14 Nisan 2025 Pazartesi
İBRAHİM FAİK BAYAV
Maide Suresi’ni’nin 110’ncu ayetinde Hz. İsa’nın mucisesini anlatan ifade şu: ”Ve tübriü‘l-ekmehe ve el’-ebrasa bi izni”. Yani, (Ey İsa/Jesus) benim iznimle doğuştan kör kişinin görmesini sağlıyordun, cüzzam hastası kişiyi iyileştiriyordun.
‘El-ebrasa’, bulaşıcı cüzzam hasatılığı imiş. Bu kelimeyi atlayacağız.
”Ve tübriü‘l-ekmehe”: وَ تُبْرئ اَلاَكْمَهَ Bu kelime, doğuştan kör kişiyi görür yapıyordun şeklinde Türkçeye çevrilmiş. Peki nasıl bir olaydır bu?
Kaynak bilgi Matta İncili’nin 9’ncu bölümündedir. Orada anlatıldığına göre iki kör adam, Hz. İsa’nın peşinden giderken ”Ey Davut Oğlu, halimize acı” deyip yalvarmışlar. Eve gelindiğinde Hz. İsa onlara ”İsteğinizi yapabileceğime inanıyor musunuz” diye sormuş. Adamlar ‘inanıyoruz’ demişler. İsa, onların gözlerine dokunmuş; ”imanınıza göre olsun” demiş. Ve kör adamlar görür olmuşlar.
İncil’in aslındaki ifadenin şeklini bilmiyoruz. Türkçeye böyle çevrilmiş. Öyleyken bu Türkçe çeviride, yüzyıllar ötesinde görülebilecek bir sırrın saklı olduğu anlaşılıyor.
Yirmi birinci yüzyıldayız…Doğuştan körlüğün tıptaki adı, LEBER KONJENİTAL AMOROZİSİ (LCA) imiş. Bu körlüğün genetik olduğu anlaşılmış. Teşhisi şu şekilde belirtiliyor:
”LCA, genler yoluyla aktarılan kalıtsal bir hastalıktır. Retinadaki bir gen bozukluğundan kaynaklanan hastalık, bebeklik döneminde çok az görme veya hiç görememe olarak kendini gösteriyor. Müdahale edilmediği sürece de kalıcı körlüğe neden oluyor”
(Bkz: https://www.labmedya.com/dogustan-gorme-engelliler-icin-tedavi-gelistirildi
Ayetteki ‘ekmehe’ sözcüğü, fiziki körlük olarak bilinse ve anlaşılsa da, Arapça Türkçe lügatte, aklın kaybolması, nereye gittiğini bilememe şeklinde mecaz olarak da kullanılabiliyor. O zaman, Matta İncili’ndeki Hz. İsa’nın iki kör adamı görür yapması olayını, hakikati o ana kadar görememiş iki kişinin Hz. İsa sayesinde hakikatı görür olmuş şeklinde anlayabiliriz. Anlatımın içindeki sırrı düşündüğümüzde, Hz. İsa’yı O’nun şahsı manevisi olan Hristiyan dünyasıdır desek yeridir. O zaman doğuştan körlerin genetik tedavisinin Hristiyan dünyasında gelişeceğine kanaat getiririz. Öğrendiğimize göre, doğuştan körlerin görür yapılması projesi Amerika Birleşik Devletleri’nde yürütülüyormuş.
Ayetteki bu ifadeden sonraki ifade şu: ”Ve iz tühricu’l-mevta”. Yani?.. Yanisi şu: Bu kelime, kelime karşılığı olarak Türkçeye çevrilirse, ”ölüleri çıkarıyordun” şekline gelir.
