İBRAHİM FAİK BAYAV

İBRAHİM FAİK BAYAV

15 Nisan 2024 Pazartesi

Araf Suresi 43: Birinci Bölüm: Cennetin Bir Çeşit Tasviri 

Araf Suresi 43: Birinci Bölüm: Cennetin Bir Çeşit Tasviri 
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 40’ncu ayetinde CENNET adı verilen yer dikkate verildi. Oraya kimlerin gireceği veya giremeyeceği belirtildi. 43’ncü ayette, Hz. Muhammed’in zamanındaki topluma, cenetin nasıl bir yer olduğunun bilgisi veriliyor.  Bakalım:

Araf Suresi 43: Birinci cümle:

”Ve nezeana ma fi sudurihim min ğıllin, tecri min tahtihim el-enharu”. Yani…?

Yanisi şu:

Görülmeyen cennetten bahsedildiğinden, günümüzdeki mealcilerin çevirileri farklı olmuş. Sadece Diyanet’in iki farklı çevirisine bakalım:

Diyanet, Kur’an Yolu meali: ”(Cennette) onların altından ırmaklar akarken kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız”.

Diyanet İşleri, yeni meal: ”Biz onların kalplerinde kin namına ne varsa söküp attık. Altlarından da ırmaklar akar”.

Diyanet’in, ayet cümlesini Türkçeye çevirme şekline bakılınca, şu sorulur:

a) Irmaklar, onların (yani cennete girenlerin) altında mı akıyor?.. Cennetin altında mı akıyor.

b) Onların kalplerindeki kin, cennete girdikten sonra mı çıkarlıp atılıyor?.. Yoksa cennete girmeden önce çıkarılıp atılmış mı olacak?

Biz, anlatılanı anlayabilmek için ayet cümlesinin kelimelerini irdeleyelim:

ğıllin’: غِللٍّ Bu sözcüğün karşılığı, lügatte, ‘düşmanlık’ ve ‘gizli kin’ olarak gösterilmiş. ‘ğıllin’, bu anlamda kabul edilirse, ‘ğalilen’  fiil mastarından türediği kabul edilmiş olur. Nasıl bir kin ve düşmanlıktır bu? ‘Ğalilen’ غَلِلًا fiil mastarı, hilelik ve sahtekarlık hareketini yaptırıyor. Kalbinde hile ve sahtekarlık anlamındaki kin ve düşmanlık olan kimselerin cennete girmesi, girebilmişse orada kalabilmesi nasıl mümkün olur?

‘Ğıllin’ sözcüğü, cennete girenler için kullanılacaksa, bu sözcüğün çok şiddetli susamak durumunu belirten ‘ğullen’ ve ‘ğulleten’ fiil mastarıyla ilişkili olduğu anlaşılmalıdır. Devam edelim:

‘sudur’: صُدورِ Bu sözcük ‘Sadr’ sözcüğünün çoğuludur. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı, lügatte, ‘göğüs’ olarak belirtilmiş. Peki ‘göğüs’ ne?.. İnsanın gövdesinin, (hayvanların da…) içinde kallp ve akciğerlerin bulunduğu ön kısımı. Sorulur: ‘Kin’ ve ‘düşmanlık’ denen şey kalpte mi, ciğerlerde mi? Mealciler ”kalpte” demişler. ”Gönülde” diyenler de olmuş.

Sadr, صَدْرِ ‘vukubulmak anlamındaki ‘suduren’ صُدورًا fiil mastarıyla ilişkilidir. Bu sebeple ‘sadr’ sözcüğü, her şeyin önü ve başlangıcı için isim oluyor. Mesela; cennet oluşumunun başlangıcı.

”Ve nezeana ma fi sudurihim min ğıllin” ifadesi, ‘Ashabü’ül-cennet’ şeklinde tanımlanan kişilerde, hile ve sahtekarlık olmadığını belirtir. İman etmişlerdir, her kötü hasleti bırakmışlardır. Bölgeyi ya da ülkeyi düzenleme ve geliştirme olayının başlangıcında, ‘ğıll’ denen kötü hasletin insanlarda olmaması gerekiyor. Günümüz Türkiye’sinde hile ve entrika ile iktidara gelen parti mensupları, ülkeyi geliştirme çabası gösteriyorsa da, yaptıkları iyi eyler, içlerindeki ‘ğıll’ sebebiyle, bir zaman sonra bozuluyor, çöküyor ve insanlara acıyı yaşatıyor. Cennet ülke cehennem ülkesine dönüşüyor.

