20 Ocak 2025 Pazartesi
Vali Köşger Yüreğir’de Vatandaşlarımızla Bir Araya Geldi
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
HAKKANİYET ÇEMBERİ
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Bugün Benim Doğum Günüm...
İBRAHİM FAİK BAYAV
Toplumların sağlıklı olabilmesi tecrübe edilmiş bilgiyi gerektirir… yönetimlerin ve devletlerin devamlılığı ise siyaset bilimini şart kılar. Şartı iptal edenler, saltanat hırsı gösteren menfaatperest ve sadist tıynetli kişilerdir. Öylelerin başında bulunduğu ülkenin akıbetinin kötü olacağı altıncı ayette belirtildi. Peki Hz. Muhammed’e niçin itiraz ediyorlardı?.. Yanlış uyarı yaptığı için mi?.. Hayır. Sonraki ayete bakalım:
Enam Suresi ayet 7: ”Ve lev nezzelna aleyke kitaben fi kırtasin…” Yani, sana kitabı kırtas içinde indirseydik…”.
Bu ifade, kitap bilgilerinin Hz. Muhammed’e var olan bir kitaptan gerek duyuldukça aktarıldığını belirtiyor. Aktarılan bilgiler ‘söz’ olarak topluma duyuruluyor. Lakin, Mekkeli muhataplar o sözlere ‘yanlış’ diyemiyorlar, O’ndan kitabın kendisini göstermesini istiyorlar.
Beşinci ayette, ‘yestehziün’ يَسْتَهْزِءونَ ifadesinin kullanılması sebepsiz değil. Hz. Muhammed kitabın kendisini gösteremezdi. Çünkü kitaplar Mekke ağalarının kendi kontrollerindedir. Başkasının edinmesine izin verilmiyordur.
Kitap bilgileri Hz. Muhammed’e ‘kırtas’ içinde de ulaştırılabilirdi.
Kitabın nasıl bir kitap olduğunu, ne hükümler içerdiğini bilen muhataplar Hz. Muhammed’in uyarısını kabul ederler miydi? Cevabı ayetin devamında:
”Fe le mesühü bi eydihim le kale ellezine keferu in haza illa sihrun mübinun”. Yani, ellerine alıp inceleseler, bu, sihirden başka bir şey değil derlerdi.
Neden öyle derlerdi?.. Şu sebepten:
a) O zamanda o toplumda kitap bilgileyle hareket edilmiyordur. Edenleri dışlıyorlardır;
b) Kitap bilgilerini, kullanma yetkisi, itirazcıların yetkisindedir. Saklarlar… Ortaya çıkmışsa, yolunu bulur tahrif ederler;
c) Hz. Muhammed’in kitap hükümlerini anladığına inanmıyorlardır. Demogoji yaparlar;
d) Zaten hukuk tanımayacak kadar kafirdirler. Hak, sadece kendilerini bilirler.
”Ve lev nezzelna aleyke kitaben fi kırtasin…” ifadesinin ileri zamana işareti var mıdır diye merak edersek… Herhalde işareti vardır.
‘Kırtas’, قِرْطاسٍ Bu sözcük Arapça lügatte, günümüzdeki bilinen ‘kağıt’ olarak belirtilmiş. Boyutu belirtilmemiş. Demek ki ‘kitap’, sözlerin, bu kağıdın içine yazılarak derc edilmiş halidir.
”nezzelna aleyke kitaben fi kırtasin” kelimesi,
نَزَّلْنا عَلَيْكَ كِتابًا في قِرطاسٍ
ebced hesabıyla 1152 sayısını verir. Miladi 1738’dir. Bu tarihte sözler ve fikirler, yazı şekline getirilip geniş kağıt üzerine matbaa işlemiyle basılır. Her isteyenin adresine ulaştırılır. Aslında kafirler Hz. Muhammed’den böyle bir şey istiyorlarmış. İstekleri gerçekleşseydi, ayette belirtildiği gibi, ‘sihir yaptı’ diyecektiler.
