21 Aralık 2019 Cumartesi
Ali Alper ÇETİN
Ahmed Hamdi Tanpınar’ın en önemli denemelerinden biri olan Beş Şehir adlı kitabının ilk sayfası Ankara’yla başlıyor. Bu kitabın baş sayfasında şu cümleleri okuyoruz:
“ Belki Milli Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silâhşörüne benzeyen kalesinin telkinidir; Ankara, bana daima dâsitanî ve muharip göründü. Şurası var ki, şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabiî bir istihkâm manzarasıdır. Bu his şehrin etrafında ve ona hâkim tepelerden bakarken pek küçük farklarla ancak değişir. Çankaya sırtları, Çiftlik, Baraj yolları, Etlik, Keçiören bağları velhasıl nerden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin bir ışık altında bu kaleyi, bütün arazi terkiplerini kendisinde topladığı ufak hep aynı sükûnetle hâkim görürsünüz.”
Sayfaları çeviriyoruz. Yazar, bu kez Erzurum’dan konuşuyor:
“… Erzurum, Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatanına giren cetlerimizin ilk ilk fethettikleri büyük, merkezî şehirlerden biridir. Tarihimizin ikinci dönem yerinde, Millî Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır.”
Söz sırası Konya’ya gelmiştir. Konya, cümle cümle dökülür yazarın kaleminden:
“ Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serp çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bir serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk sultanlarının şehrinde bulursunuz…”
Ardından Bursa gelir. “Bursa’da Zaman” bir hoş zamandır. Kitaptan birkaç cümleyi okuyalım:
“Bursa’ya birkaç defa gittim ve her defasında kendimi daha ilk adımda bir efsaneye çok benzeyen bu tarihin içinde buldum. Zaman mefhumunu âdeta kaybettim ve daima, bu şehre ilk defa gider ve onu yeni baştan bir Türk şehri olarak kuran dedelerimizin yaşayışlarındaki halis tarafa hayran oldum”
“Onun “ Bursa’da Zaman” adlı şiiri de şöyledir:
Bursa’da eski bir cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su,
Orhan zamanında kalma bir duvar,
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.
Bir rüyada arta kalmasının hüznü
İçinde gülüyor bana derinden,
Sanki bir hatıra serinliğinden
Ovanın yeşili, göğün mavisi,
Ve mimarilerin en ilâhisi…
Bir zafer müjdesi burda her isim,
Yekpare bir anda gün, saat, mevsim
Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın,
Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın,
Güvercin başlıklı sessizlik bile
Çınlıyor bu eski zaman vehmiyle…
Gümüşlü bir fecrin zafer aynası,
Muradiye, sabrın acı meyvası,
Ömrünün timsali beyaz Nilüfer,
Türbeler, camiler eski bahçeler.
Şanlı menkıbesi binlerce erin,
Sesi arşa çıkan hengâmelerin
Nakleder yâdını gelip geçene…
Bu hayalde uyur Bursa her gece;
Her sabah onunla uyanır, güller
Gümüş aydınlıkta serviler güler
Seri hülyasıyla çeşmelerinin.
Başındayım sanki bir mucizenin
Su sesi ve kanat şıkırtısından
Billûr bir âvize Bursa’da zaman.
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir musiki gibi zamandan
Çinilerde sinmiş Kur’ân sesini
Fetih günlerinin sâf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bir eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu.
Bu hayal içinde… ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk;
Havayı dolduran uhrevî ahenk.
Bir ilâh uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı edebiyette;
Belki de rüyası eski cedlerin
Beyaz bahçesinde su seslerinin
Kitabın sonuna doğru geliyoruz. Son söz İstanbul’undur. İstanbul’dan kısa bir pasaj okuyalım:
“İstanbul, ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir, yani her hâline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak sevilir. Bu güzelliklerde peyzajın kendisinden sonra, yahut onunla beraber en büyük pay, şüphesiz mimarînindir. Bu üste üste hayal mevsimleri hep onun beyaz çiçeği etrafında, bu sessiz orkestranın nağmelerini biraz daha derinleştirmek, daha renkli, daha içten yapmak için açarlar. Lodos poyrazla, akşam sabahla, mevsimler birbiriyle âdeta bunun için yarış ederler…”
Beş ayrı şehirden görüntüler verdiğimiz bu satırlar, Türk edebiyatının tanınmış şairi, roman ve hikâye ustası Ahmed Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı eserinden alınmıştır.
