06 Nisan 2024 Cumartesi
Herkes Ankara’daki konserlere bakarken İzmir’de olanlar oldu: Genç Parti’den bakana zor sorular!
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
SAMİMİYET, SEN NEREDESİN?
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Bugün Benim Doğum Günüm...
AYÇA ÖZTORUN
GEÇİNİZ BUNLARI!
Ülkemde “Dünya Barış Günü” etkinliklerini devlet erki ya da muhalif kesim yaptığında içten içe gülerim.
Geç bunları anam babam geç bunları!
Çocuk yaştan bu yana bilirim barış diyen aydınların cezaevlerinde nasıl tutulduklarını.
Bilirim o devlet erkinin iki yüzünü! Savaş değil de barış dedikleri için neredeyse sizlere vatan haini ilan edercesine eziyet ettiklerini.
Ve muhalefet…
O sosyal faşist muhalefetin kürsüde raks ederek halkın yanındayız imajı verip ülkenin özgürlüğü ve barışı için en ön safta mücadele veren aydınlarının yanında durmadığını çok iyi bilirim.
Bilirim yargılama sürecinde sanık yaftası vurulan barış neferlerine ve ailelerine nasıl psikolojik işkenceler yapıldığını.
Türkiye Barış Derneği kurucularından babam #ismailhakkıöztorun ve yiğit arkadaşlarını saygı ile anıyorum. Savaş suçlusu değil de barış için özgürlük için mücadele veren aydınlarsınız. Unutulmadınız. Her biriniz adeta birer anıtsınız. İsimleri sayfalara sığmayacak nice önemli akademisyenler, ille de barış diye bu uğurda can verenler, büyük bedeller ödeyenler savaş suçlularına inat unutulmayacaksınız.
Bu ülke ben bildim bileli barış ve özgürlük özlemi içindeydi, umutlar tükenerek bugüne kadar geldi.
Hayıflanıyorum; “baba sen bu köleleşmeye eğilimli insanları hiç mi tanıyamadın?
Barış dolu bir yaşam uğruna bu toplumun yarınlarını dipsiz kuyuya atmamak adına barış ve özgürlük dolu bir yaşam için mücadele verirken cezaevlerinde sorgularda kaldınız.
Babam İsmail Hakkı Öztorun barıştan yargılanırken savunmasında; ““Ulusal bağımsızlık, hiçbir gücün, hiçbir ulusun buyruğuna, güdümüne, koruyuculuğuna peşkeş çekilemez.
Ulusal bağımsızlık, Türk ulusunun ve onun bir bireyi olan bizlerin künyesine kazınmış namusudur” diye mahkeme heyetine haykırmıştı.
Ulusun bağımsızlığı namustu künyemize kazanmıştı. Bugün cehalete, tacize, tecavüze, hırsıza karşı savunmasızsak, mülteciler bize kendi ülkemizden defolup gitmemizi söyleyecek duruma gelmişse ve dört bir yandan kuşatılmışsak ne namus kalır ne de haysiyet!
Biz çocuk yaşta size hasretlik.
41 yaşında gözlerini yumdun hayata baba.
Veda ettin bize gençliğinin en verimli çağında.
Yokluğunu, eksikliğini hakkını savunduğun insanlar hissetmedi biz hissettik. O insanların çoğu bugün geldiğimiz noktada özgürlüklerini kendi gönül rızasıyla efendilerine teslim etti. Kaldık bir elin parmağı kadar!
Sinen ses gür çıksa özgürlük ve barış arşa çıkar.
Muhalefette ise aynı koftiden numara.
Halkın yanındalarmış!
Geçiniz bunları kardeşim geçiniz bunları.
AYÇA ÖZTORUN
“Küçük bir yavrunun, dünya güzeli bir çift gözün ışığını söndürdüler.