”tecri min tahtihim el-enharu” ifadesi, Bir yerde, veya bir beldede sıvı hareketini tanımlar. Hatta sıvıdan da öte… Suyun ‘enerji’ olarak kullanıldığı hatırlansın. Bu hareket, cennette yaşam süren insanların bulundukları yerin altındadır.

Hz. Muhammed’in bulunduğu zamanda ve ortamda, su ihtiyacı, derin kazılmış kuyudan karşılanırdı. Cennet denen yerde çeşitli akıntıların nasıl olacağı hayal bile edilemezdi. ‘Tahtında’ (altında) مِنْ تَحْتِهِمْ zarf ifadesi, enharın, konumlanan yerin aşağısında şeklinde anlaşılıyordu. Ayet ifadesinin anlattığı ise, ”bizzat altında… altlarında”.

‘Nehr’; نَهْرٌ bir ülke içindeki ‘Dicle’ ve ‘Fırat’ gibi nehirlere verilmiş ad olarak biliniyor. Halbuki ‘nehere’ نهَرَ fiili, suyun yada sıvının ya da başka şeyin (Mesela elektriğin) bir yerden hızlı geçiş herkertini belirtir. ‘Enhar’, اَلاَنْهارُ böyle hareketin üç adetten fazlası için çoğul isimdir. Yaşadığımız zamanda, bulunduğumuz yerin altından akarak geçen su var… Hem soğuğu var, hem sıcağı var. Doğalgaz var… Elektrik var. İnternet var. Yüksek katlı binaların her katında her dairede yaşayanların altında ayrı geçiyor.

Devamını Oku

Araf Suresi 42: Ashabü’l-Cennet Kimlerdir? Devamlılık Nasıl Olur?

Araf Suresi 42: Ashabü’l-Cennet Kimlerdir? Devamlılık Nasıl Olur?
1

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Önceki ayetlerde, toplum düzeni için hükümler bildiren ayetleri ret edenler konu edildi. Ve onların akıbetleri belirtildi, Araf Suresi’nin 42’nci ayetinde, hükümleri ret etmeyen, bilakis kabul edenler ve onların akıbetleri konu ediliyor. Bu kimseler ASHABÜ’L-CENNET iltifatına mazhar oluyorlar.

Mazhariyet, yüksek bir değer ifade ediyor. Ayetin birinci cümlesine bakalım:

”Vellezine amenü ve amilü‘s-salihati; la nükellifu nefsen illa vüs’aha”. Bu cümleyi, tüm mealciler, ”iman eden ve salih amel işleyen kimselere güçlerinin üzerinde sorumluluk yüklenmez” şeklinde Türkçeye çevirmişler. Çünkü Arapça lügatte ‘vüs’a’ sözcüğünün karşılığı, ‘takat’ ve ‘kuvvet’ olarak gösterilmiş. Bu karşılık sebebiyle ‘la nükellifu nefsen illa vüs’aha’ ifadesinden ”onlara güçlerinin üzerinde sorumluluk yüklenmez” anlamı çıkarılıyor.

Öyleyse, toplum ve ülke genelinde teklif etme makamında olan insanlar, teklif alacak fertlere güçlerinin üzerinde herhangi bir iş teklifinde bulunmayacaklardır. Altından kalkamayacakları bir makama getirmeyeceklerdir. Müslüman bilinen Türkiye’de öyle oluyor mu?

‘ve-se-a’ ve ‘ve-si-a’ fiilleri, dar olmama ve genişleme-bollaşma hareketini belirtiyor. Bu fiil ile salih amel işleyen fertlerin yaşamında -becerine göre- genişleme ve bollaşma meydana gelecektir. Lügatte gösterilen örnek şu:

وسْعًا اللّهُ اَوْفي رِزْقِهِ Yani, Allah’ın kişinin rızkını genişletmesi.