Ve iz tühricü‘l-mevta وَ اِذ ْتُخْرِجُ الْمَوْتى kelimesini bazı mealistler, ölüleri mezardan çıkarıp diriltiyordun şeklinde Türkçeye çevirmişler. Böyle bir olay olabilmiş mi yani? Ya da şöyle soralım: Mealistler ”Ve iz tühricu’l-mevta” kelimesine bu anlamı nasıl verebilmişler? Hz. İsa’nın yaşadığı zamanda olsaydık, canı çıkmış ve mezara konmuş bedeni mezardan çıkarıp canlandırma gibisinden bir olaya şahit olabilir miydik?
Matta İncili’nin Türkçe çevirisinde anlatıldığına göre, İsa’nın yanına bir havra yöneticisi geliyor; ”kızım az önce öldü. Gelip elini onun üzerine koyarsan, dirilecek” diyor. Hz. İsa havra yöneticisinin evine gidiyor. Evde toplananlara ”çekilin!.. Kız ölmedi, sadece uyuyor” diyor. Kızı öldü sanan halk, ”ölmedi” diyen Hz. İsa’ya alaycı davranışta bulunuyor. Hz. İsa kızın elinden tutuyor ve ayağa kaldırıyor. Bu olay çevrede İsa ölüyü diriltti sözleriyle yankılanıyor. Matta’da anlatılandan anlaşılıyor ki, aslında kız ölmemiş, sadece bayılmıştı. Ölüm olayının ne olduğunu bilmeyen halk, kızı ‘öldü’ sanmıştı.
Hamdi Yazır’ın ve Diyanet’in meallerinde ”Ve iz tühricu’l-mevta” Arapça kelimesi, ”ölüleri diriltmesi” Türkçe kelimesiyle karşılık bıulmuş. Halk, Türkçe ”ölüleri diriltmesi” ifadesindeki ‘ölü’ sözcüğünü ruhu çıkmış beden; ‘dirilme’ sözcüğünü de ‘hortlama’ olarak anlıyor. Eğer, ‘Ve iz tühricu’l-mevta’ kelimesi, gerçek anlamında açıklaması yapılarak Türkçeye çevrilmezse, okuyanlar, Kur’an’da anlatılmayan şeyi anlatılmış sanırlar.
Türkçe ‘diriltme’ sözcüğü giden canın kişiye geri geldiği anlamını vermez. Kişide can vardır, sadece refkleksi görülmez. Refkleks gerektiren ameliye ile kişinin hareket etmesi yani dirilmesi gerçekleşir.
İbrahim Faik Bayav
(08.04.2025 09:20)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Maide Suresi’nin 110’ncu ayeti Hz. İsa’yı konu ediyor… ‘Mucize’ olarak nitelediğimiz bazı davranışlarını belirtiyor. Ayetin bazı ifadelerini bir kaç bölüm olarak tevil etmeye alışacağız.
Ayetin ilk kelimesi şu: ”İz kale allahü ‘Ya isa ibni meryem”. Yani Allah bir zaman, ya isa ibni Meryem, diyerek anu anmıştı.
Hazreti İsa’nın anılması, 109’uncu ayetteki resullerin bir araya getirildiği ya da getirileceği bilgisi verildiktan sonradır. Resullerin davranışlarının önemi İsa konusuyla değerlendirilmiş olacaktır. 109’ncu ayet ifadesi, isa’nın yaşadığı zamanda, toplumda çok resulün bulunduğu anlamını veriyor.
Akla gelen soru şu: ‘İz kale’ اِذْ قالَ kelimesi geçmişteki bir zamanı gösterse de, ‘rusül’ çoğul ismi ile anılan resuller o toplumda kaç kişiydi? Hangi safhada bir araya toplanacaklardı? Ya da gemiş o zamanda toplanmışlardır?
‘Rusul’ رُسُلَ çoğul ismi, ‘fuulen’ masdarından oluştuğundan, dokuz adedin üstündeki çok adedi belirtir. O kimseler, toplumdaki yanlışların izalesi için faaliyet gösteriyorlardır.