Leyla ve onun akranları olan, aynı hezimete uğramış çocukların, dalından zorla koparılan tomurcuk güllerimizin hayatı sapkın insanlar tarafından alçakça katledildi. Leyla ve diğer çocukların hazin sonuna Mecnun olmuş, elleri kolları bomboş bırakılmış ailelerin acısı, tüm güzel insanların acısı oldu ve olmaya devam ediyor.
Kirli emellerle güzel yavrularımızın hayatını karartan, içi kararmış, elleri kanlı, nefret suratlı alçaklar, alınlarında kara bir lekenin damgasını taşırken, onlara sessiz kalmaya devam eden, ‘bir kereden bir şey olmaz.’ Diyerek, sapkınlıkların önünü açan kişiler de bu suça ortak olarak yaşayacaklardır.” İDAM ÇÖZÜM MÜ Cinayetlerin, tacizlerin, şiddetin önüne idam yoluyla değil, ömür boyu müebbetle ıslah edilerek geçilebileceğine inanıyorum.
Ölüsevici zihniyetlere çanak tutup tecavüzcülere idam istiyoruz derseniz, o yağlı urganı koruyup kolladıkları istismarcılara ve adi suçlulara değil, ülkenin ilerici aydınlarının başına geçirmeyi planlarlar. Bu ülkede sapıklara hak ettikleri cezayı verecekler umuduna kapılırsanız yanılırsınız. İdammış! Kanı kanla temizlemek çözüm mü sizce? Sapkın, sosyopat adamlar idamdan korkar mı? Onlar düşünsel değil, güdülsel hareket ederler.
Beyni o an uzvuna sinyal vermiş, şehvet içgüdüsüyle hareket eden bir adamın gözü dönmüşse, o an idamı mı düşünür? İdam var diyelim, adam aile içi istismara yönelir ve işine devam eder. Ensest ilişki, yani perde arkası ilişki kat kat artar. Çok öyle ensest ilişki yaşayıp, “ne de olsa kan bağı var, çevreye rüsva olmaktansa gizli tutmayı yeğlerim, sineye de çekerim” diyen insanlar var. Kapalı ve bastırılmış toplumun utanç dolu yaşanmışlıkları, eğitim sisteminin çöküşüyle başlar. Tecavüzler, sapkınlıklar, yozluklar, yobazlıklar,kadına şiddet, hızla artarken, adi suçlular her yerde kol gezerken, üçüncü sayfa haberleri artık bizim ülkemizde olağan haberler niteliğini taşıyor ve taşımaya devam edecektir. Devlet ıslah etmek için vardır.
Devleti devlet yapan toplumlardır ve toplum, devlet eliyle idam yasasının onayını istemesi yerine, caydırıcı ağır cezalarla ıslah etme yolunda çarelerin bulmasını ve cezaların ona göre düzenlemelerini istemelidir ve en önemlisi eğitim sistemine ağırlık verilmeli diye baskı yapmalıdır.
Tarikat okulları açmakla uğraşıp, kapalı zihniyetler yetiştirmekle, hamile kadın dar kıyafet giyerse tahrik olur insanlar diye fetva vermekle, kız çocukları babasının kucağına sekiz yaşından itibaren oturamaz diye mide bulandıran demeçleri tv kanallarında din programları adı altında insanlara empoze etmelerine izin vermek yerine, toplumu bu gerici söylemlerle, çocukları ve kadınları günah objesi gibi lanse etmekle bizleri karanlığa sürüklüyorsunuz diye sesimizi yükseltmeliyiz. Bizler sessiz kaldıkça suç oranının tavan yaptığı ülkemizde potansiyel sapıklara cesaret vermeye devam ederiz. Öyle de oldu…
İşte size Ensar vakası. Ne oldu? Bir kereden birşeycik olmadı. Çok kere olsun ondan sonra bakarız hal çaresine! Öyle mi? Baktınız hâl çaresine! Bu konuda çıkıp öğreti niyetine kim ne yaptı? En azından siyasi gücü ve hükümdarlığı elinde tutmak için satın aldıkları tv kanallarında, gazetelerde bu konuda günde bir saat öğreti niyetine yayınlar yapsalar yine faydası olur diye bir girişimde bulundular mı? Aksine suç oranını ikiye katlayan kofta dizilerle insanları suça teşvik ettiler ve etmeye devam ediyorlar.