Arapça Türkçe lügatte ‘Kellefe’ fiili de, birine bir işi zorla yaptırma şeklinde gösterilmiş. Mealciler bu sebeple la nükellifu nefsen” kelimesini fertlere zorla iş yapmaları teklif edilmez anlamında Türkçeye çavirmişler.  Halbuki Arapça ‘teklif’ fiil mastarı, Türkçeye isim olarak geçtiğinde ‘zorla yaptırmak’ anlamında olmuyor. (Ticari kurumlar arasındaki kullanılışa dikkat edilsin)

Benim anladığım şu: Ayetteki ‘la nükellifu nefsen illa vüs’aha’ kelimesi, ferde, hak edişinin dışında ya da altında hakediş layık görülmeyeceğini ima eder.

İnsan olan her fert belli bir yaştan sonra, bir şeyle meşgul olmak zorundadır.

Cümlenin ”Vellezine amenü ve amilü‘s-salihati”: kelimesi ile, o zamanda ve o bölgede Hz. Muhammed’e tabi olan kimseler gösteriliyor. Tabi olanların içinde, ‘amilü’s-salihat’ vasfını alanlar öne çıkarılıyor. Bu vasıftaki kimseler, zaten güçlerine göre sorumluluk almışlardır. Becerilerine göre hareket etmişlerdir. ”Ashabü’l-cennet” iltifatı, onların bulundukları yeri veya bölgeyi cennete çevirebileceklerinin işareti olur. Sonuç, ”la nükellifu nefsen illa vüs’aha” şeklinde kendini gösterir.  Yani, yaşam kaliteleri hak ettiklerinden aşağı olmaz.

Bu hüküm, ileriye dönük her zamanda, her coğrayada, her toplum ferdi için geçerlidir.

‘Amilü‘s-salihati’ عَمِلوا الصَّالِحاتِ kelimesi, hem insanlara hem insanlarla ünsiyet oluşturmuş canlılara yarayacak her tür hareketi tanımlar. Bir toplumun ya da bir ülkenin yaşam standardı olumlu davranışlar ile genişler. Örnek: Tarlayı sürmek, ekmek, sulamak, biçmek Amel-i salihtir.

Zamanımız insanları için düşünüldüğünde…

Tarlayı sürmeyi kolaylaştıracak fikir üretmek, kolaylaştırıcı aletler düşünmek, tasarlamak, proje geliştirmek,  amel-i salihttir.

Projenin uygulanması için finans desteği vermek, fabrika veya atelye kurmak ve işletmek, amel-i salihtir.

Elaman yetiştirmek, amel-i salihtir. (Çıraklık ve stayerlik)

Eleman yetişmesi için okul açmak, açtırmak, eğitim malzemeleri bulmak, yapmak ve yaptırmak, getirmek, kullanmak ve kullandırmak, amel-i salihtir.

Bunlar gibi daha nice faaliyet…

Görülüyor ki, insanların yaşamını cennet yaşamına döndürecek her hareket ve faaliyet, amel-i salih kavramı içinde yer alıyor. Bu durumdan şeytanın veya şeytanların hoşnut olmayacağı da kesin.

Ayetin diğer cümlesi: Ülaike ashabü‘l-cennet. Hüm fiha halidün”. Yani, onlar var ya onlar!.. Onlar, cennet sahipleridirlar. Orada devamlı kalacaklardır.

Evet… Onlar, salih amel işleyen kimselerdir… Lakin, o salih amel işleyen kimseler, becerilerini bir araya getirerek salih amel işleyen kimselerdir.

Ferdin tek başına salih amel işlemesi, yaşamını düzeltse de, düzgün yaşamı kısa zaman içinde bitirir.

Fertlerin salih amelleri birbirlerini desteklediği olanda, bölge cennete çevrilir ve devamlılığı sağlanır. Tohum ekmeyi ve sulamayı bilen, tarlayı sürmeye gücü yetmeyebilir. Ürünü biçmeyi bilen, onu depolamaktan aciz olabilir. Taşıma ve pazarlama da ayrı beceri kategorisidir.

Ayetteki ‘Hüm fiha halidün’ هُمْ فيها خالِدونَ hükmünce, fertlerdeki ihtisas birlikteliği devam ettiği müddetçe cennet yaşamı devam eder.

Devamını Oku

Araf Suresi 40 ve 41: İkinci Bölüm: Deve İğne Deliğinden Geçer mi?