‘Le mesühü‘ لَمَسوهْ kelimesi, dokunulacak, ele alınacak nesneyi haber veriyor.
Dokunulacak ve ele alınacak şey nedir?
”Nezzelna aleyke kitaben fi kırtasin Fe le mesühü” ifadesi ebced hesabıyla 1445 sayısını verir. Miladi 2023 yılını gösterir. Kitap bilgileri artık nesnel TABLET içindedir. İlimadamları ve bilimadamları fikirlerini veya projelerini orada toplarlar. Öğrenciler, ders yapmayı, öğrenmeyi ve bilgilenmeyi TABLET içinden gerçekleştirirler.
Kafirler, Hz. Muhammed’den belki de bunu istiyorlardı. İstekleri gerçekleşseydi, daha o an sihrin en korkuncu deyip ona zulmün en kötüsünü uygularlardı.
”le mesühü bi eydihim le kale ellezine keferu” ifadesi
لَمَسوهُ بِاَيْديهِمْ لقالَ الَّذينَ كَفَروا
ebced hesabıyla 1472 sayısını veriyor. Miladi 2030 yılını gösterir. Bu tarihte her tür bilgiyi ve hükmü içinde barındıran TABLETLER, kafirlerin küfür aracı olur. Kitap bilgilerinde tahrif yapamayacaklarından, engelleme sistemini devreye sokarlar. Bilinmesi gereken hükümler toplum bireylerine gösterilmez veya okutturulmaz Ülkemizde şu zamanda, internetteki bazı bilgilere ulaşma engeli koyanlar farkediliyor mu? Altıncı ayetteki ”fe ehleknahüm” فَاَهْلَكْناهُمْ ifadesinde belirtilen çöküş, Müslüman bilinen toplumlar üzerinde bir başka çeşitte tecelli etmeye başlayacaktır.
İbrahim Faik Bayav
(20.01.2025 12:05)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Enam Suresi’nin 4’ncü ve devamı ayetlerinde, bir kısım insanlar ima edilerek sert ifadeler kullanılıyor. İma edilen insanların kimler olduğu belli değil. Onlar, birinci ve yedinci ayette ”Ellezine keferu” şeklinde tanımlanıyorlar. Onlar için yapılan bilgilendirme de ilginç. Ayetlerin kelimelerini irdeleyip, o zamandan sonrası zamanlara ait işaretleri bulmaya çalışacağız.
Enam Suresi, Ayet 4: ”Ve ma tetihim min ayetin min ayati rabbihim illa kanü anha murızin”. Yani, onlara rabblerinin ayetlerinden bir ayet getirildiğinde getirilen ayeti benimsemediklerini belli ederler.
Nasıl belli ederler?
Yüz ve davranış biçimlerini değiştirerek.
Peki hangi konuda ayet getirilir?
Önceki ayetlerde semavat ve arz dikkate verildiğine göre, gök ve yer arasındaki düzenin işleyişi konusunda…
Getirildiği belirtilen ayet, işleyişi sağlayacak yasa hükmüdür. Yasa hükmüyle menfaatler, üst tabakalarla ilgili olacaktır.
Getirilen ayetten muriz olunması, menfaatlerin toplumun alt tabakasına gitmesini istememeleridir. Çünkü yasa hükmü ile, varlıklı kişilerin alt tabaka fertlerini gütmeleri ve onları amaçları için kullanmaları zorlaşacaktır.
‘Muriz’ مُعْرِض sıfatı; olması gerekeni, yüz ifadesi ve davranış şekliyle ret edene verilir. Bulunduğumuz zamanda muriz olma, kişinin kaçamak ifadelerinden belli oluyor.
Rabbihim رَبِّهِم tanımı, içinde büyük sır taşıyan ifadedir. ‘hüm’ zamirinin şümulüne toplum ya da ülke içindeki ‘iyi’ ve ‘kötü’, ‘yapıcı’ ve ‘bozucu’ tüm sorumlu fertler girerler. Dünya bazında devletlerin yönetimindekilerdir.