İşte size bir örnek. Adanalı Gelin dizisi. Dizide adamın üç veya dört karısı var ve bunu öyle bir olağanlaştırmışlar ki, hatta komedi dizisi olmuş, reyting kırıyor. Eh, bunu topluma ballandırarak servis ederseniz adam dört kadınla aynı anda yatağa girmeyi mübah sayar ve bu toplum topluca Aşkı memnu toplum halini alır. Aşkı memnu dizisinde anlatıldığı gibi amcayı da idare ederim, yeğenini de zihniyeti ve bu entrikalı ensest ilişkinin hazin sonuna da herkes ağlar…
Çok duydum, çok gördüm ben bu tür olayları. Daha geçen gün tanık olduğum bir olayı kısaca anlatayım. Adam deli gibi aşık olduğunu söylediği kadınla gelecek planlarken, evleneceği kadının amca kızıyla gece gündüz oynaşıyor. Amca kızı da buna dünden razı. “Niye yaptın” diye soruyorlar, ikisi de intikam duygusu ile diye yaşadıkları ayıbı kin ve nefrete evirerek kapatmaya çalışıyorlar.
Aldatılan kadın şimdi bunları infaz mı etsin? İdam mı istesin? Ucuz zihniyet taşıyan bu iki değmez insan için seviyesini mi düşürsün? Ne yapsın söyleyeyim. Bu tür insanları toplum nezdinde ifşa etsin. Bu tür insanların üzerine gitmez ve sessiz kalırsanız cahil cesaretiyle daha çok insanın başına bela olmaya devam ederler. Kanı kanla temizlemek yerine, idamseviciliği yobaz yetkisine vermemek ve ıslah etmek, müebbet yoluyla caydırıcı cezalar vermek, eğitsel anlamda köylerde, kasabalarda, kentlerde, okullarda, çalışmalar düzenlemek zorunluluğu getirilsin.
Nefret ve kinle büyütülen çocuk, tacize, tecavüze, öldürmeye kodlanır. İnsan sevgisine, doğa sevgisine, sanata, bilime yönlendirilen çocuklar ise suça dur demeyi bilir. Örneğin geçenlerde minicik bir köpeğin dört bacağını kesen alçağı mı idam etmeli, yoksa onu doğduğu günden bu yana sekelli büyüten cahil ebeveynlerini mi? Hatta o kişinin çocukluğundan bu yana yaşadığı suça etken çevresinin tamamını mı idam etmeli?
Bu konu hakkında bir örnek daha anlatayım. İlişki kurduğu adam, kadının duygularıyla oynuyor ve kadına korkunç derecede şiddet uyguluyor. Kadın gidip adalete sığınıyor ve dava açıyor. Adamın annesi oğlunu savunmak için; “kadın kuyruk sallamasaydı, az bile etti oğlum” diyor. Bunu diyen bir kadın! Oğlunu suça teşvik ediyor ve ona “az bile ettin oğlum” diye ikinci bir suça iştirak etmesine destek veriyor. Şimdi burada oğul mu idam edilmeli, kadın mı? Hangi birini idam etmeli? Yani herşey temel eğitimle başlıyor. Bana ceza ve ıslah konusunda yetki verselerdi ne yapardım diye hep düşünürüm. Tecavüze uğrayan, şiddet gören, öldürülen o güzelim çocuklarımızın zanlılarını ömür boyu hücreye atardım. Yaşayabileceği kadar yemek verirdim.