1901 yılında İstanbul’da doğan şair, doğduğu şehir İstanbul’a âşıktır.
1923 yılında Edebiyat Fakültesi’ni bitirerek edebiyat öğretmeni olan ve Anadolu’nun çeşitli liselerinde öğrenciler yetiştiren öğretmen Tanpınar, Anadolu’ya hayrandır.. Erzurum’u, Konya’sı, Kars’ı, Ardahan’ı, Adana’sı, İzmir’i ile Anadolu onun için keşfedilmemiş güzellikler ilkesidir. Bir cep feneri gibi Anadolu’yu aydınlattıkça, Anadolu büyür, güzelleşir, derinliğine konuşur.
Ahmed Hamdi Tanpınar, yıllarca Anadolu’yu dolaştıktan sonra İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi’nde Yeni Türk Edebiyatı Profesörü oldu. Bir ara Maraş’tan milletvekili seçilmişti, ama o üniversitedeki bilim kürsüsüne dönmeyi, kafaları aydınlatmayı, ruhları süslemeyi uygun buldu, kürsüsüne döndü. En verimli bir çağında ardı ardına eserler vermeye devam ederken 24 Ocak 1962’de İstanbul’da öldü.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Eserleri İse;
Şiir:
Bütün Şiirleri (1976-1981)
Roman:
Mahur Beste (tefrika 1944 – basım 1975)
Huzur (1949-1983)
Sahnenin Dışındakiler (tefrika 1950- basım 1973)
Saatleri Ayarlama Enstitüsü (1961-1977)
Ay’daki Kadın (ölümünden sonra 1987)
Öykü:
Abdullah Efendi’nin Rüyaları (1943-1983)
Yaz Yağmuru (1955-1983)
Hikâyeler (Kitaplaşmayan iki hikâyesiyle birlikte tüm öyküleri, 1983)
Deneme:
Beş Şehir (1946-2001)
Yaşadığım Gibi (1970-1977)
Araştırma-İnceleme:
Tevfik Fikret (1937-1944)
Namık Kemal (1942)
Edebiyat Üzerine Makaleler (1969-1977)
Yahya Kemal (1940-1982)
19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi (Ancak birinci cildini tamamlayabildi,1942-1985)
Hakkında Yayımlanmış Eserler:
Tanpınar’ın Şiir Dünyası, Mehmet Kaplan (İÜ Edebiyat Fak. Yay.,1964; ikinci basım, Dergâh Yay.,1983)
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları, Zeynep Kerman (1974; genişletilmiş ikinci basım, 1992)
Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Seçmeler, Enis Batur (YKY, 1992)
Boşluğa Açılan Kapı, Haluk Sunat (Bağlam, 2004)
“Bir Gül Bu Karanlıklarda” Tanpınar Üzerine Yazılar. Hazırlayanlar: Abdullah Uçman, Handan İnci. Kitabevi, 2002.
Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa Hazırlayanlar: Zeynep Kerman, İnci Enginün. Dergâh Yay., 2007.
Ahmet Hamdi Tanpınar Hazırlayan: Ümit Meriç. Ufuk Kitapları, 2002.
Bir Hülya Adamının Romanı – Ahmet Hamdi Tanpınar Hazırlayan: Orhan Okay. Dergâh Yay., 2010.
Edebi Kişiliği:
Kısaca özetleyecek olursak;
Tanpınar Doğu ve Batı kültürlerini iyi bilen, bunların sentezine varan üstün bir sanat ve fikir adamımızdır. Çok sevdiği hocası Yahya Kemal’in etkisi altında kaldığını şu sözleriyle anlatır: “ Yahya Kemal’in derslerinden, ayrıca eski şiirlerin lezzetini tattım. Galib’i, Nedim’i, Bâkî’yi, Naili’yi ondan öğrendim ve sevdim. Yahya Kemal’in üzerimdeki asıl etkisi şiirlerindeki mükemmeliyet fikri ile dil güzelliğidir. Dilin kapısını bize o açtı..” Onun türüm türüm Anadolu kokan, Anadolu’yu dile getiren şiirlerinde kişiliğine özgü bir sembolizm vardır. Hikâyeleri ve romanları da öyle.. Yaz Yağmuru, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü özlem dolu, sevgi dolu yurt intibalarını taşır.