Araf Suresi 40 ve 41: İkinci Bölüm: Deve İğne Deliğinden Geçer mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi 40’ıncı ayetin ikinci cümlesi:

”La tüfettehu lehüm ebvabü‘s-semai ve la yedhulüne el-cennete”.  Yani, ayetleri tekzip eden ve önemsiz görüp uzak duran kimselere göğün kapıları açılmaz, o kimseler cennete giremezler.

İfadeden şu anlaşılıyor: Dünyalık elde etmek hırsıyla, usul, kural tanımayan kişiler, bölgeyi bozup cehenneme çevirdiklerinde, orada yaşayamayacaklarını anlarlar; cennet benzeri sağlam ve düzgün  bölgeler ararlar.

Cennet gibi bir yeri bulduklarında… acaba, buldukları o yeri de cehenneme çevirmeye çalışırlar mı?.. Bilinmez…

Ayet ifadesinden çıkarılan anlam, şu soruyu zihne getirir: Cennet, o anda var mıdır?.. Var ise nerededir?..

Var ise de… bulundukları bölgenin bir yerinde cennet oluşacak ise de… bulundukları yeri bozanların oraya giremeyecekleri bu ifade ile belirtiliyor. Ayet cümlesinin kelimelerini irdeleyelim:

”Tüfettehu: تُفَتَّحُ Bu fiil kelime, doğal ve normal şartlarda açılabilirlik belirtir. ‘La tüfettehu’ لآ تُفَتَّحُ kelimesi, açılabilirlik şartının ortadan kalktığını gösterir.

Olumlu veya olumsuz hiç bir uygulama şart oluşmadan işletilmez.

Ebvabü‘s-semai: اَبْوابُ اَلسَّماءِ  Bu kelime, ‘göğün kapıları’ demektir. Mecaz olarak anlaşılabilir. Lakin bu kelime, bugün, uçakların göğe yükselecekleri havaalanlarını gösterir. Kapıların açılmayacak olması, uçakların havaalanlarından kalkamayacaklarının işareti olabilir. Peki ne olacaktır da uçaklar havaalanlarından kalkamayacaktır? Günümüzde, aşırı sis sebebiyle uçak kalkışına izin verilmiyor. O zaman geldiğinde, sis benzeri çok daha kötü bir olay, göğün kapısının açılmasına imkan vermez. Ayette ‘ğavaş’ kelimesi geçmişti. Ya da ummadıkları bir güç, o kimseleri, kural dışı icra ile bozdukları bölgede zorla tutacaktır. Kimbiliiirr!..

Araf Suresi ayet 40’ın üçüncü cümlesi:

”Hatta yelice el-cemelü fi semmi’l-hıyati”. Yani, küçük oyuklardan büyük nesneler geçebilinceye kadar cennete giremezler.

Mealcilerin  çoğu, ayetteki ‘cemel’ sözcüğünü Türkçeye ‘deve’ anlamında çevirmiş. Ayet cümlesine ”deve iğne deliğinden geçinceye kadar” şeklinde anlam vermişler. Bazı mealciler ‘cemel’ sözcüğünü Türkçeye ‘halat’ şeklinde çevirmiş. Ayetin anlamı, ”halat iğne deliğinden geçinceye kadar” biçiminde olmuş. Hamdi Yazır ise, orijinal mealinde ‘cemel’ sözcüğünü ‘cemel’ olarak bırakmış.

Demek ki Hamdi Yazır, cemel sözcüğünün deve veya halat olabileceğini ayetin icazına uygun bulmamış.

Ayetteki ‘Cemel’ sözcüğü ‘deve’ anlamında bilinirse, ”devenin iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler” ifadesi, ironiye döner. Bu ifade ile cennet arayan kimselerle alay edilmiş olur. Kur’an’ın üslubu ciddiyet dışına çıkmaz. Öyleyse bu ayet cümlesi, o zamanın insanlarının -edib olsalar bile- anlamayacağı bir sır taşıyor.

İleri zamanın insanı olan biz, bu sırrı bulamaz mıyız? Kelimeleri irdeleyelim:

‘Cemel’: اَلْجَمَلُ Bu sözcük, Arapça Türkçe lügatte, ‘deve’ olarak gösteriliyorsa da, bu ad, deveye, iriliğinden, büyüklüğünden, alımlı ve güzel görünümünden verilmiş. Bizde, alımlı, hoş ve güzel bazı kadınlar ‘ güzel’ sözcüğüyle anıldığı gibi… Demek ki CEMEL, ‘bir deve olabildiği gibi… büyüklüğüyle, genişliğiyle, uzunluğuyla güzel ve alımlı görünen her şey olabilir. Fabrikasından yeni çıkmış sıfır otomobil olabilir mesela.