Zorunlu kitap okuma saatleri ve geriye kalan 10 saati çocuk sesleri dinletirdim. Ölüm sapkınlar için kurtuluş olmamalı. Yaşadıkları her anı ölüyormuş gibi yaşamalı. Ne güzel bir ceza olurdu. Ha bir de resim çizme saatleri olmalı. Sürekli çocuk resimleri çizmeyi zorunlu kılmalı… Çok isterdim o anlarını gizli kamerayla izlemeyi…
Bana göre her kim ki kadınları ve çocukları cinsel obje gibi görür ve sınıflandırırsa, onların bedenleri üzerine ahkam kesmeye kalkarsa, bir taciz ve tecavüzcü suçlusundan ve teşvikçisinden farkı kalmayacaktır. Siz hâlâ koftadan hocalarınızı ekran başına geçirin, program başına bu adamlara milyon papeli sayın ve kadının saçı günah kıçı günah, 12 yaşından sonra akılbali olan kız çocuğu evlenebilir muhabbeti yapın, sapıklarda açık kadın müsaittir, çocuk elimin kiridir zihniyetiyle salyaları akıtarak piyasa yapmaya devam etsinler.
Siz de bu saçmalıklara itiraz etmeyip İdam isteyin. Öyle mi?
AYÇA ÖZTORUN
“Cehaletle yaşamak, onlara kapı açmak bir ülkenin çöküşündeki etkenlerin en büyüğüdür. Bu duruma çanak tutup ardından coğrafya kaderindir diyenleri onamak ve susmak sefilliktir.”
SUSTUK
Bizi alaşağı edecek icraatlara, tarıma, ekonominin gidişatına, ülkemizin hızla beton kütlesi hâline gelmesine, çarpık kentleşmede fare gibi arazilere hücum eden müteahhitlere o alanları babasının malı gibi peşkeş çekenlere, ihalelere sustuk. Cahile, hırsıza, yolsuza, arsıza pabuç bırakarak sustuk.
Sustuğumuz, sorgulamadığımız hesap sormadığımız, hak aramadığımız, çocuklarımızın geleceğini dipsiz kuyuya attığımız için hepimiz suçluyuz. Onlara güzel yarınlar bırakmadılar. Onların gününü güneşini umutla dolu geleceğini çaldılar ve biz de sustuk. Özür yetmez hepimiz suçluyuz. Biz sustuk geleceğimizi müebbete çevirdik ve sustuk!
Sormadık zorlanarak ödediğimiz vergilerimizin nereye gittiğini! Kalantora, kompradora, al gülüm ver gülüm ihalesini altın tepside sunanlara kimin vatanını arşın arşın peşkeş çekiyorsunuz diye sormadık.
Göğü delercesine diktikleri betondan kütle yığınını insanlara mezara dönüştüren müteahhitlere malzemeden çalarken demirini, çimentosunu nasıl kullandığını sormadık. Para kazanmak için kaçak eksik malzemeyle niye arşa çıkan binalar yapıyorsunuz diye hesap sormadık.
Varotik zihniyetleri ile bitirdikleri süslü binaların tepesine tenekeden Eyfel Kulesi dikip, “buyurun mezarlarınıza” diyenlerin formaliteden denetçileri de göz yumdu, alkış tuttu bu ucubelere. Bunları bile bile ayakta uyuduk. Kredi çekip emeklerini son kuruşuna kadar dökerek kurulan yuvalar halkımıza öbek öbek mezar oldu şimdi.
Hatay yok artık! Kahramanmaraş, Adana, Antep diğer iller ve ilçelerin sesini duyan var mı? Yüreğimize kor gibi ateş! Enkaz altında can verirken insanlar, ülkeme ağıt düştü. Ülkem yasta şimdi.
Ülkemi temsil etmek için seçtiğimiz adamların seçimden önce efendisiyken biz şimdi kölesi hâline getirildik. Palazlandılar, güçlendiler acılarımızı yok saydılar adi dediler, alçak, namussuz dediler yine sustuk.
Şimdi iyi dinleyin coğrafya kaderimizdir diyenler; hayatınız efendilerinizin makarasında iplikken o da sizinle birlikte kader der geçer.
SESİMİ DUYAN YOK MU?
