmelerinin uygun olmadığı bildirilmişti. Tevhid inancını benimseyenler ve Hz. Muhammed’e tabi olanlar, hükmü yeterince anlayamamış olacaklar ki, 28’nci ayette bildirim daha sert duyuruldu: ”Müşrikler ancak necestir”. Ayetteki kelime şu: ”innemâ el-müşrikûne necesün”.
”innemâ el-müşrikûne necesün” kelimesini mealciler ”müşrikler ancak pisliktir” şeklinde Türkçe’ye çevirmişler. Cumhuriyet devri müfessiri Hamdi Yazır bile ”pisliktir” demiş. Demiş ama, tefsirinde, ”kendileri aynen ve bizzat pislik değilse de öyle denecek kadar pisliğe bulanmış ve batmış olan kimselerdir” açıklamasını yapmış.
Neces sözcüğü Diyanet’in eski mealinde ‘pistir’ şeklinde Türkçeye çevrilmiş.
‘Pislik’ ile ‘pisliğe batmışlık’ arasında fark vardır. ‘Pistir’, pislik bulaşmıştır, demektir. Temizlenme ihtimali yoksa, her yönden reddiye anlamında ‘pisliğe batmış’ denebilir.
Pislik, ortadan kaldırılmayı gerektirir; ‘pisliğe batmış olan’ ise temizlenmeyi…
‘Necesün’ نَجَسٌ sözcüğü, Arapça Türkçe lügatte fiziki pislik olarak gösteriliyor. Fakat, fiile dönüştüğünde, tabiatı kötü, ahlakı çirkin anlamında mecaz oluyor. Zaten Hamdi Yazır da tefsirinde, ”felâ yakrabuu el-mescide’l-haram” ifadesi ışığında ‘neces’ sözcüğünün mübalağa siğasında kullanıldığını ve belagat içerdiğini belirtiyor. Öyle ya… Pislik ortadan kaldırılmayı gerektirdiğinden, neces olan müşriklerin, insanların bulunduğu her alandan kaldırılması ve imha edilmesi gerekirdi. Halbuki öyle bir emir yok. Demek ki, ayet, ‘neces’ sözcüğünü mübalağa sanatı içinde kullanıp müşrik kişilerin değerini göstermiş.
Soru şu: Müşriklerin bulaştığı pislik nasıl pisliktir?
Yirmi üçüncü ayette, İman etmiş, yani Hz. Muhammed’in kurduğu sisteme inanmış kişilere, eğer yakınları küfrü imana tercih ediyorlarsa onlardan uzak durulması emri verilmişti. Müşriklerin yaşamlarına bulaştığı belirtilen pislik bu küfr pisliği idi. Bu pislik, hakkı benimsememeyi, haklıya hakkını vermemeyi, fertlerin özgürlüğünü engellemeyi, para ve mal hırsı göstermeyi, sahipsiz gördükleri kadınları geneleve kapatmayı, fuhuşhaneyle ve kumarhaneyle ilişkili olmayı içeriyordu. Halbuki toplumun selameti bu davranışlardan ve uygulamalardan vazgeçilmesini gerektiriyordu. İşte ‘müşrik’ adıyla anılanlar, bu davranışlarından vazgeçemedikleri için ‘neces’ hükmünü almışlardı.
Soru: Müşriklerin Mescidi’l-haram’dan uzak tutulmaları, küfr vasıflarından uzak olan müminler arasında nasıl sonuç getiriyordu?
Tevbe Suresi’nin 28’nci ayetinin içinde, ”Ve in hıftüm ayleten, fe sevfe yuğnikümü allahü min fazlihi in şâe” ifadesi var. Yani, yoksulluğa düşmekten çekinirseniz, Allah diler, sizi fazlından zenginleştirir. Demek ki, müşriklerin uzak tutulması, İslam toplumunda ekonomik zorluk meydana getiriyordu. Çünkü ticaret genellikle müşriklerin uhdesinde olduğu gibi parayı kullanmayı da onlar iyi beceriyorladı. Müslim fertlerin, müşriklerle ilişkisinin kesilmesiyle, muhtaçlık endişesine düşmeleri normaldi. Lakin Allah’tan gelen ve gelecek hükümlere inanmışlardı; ayetteki Allah sizi zenginleştirecek anlamındaki ”Fe sevfe yuğnikümüllahe” kelimesini kendilerine müjde bilip rahatladılar; umut ile geleceğe bakıp hayatlarına devem ettiler. Tabi, Hz. Muhammed’in vefat ettiği güne kadar.