Soru şu: RABB ne demek?
Arapça Türkçe lügatte, bir kavme baş olmuş kişi… ya da bir ülkeye hakim olmuş güç olarak gösteriliyor. Bu tanıma göre RABB, toplumu ya da ülkeyi idare etmesini bilen, belki, birleşik ülkeleri bir pakt içinde tutma ve geliştirme gücüne sahip olandır. Var edilen mülkün çoğaltılması, azaltılması veya kaldırılması o gücün yetkisindedir. Müslümanlar bu gücü Allah olarak bilirler; İnsan için kullanılmasını istemezler. (Osmanlı’da ‘mürebbi’ sıfatı kullanılıyordu)
Soru: Hz. Muhammed’in zamanında, onlara rablerinden gelen bir ayet, acaba nasıl bir ayet imiş?
Enam Suresi’nin 5’nci ayetinde ”bi’l-hakk” بِللْحَقِّ kelimesi ışığında gelen ayettir o ayet. Sebep ve sonuç belirtir; ret edilemez. Kendilerinin seviyesinde görmedikleri kişiden duyduklarında, ”yestehziüün” يَسْتَهْزِءونَ iadesiyle belirtildiği gibi, sadece istihza ederler. Bunlar, toplumun bazı şeyleri ezber yapmış ‘ahmak’ kısmıdır. Günümüzde ülke genelinde görüldüğünde, hegemonyacı otoriter liderin yandaşı ve yalakası olurlar.
Toplum düzeni için sebep sonuç belirten ayetler, istihza edildiğinde, istihza edeni rezil eder. Lakin ayet, geçmişte, hakikat içeren ayetlerin tekzip edildiğinden bahsediyor. Tekzip edenler, istihza edenler gibi ‘yandaş’ ve ‘yalaka’ olanlar değildir. Bunlar bizzat otorite sahipleridir. İcra usulü, -sonraki ayette belirtildiği şekilde- toplumun ya da ülkenin çöküşüne yol açarlar.
Enam Suresi’nin 6’ncı ayeti: ”E lem yerav kem ehlekna min kablihim min karnin”. yani, kendilerinden önce var olan toplumların ortadan kalktığını fark etmiyorlar mı?
Bu ifade, o zamanda, bir birine yakın beldelerin kimisinin, yanlış faaliyet sebebiyle dağıldığını ve ortadan kalktığını belirtiyor. Zamanımızda bir ülke içinde yerleşim yerleri, içindekilerin hakka uyumsuzluğu sebebiyle, otorite tarafından lav edilir. Ayette o sebep, ”bi zünübihim” olarak gösteriliyor.
‘Zünüb’, ذُنوبِ terimi, ‘zenb’ sözcüğünün çoğuludur. Bu isim, ‘günah’ şeklinde Türkçeye çevrilmiş. Bu nasıl bir günahtır?.. Şöyle bir günahtır:
Toplum faaliyetini düzenleyen yasalar, belirlenmiştir. Mesela; Bir ferdin yasayı savsaklaması hoş görülür, diğerleri, onu takip eder, yasaya aykırı faaliyet yapar. Bozuk bir kent düzeni ortaya çıkar. Bu bozuk kent oradaki insanların yasaya aykırılık günahının neticesidir. Bir zaman sonra ülkeye hayır getirmediği… belki zarara sebep olduğu fark edilir. O bozuk düzen insanların canlarını yakacak biçimde ortadan kaldırılır.
Soru şu: Canları nasıl yanar?