“Gece yağdı üzerime yuvamız mezar bize
Gökyüzü yıldız dolu yeryüzü haram anne”
Aklı sıra teselliler “Coğrafya kaderdir” der
Coğrafya kader değil susmak sefilliktir anne
Ölüm yağarken üzerime gökyüzü ağıt yakar
Yağmur, fırtına, kar yıldızlar küsmüş gitmiş
Sesimi duyur anne.
Sesimizi duyan yok mu? ölüme uyuyoruz
Ninem kefen bohçam derdi sersefil öldük anne
Kuş olup uçtuk anne
Yuvamız çöktü bizim kepçeler üzerimde
Kefen bohçam derdi ninem
Al kanlar kefen anne
Yeryüzünden ses geliyor sesimi duyan yok mu?
Burası çok karanlık beni bırakma anne
AYÇA ÖZTORUN
Yazacak daha fazla hiç bir şey yok o geceden başka.
“Deprem ve artçıdan hemen sonra binadan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey yavrularıma sarılmak oldu.”
İlk sarsıntıda başım dönüyor diyerek yatağımdan kalktım. Duvarlar üzerime geliyor, avize bir sağ bir sol yaparak tavana çarpıyordu.
Bu deprem dedim kendi kendime.
İlk işim kendime yaşam üçgeni oluşturmak oldu. Aklıma su ve düdük geldi. Bunları sanırım saniyeler içinde yaptım. Düdük yaşam üçgeni yaptığım yerde koltuğun hemen yanındaki çekmecedeydi. Koltuk ve sehpanın arasına cenin pozisyonu alarak yattım ve telefonla çocuklarımı aradım.
“Yaşam üçgeni oluşturun sarsıntı biter bitmez inin aşağı” diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Ben son kattayım. Son kattan kurtulma yüzdesi oldukça fazla. Ama kızım üçüncü katta yaşıyor ve bina çökerse mucize kurtulması diye düşündüm. Oğlumu sarsıntının şiddeti artınca aradım. Sadece kendini koru seni seviyorum diye bağırdığımı hatırlıyorum. Oğlumla konuşurken telefonda bir gürültü sesi duydum ve telefon kapandı.
Artık hayat bitmişti benim için.
Oğlumun bulunduğu bina çöktü dedim ve yaşam üçgeninden, yattığım yerden doğruldum.
Sürekli “Tanrım çocuklarım kurtulsun onların yerine benim canımı al” diye tekrar ediyordum.
Bina yıkılana kadar bitmeyeceğini sandığım sarsıntı durdu. Kızım beni aradı. ”Anne binadan çık” diye feryat ediyordu.
Kızıma; “Kardeşin?” dedim.
“O da şu an çıkıyor evinden” dedi. Haber alamadım deseydi asla evden dışarıya çıkmayacaktım.
Dayanamazdım. Aklım erdiği günden bu yana tanık olduğum acılara katlanmıştım ama evlat acısını kaldıramazdım.
Oğlum evinden çıkmak için sekiz kat koşacaktı. Ben ise altı kat. Evden dışarıya fırladım. Artçı beni beşinci katta yakaladı. O esnada yaşadığım şoktan kim olduğunu hatırlamadığım birinin asansöre binmeye çalıştığını gördüm. Kapüşonunu tuttuğumu hayır, sakın diye bağırdığımı hatırlıyorum.
Artçı ilk sarsıntı gibi hızlandı. Komşumun evine girdim. İnsanların ağlama ve panik halleri hâlâ gözümün önünde. Sarsıntı bitti. Var gücümüzle koşarak aşağı iniyoruz dedim. Gerisini hatırlamıyorum.
Binadan nasıl çıktım bilmiyorum. Arabadaydım. Kızım ve eşi yanımdaydı. Açık bir alana gittik. Oğlum da geldi yanımıza.
Çocuklarımın her ikisine ve kızımın eşine nasıl sarıldığımı anlatamam.