İBRAHİM FAİK BAYAV
Medine ve mekke’de İslam Dini’nin (sisteminin) işletime girmesinden sonra ‘mümin’ sıfatını almış tüm fertlere Tevbe Suresi’nin 23’ncü ayetiyle yakıcı uyarı geliyor: ”Babalarınızı ve kardeşlerinizi, eğer küfür ortamına hoşnutlukları varsa, evliya edinmeyin. Ayet ifadesi şu: ”La tettehızü abaeküm ve ihvaneküm evliyae in-istehabbü el-küfre ala el-imani”.
Kişinin babasını, dedesini veya kardeşini sevmekten, onunla ilgilenmekten, daha normal bir şey olamaz. Fakat bozuk sosyal yaşamdan çıkıldığında, bozuk sosyal yaşama dönme özlemi olanlara aynı sevgiyi devam ettirmek, İslamlık ortamında normal görülmüyor. Zaten hicret ile, akrabalar ve kardeşler arasında müslim-kafir ayrışması oluşmuştu. İslamlaşma sonrasında, müslimler arasında oluşan maddi sıkıntılar, bir kısmının zihnine, ‘acaba’ sorusunu getiriyordu.
Hz. Muhammed’e ittiba edenler, -iman etmişler ise- uyarıyı dikkate alacaklar, ayette belirtilen kural üzerinde hareket edeceklerdir.
Ya bu kural üzerinde hareket etmeyenler olursa?..
Cevap: Öyle kişiler, ”Fe ülaike, hümü‘z-zalimun” ifadesiyle kötü sıfatı almış oluyorlar.
‘İn-istehabbü el-küfre ala el-imani’ kelimesindeki ‘küfr’ كُفْرَ sözcüğü, hukukla ilgili terimdir. Fertlerin, grupların hakları kurallarla belirlendiğinden, İslam dairesine girmiş ya da bir şekilde o dairede kalmış müşriklere bu durum zor gelecektir. Hukuksuzluk (küfr) hukuka tercih edilebilecektir.
Küfre istihbab etmek, toplum düzeni için konmuş kurallardan ve kurallarla ilgili hükümlerden kurtulmak istemektir. Bu durum, İslam olmuş lakin iman kazanamamış kimselerde görülmektedir. ”Ey iman edenler” çağrısına muhatap olanlar, İslam düzeninin kendilerine mutlaka hayır getireceğine inanan kimselerdir. Eğer içlerinden, babalarını ve kardeşlerini ‘veli’ edinenler çıkarsa, o kimseler, ayet sonundaki ‘zalimun’ sıfatıyla anılacaklardır.
Zalimun: ظَلِمونَ Bu sözcük, Türkçe’de sık kullandığımız ‘zalim’ sıfatının çoğuludur. Bu sıfat, para ve silah gücüne dayanarak, fertlerin ve toplumların haklarını zorla gasp edenlere layık görülür. Bu sıfatı alanlar merhametsiz ve gaddardırlar. İman etmiş kişilere, babalarınızı ve kardeşlerinizi evliya edinmeyin emri, istemeseler bile onları bir zaman sonra gaddarların ve merhametsizlerin safına iteceğindendir. Yani, mümin kişilerin babaları, kardeşleri, küfre, yani kukuksuzlara taraftar ise, onlarla yakınlık kurulması, bir zaman sonra mümin kişileri de o tarafa çekecektir; imansız edecektir.
Tevbe Suresi’nin 24’ncü ayetinde, İslam sisteminin devamlılığı için yapılması gereken cihad dikkate veriliyor: ”Cihadi fi sebilihi”.
‘Cihad’ terimi, bazı meallerde ‘savaş’ şeklinde tercüme edilmiş. Bazı meallerde ise ‘cihad’ teriminin Türkçe karşılığı verilmemiş; ‘cihad’ terimi aynen ‘cihad’ olarak bırakılmış. ‘Cihad’ teriminin açıklanması gerekiyor:
‘Cihad: جِهادٍ Bu sözcük Arapça ‘cehüden’ veya ‘ceheden’ fiil mastarından türemiş mana ismidir. Savaş anlamında kullanılacaksa, mecaz olur. Fakat, ayette kullanılış biçimi mecaz olmasına imkan vermiyor; muhkem kalıyor. O zaman anlamı, zor şartlarda kalınsa bile, toplum selameti için gayret etmek, demek oluyor. Hukuk kurallarının işletilmesi için ısrarcı olmak demek oluyor. Israrcı olmak ise imanın en belirgin işaretidir. ‘Sabır’ dediğimiz olay ortaya çıkıyor.