Ayet içinde, ”Ve erselna’s-semae aleyhim midraran” ifadesi var. Yani, semadan üzerlerine gönderilenler. Mealciler semadan gönderilenlerin ‘yağmur’ olduğunu belirtmiş. ‘DERREN’ fiil masdarı, çoğaltma hareketini yaptırıyor. Yağmurun çoğalarak yere inmesi, sel baskınlarını oluşturur. Katliam gibi ölümler meydana gelir. Lakin ‘midrar’ sözcüğü, coğrafyanın değişik alanlarına göre, yüksekten aşağıya düşen başka şeylerin çoğalmasını ima eder.
İbrahim Faik Bayav
(09.01.2025 10:20)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Yapan, yaratan meydana getiren zat, gücünün genişliğini Enam Suresi’nin 1 ve 2’nci ayetlerinde duyurdu. 3’ncü ayette gücünün işleyiş şeklini duyuruyor: Biz de duyup öğreneceğiz.
Enam Suresi ayet 3. Birinci kelime:
”Ve hüve allah, fi’s-semavati ve fi’l-arzi”. Yani, O Allah, yarattığı, meydana getirdiği göklerdedir ve yerdedir.
Bu ifadenin anlamı, bahsedilen iki alanda, yapma, yaratma, işletme, düzeltme, bozma, kaldırma, yok etme yetkisi, sadece ona aittir, demektir. Kullarına icra ve imar yetkisi, onun takdir ettiği oranda ve bildirdiği şekilde olacaktır. Aksi durum, düzenin bozulmasına imkan verir.
Hz. Muhammed’in bulunduğu zamanda, o insanlar ”Allah yeryüzündedir” ifadesini, her halde anlamışlardır. Peki ”Allah göklerdedir” ifadesini anlamışlar mıdır?
Günümüzde, ”ya Rabbi” diye duaya başlayanlar, avuçlarını niçin yukarı açıp gözlerini niçin yükseğe dikiyorlar acaba?
‘Semavat’ adı, o zamanda, yerden yukarıya doğru yükselen alanlara verilen ad imiş.
‘Semavat’ sözünü, bu zamanın insanları olan biz, ‘yedi kat gökler’ şeklinde anlıyoruz ve anlatıyoruz. Büyük devletlerin atmosferi parselleme yarışında olduklarına bakılırsa, ‘Allah fi’s-semavati’ ifadesini, günümüzde tecelli ediyor şeklinde anlayabiliriz.
Enam Suresi ayet 3. İkinci kelime:
”Yalemu sirreküm, ve cehreküm. Ve yalemu ma teksibün”. Yani?.. Mealciler bu ifadeyi ”gizlinizi, açığınızı ve elde ettiğinizi bilir” şeklinde Türkçeye çavirmişler. Bu ifadedeki mesajı kavrayabilmek için, biri ‘fiil’, üçü ‘isim’ olan dört kelimeyi irdeleyelim:
‘Ma teksibün’: ما تَكْسِبونَ Bu kelime, bir faaliyet sonucu elde edilen şeyleri tanımlar. Bedeni faaliyet ürün, mal, para kazanmaya sebep olur. Mesela tarlaya ekim yapılmıştır, ürün elde edilmiştir.
Zihni faaliyet ise, kişiyi ilim ve bilim üzerinde inkişaf ettirir. Mesela kitaplar okunmuştur, bilgi edinilmiştir. Bilgi, hayra da kullanılabildiği gibi ‘şer’ oluşturmak için de kullanılabilir.
‘Cehre’: جَهْرَ Bu sözcük, görünen ve ne olduğu bilinen şeydir. Birinin bir şeyini kim görmüş ise onun şeklini tipini o bilir. ‘Cehreküm’, herkesin az veya çok sahip olduğu ürünlerdir, paralardır, varlıklardır.
‘Sirre’: سِرَّ Bu sözcük, o anda bilinmeyen… bilinse de görünmeyen şeyi belirtir. ‘Sirreküm’, fertlerin, diğer fertlerce bilmediği, bilse de görmediği şeylerdir. Peki, insanlar, varlıklarını başkalarının görmesini ve bilmesini neden istemezler?.. neden gizlerler?