‘Hıyat’: اَلْخِياطِ Bu sözcük lügatte elbise dikme aleti olarak gösterilmiş. Yani iğne veya ona benzeyen şey. ‘Semm’ سَمِّ delik demek olduğundan, ‘Semmi’l-hıyat’ سَمِّ الْخِياطِ kelimesine iğnenin deliği denmiş. Lakin hıyatın işlevi ‘haytan’ خَيْطًا fiil mastarından oluşuyor. Bu mastar, hızlıca gelip geçme hareketi yaptırıp, geçirdiğini bir yerde şerit halinde biriktirir. Mesela, masuradaki ipliğin dikiş makinesi iğnesinden hızlıca geçip bir kumaş üzerinde dizilmesi gibi.

Günümüzde dakikalarca süren güzel bir ses, mikrofonun küçük deliğinden giriyor, bant ya da disk üzerinde diziliyor.

Güzel bir doğa manzarası, kameranın küçük deliğinden geçip filim şeritinde kare kare, ard ardına diziliyor. Doğa manzarasının başka şehirde veya başka ülkede aynı hareketleriyle ortaya çıkması ve izlenmesi mümkün oluyor.

Deve büyüklüğünde meydana getirilmiş nesnelerin küçük delikten geçip bir yerde dizilebilecekleri mümkün olmaz mı acaba?

İbrahim Faik Bayav

(16.03.2024 09:15)

Devamını Oku

Araf Suresi 40 ve 41: Birinci Bölüm: Mücrimler Kimlerdir?

Araf Suresi 40 ve 41: Birinci Bölüm: Mücrimler Kimlerdir?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 40’ncı ayeti ilginç konuya giriyor. İlginç konu ikinci bölümde tevil edilecek.

Araf Suresi 40. Birinci cümle:

”İnne’l-lezine kezzebü bi ayatina ve istekberu anha”. Yani, ayetleri tekzip edenler ve önemsiz görüp ayet uyarısından uzak duranlar…

Bu cümle, otuzyedinci ayette, ashabü’n-nar denen savaş oluşturucuları için kurulmuş. Bu ayette, ‘mücrimler’ için kurulu. Ayetin kelimelerini irdeleyelim:

Mücrimin; اَلْمُجْرِمينَ Türkçe’de kullanılan şekliyle cürüm işleyenler demektir.

Cürüm; Birbiriyle bağlı olan iki şeyin bağlantısını kesme olayıdır. Yünü koyundan kesip ayırmak… meyveyi ağacından çekip ayırmak gibi. Fakat hukuk diline geçtiğinde ‘cürüm’, yasaklanmış hareketi yaparak insanı bulunduğu düzenden, sağlıktan, eğitimden, sanattan, hatta hayattan kesip ayırmak oluyor. ‘Mücrimin’ kelimesi, yasaklanan davranışları gösteren kimseleri tanımlar.

‘Ayatina’ آياتِنا kelimesi, yapılması ve yapılmaması gereken kuralları tanımlar. Kitaplaştırılmış ve kamuya sunulmuştur. En üst merciden alt birimlere kadar herkesin yasaklanmış davranışlardan kaçınması, sorumluluk gerektiren davranışları göstermesi gerekir.

Tekzib,  toplumda ya da ülkede etkin kişilerce, kamuya sunulan ilmi hakikatleri çürütme veya işlevsiz yapma hareketidir. Menfaatperest zihniyet, ilmi hakikat diye bir şey kabul etmez. Dünyalık elde etme hırsı, çevreyi veya bölgeyi bozmayı hedefler. insanların ve diğer canlıların telefi, tekzip hareketinin neticesi olarak ortaya çıkar.

El-lezine kezzebü, اَلَّذينَ كَذَّبوا şeklinde tanımlananlar, kural üzere icra etmeyi ret edenlerdir; Kendilerine engel olunduğunda, engel olanları ya da olmak isteyenleri saf dışına atmayı becerirler. Yönetimdekileri etkilerler; gerekirse, bir yerde terör oluşturup, yönetimdekileri kural işletemez duruma getirirler. Yönetimdekiler, kural dışılığı bilerek onaylarlarsa onların yandaşları olurlar.