Hz. Muhammed’e tabi olanların içinde bu tamamen mümkün olabilmiş mi?
Olamadığı 24’ncü ayetten anlaşılıyor. 23’ncü ayette, Allah, iman etmiş kişileri ”Ya eyyühellezine amenü” ifadesiyle muhatap alırken… onlara uyarısını resmen bildirirken… 24’cü ayette ‘küfr’ tarafına meyil gösterenleri muhatap almıyor. Uyarıyı Hz. Muhammed tarafından iletiyor ve Allah tarafından gelecek azabı beklemeleri isteniyor. Burada o kişilerin ”küfr ortamına’ meyil göstermelerinin sebebi, geçmişte fuhuş kumar, kölecilik sektörünün mensupları ve onların yandaşları olmalarıdır. ”Kavme’l-fasikıın” قَوْمَ الْفاسِقينَ (fasıklar topluluğu) şeklinde anılırlar.
İBRAHİM FAİK BAYAV
Medine ve Mekke toplumlarının Hz. Muhammed’in yönetiminde İslamlaşmasından sonra, sosyal yaşamda kimlere, ne yükümlülük gerektiği Tevbe Suresi’nin 17’nci ayetinde belirtiliyor. Ayetin kelimelerine bakalım:
Birinci kelime: ”Ma kane li’l-müşrikine en yamuru mesacide Allahü”. Yani, Allah’ın mescidlerine hizmet etmek müşrikler için uygun değil.
Bu hüküm, Mekkeli müşriklerle olan mukatelenin bitirilip, sulh ortamının oluşmasından sonradır. Kurallar oluşturulmasıyla insanlar yaşamlarını devam ettirecek faaliyette bulunacaklardır. Faaliyet genellikle ticaret ve hizmet alanındadır. Yedinci ayetteki ”Allah müttakııleri sever” hükmü duyulduğundan, sevilmeye layık davranışlar yapılagelecektir. Bazı kimseler müslüman olmuşlarsa da ‘müşrik’ tavırları üzerlerinden henüz atamamış olanlar, Mescidi’l-haram içinde bir çeşit hizmette bulunmaya başlamışlar. Halbuki o yer, müşriklere yasaklandığı için Mescidi’l-haram ismini almıştı. O yasaklamadan sonra, belki, itirazlar başgöstermiştir. Yasaklama gerekçesi, bu ayet ile belirginleşir. Anlaşılıyor ki, başka alanda faaliyet göstermeleri yasak değil.
Olayın arka planını anlayabilmemiz için sözcükleri irdelememiz gerekiyor.
Yamuru يَعْمُروا: Bu sözcük, bulunulan andaki hareketi tanımlar. Fiil, ‘hizmetlilik’ anlamı veren ‘fealetün’ masdarından oluşur. Kişi benimsediği bir işi meslek edinmiştir. O meslek, toplumun toplandığı ve birleştiği alanda fertlerin rahatlığını sağlar.
Mesacid مَساجِدَ: Türkçe’de hayatımızın her alanında kullandığımız ‘mescid’ isminin çoğuludur. Evde, işyerinde, fabrikada veya açık alanda namaz kılınan, secde edilen yer olarak bilinir. Mescidi’l-haram, sadece belli bir yer için kullanılıyorken, on yedinci ayetteki çoğul ‘mesacid’ ismi, mescidi’l-haram gibi müslimlerin toplandığı her yeri tanımlar. Bu alanlarda da müşrik bilinenlerin, -müşrik sıfatını henüz üzerlerinden atamamış olanların- hizmet edemeyeceklerini belirtir. ”Mesacide Allahü” tamlaması, Allah’ın mescidleri yani Allah için toplanılan alanlar anlamında olur.
Soru: Mescidler neden müşriklerin hizmet etmesi için uygun değildir?
Cevap ayetin devamındadır: ”Şahidine ala enfüsihim bil küfri”. Yani, müslüman olmuş o kimselerin küfür (hukuksuzluk) meyilli oldukları farkediliyor. Şahidin tanımlaması, hizmette yasaklanan müşriklerin, yasaklanma sebebini bildikleri içindir.
Peki o kimselerin ‘küfür’ meyilli oldukları nasıl fark ediliyor?
Cevap: Ondokuzuncu ayette bahsedilen olaydan ve yirminci ayette olması gereken faaliyetten.