Hz. İsa (Jesus) Milattan üç veya dört yıl önce dünya’ya gelmiş. ‘Resul’ vasfı alması ise otuzlu yaşlarında. O zaman anlaşılıyor ki, Hz. İsa’nın resul olduğu zamanda ve toplumda, çok resul var. İçlerinde popüler olan sadece Hz. İsa’dır. Ayetteki ifade, gelecek yüzyıllarda, sadece, Hz. İsa’nın şahsında inanç değeri oluşacağını ima eder.
109’ncu ayette, resullere ”maza ücibtüm”ما ذا اُجِبْتُمْ sorusunun sorulduğu belirtiliyor. Yani, toplumda, anlattıklarınız sebebiyle ne karşılık gördünüz? Resullerin verdiği cevap, resullerin toplum bireylerinden karşılık alamadıklarını belirtiyor: Resuller ”La ılmilena”
لا عِلْمَلَنا demişler. ”Yevme yecmeu” يَوْمَ يَجْمَعُ kelimesindeki ‘yecmeu’ fiili geniş zaman kipiyle kullanılmış. Bu fiil kelime, gelecek zamanda veya zamanlarda da benzer olayın vuku bulacağının işaretini veriyor. Anlaşılıyor ki, gelecek her zamanda veya her asırda toplumlara veya milletlere resuller gönderilir; bir zaman sonra gönderilen resuller bir araya getirilip onlardan gerekli raporlar istenir. Her zamanın resullerinin, toplumdan gördüğü karşılık, ”İnneke ente allamü‘l-ğuyub” –kelimesinden anlaşıldığına göre-, resulleri gönderen gücün ındinde zaten kayıtlıdır.
Soru şu: Allamü‘l-ğuyub’ عَلّامُ الْغُيوبِ olan zat, toplum içindeki her olayı ve neticesini nasıl bilmiştir?., Nasıl kayıt altına almıştır? Gelecek zamanlarda hangi usulle kayıt altına alacaktır?
Yirmi birinci yüzyıldayız. Şu zamanın insanlarındaki zeka, bu sorunun cevabını bulmaya henüz yetmiyor.
Maide Suresi’nin 110’ncu ayetine bakmaya devam edelim:
”Üzkür nimeti aleyke ve ala validetike”. Yani, (Ey İsa!) senin ve annenin üzerine indirdiğim nimetimi hatırla”.
‘Nimet’ nedir?..
Arapça Türkçe lügatte ‘nimet’; ”lütfedilen şey”, şeklinde gösterilmiş… Refah ve rahatlık olayı ‘nimet’ sözcüğüyle belirtiliyor.
O zaman şöyle anlaşılır: Hz. İsa ve annesi, Hz. İsa’ya resullük vasfı gelene kadar, rahat ve ferah bir yaşam sürmüşler. Belki mal da edinmişlerdir. Refahın ve rahat yaşamlarının, RABB tarafından Hz. İsa’ya ve annesine lütfedilmesi ayrı güzelliktir.
Gönderilen resullerin içinde popüler olan Hz. İsa’nın, Allah’ın lütfettiği nimeti hatırlamadığı veya hatırlamazlığı düşünülemez. Hz. İsa’nın bizzat kendi varlığı… Varlığıyla toplumda oluşan her müsbet olay, topluma gönderilen birer nimettir. O zaman Maide Suresi’nin 110’ncu ayetindeki ‘üzkür-hatırla’ şeklinde istek bildiren kelime, Hz. İsa’nın şahsı manevisine doğru yön gösterir. Mesela, başta, Hz. İsa’nın hizmetine girmiş olan on iki havariye!.. Mesela, Hz. İsa’nın anlattıklarıyla toplumda iman kazanan gruplara… Mesela, Hz. İsa inancıyla oluşan ve gelişen milletlere ve devletlere.