Soru: O zaman o şehir veya bölge, nasıl bir yer olur?..

Cevap: Kırkbirinci ayette anlatıldığı gibi olur. Bakalım:

”Lehüm min cehenneme mihadün ve min fevkıhim ğavaşin”. Yani, onlara bulundukları yer cehennemden bir yer olmuştur; üstlerindeki ğavaştan etkilenirler.

Tüm mealler, ‘ğavaş’ sözcüğüne ‘örtü’ ya da ‘cehennem örtüsü’ anlamı vermişler. Bu anlam, mecaz anlam olur; yaşanılan yerin bilinemeyecek kadar kötü olacağını belirtir.

Bir zamanlar İstanbul’da evlerdeki kömür yakıtı sebebiyle hava kirliliği oluşmuştu. Evlerin ve fabrikaların bacalarından çıkan dumanlar, gökyüzünü görünmez yapıyordu. Basık yerleşim alanlarında nefes almak zor idi. Doğalgazın yakıt olarak kullanılmasıyla o devir geçti. Lakin anlayışsızlar yüzünden ormanların villa ve köşk için katledilmesi, tarım alanlarının beton yığınına döndürülmesi, hem susuzluğa hem ısı artışına sebep oluyor.

Günümüzde İKLİM KRİZİ denen şey, dünya gündemini meşgul ediyor. Medeni ülkelerde, kirizin önüne geçmek için kurallar oluşturuluyor, yeryüzünün ve atmosferin korunmasına yönelik projeler hazırlanıyor.

Neticeye ulaşılır mı?

Anlayışsızlar ikna edilir, kural çerçevesinde tutulabilirse neticeye ulaşılır.

‘Ğavaş’ غَواشٍ kelimesi, Arapça’da ‘guaj’ olarak gösterilmiş. Yani, zamklı yapışkan boya.

Ayette zikredilen ĞAVAŞ, yaşanılan yerin üstünü kaplayacak ise, bu, kömür yakıtının oluşturduğu kirlilikten çok daha berbat bir şey olmalıdır. O zaman geldiğinde CEHENNEM ortamı oluşacaktır. İşte o zaman, bozulan şehir veya bölge insanları (başta ‘zalim’ sfatıyla anılan tekzipçiler) cennet arayışına girerler. Bulacaklardır mutlaka. Bulacaklar da ne yapacaklar? Zıplayıp oraya mı girecekler? Cevabı ikinci bölümde.

İbrahim Faik Bayav

(04.03.2024 09:30)

Devamını Oku

Araf Suresi Ayet 39:  Zalim Yandaşlarına Azap Ne Kadar Gelir?

Araf Suresi Ayet 39:  Zalim Yandaşlarına Azap Ne Kadar Gelir?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

İBRAHİM FAİK BAYAV

Araf Suresi’nin 38’nci ayetinde yalan ve hile ile zulüm icra edenlerin ve onların yandaşlarının akıbetleri konu edildi. Akıbetleri safhasında gelişen olay 38’nci ayetin son cümlesinde dikkate veriliyor.

Dördüncü bölüm olarak bakalım:

Son cümle şu: ”Kalet uhrahüm li ülahüm; Rabbena haülai edallüna. Fe atihim azaben zıafen minennar”. Yani, o zaman geldiğinde, ashabü’n-nar tanımıyla anılan savaş çıkarıcı zalimlere sonradan yandaş olanlar, kendilerini yandaş edenler için, ”Rabbimiz!..” diyerek sızlanmaya başlarlar… ”Bunlar var ya bunlar!.. Bizi şaşırttılar; Onlara ateşten azabı fazlasıyla ver”, derler.

O zaman geldiğinde, zalime sonradan yandaş olacak kimseler, gruplar, cemaatler… Bu anılanlar, acaba ‘reis’ ya da ”dünya lideri” diye anılan ya da anılacak kişinin dağıttığı ulüfe veya makam vaadi ile mi şaşırtılacaklar? Yoksa son safhada da ”ALDATILDIK” yalanını mı söyleyecekler?