Mekke ve Medine toplumlarının İslamlaşmasından sonra, bilenlere ve gücü yetenlere önemli görev MÜCAHEDE oluyor. Mücahede fikren olursa da, bu, her bireyin yapabileceği bir şey değil. Yapabilecekler için ortaya getirebilecekleri mal ve candır. Mal ise herkesde yok. Malı olanların yapabileceği ise can ortaya koyanları desteklemektir. Bu yükümlülükten kaçanlar, tavırlarında mescid hizmeti görülse de, ağızlarında zikir ve şükür sözcükleri dökülse de, küfür meyilli olduklarını belli ediyorlar. Ayet ile, sert değil, yumuşakça, onların mescid hizmetlerinin işe yaramayacağı deklare ediliyor.
Habitat amalehüm حَبِطَتْ اَعْمالَهُمْ: Bu kelime, müşrik sıfatını üzerlerinden atamamış o kimselerin yaptıkları hizmetin boş ve geçersiz olduğunu belirtiyor. Ama sadece o değil: Amaçlarının, bozma, fırsat yakaladıklarında ortalığı karıştırma olduğu da ima ediliyor. Niyetleri hala eski yaşam tarzındadır.
Günümüzde ‘mesacid’ terimi, toplumun ya da ülkenin hayrı için toplanılan her alanı içine alır.
Nasıl olur bu?
Mescidi’l-haram, Mekke’de geniş toplanma alanı idi. Rabbe şükür hareketleri gösteriliyorsa da, hakkı, hak olanı zikretme, duyurma olayı da gerçekleşiyordu. Fertlere öğretme, öğretilenleri uygulatma olayı da mescidlerde gerçekleşiyordu. Hz. Muhammed’in son demindeki Arafat ve Mina bölgeleri, Mescidi’l-haramdan sonra iki ayrı mescid olmuştur.
Sonraki zamanlarda, yapılaşma başlamış. Hayır için toplanılan yerler (mescidler) o yapıların içinde kalıp cami adını almış. Günümüzde, hayır için oluşturulan her yer, -cami olsun veya olmasın- hakkın ve hakikatin duyurulduğu her alan mescid hükmündedir.
Tevbe Suresi’nin 11’nci aytinde deniyor ki; ”Tövbe ettiklerinde… salatı devam ettirdiklerinde… ve zekatı getirdiklerinde… artık onlar dinde kardeşlerinizdir”
Kimler tövbe ettiklerinde?..
Cevap: Medinelilerle muahede yapan Mekke müşrikleri. Halbuki Mekke müşrikleri, 10’ncu ayette, üstün geldiklerinde müminler hakkında kural tanımazlar şeklinde tanımlanmışlardı. Demek ki o zamanki müşriklerin tövbe edebilmeleri, hukuka uyabilmeleri ihtimali var. Salatı devam ettirebilirlerse, yani konmuş kurallara uyabilirlerse… devlet olmuş Medine’nin yönetimine varlıklarından zekat olarak belirlenen miktarı getirebilirlerse, din hükmünce, Medinelilerle kardeş kabul ediliyorlar.
Dikkat edilirse, ayetlerde, müşriklerin iman etmişliğinden bahsedilmiyor.
Tövbe etmeleri demek, müşriklerin, ölmemek ve yıpranmamak için Medinelilerin muahedesine uymamalarının pişmanlık göstermeleri demektir.
Salata devamlılık gösterebilirlerse demek, bu, muahede hükümlerine uyma sözünü tekrar vermeleri demektir.
Müşrikler, Hz. Muhammed başkanlığında devlet olmuş Medinelilerle ‘din’ konusunda kardeş olacaklarsa, ‘din’ teriminin ne olduğunun anlaşılması lazım.
Din: دين Bu sözcük, Arapça lügatte hal, aadet ve davranış belirten isim olarak gösteriliyor. Medine devleti için kullanıldığında İslam Dini anlamında oluyor. Yani orada oluşan aadetler ve davranışlar. Medine devletinde, sosyal yaşam için Hz. Muhammed riyasetinde konmuş kurallar ve yasaklar ‘din’ teriminin çerçevesi içinde kalıyor. Bu sözcükten oluşan ‘dinen’ دينً mastarı, Toplum fertlerinin, kurallara ve kurallardan oluşan hükümlere boyun eğme hareketini yaptırır. Mekkeli müşriklerin salatı devam ettirmeleri şeklinde ifade, Medineli toplum bireyleri gibi, kurallara ve hükümlere itaat edecekleri anlamını verir.