Arabada sabahlayacaktık. Kızımın eşi hekim olduğu için hastaneye gitti. Çok üzgündü. “Umarım ölü de olmaz yaralıda” derken sesi titriyordu.
“Şifa ol canım yaralılara” diyebildim.
Oğluma telefonda duyduğum gürültünün ne olduğunu sordum. “Elbise dolabı devrildi anne” dedi.
Biz kurtulduk ama kurtulduğumuza sevindik diyemedik. Enkaz altında kalanların feryadı, ölü sayısının korkunç rakamlara ulaşması, yaralıların perişan hali ve çökmüş binanın etrafında çırpınan ağıt yakan, annemi, yavrumu, kardeşimi kurtarın diye feryat edenlerin acısı benim de acım oldu.
“Sesimi duyan yok mu?”
Benim için bu soru bir kabus. Çaresizliğin sorusu bu!
Ağlıyorum, yüreğim yangın yeri. Adanam, Gaziantep, Maraş, Pazarcık, Osmaniye ve ismini sayamadığım bir çok ilçe halkı yüreğimiz yangın yeri.
Ve ateş düştüğü yeri yakıyor.
Hepimizin başı sağ olsun. Enkazdan yaralı kurtulanlar da bir an evvel sağlığına kavuşsun.
Bu yaraları yine biz saracağız. Bu yara bizim yaramız. Gözyaşımız bir bizim. Sözün bittiği yer dedik ama umudumuz tam bizim.
Çöktük! Kapandık! Umuda tutunacağız.
AYÇA ÖZTORUN
Mahallenin dayısı sistemin belalısı Musto, hafta sonunu annesi ve babası ile geçirmeye karar verdi. Babası Bombacı Çerden, oğlunun ziyaretine sevinmiş bahçede mangal yapmak için hazırlığını tamamlamıştı.
Mis gibi kebabın yanında da evde damıttığı mastika rakıyı buzlu buzlu servis ettiğinde ondan mutlusu yoktu. Çünkü karısı Badem Hanım ancak oğlu geldiği zamanlar kocasının içmesine izin veriyordu. Müzik setinin sesini de açan Çerden, “Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben halime” diye şarkı okuyan sanatçıya eşlik ederek mangal kömürünü yelliyordu.
Etler mangala atıldı. Masa kuruldu, patlıcan söğüşler, kırmızıbiberler közleniyordu.
Bahçe kapısının az ilerisinde gürültülü bir egzoz sesi ile araba eskisi durdu. Arabanın önünde vida ile dübellenmiş Mercedes amblemi vardı. Dört tekerin jantları cıncık gibiydi. Dikiz aynasına taktığı CD’ler yalım yalım parlıyordu. Arabanın arkasında tüplü ve öfkeli yazıyordu.
Musto arabayı görünce; namı diğer jet İbo’nun geldiğini anladı. Babasına Tanrı misafiri geldi dedi ve bahçe kapısını açtı. İbo’nun suratından düşen bin parçaydı.
Musto; ‘hoş geldin İbo’ dedi.
İbo mahallenin belalısı Musto’nun eline eğildi, öpeyim dedi. Musto izin vermedi ve İbo’yu sofraya
oturttu, ‘Ne bu hâlin’ diye sordu.
‘Halim batsın, kurban yaklaşıyor diye meyhaneye kimse gelmiyor’ dedi İbo.
Musto kahkaha attı. ‘Lan oğlum meyhane benim. Ben düşmüyorum derdine, sana ne oluyor’ dedi.
İbo; ‘Babamıza gelen zarar bize de gelir’ diyerek boynunu büktü.
Çerden bey etleri pişirdi ve masaya koydu. Herkes tabağına birer parça et koyarken İbo geriye kalan etin tamamını anında silip süpürdü. Ardından kaburga eti geldi. Masaya inen et, İbo’nun midesine bindi. Çerden Bey ve Badem Hanım’ın çatalları havada kaldı.
Musto İbo’yu gülerek izledi.