Nimet hatırlandığında, nimetle oluşan sorumlulk da hatırlanacaktır. Nimeti veren tarafından bir şekilde hatırlatılacaktır. Bu, fert bazında diğer insanlara yardım ve ihsanı gerektirir. Ülke bazında ise, diğer ülkelere ve devletlere karşı sulhu ve muaveneti şart kılar.
İbrahim Faik Bayav
(03.04.2025 09:05)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Enam Suresi’nin 111’nci ayetinde, Hz. Muhammed’e inanmayanların alaycı istekleri anlatılmıştı. Alaycılıkla mesele bitmiyordu. Hz. Muhammed’in toplum içinde etkili olması, muarızlarda ‘düşmanlık’ vasfını da ortaya çıkardı. Sonraki ayet, şeytanların tüm nebilere düşman olduğunu belirtiyor. Bakalılım:
”Ve kezalike caalna li külli nebiyyin adüvven”. Bu ifade, nebilerin karşısına ‘düşman’ vasıflı kişilerin mutlaka çıkacağını belirtiyor. Bu ifade ile Hz. Muhammed’in nebilerden bir nebi olduğu da belirtilmiş oluyor.
Hz. Muhammed’in öncelikli vasfı nebi’dir. Daha sonra ‘resul’ sıfatını alıyor.
‘Nebi’ ne demektir?..
Istılahta ‘nebi’ teriminin karşılığı ‘peygamber’ olarak gösteriliyor Peygamber sözcüğü de Allah’tan vahiy alan zat şeklinde Müslümanların zihinlerine yerleştiriliyor.
Arapça Türkçe lügatte ‘nebi’ نَبى nebee fiilini işleyen kişi olarak gösterilmiş.
‘Nebee’ نَ بَ اَ fiili, kişiye yükseğe çıkma ya da ‘yükselme’ hareketini yaptırıyor. (manevi yükselme olarak da anlaşılabilir) Bu anlama göre, yükseğe çıkabilen, ya da yükselebilen kişi ‘nebi’ sıfatını almış oluyor. Tabi yükseğe çıkma olayı iş olsun diye değil. Oradan ya bir olayın haberini getirecektir, ya da orayla ilgili müşahedesini topluma iletecektir.
Hz. Muhammed yüksek yer olarak Hira dağına çıkıyordu. Müşahedeler orada oluştu. Bir zaman sonra orada edindiği bilgileri aşağı topluma iletmeye başladı.
Ayet, nebilerin karşısına düşman vasıflı kişilerin mutlaka çıkacağını belirttiğine göre, Soru şu: Nebilerin karşısına ‘düşman’ vasıflı kişiler neden çıkıyordu?.. O zamandan sonraki zamanlarda neden çıkacaktı?
Cevabı şu Nebilerin düzen oluşturucu tavsiyeleri, bozuk düzenden semiren ağaların keyfini kaçırdığından. Bozuk düzen, toplumu zelil ve perişan etmiştir.
Ayet ifadesinin devamında nebilere düşmanlık yapanlar ”Şeyatıne’l-insi ve’l-cinni” şeklinde tanımlanmış. Yani, ins ve cin şeytanları.
Tüm Müslümanlar şeytanı düşman bilirler. Hata ettiklerinde ”şeytana uydum” derler. Şeytana lanet bile okurlar. Birikim yapabilirlerse, Cidde’ye hacc yapmaya giderler; ŞEYTAN TAŞLAMA mahallinde ufak ufak sayılı taşları, onun sembolüne atmayı görev bilirler. Sonra, Şeytanı ezalandırmışlık, günahlardan da kurtulmuşluk inancıyla ülkelerine dönerler.
Bu safhada ‘şeytan’ شَيْطانِ denen şeyin ne olduğunun, kim veya kimler olduğunun bilinmesi gerekir.
Arapça Türkçe lügatin belirttiğine göre şeytan; toplumdan uzak tutulması gereken kişi, demektir. Ayette ‘şeyatin’ شَياطينِ sözcüğü dikkate verilmiş ise, toplumdan mutlaka uzak tutulması gereken kişiler akla gelir. Şeytanlar sözleriyle huzursuzluk yayarlar… Moral bozarlar… Kin kapısını açarlar… Fırsat bulduklarında insanı insana kırdırırlar.