Günümüzde ‘din’ teriminin karşılığı sistemdir. Sistemi belirleyen ise ANAYASAdır.
Anayasaya ve anayasa çerçevesinde gerekli görülüp çıkarılan yasalara uymayı kabul eden her fert, sistem (din) yönünden birbirinin (mecazen) kardeşi olur. Türkiye’de ‘kardeş’ sıfatı yerine ‘vatandaş’ sıfatı uygun görülmüştür. Sisteme uymayı kabul etmeyenler, başka ülkelerde yaşam arıyorlar; oralarda mülk ediniyorlar.
Tevbe Suresi’nin 12’nci ayetinde din muhalifliğine dikkat çekiliyor: İfade şu: ”Ve in nekesü eymanehüm min badi ahdihim ve taanü fi diniküm”. Yani, eğer verdikleri sözden sonra dininize ((sisteminize) taraftarlıklıklarını iptal ederlerse… ya da dininizde (sisteminizde) kusur bulup itiraz ederlerse…
Ayetteki ihtimal belirten olay, Hz. Muhammed’in riyasetindeki devrede görülmediyse de O’nun vefatından sonra gelenlerin devrinde gerçekleşmiş. Hz. Ebubekir, dinin bazı hükümlerinden hoşlanmayanların üzerine ordu kurarak yürümüş. Çünkü, ayetin devamında ”Fe katilü eimmete’l-küfri” talimatı var. Önceki yazımızda, müşriklerin İslam olabilecekleri lakin iman edip etmeyeceklerinin bilinemeyeceği belirtilmişti. Bu olay, fertlerin, kural oluşturuculara güven bildirmeden (iman etmeden) İslam olmuşluğunun anlamsızlığını gösteriyor.
Soru: Günümüzde modern dünyanın fehmine göre oluşmuş dini ya da sistemi, kusurlu görüp itiraz etmek savaşmanın (mukatelenin) gerekçesi olabilir mi?
Olmaz… Çünkü günümüzde buna ”fikir beyan etme” denir. Ancak, o zamanın Mekke’sinde müşrikler cehalet girdabındaydı. Fuhuş ve kölecilik sektörü, bir inanç uygulaması bilindiğinden, bu uygulamayı kaldıracak fikirlere, baskı, işkence ve öldürme ile karşılık veriyorlardı. İslam sistemine yapılan itiraz, bu inanç uygulamasını geri getirme amacını taşıyor ve silahların konuşturulacağı anlamını veriyordu.
Ayetteki ‘Küfri’ كُفْرِ sözcüğü hukukla ilgili terimdir; Mukatele fiil mastarından oluşturulan ‘katilü‘ قاتِلوا emir kipi ise, dine (sisteme) itirazcıların savaş hazırlığında olduğunu ima eder. Kur’an ayetinin hedefi, toplumda ya da ülkede savaşın değil İSLAMLIĞIN yerleşmesidir. Onun için, ”leallehüm yentehün” لَعَلَّهُمْ يَنْتَهونَ ifadesiyle, din (sistem) itirazcılarına, oluşturulmuş sisteme itirazdan vazgeçmeleri için açık kapı bırakır.
İbrahim Faik Bayav
(20.01.2023 09:25)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Tevbe Suresi’nin yedinci ayetinde, Medine’deki Hz. Muhammed’in ve sahabilerinin, müşriklerle olan muahedesinde, müşriklerin ahid metni yazamayacakları belirtilmişti. Sebebi, onların cahil olmaları idi. Demek ki Medinelileriç iinde ilim edinenler ve neyin ne olduğunu bilenler vardı. Hakkı gözetmek, hukuka önem vermek vardı. Mekkeli müşriklerin savaşta Medinelilere üstün gelmeleri halinde ne olacağı sekizinci ayette ”İn yezherû aleyküm lâ yerkubû fi küm” ifadesiyle belirtiliyor. Yani, size üstünlükleri görünürse, kural tanımazlar.
Günümüzde, cahil gruplara karşı ilim edinmenin önemi, ayetteki bu uyarıdan anlaşılabilir. Osmanlı’nın yıkılış sürecinin sebebi, hak nedir bilmeyenlerin, hukuktan anlamayanların yönetimde etkin olmalarıdır. Bir asırlık ömrünü geçmeye çalışan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yönetiminde, Mekke müşriklerin benzerleri gibi, haktan hukuktan anlamayanlar etkin olursa, onlar ülkenin iktisadi, siyasi ve sosyal düzeninin sağlıklı kalmasına imkan vermezler. Osmanlı’nın çöküşü benzeri çöküşü Türkiye’ye hazırlarlar.