Badem kocasına, et kaldı mı? diye sordu.
Çerden kalmadı dercesine kaşını yukarı kaldırdı; ‘Git içerden kavun karpuz peynir getir’ dedi.
Badem Hanım; ‘ben kavun karpuz kesene kadar, sen de kasap kapanmadan et al gel’ dedi.
Çerden, ‘tamam’ dedi ve bir yudum mastika rakı alıp kasabın yolunu tuttu.
Musto; ‘kurban bayramı haftaya değil mi?’ diye sordu.
İbo bir yandan kaburgayı kemiriyor, bir yandan da laf yetiştiriyordu. ‘He haftaya. Biz kurbanda kapıyı üstümüze kilitleyeceğiz, gelene de kapıyı açmayacağız’ dedi.
Musto şaşırdı, ‘niye lan?’ dedi.
İbo başladı anlatmaya; ‘Biz her kurban bayramında etli bulmaca oyunu oynuyorduk. Bu oyunun adı Kurban puzzle. Geçen sene oyunumuzu, parça eksikliği yüzünden tamamlayamamıştık. (K)oyunun parçaları eksik olduğu için puzzle oynamaktan vazgeçtik.
Bu yıl sürekli kapı zili sesinden mustarip olmayalım diye, kurban bayramı boyunca kapıya evde yokuz diye bir not bırakacağız. Gerçi hiçbir kurban bayramında dişe dokunur bir şekilde kapımızın zili çalmadı. Kurban eti dağıtmaya gelenler değil, kurban kestiniz mi diye sorarak pay isteyenler geldi kapımıza. Bana bu soruyu soran olduğunda bizden âlâ kurban mı var diyesim geliyor.
Kurban bayramının ilk günü bulmacanın parçalarını birleştirmek için ortaya küçük bir leğen koymuştuk. Leğeni de bulmaca tahtası gibi görmüştük. Bayramın ilk günü, akşam olmuştu, ne gelen vardı, ne de giden!
Akşam kapımızın zili çaldı. Annem; “Ben size demedim mi, millet akşama kadar kurbanı kesecek, paylara bölecek, dinlenecek, ardından paylar dağıtılacak. Ancak akşamı bulur bu iş, dedim mi, demedim mi?” diyerek, kapıyı açtı.
Gelen komşumuz peynirci Hasan emminin eşi Hatice teyzeydi. Küçük bir poşete sarılı olan kurban payını anneme uzattı. Annemle bayramlaştı. Bizim çocuklar sıraya girdi ve Hatice teyzenin şişman elinden öptü. İki kelam sonra gitti.
Ben poşeti kaptım ve koyunun ilk parçası geldi, bilin bakalım neresi diye kardeşlerime sordum. Kardeşim, koyunun budunun üst kısmından bir parçadır dedi. Poşeti açtım, herkeste meraklı bir sessizlik! Gelen pay, koyunun kuyruğunun çeyreğinin çeyreği bir yağ parçası ve içinde bir tike et! Kebap şişine taksan bir kuşbaşı parçacığı!
Diğer kardeşim; “Yağ mı lan o?” diye sordu.
Annem güldü. ‘Oh, oh ne güzel! Yağı eritirim, dolma içine bir parça koyarım, mis gibi kokar yemek.’ dedi ve yağı elimden alıp, leğene koydu. Yarına kadar puzzle tamamlanır dedi.
Bayramın üçüncü günü olmuştu. Küçük leğenin içinde koyunun bir başı, bir de kuyruğunun çeyreğinin çeyreği vardı. Kriminoloji uzmanlarını çağırsak, gövdesine dair bir delil bulamazdı. Dışardan mis gibi mangalda pişmiş et kokuları geldikçe Allah bizi mükâfatlandırmak için nefsimizi sınıyor diyenlere kes lan diyesim geliyor. Çünkü her kurbanda biri yiyor biri bakıyor. Ama vallahi kıyamet de yiyenden kopuyor.