Şeytanı uzak tutma iradesini toplum bireyleri gösteremezler. Toplum bireyleri sadece, bilgilendikleri ölçüde şeytanlardan uzak durabilirler. Lakin kötü olaylarla karşılaşmaktan kurtulamazlar. Kur’an ayetlerinde, sadee, ondan uzak durulması tavsiye ediliyor.
Hz. Muhammed’in Mekke’yi fethedip kurduğu İslami sistem genişlediğinde içlerinde şeytanlık tohumu taşıyanlar da sistem içinde kaldılar. Hz. Muhammed’in vefatı sonrasında onların tohumları patladı, şeytanların kendileri ortaya çıktı. Yeterince bilgilenemeyen Müslümanlar, şeytanların süslü laflarının tesirinde kalıp birbirlerini kırmaya başladılar.
”Şeyatıne’l-insi ve’l-cinni” kelimesi, toplumun hem içindeki şeytanları hem dışındaki şeytanları tanımlar. ”yuhi bazuhüm ila bazın zuhrufü‘l-kavli ğururan” ifadesi, toplum içinde kalmış şeytanların dıştaki şeytanların teşvikiyle hareket ettiğini belirtir. Hani, ülkemizdeki iktidar mensupları, bir kargaşa çıktığında, ”dış güçler” diyorlar ya!.. aynen onun gibi.
Düzene girmiş, İslamlaşmaya başlamış her ülkede, benzer olaylar tekerrür eder. Yönetimdekiler hak nedir biliyorsa, hukuku işletiyorsa, şeytan tiplileri toplum bünyesinden çekip etkisiz hale hale getirirler. Yoksa, nebilere düşman olan şeytanlar, nebisizleri hayda hayda rezil ve kepaze ederler.
İbrahim Faik Bayav
(27.03.2025 09:20)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Enam Suresi’nin 111’nci ayetinde, ilginç ve sırlı bir ifade ile karşılaşıyoruz. Önce ifadeye bakalım:
”Ve lev ennena nezzelna ileyhim el-melaikete; Ve kellemehüm el-mevta; Ve haşerna aleyhim külle şeyin kubülen…”. Yani; eğer onlara melekleri indirmiş olsak, ve ölüler onlara konuşacak olsalar; ve her şeyi onların üzerlerine çıkarmış olsak…
Her şeyin çıkarılması… ya da çıkarılacak her şey… Bu zikredilenler, şüphede olan insanların inanmalarına sebep olacak ispat unsurlarıdır. Ayetteki ”ma kanü li yüminü” ما كانوا لِيُؤمِنوا ifadesi, ispat unsurlarının -o insanlar için- işe yaramayacağını haber veriyor.
Kur’an’daki ayetler vahy olarak geldiğinde, genellikle Hz. Muhammed muhatap alınır. O bilgilendirilir; toplumun düzeni için tavsiyeler onun dilinden insanlara bildirilir. Lakin bu ayet ifadesi, aynı zamanda Hz. Muhammed’e hem teselli verir; hem, onu kafirlere karşı uzak tutma amacı taşır.
Akla gelen soru şu: Bu ifadenin ayet olarak belirtilmesinin sebebi nedir?..
Mekke’nin kafir zümresi, uyarıların ve hatırlatmaların Hz. Muhammed’le yapılmasını kabul etmiyordu. Çünkü, güç ve para kendilerindeydi… Güç ve para ile gelişen hakimiyet kendilerindeydi. Onlardan izinsiz fert ve ailelerin söz söyleme hakları yoktu.