‘Edallüna’ kelimesinin taşıdığı anlam, bazı şeylerin bilinmesini gerektiriyor:

‘İdlal’ اضْلالًا fiil masdarı, meşru gidilen yolda, gideni saptırma ve yol dışına itme hareketini yaptırır. Sonraki grup veye cemaat, önceki grup veya cemaatın, kendilerini saptırdığını söyleyecekse, bu, bir millet içinde, o ana kadar hukuki düzen bulunduğunu ima eder. Sakinlik vardır. Ama bazı şeyler gaflet ile unutulmuştur. Şaşırtıldıklarını veya kandırıldıklarını, içinden çıkamayacakları belaya düştüklerinde anlarlar. Konu sonraki ayette devam ediyor:

Araf Suresi 39: ”Ve kalet ülahüm li uhrahüm; fe ma kane leküm aleyna min fazlin. Fe züku el-azabe bi ma küntüm teksibün”. Yani, zalime ilk yandaş olanlar, sonradan yandaş olanların sızlanmalarına itiraz ederler ve şöyle demiş olurlar: ”Bize yandaş oldunuz ama, sizden bizim verlığımıza bir değer, bir üstünlük katılmadı. Göreceğiniz azap yaptıklarınız sebebiyle gerçekleşecek. Tadın azabı”.

Şu anlaşılıyor: Demek ki ilk yandaşlar neyin ne olduğunu ve ne olacağını bilerek Ashabü’n-nar denen zalimlerle beraber ateş (savaş ya da isyan) ortamına girecekler. İnançları, Rabb’e diklenmeyi ve onun tavsiye ve kurallarını ret etmeyi gerektiriyor. Sonrakilerin ateş çıkaranlara dahil olması ise. ”bi ma küntüm teksibün” kelimesinin işaretiyle, -belki de-, daha azla dünyalık elde etme arzularından.

Günümüzde olaylara dikkatli bakanlar, bunun küçük örneklerini görebilirler.

Olay anında ”Rabbena!..” diye sızlanan yandaşların… ya da müttefiklerin… kimi, hangi gücü ‘rabb’ bildikleri merak edilir.

38’nci ayetteki son cümle ile önceki ve sonraki ateş yandaşlarına verilecek hüküm belirtilmiş oluyor: ”Kale li küllin zıaün velakin la talemün”. Yani, o zaman geldiğinde onlara şu denmiş olacak: Hepiniz için azap fazlasıyladır. İşte onu bilmiyorsunuz”.

Vah.. Yazııık o grup ve cemaatlere!..

Hak olanı ret eden, kural dışında icra eden her fert ‘zalim’ sıfatını alır. Yönetimde iseler ‘tağut’ olurlar. Zulüm icrasında bulunan grup, cemaat veya kurum, uygulamalarının sonucunda ne kadar azap geleceğini bilemezler. Önce kendileri batarlar; batarken bölgeye ve ülkeye zarar verirler.

Soru: Azabın kendisi ve fazlası nasıl bir şeydir?

Bu sorunun cevabını gelecek zamanın yandaşları bilemeyeceğine göre, bu zamanda yaşayan biz de  bilemiyoruz. O zamanın azabının bu güne kadarki duyduğumuz ve öğrendiğimiz azap şekillerine benzemeyeceğini tahmin ediyoruz.

‘Azap’ عَذابًا terimi, Arapça-Türkçe lügatte, nefse ağır gelen her şey olarak belirtiliyor. Mekke bölgesi baz alındığında, su ihtiyacının karşılanmadığı haller, ‘azap’ olarak kendini gösteriyormuş. Bir yerde hapis kalma da, havasız ve kötü ortamda zorla bulundurulma da azap olayının bir çeşidi. Yandaşlara azabın fazlasıyla tattırılması, azabın o zamandaki boyutunun şu zamanda tahminini .zorlaştırıyor.

Kandırılan yandaşların, kandıranlar için azabı minennar’ مِنَ النًارِ kelimesi gereği istemesi, ‘nar’ teriminin ‘savaş’ anlamı dışında başka bir oluşum için de kullanılabileceğini akla getirir. Çünkü ateş (nar), fiziki ateş olsa, bedeni yakar kül eder. Ateş, savaş anlamında olsa, sonuçta ölme ve öldürülme meydana gelir. Lakin ayette minennar’ (ateşten gelecek) şeklinde belirtilen azap, ölüm gelmeden önce görülecek azaptır. Belki de ferdin dayanamayarak ölüm isteyeceği azaptır.

Devamını Oku