‘Yalemu’: يَعْلَمُ Bilir ve biliyor anlamındaki bu fiil, ilim gerektirir. İlim hakikatin kendidir. Hakikate ulaşma, görme, duyma ve sezme sayesinde olur. Bu ayet ifadesindeki ‘yalemu’ fiili yaratılanlara verilmiş tüm duyuların üstünde duyuya sahip gücü gösterir.
Ayetin konusu, ‘insan’ varlıklar içindir. Fertlerin faaliyet alanı değişik olsa da elde edecekleri kazanç, mal ve para olarak birbirine benzer. Fakat sonrasında elde edilen kazanca göre sosyal mükellefiyet başlar.
Mükellefiyet kanunlaşmış kural ile belirtilir.
İnsanlar, yapıları itibariyle mükellef oldukları alandan sıyrılmak isterler. Elde ettiklerinin çoğunu bu sebeple saklarlar. Mükellefiyetten sıyrılma ile toplumda bozulma olacağını idrak edemezler. O zaman uyarıcıların (resullerin) uyarısına maruz kalırlar. Ve kural koyan hakim güç, kurala aykırı davranışların toplumu kötü sonuca götüreceğini ‘resul’ ile toplum fertlerine bildirir.
Günümüzdeki merkezi otoriteler, fertlerin faaliyetlerinden haberdar oldukları gibi, elde ettikleri kazançlarını da banka tapu ve noter işlemleri sebebiyle biliyorlar. Değerli madenlerin nereden ne kadar çıktığını nerelere taşındığını takip ediyorlar. Nükutun kimlerde olabileceğini, nerelerde saklandığını da, ilmen fark ediyorlar.
Her şey, otoritenin, günü geldiğinde baskın yaptığı ana kadar gizli kalabiliyor.
İbrahim Faik Bayav
İBRAHİM FAİK BAYAV
Enam Suresi’nde, Yaratan zatın gücüne dikkat edilmesi istenirken, yaratılanların mahiyetinden bilgilendirme yapılıyor.
İlk ayetin ilk kelimesi: ”El hamdü lillahi”. Yani hamd Allah içindir. Sebebi ikinci kelimede şöyle belirtiliyor:
”Ellezi halaka es-semavati ve’l-arz”. Yani o zat, semavatı ve arzı yarattı, meydana getirdi.
Bu bilgilendirme Hz. Muhammed’in içinde bulunduğu topluma yapılıyor. Kur’an kitabımızdır, diyen 21’nci yüzyıl Müslümanlarına da bilgilendirme yapılıyordur herhalde.
Zihne gelen soru şu: Yaratan zat, semavatı ve arzı ne zaman var etmişti?
Bulunduğumuz zamanda, bilimsel çalışmalar ilerliyor. Arzın içi hakkında gerçekler ortaya çıkarken, arzın kendisinin yaratılış safhası ve süresi hakkında da teoriler geliştiriliyor. Bu ilk ayetteki semavatın ve arzın yaratılması konusu Mekke ve Medine insanlarının bulundukları ve tanıdıkları coğrafya ile sınırlıdır.
Üçüncü kelime: ”Ve ceale ez-zulumati ve’n-nur”. Yani, yaratan zat, zulümatı ve nuru gerekli kıldı.
‘zulümat’ اَلظُّلُماتِ ve ‘nur’ اَلنّورَ sözcükleri Türkçe’de ‘karanlıklar’ ve ‘aydınlık’ şeklinde karşılık bulmuş. Lakin bu iki terimin -bu ayette- mecaz olduğu fark edilmelidir.
Fiziki olarak sadece ‘karanlık’ vardır. Işık ortaya çıkmadıkça karanlık hep karanlıktır. Lakin ‘zulümat’ sözcüğü karanlıkları anlatan çoğul isimdir. ‘Zulümat’ sözcüğünün, bu ayette zikredilmesi, yeryüzünde ortaya çıkan hayatın kötü safhalarını belirtmek içindir. Nur, hayatın kötü safhalarını izale edecek tek unsurdur. Tabi hayat sahipleri nura layık ise.