Enam Suresi’nin 7’nci ayetinde belirtildi: Mekke ağaları, Hz. Muhammed’in anlatımını alay ederek karşılamışlardı. Söylediklerinin bir kitap içinde kendilerine gösterimesini istemişlerdi. 8’nci ayette de, ağaların, uyarıları, bir melek tarafından yapılmasını istedikleri belirtilmişti. Tabi, istekleri istihza amaçlıydı. Bu ayet ile de, Mekke ağalarının, yüksek makamdan gelen ayetlerin, getiricilerini görmek istedikleri belirtiliyor. Mekke’nin ağalarının anlayışına göre, onların bildirdiği ve empoze ettiği otoriter makamdan daha yüksek makam yok.
Ayet ifadesinden, olayın cereyan şekli, böyle anlaşılırken, ileriye… yüzyıllar ötesine ait sır da bu ayetin içinde oluşuyor. Kelimelere ayırıp bakalım:
Birinci kelime: و لو انَّنا نَزَّلْنا اِلَيْهِمْ اَلْمَلَئِكَةَ ”Biz onlara melekleri indirmiş olsak!..”.
”İndirmiş olsak” لَو اَنَّنا نَزَّلْنا ifadesi, meleklerin indirilebileceğinin mümkün olduğu anlamını verir. Onlar, ummadıkları ve bilmedikleri yüksek makamdan, deni ve sefil makamdaki kendileri için ‘melaike’ unsurunun gelmesini istemişler. ‘İleyhim’ kelimesi, indirme olayınının onların içine veya arasına anlamında değildir. ‘İleyhim’, melekler indirilecekse, karşılarına veya karşı cephelerine anlamını verir. İstila edilerek varlıkları süpürülüp atılacaktır. Melekler indirilecektir ama herhalde zamanı vardır. Burada bilinmesi gereken, ‘melaike’ terimiyle kimlere işaret edildiğidir.
İkinci kelime: كَلَّمَهُمُ الْمَوْتى ”Ölüler onlara konuşacak olsa…”
‘Mevta’ اَلْ مَوْتى terimi, Müslüman toplumlarda, ruhu çıkmış insan bedeni olarak biliniyor. Ruhu çıkmış insan bedeninin konuşması muhaldir. Kötü bile olsa hiç bir akıllı kişi, ruhu çıkmış bedenden konuşma beklemez. ”Ölüler onlarla konuşacak olsalar” ifadesi, Mekke kafirlerinin, ya da sonraki zamanın kafirlerinin ölüler kadar bile değeri olmadığını belirtir. Fakat biz ‘mevta’ terimini biraz irdeleyelim:
Ayet ifadesine dikkatli bakılmazsa, Mekke’nin ağaları, ölmüş insanlardan bilgilendirme istemişler gibi bir anlam ortaya çıkar. Lakin öyle değildir. İfadenin edebi değeri yüksektir. O anda bilinen her söz ve yazı, gemişteki kişilere veya zatlara aittir. Mekke ağaları kitaplaşmış o sözleri gizlemişlerdir… Açığa çıkarsa tahrif etmektedirler. Hz. Muhammed de zaten o kitap bilgilerini açığa çıkarıyor. Her kitap bilgisi geçmişteki zatların manevi şahsiyetini yansıttığından, o zatlar aynen karşılarına çıksalar, anında reddiye ile karşılık vereceklerdir.
‘Mevta’ terimi Arapça Türkçe lügatte, ‘meyyit’ isminin çoğul hali olarak gösteriliyor. ‘Meyyit’ ise, sakinliğe ve işlevsizliğe verilen ad olarak belirtilmiş. Mevta terimi, ölü hükmünde olanları ama aslında ölü olmayanları tanımlayan bir kelime. Mesela ‘Mate’ fiili, ekolojik ifade olarak rüzgarın durması ve sakinlemesi için kullanılıyor.