Ali Alper ÇETİN
Ali Alper ÇETİN
Cumhuriyet dönemi Çağdaş Türk Edebiyatı’nın en dikkate değer şahsiyeti, şüphesiz Necip Fazıl Kısakürek’tir. Şair, edip, mütefekkir Necip Fazıl Kısakürek, uçsuz bucaksız duygu ve düşünce denizinde sonsuzluğa ulaşma özlemiyle liman liman dolaşan, her limanda yükünü bırakan, ölümsüz eserler veren bir dâhi, bir zekâ fırtınasıdır. Onun yetmiş sekiz yıllık ömrünün, en az elli yılı, bu fırtınaların yarattığı olaylarla doludur.
K.Maraş’tan İstanbul’a gelerek yerleşen köklü bir ailenin çocuğu Necip Fazıl, 1905 yılında doğdu. Amerikan ve Fransız kolejlerinde, Bahriye Okulu’nda, İstanbul Edebiyat Fakültesi (Dârülfünȗn) Felsefe bölümünde okudu.
1925 yılında öğrenim için gönderildiği Paris’te ancak bir yıl kalabildi. Dönüşünde bankalarda çalıştı. İstanbul ve Ankara’daki yüksekokullarda öğretmenlik yaptı. Bütün bu görevleri, onun geçimini sağlayan bir vasıta olmaktan ileri gitmedi. Şair Necip Fazıl olarak o, 1925 yılından sonra adını duyurmaya başladı. Şiirleri önce, Yeni Mecmua ve Millî Mecmua’da, Hayat Dergisi’nde yayınlandı. 1925 yılında yayınladığı “Örümcek Ağı”, onun ilk şiir kitabıdır. 1928’de yılında ikinci şiir kitabı olan “Kaldırımlar” yayınlandığı zaman dikkatleri hemen üzerine çekti. 1932’de yayınlanan “Ben ve Ötesi” ile şair, şöhretinin doruğundaydı. “Sanatların sultanı” dediği şiirde, giderek yolunu arıyor, şiire imân duygusunu ve sonsuzlukta gerçeğe ulaşma mistisizmini katarak, şairi (Allah’ın mahrem ülkesi olan bilinmez âlemin derbeder seyyahı) olarak görüyordu. Duygularını inanç ve imân potasında pişire pişire olgunlaştı. Beğendiği şiirlerini, 1962 yılında “Çile’ de topladı. Çok geçmeden ona “Şairlerin Sultanı” demek olan Sultanüşşuarâ unvanı verildi. İmân ve aksiyon adamı olarak memlekette geniş yankılar uyandırdı. Türk basınının merkezi olan Bâb-ı Âli’nin önde gelen isimleri arasında yer almıştır.
Türk Edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden olan Necip Fazıl Kısakürek’in düşünceleri, yaşam tarzı ve eserleriyle Türk edebiyatına yön vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek yaşamı boyunca oldukça fazla önemli eserlere imza attı. Fikirleri ve eserleri ile günümüze hala ışık tutmaktadır.
Güçlü bir yazım tekniğinin görüldüğü tiyatro oyunlarında ise daha çok korku ve kaygı psikolojisini işledi. Hatıra, makale, inceleme türü eserlerinde daha çok dinsel ve siyasal konuları ele aldı.