‘Zulümat’ ve ‘nur’, böylece, Hz. Muhammed’in dilinden o zamanın -anlayabilen- toplumuna duyuruldu mu?.. Duyuruldu. Bugünün Müslümanları duyabiliyor mu?.. Orası belli değil.
Dördüncü kelime: ”Sümme… Ellezine keferu, bi rabbihim yeadilün”. Sonra, varlıklarında bir kaç beceri hasleti bulunan öyle kimseler, hakikati ret ettiler; yok iken var etme gücü olan zata karşı kendilerini denk tutmaya kalktılar. Bu, ilginç bir bilgilendirmedir. Bugün de Müslüman milletler içinde aynı şey oluyor mu acaba?
Öyle kişilerde, var edileni yıkma sonra tekrar yapma hevesleri vardır. Lakin neyi ne zaman ve nasıl yapacaklarını bilmezler. Genellikle tekvini kanunu bozarlar.
İlk kelime olarak zikredilen ”El hamdü lillahi” ifadesinde, toplumun, öyle kişilere övgü ve saygı gösterdiği iması var. Aslında ayet uyarı yapıyor, yok iken yaşam şartlarını var eden zatın hatırlanmasını istiyor; övgü, saygı sadece onun içindir, diyor.
Soru: Hz.Muhammed’den bu ayeti duyanlar, hamdin sadece gökleri ve yeri yatatan zat için olduğunu kabul etmişler midi?
Bilemeyiz. Sonraki ayette icaz içeren ifade var:
Enam Suresi Ayet 2:
”Hüve’l-lezi halakaküm min tınin. sümme, kaza ecelen. Ve ecelün müsemmen ındehü. sümme entüm temterun”.
”Hüve’l-lezi halakaküm min tınin” ifadesini, mealciler Türkçeye çevirdiklerinde ”O zat sizi çamurdan yarattı” şeklinde ifade ortaya çıkıyor. Okuyanlar da bu ifadeyi, çamur yoğuruldu insan yapıldı şeklinde anlıyor. Olabilir mi yani?..
Mealcilerin ”O zat sizi çamurdan yarattı” şeklinde çevirisi, kelime karşılığı olarak doğru olsa da, anlamı farklı olması gerekir. Acaba ayetteki ‘siz’ zamiriyle kimler kast ediliyor?
Eğer, Hz. Muhammed’in muhatap aldığı fertler kast ediliyorsa…
a şıkkı şu olur: ‘Tın’ طينٍ ‘çamur’ nesnedir; ‘çamurdan yarattı’ ifadesi mecaz olur. Çünkü çamur elbiseye bulaştığında, temizlenmesi gereken kötü nesnedir. Çamurdan yaratılma, Hz. Muhammed’in muhatap aldığı zümrenin karakteristik yapısını belirtir. Tıynetleri bozuktur. O zaman, ”sümme, kaza ecelen” kelimesinin anlamı, bu kişilerin çamurluluk vasıflarının sınırlı olduğunu belirtir. Hz. Muhammed’in uyarılarına önem verirlerse tıynetlerinde temizlenme başlayacaktır.
O zat sizi çamurdan var etti demek olan ”Hüve’l-lezi halakaküm min tınin” ifadesinin kimleri işaret ettiğini ‘b’ şıkkı içinde irdeleyelim:
b şıkkı şu olur: ‘Tın’ طينٍ sözcüğü, killi toprağa verilen addır. Bu toprak suyla yoğurulduğunda çanak, çömlek, güveç gibi nesneler yapılır. Tın, her boyutta heykel yapımında da kullanılır. Heykeller de yok iken meydana getirilmiş varlıklardır. Getirenler ‘sanatkar’ sanılıp saygıya maruz kalırlar. Ayet ifadesi İNTAK sanatını içerir, ‘sizi’ ifadesiyle, topluma ilah diye yutturulan heykeller hedef alınır.