‘Mate’ ماتَ fiili günümüzde, teknolojik ifade olarak kullanıldığında, imal edilmiş nesnelerin hareketlerinin durduğu anlamını veriyor. Trafikteki canlılığın bitmesi, yolların sakinlemesi gibi. Mesela, fabrikaların işleyen makinelerinin zaman dolduğunda stop etmesi gibi.
Zaman ayarlı teknolojik nesneler, programlandığında, kendileri harekete geçiyorlar ve yine kendi kendilerini durdurup sakinliyorlar.
”Kellemehümü‘l-mevta”: كَلَّمَهُمُ الْمَوْتى ifadesi, 21’nci yüzyıl içinde, önümüze getirilen YAPAY ZEKAyı hatırlatmıyor mu? Masamızın üstündeki bilgisayar, ”Sor merak ettiğini, cevap verelim” diyor. Günümüzün harikasını o zamanın Mekke kafirleri akıllarına getirmemişlerdir herhalde. Lakin, yüzyıllar ötesinindeki olay, Enam Suresi’nin 111’nci ayetindeki ”Ve kellemehümü‘l-mevta” kelimesi içinde gizlenmiş.
Soru şu: Ülkenin ‘hak’ nedir bilmeyen, hukuktan anlamayan, dediğim dedik kafirleri, mevtanın konuşması olayı sonrasında hukuku benimseyecekler mi?
”Ma kanü li yüminü illa en yeşaallah” ifadesi, kafir olanların kafirlikte devam edeceğini belirtiyor.
İbrahim Faik Bayav
(20.03.2025 09:40)
İBRAHİM FAİK BAYAV
Mekke’nin zalim ileri gelenleri, inanç istismarı yaparak toplumu güdüyordu. Hz. Muhammed ortaya çıktı, toplumu güdülmekten kurtarmak için, güdülme inancının batıllığını anlatmaya başladı. Batıl inanç, ilahların çokluğu idi. Her ilah, bir sembolle topluma tanıtılıyordu. Hz. Muhammed, tek ilah inancını ortaya sürdü. Söyledikleriyle ‘ilah’ bilinen her sembol darbe yemiş oluyordu. Aslında darbe yiyenler, sembollerin arka planında hüküm süren Mekke ağaları idi.
Ağalar, değişik sembollerle ortaya koydukları ilahları, Allah’ın yardımcıları ve ortakları olarak cahil topluma empoze etmişlerdi. Doğruyu anlatmaya çalışan Hz. Muhammed’e, ağalardan fazla, ağaların yalakaları cephe almıştı.
Hz. Muhammed’e ”Kul; innema ilahün vahidün” şeklinde gelen vahiy, ona, tek ilah ısrarında devam etmesini emrediyordu. O da öyle yaptı; Tek İlah ısrarının hak olduğunu Tek İlah olan Allah’ı şahit göstererek, sembollerin arkasındaki Mekke ağalarını yıpratmaya başladı.
Ayet, ”uyduruk laf’ diyordu, ağa yalakalarının dediklerine. Mekke’nin her bir ağasına ZALİM üfürüğü gönderiliyordu. Nihayet gelen ayet ile ağa yalakalarına, böyle devam ederlerse, felah bulamayacakları uyarısı yapıldı.
O kadar mı?.. Hayır!.. Sembollerin arka planındaki ağaların görünen yalakalarına akıbetlerinin kötü olacağı da haber verildi. Ayeti kelimelere ayırıp bakalım:
Enam Suresi Ayet 22: Birinci kelime: ”Ve yevme nehşuruhüm cemian”. Yani, günü gelince hepsini toplarız.
İfadeye dikkat edildiyse, ağa yalakaları muhatap alınmıyor, direkt Hz. Muhammed ve müminler bilgilendiriliyor. Bu ifade aynı zamanda sıkıntı çeken Hz. Muhammed’e bir müjdedir.
‘Hüm’ هُمْ zamiriyle belirtilenler, ağalardan fazla ağalık yapmaya özenenlerdir… Yalakalık gereği ‘yalan’ ve ‘iftira’ üzerinde yol alanlardır… Belki, onların peşine takılanlar ve uyarıya lakayt kalanlardır.