İşte bu nedenle ben Ateist oldum! Millete, artık siz düşün kaygısına diyorum. Kardeşlerimde Deist oldu. Bu yılın sonunda da Ateist olacaklar. Annem de seneye peşimizden gelir. Belki din olgusundan uzaklaşmamak için Hrıstiyan da olabilir.
Din konusunda annemin ağzını yokladım. “Evin içinde birinin Allah korkusu olması lazım” dedi. Bazen kafası karışıyor. “Hrıstiyanlar’da kurban kesmek yokmuş” diyor. Bakacağız artık, neye karar verecek!
Bu yıl kurbanlığın en ucuzu dört bin TL’den başlıyormuş. Asgari ücretli bir vatandaş nasıl kessin kurbanı diye söylendim. Elektrik, su, doğal gaz, telefon faturası derken, millet mokuyla boncuk oynama durumuna gelmiş, ne kurbanı?
Ekmeğin aslanın ağzında olması edebiyatı vardı ya bir ara! Gözü kara halkımızın, aslanın ağzından ekmeği de alırız felsefesinin doğurduğu zamlara direniriz psikolojisi de tükendi. Lokma artık çakalın götünde saklı lan! Hadi onu da çıkar oradan da gör tokmağı! Kolun gider yeminle…
Peygamber oğlunu kesmesin diye melek son dakika kurban yetiştireceğine hem peygambere o acıyı yaşatmasa, hem de kesilmek üzere olan oğula korku dolu adrenalin yaşatmasa olmaz mıydı? Neredeyse evlat katil olacaktı Peygamber!
Korku filmi yazarı olan Stephen King’in aklına gelmez böyle bir adrenalin!
Zenginlerin Güdük Ayşe’si de ayol demiş, amaç kan akıtmaksa bir dücace kesin demiş. Annem telaşla eve geldi. “Oğlum dücace ne demek?” dedi. “Dücace keselim” dedi. Gittim sözlüğe baktım dücace Osmanlıca bir kelime, tavuk demekmiş. Çıldırmak üzereyim! Hangi Milat’a ışınlandık oğlum dedim kendi kendime! Artık Türkçe de konuşmuyor millet! Tavuğa dücace diyor. Din için birbiriniz keseceksiniz deseler, Dinimiz âmin diyecekler!
Zenginin yoksulun ağzına bir parmak bal çalmak mı adalet? Bırakın bu sevap kebap işlerini! Biz açlık sınırını jet hızıyla yakaladık. Sınırı da geçtik açlık girdabında apışıp kaldık.
Bizi yaşarken Araf’ta bıraktınız lan diye eylem yapasım geliyor! Kurban bizsek, cehennem sizsiniz! Bir gün siz de biteceksiniz, durum ortada bu nedenle bizimle değilsiniz diye isyan edesim geliyor Musto baba’
Musto, ‘tamam İbo’m, sakin ol. Aşacağız bunları.’ diyerek İbo’yu teselli etti.
Badem Hanım da İbo’nun isyanına tanık olmuş gözyaşlarını tutamamıştı. Çerden Bey elinde et paketi ile bahçeden içeriye girdi.
Badem Hanım et paketini aldı İbo’ya uzattı, ‘götür bunu annene’ dedi. İbo et paketini aldı ve Badem’in elini öptü, paketi alıp gitti.
Çerden’in şaşkın bir şekilde; “Yahu bir gram et yemedik, kasap da kapandı ne olacak şimdi” diyerek sinirle bir kadeh mastika rakı doldurdu.
Badem Hanım kocasına kızdı, ‘ete hasret kalmışlar sen ne diyorsun Allah aşkına’ diye söylendi.
Musto ben gider diğer mahallenin kasabından istediğiniz eti alırım dedi.
Çerden; ‘lan oğlum artık açlık felsefesi yapanın hangisi doğru hangisi yalan ben de bilmiyorum ki! Elin adamı yüzük edebiyatı yaptı inanan da büzük de kalmadı’ diyerek dikti başına dubleyi.