”sümme, kaza ecelen”. Yani, tınden yapılan tüm nesnelerin kullanım süreleri olacaktır. Süre dolduğunda imha edilirler. Yeniden daha gelişmiş biçimde ortaya çıkarılabilirler. Semavatı ve arzı var eden zata ‘süre’ konamaz ve belirlenemez. Lakin semavatın ve arzın var kalma süreleri olacaktır.
‘Siz’ hitabıyla işaret edilen yaratıklar için, ”sümme entüm temterun” uyarısı yapılmış.
Bu ifade, bitme, yıkılma safhasına gelmiş o yaratıkların, yıkılmamak için (yani yapanların yıkılmaması için) çabaladıklarını anlatıyor. Yıkıldıklarında, uyduruk yapıtları ‘ilah’ belletme ve toplumu gütme faslı da bitecektir.
İbrahim Faik Bayav
(27.12.2024 09:45)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Hz. Muhammed’in içinde yaşadığı toplumun ileri gelenleri, içinde ‘helaket’ barındıran bir konuyu merak etmişler. Hz. Muhammed’e sormuşlar. Araf Suresi’nin 187’nci ayetindeki ifade şu:
”Yes’elüneke ani’s-saati eyyane mürsaha”. Yani, sana helak saatinin zamanını ve şeklini soruyorlar.
İfadedeki ‘saat’ terimini, tüm mealciler ve tefsirciler, ‘kıyamet’ şeklinde Türkçeye çevirmişler. Halbu ki, sorulan, kıyamet hakkında değil, ‘Saat’ denen şeyin vakti ve şekli hakkında. ‘Saat’ sözcüğünün anlamı kıyamet olsaydı, bir çok ayette kullanıldığı gibi bu ayette de ‘kıyamet’ sözcüğü kullanılırdı.
Hz. Muhammed bu soruya cevap verebilir miydi? Cevabı ayetin devamındaki ifadede:
”Kul; innema ılmüha ınde rabbi. La yücelliha li vaktiha illa hüve”. Yani, onlara, onun ilmi sadece Rabbimin katındadır, de. ‘saat’ olayının vaktini ve şeklini ondan başkası TECELLİ ettiremez.
Rabb’den başkasının tecelli ettirmeyeceğini ayet ”la tetiküm illa beğteten” ifadesiyle kesinleştirmiş.
Fark ediydiyse ifade iki ayrı cümleden oluşuyor. Birinci cümlede İLİM dikkate veriliyor. Yani, ‘saat’ olayının ne olduğu, nasıl bir şey olduğu… İkinci cümlede ise onun TECCELLİsi…
Peki vaktini ve şeklini sordukları ‘saat’ olayı nasıl bir olaydır?
Ayetin devamındaki ifadede şöyle anlatılıyor:
”Hüve sekulet fi es-semavati ve’l-arzı”. Yani, o, göklerde ve yerde ağır bir şeydir.
O kadar da değil. Devamı ifadede de şu belirtiliyor:
”La tetiküm illa bağteten”. Yani, size ummadığınız bir anda gelir.
”Size ummadığınız bir anda gelir” uyarısında ‘siz’ zamiri ile Hz. Muhammed’in zamanındaki o toplum mu kast ediliyor?.. Yoksa, her zamanda her millet bu uyarının muhatabı olur mu? Kelimeleri irdeleyelim:
‘Bağteten’: بَغْتَةً Bu fiil mastarı, ansızın gelme hareketini yaptırıyor. Gelme öncesi hiç bir belirti göstermez. Hareket olur ve biter. Mesela, kişi caddede giderken silah patlar, o kişi vurulur ve düşer.