Müşrikleri tanımlayan ”kural tanımazlar” anlamını ayetteki ”la yerkubû fıküm”
فيكُمْ يَرقُبوا لا kelimesinden çıkardık.
‘Rakabe’ رَقَبَ fiili, bir şeyi koruyup muhafaza etmek için kullanılıyor. Korunması gerekenler, toplum ya da ülke düzeni için konmuş kurallardır; kuralları belirten yasalardır. ‘Rakabe’ fiili, göz önüne alma ve sakınma hareketini de belirtiyor. Sakınma; konmuş kuralların dışına çıkmamadır. Göz önüne alma ise, kural dışına çıkmanın sonucunu düşünmedir. Bu kelimeden anlaşılan şu: Müşrikler, düşünme melekelerini işletemiyorlardı. Günümüzün hak gaspedicileri de aynen onlar gibi düşünce melekelerini işletmekten acizdirler. Yapabildikleri şey, ayetteki ”ekserehüm fâsikuun” kelimesinde belirtilendir.
‘Fasikuun’ فاسِقونَ kelimesi, o zamanın Mekke’sinde, fuhuş ve kölecilik sektöründe yer tutanları ve yer tutanlara yandaş olanları tanımlar. Günümüz dünyasında da aynı tipler ‘fasikuun’ şümulüne girerler. O zamanda onlara ‘müşrik’ denmiş. Başka ktü sektrlerin de oluşturulduğu bu zamanda başka adlar verilebilir.
Tevbe Suresi’nin sekizinci ayetindeki ”İn yezherû aleyküm lâ yerkubû fi küm”. ifadesi, günümüzün hak ve hakikat ehline mesaj verir:
a) Hukuk dışı uygulamayla hak gasp edenlere karşı, hukuk kurallarını belirleyiniz.
b) Hukukun oluşturulabilmesi için, ilime, bilmeye, öğrenmeye önem veriniz.
c) İlimle ortaya çıkarılacak hükümlere, toplum fertlerinin ve kurumların uymasını sağlayınız.
d) Hukuktan anlamayanların yönetime gelmelerine zemin hazırlamayınız.
Tevbe Suresi’nin dokuzuncu ayetinde, müşrik vasfıyla anılanların, Allah’ın ayetlerine karşılık az bir değer satın aldıkları belirtiliyor. Bunun anlamı, müşriklerin, kendi çıkarlarını, toplum refahının ya da ülke düzeninin üzerinde görmeleridir. Ya da şöyle diyelim; kendi çıkarlarını toplum refahının ya da ülke düzeninin üzerinde görenler, Hz. Muhammed’i ve ona inananları yurdundan kaçırtan Mekke müşriklerinin aynılarıdır. Böyle bir durum, toplumun ya da ülkenin çöküş safhasına girdiğinin işaretidir. Ayet içinde bu işareti veren ”Fe saddû an sebilihi” فَصَدُّا عَنْ سَبيلَهِ kelimesidir. Yani, onlar… yani fasıklar, insanları O’nun (Allah’ın) yolundan saptırırlar.
Burada ”onun yolu” ifadesi, toplum düzeni için konmuş kuralları, çıkarılmış yasaları belirtir. Çıkarılmış yasaların içinde yasaklar belirlenmiştir. Yükümlülükler de açıklanmıştır. İlerideki zamanlarda… belki ilerideki yüzyıllarda, bir ülkeyi düzenli tutacak her uygulama veya yasaklama, ”onun yolu” سَبيلَهِ olarak tanımlanabilir.
Tevbe Suresi’nin 10’cu ayeti şu: ”La yerkubüne fi müminin illen ve lazimeten”; ”Ve ülaike hümül mutedün”
Bu ayette ”la yerkubun” لآيَرْقُبون kelimesi, hukuku kabul etmeyenleri belirtirken, ”fi müminin” في مُءمِنٍ kelimesi, yasayla konmuş veya konacak kurallara -doğruluğuna inananarak- uyanları belirtiyor. ”hümül mutedün” هُمُ الْمُعْتَدونَ kelimesi ise hukuktan anlamayanlar yönetime gelirlerse, fertleri ve kurumları kural dışına zorlayayıp ülke düzenini bozacaklarının uyarısını yapıyor.
Tabi, toplum ya da ülke, konmuş kurallar ile İslam düzenine girmiş ise…
İbrahim Faik Bayav
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.