Onlara bildirilen toplama (haşr) hareketinin hangi gün olacağı belli değil. Lakin davranışların karşılığı olarak gerçekleşeceği belli. Karşılığı ne?.. İlk akla gelen muhakeme safhasıdır.
İkinci kelime: Sümme nekulü lillezine eşrekü”. Yani, sonra… yani toplanma sonrasında… işrak etmiş kişilere hitap edilir.
‘Lillezine eşrekü‘ لِلَّذينَ اَشْرَكوا kelimesi, muhakeme için toplananların arasında, semboller arkasındaki ağaların olmadığı ima ediyor. İnançları istismar edilenler resmen ortada kalmıştır.
Üçüncü kelime: ”Eyne şürekaüküm ellezine küntüm tezumün”. Yani, inandığınız ve ne derlerse yaptığınız ilahlarınız neredeler? Bu soru cümlesi, haşr gününde, sembollerin arkasındaki ağaların toplananların arasında olmayacağını onlara net bildiriyor. Sonraki ayette ise şu belirtiliyor:
Enam Suresi Ayet 23: ”Sümme lem tekün fitnetühüm illa en kalu vallahi rabbina ma künna müşrikin”. Yani, o gün toplanıp muhakeme safhasına girdiklerinde yemin ederler, müşriklerden değildik, derler.
”Müşriklerden değildik” ifadesi, ‘müşrik’ olmak ya da müşrik görünmek zorundaydık, anlamına gelir miydi acaba? Öyleyse ağalardan gelen ulufe ve ihsanlar, kişileri istemesler bile müşrik yapmıştır. Günümüzdeki politika arenasındaki görüntüler fark ediliyor mu?
‘Fitnetühüm’ فِتْنَتُهُمْ kelimesi, toplananların sorgulanmaları durumudur. ‘İlah’ yerine konan sembollerin arkasındaki ağalara yalakalık yapmalarının sebebi sorulacaktır.
Burada ‘ilah’ teriminin ne demek olduğu merak edilecektir. Belirtelim:
‘İlah’; اِلَهٌ Kendisine kulluk edilen güç sahibi, demektir. Mekke’de güç ağalardadır; cahil toplum fertleri, çaresiz kalmış, her denileni yaparak, onları ilah bellemiştir.
Yakın geçmişte, Türkiye’de, gençler, para sahibi güç odakları tarafından bazı vaadlerle anarşiye teşvik edilmişti. Birgün oldu, o geçlerin cümlesi toplanıp karantinaya alındı. Sonra sorguya çekildiler. Teşvikçi güçlerden hiç kimse aralarında yoktu. İçlerinden uygun görülenleri bu dünyadan göçtürdüler.
‘Tezumün’ تَزْعُمونَ fiili, birini, topluma ’emir’ veya ‘reis’ belletme hareketidir. Bu fiil yakın geçmişte tecelli ettirildiğinde, Türkiye’deki otorite ya bertaraff edilecekti; ya da bazı güçler otoriteye şerik/ortak edilecekti. Mekke ağalarının yalakaları, dikili sembollerin arkasındaki gücü, topluma, otorite sahibi olarak bellettikleri ve onlara her istenileni yaptırdıkları gibi.
‘Müşrikin’ مُشْرِكينَ kelimesi, Tek İlah’a başka ilahları ortak edenler anlamındadır. Lakin ayetteki ‘müşrikin’ kelimesi ile, bu anlayış çerçevesinde bozucu ve yıkıcı eyleme karışanlar kast edilir. Zamanımızda, bozuk düzenin devamı için toplumu güdenler, vaadlerle kandırıp boyun eğdirenler, o zamanın Mekke ‘müşriklerinin’ değişik versiyonudur.
İbrahim Faik Bayav
(14.03.2025 09:34)