Necip Fazıl Kısakürek’in Başlıca Eserleri ise;
Şiir:
Örümcek Ağı (1925)
Kaldırımlar (1928)
Ben ve Ötesi (1932)
Sonsuzluk Kervanı (1955)
Çile (1962)
Şiirlerim (1969)
Öykü ve Roman:
Ruh Burkuntularından Hikâyeler (1965)
Aynadaki Yalan (1980)
Kafa Kâğıdı (1984)
Tiyatro:
Tohum (1935)
Bir Adam Yaratmak (1938)
Künye (1940)
Para (1942)
Namı Diğer Parmaksız Salih (1949)
Reis Bey (1964)
Abdülhamit Han (1969)
Monografi – Makale – Fıkra – Hatıra:
Birkaç Hikâye, Birkaç Tahlil (1933)
Namık Kemal (1940)
Çerçeve (1940)
Son Devrin Din Mazlumları (1969)
Hitabe (1975)
İhtilal (1975)
Yılanlı Kuyudan (1970)
Hac (1973)
Babıali (1975)
İman ve İslam Atlası (1981
Ödülleri:
1947 CHP Piyes Yarışması birinciliği “Sabırtaşı” ile 1980 Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü
1981 Türkiye Milli Kültür Vakfı Kültür Armağanı İman ve İslam Atlası ile
Sultan-üşşuara unvanlı Necip Fazıl Kısakürek bütün şairlerin (son yıllardaki hariç) “Çile” isimli şiir kitabına ismini verdiği “Çile” şiirlerinden bazı bölümler şöyledir:
Gaiplerden bir ses geldi: Bu adam;
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne, künde…
Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Oh çekti yukardan, üstüme avcı.
Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuma (yok) un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı.
Bir bardak su gibi çalkandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.
Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selâm, selâm sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.
Akrep, nokta nokta ruhuma sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşten cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.
Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
İçiçe mimârî, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!
Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırıltılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.
………………………………………………
Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök
Biricik meselem, sonsuza varmak…
Büyük düşünür Necip Fazıl’ı yalnızca şair olarak bilmek ve tanımak yetmez. O şiirden başka tiyatro, tarih, tenkit, biyografya, hikâye, makale, mizah türlerinde otuzdan fazla eser verdi. Günlük gazetelerde fıkralar yazdı. Konferansları olay yaratıyordu. 1944 yılından sonra çıkarmaya başladığı “Büyük Doğu” dergisi, onun doğrudan kendisinin kurduğu düşünce sisteminin adı olmuştur. Yazdığı “İdeolocya Örgüsü” adlı eseri ile Necip Fazıl Kısakürek bu düşünce sistemini ana hatlarıyla açıklamış; bu düşünce sistemi ile kendine özgü bir tarih muhasebesi, devlet anlayışı, estetik bakış ve fikri duruş sergileme amacı gütmüştür. Siyasî polemikleri yüzünden dergisi, zaman zaman kapatıldığı gibi, kendisi de cezaevlerine düşmüştür. İnandığı davada, gözünü kırpmadan Bâbıâlî’de, yerine göre nükteli, zekâsının parladığı güçlü mecazlarda dolu, ince ve kıvrak, yakıcı ve onbinlerce okuyucu kazandırıyor, fikirleri memleketin her köşesinde geniş yankılar uyandırıyordu.
Edebi Kişiliği – Sanat Anlayışı ise;
Evler döşemekti bendeki tasa,
Yaptım, ettim, nöbet mezara geldi.
Yeter bana, üç beş arşın bez olsa,
Beklenmedik mallar pazara geldi.
Penceremde bir gün, günlerden birgün,
Ses baygın, renk baygın ve ışık süzgün,
Belirsiz bir semte insanlık sürgün…
Çek perdeyi, güneş mezara geldi!..
diyor, ruhunun ebedîlik yolculuğuna hazırlanan seslerini dinliyordu.
Necip Fazıl 25 Mayıs 1983 günü bu özlemi duya duya dünyasını değiştirdiği zaman cenazesi mahşerî ve imânlı bir kalabalık tarafından omuzlandı. Eyüpsultan sırtlarına defnedildi. Ölümünden sonra eserleri, yeni baskılar gördü, hakkında pek çok kitap ve makaleler yayınlandı.
Necip Fazıl, Cumhuriyet dönemi Türkiye aydınlığına her zaman bir ışık, bir şimşek olarak yaşayacaktır.