‘Mürsa’: مُرْسي Bu kelime, bir yerde sabitlenmiş bir şeye verilen addır. İfadede ”saat’ olayının sabitlenmiş vakti için kullanılmış. Mesela; şu ayın, şu gününün şu saati, gibi. Bir maddenin tanımlanması için de kullanılabilir. Mesela bir büyük harp aletinin bir alanda konuşlanıp sabitlanmesi gibi. Haccacı Zalim’in Kabeyi yıkmak için konuşlandırdığı mancınık, mesela.
‘Saat’: اَلسّاعَةِ Bu terim kıyamet olayından çok daha ileri bir olayın adıdır. Olacak olan o olay, o zamandaki insanların zihinlerinin kavrayamayacağı kadar korkunç bir şeydir.
Toplumun ileri gelenleri anlamak için tekrar sormuşlar. Gelen ayet ile cevap verilmiş: ”Yeselüneke keenneke hafiyyün anha”. Yani, sende, o konuda bir bilgi varmış gibi soruyorlar”.
Sormalarının sebebi ne acaba?..
Hz. Muhammed’e iki sebepten sorulmuş olabilir:
a) Onun mutlaka aydınlatıcı cevap vereceğine güven duydukları iç.. Soranlar müminlerdşr.
b) Ya da, verilemeyecek cevap ile Hz. Muhammed’i zora sokmak iç Bunlar münaffıklardır.
Her iki şıkta da olsa, ayette soranlara şöyle cevap verilmesi emrediliyor: ”Kul; innema ılmüha ınde allah”. Yani, Onun ilmi sadece Allah’ın katındadır. Bu cevabın anlamı ise şu: Hz. Muhammed, saat olayı sorusunu cevaplayacak vasıfta değil.
Bir olayın ilmi Rabb’den insanlara… İnsanlardan da diğer insanlara aktarılabilir. Lakin konu edilen ‘saat ilimi”, o zamanın insanlarının zihninin kavrayabileceği bir şey değil. Tecelli ettirmek ise, kim, hangi güç karar verdiyse, ona aittir.
Soru: Bu zamanda yaşayan biz, ‘saat’ olayının ne olduğunu… nasıl bir şey olduğunu merak edemez miyiz? Ya da Müslümanların alimleri, fakihleri ve hocaları hiç mi merak etmemişler?
Merak etmişlerdir. Belki bulunduğumuz zamanın alimleri hissetmişlerdir de… Lakin, anladıklarını anlatabilecek kelime bulamamışlardır… Anlatamamışlardır.
Kur’an’ın ayetlerinin her yüzyıl için mesaj verdiğine inandığımız için… ‘saat’ olayının ne olduğunu merak ederiz.
Mesela, Kamer Suresi’nin ilk ayeti olan ”İkterabet es-saat, ve inşakka’l-kamer” ifadesi, saat olayının nasıl bir şey olabileceği hakkında fikir edinmemizi sağlayabilir. Lakin, kitaplardaki bilgileri ezber şeklinde zihnine dolduran müsümanların, bu ifade ile bile ‘saat’ teriminin mahiyetini anlamaları mümkün olmayacaktır.
Araf 187’deki iki terimimi irdeleyelim:
‘Tecelli’: تَجَلّي Bu terim Arapça Türkçe lügatte, açık ve zahir olma, açılıp aydınlık olma, şeklinde belirtilmiş.
‘Sekulet’: ثَقُلَتْ Bu kelime lügatte ‘ağırlık’ anlamında gösteriliyor. Fiziki anlamda tartma ve ağırlığını görme hareketini yaptırıyor. Mecaz olarak, birinin diğerinin davranışına baskın gelmesini de belirtebiliyor. Ağırlığını koydu, meseleyi halletti, gibi.
Sekulet, ayet ifadesinden anlaşıldığına göre, önce atmosferde, yükseklerde görülecektir. Yere basınç yapacaktır. Oluştuğu alanda veya bölgede, onun ağırlığı altında kalan insan, hayvan ve bitkilerin artık yaşaması mümkün değil.
İbrahim Faik Bayav
(20.12.2024 09:40)