Şairler Sultanı Necip Fazıl’ı “Sakarya Türküsü” ile yâd ederek rahmet diliyoruz:
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara
http://www.edebiyatfatihi.net/
Ali Alper ÇETİN
Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yârim kara topraktır
Nice güzellere bağlandım kaldım,
Ne bir vefa gördüm, ne fayda buldum,
Her türlü isteğim topraktan aldım
Benim sadık yârim kara topraktır.
diye bir ömür boyu sazıyla, sözüyle Anadolu’nun dili ve gönlü olan; sonunda 1972 yılında, 79 yaşındayken “sâdık yâri” toprağına kavuşan, toprak olan Âşık Veysel
Halk şiiri geleneğinin çağımızdaki gerçek temsilcisi, güçlü ozan Âşık Veysel Şatıroğlu’nun Anadolu aydınlığında, ışık ışık payı büyüktür. O, 1894 yılında Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde doğmuştu ama, aslında onu Anadolu kendi bağrından doğurmuş, bağrına basmıştı. Yedi yaşına kadar, akranı çocuklar gibi, o da koştu, oynadı gördü, işitti. Yedi yaşındayken bir çiçek hastalığı sonucu iki gözünü birden yitirdi. Bu kez dışarıyı görmeyen gözleri, çocuk gönlünü görmeye başladı. İçine kapandı, içini dinledi. Önce saz çalmayı öğrendi. Bu saz dedikleri telli ağaç parçası, insanın yüreğini coşturuyordu hani. Babasının arkadaşı Âşık Ala tarafından eğitilen Âşık Veysel, bu eğitim esnasında Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dertli gibi büyük halk ozanlarının eserlerini öğrendi.
Derken sazının telleri söze döküldü. Karacaoğlan gibi, Dertli gibi, Emrah gibi gönülcüğü kaynıyor, onların içli-yanık şiirlerini sazıyla söylüyordu. Yaşı ilerledikçe Şarkışlalı Veysel, Âşık Veysel olmaya, öteki âşıklar gibi, o da “aşk bâdesi” nden içmeye başladı. Her geçen yıl Veysel’i olgunlaştırıyordu. 1930 yılında Sivas Maarif Müdürü olarak görev yapan Ahmet Kutsi Tecer, tarafından düzenlenen bir şairler gecesinde tanıştı. “Halk Şairleri Bayramı” ilk kez düzenlenmişti. Ahmet Kutsi Bey, artık sönmeye olan “âşık geleneğini” canlandırmak -ve Cumhuriyet hizmetine koşmak içindi. Veysel, Ahmet Kutsi Bey tarafından verilen destek ile birçok ili dolaşmaya başladı. Bu yıllardan fırsat doğdu. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümünde Türkiye ozanları önce Ankara’ya, sonra İstanbul’a çağrılmıştı. Âşık Veysel de, elinde sazı bunların arasındaydı. Sıra Veysel’e gelince Gazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği “Türkiye’nin ihyası Hazret-i Gazi” mısrasıyla başlayan şiirini söyledi, Âşık Veysel adı, bütün yurtta tanındı. Bundan sonra Veysel tüm Anadolu’yu, şehir şehir, kasaba kasaba dolaştı…
Çok sevdiği Atatürk’ün ölümünde sazıyla birlikte o da ağlıyor:
Atatürk’ün eserleri
Söylenecek bundan geri
Bütün dünyanın her yeri
Ah çekti vatan ağladı.
diyerek herkesi ağlatıyordu. Bir süre Halkevlerinde ve öğretmen okullarında gençlere saz ve türkü öğretti. 1952 yılında İstanbul’da jübilesi yapıldı. 1965 yılında da Türkiye Büyük Millet Meclisi, ona (ana dilimize ve millî birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı) vatan hizmeti tertibinden maaş bağladı. Âşık Veysel artık Türk milletinin malı olmuştu.
Âşık Veysel hem kendisinden önce gelen ozanların geleneğini sürdürüyor, hem de bir ses getiriyordu. Gecesi gündüzü belli olmayan dünyasında, duygularını yaşıyor, gönlünce konuşuyordu:
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne hâldeyim
Gidiyorum gündüz gece.
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Uykuda dahi yürüyorum,
Kalkmaya sebep arıyom,
Gidenleri hep görüyorum
Gidiyorum gündüz gece.
Kırk dokuz yıl oldu bu yollarda
Ovada dağda çöllerde
Düşmüşüm gurbet ellerde
Gidiyorum gündüz gece.
Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca,
Gidiyorum gündüz gece.
Onun küçük dünyası, aslında koca bir dünya olmakla birlikte, ona yetiyor ve artıyordu. Bir şiirinde şöyle seslenir:
Bir küçük dünyam var içimde benim
Mihnetim ziynetim bana kâfirdir.
Görenler dar görür, geniştir bana
Sohbetim, ülfetim bana kâfirdir.
İstemem dünyanın saltanatını,
Süslü giyimini, arap atını
Bilirsem Türklüğüm var kıymatını
Vatanım milletim bana kâfirdir.
Ustalıkla, içtenlik, katıksız, arı-duru Türkçesiyle söylenmiş şiirleri… Anadolu’nun insanı, Anadolu’nun gönlü ve dili olarak saza dökülen o güzelim deyişleri… Derelerden, tepelerden çağıldayarak, köpüre köpüre akan suları gibi tertemiz, saf, kavruk, yerine göre özlem dolu, yerine göre sitemli aşk. Ne diyordu sevgilisine Âşık Veysel:
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa,
Eğlenecek yer bulamam
Gönlümdeki köşk olmasa.
Tabirin sığmaz kaleme,
Derdin dermandır yâreme.
İsmin yayılmaz âleme.
Âşıklarda meşk olmasa.
Bir başka şiirinde ise:
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül âlemîndir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyeyim geldi sırası
Kürt’ü Türk’ü ne Çerkez’i
Hep Âdem’in oğlu kızı
Binlerce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Kur’ân’a bak, İncil’e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası
Bin bir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma âsi
Yezit nedir, ne Kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ataş
Söndürmektir tek çaresi
Kişi ne çeker dilinden
Hem belinden, hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası
Şu âlemi yaratan bir
O’dur küllî şeylere kadir
Alevîlik Sunnîlik nedir
Menfaattir varvarası
Cümle canlı hep topraktan
Var olmuştur emir Hak’tan
Rahmet dile sen Allah’tan
Tükenmez rahmet deryası
Veysel sapma sağa solo
Sen Allah’tan birlik dile
İkilikten gelir belâ
Dava insanlık davası…
Eserlerinde Türkçe’si yalındır. Dili ustalıkla kullanır. Yaşama sevinciyle hüzün, iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içeydi. Doğa, toplumsal olaylar, din ve siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de vardır.
Edebi Kişiliği:
Cumhuriyet Dönemi’nde, Halk Edebiyatı âşıklık geleneğini sürdüren en büyük ozan ve aynı zamanda bu zincirin son büyük temsilcisi sayılır.
Çocukluğunda (daha 7 yaşındayken) geçirdiği çiçek hastalığı yüzünden bir gözünü, sonraki yıllarda bir kaza sonucunda da diğer gözünü kaybeder. Bunun etkisiyle içine kapanıp içli, yanık şiirler dile getirmeye başlar.
Okuma yazması olmayan ümmi şairler arasında yer alır.
Eserlerinin dili oldukça yalın olan Âşık Veysel Şatıroğlu, dili de ustalıkla kullanır.
İlk başlarda başka âşıkların türkülerini çalar. Sivas Lisesinde kendisinin edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer’in telkiniyle özgünleşir. Kendi sözlerini yazıp dile getirmeye başlar. Onu ülkeye tanıtan ve ünlü biri olmasına vesile olan kişi de yine Ahmet Kutsi Tecer olur.
İnsan aşkı, yurt sevgisi, doğa sevgisi, yurt güzellikleri, insanlık aşkını dile getiren güzelleme, methiye, taşlama, şathiye, devriye gibi türlerde şiirler söyler.
Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Emrah’tan etkilenir.
Tasavvufla ilgili görüşler de şiirlerinde işlenir.
Din, siyaset, toplumsal olaylara inceden inceye eleştiriler yönelttiği şiirleri de vardır.
Şiirlerinde Hüzün ile yaşama sevinci; umutsuzluk, iyimserlik gibi zıt duygular aynı anda işlenir.
“Toprak şairi” olarak da bilinir. “Benim sadık yârim kara topraktır.” dizesi onunla özdeşleşir.
Şiirlerinde hece ölçüsünün 8’li ve 11’li kalıplarını kullanır.
Ümit Yaşar Oğuzcan, onun şiirlerini “Dostlar Beni Hatırlasın” ismiyle yayımlar.
Şiirlerini; “Deyişler”, “Sazımdan Sesler”, ve “Dostlar Beni Hatırlasın” isimleriyle kitaplaştırır. Ölümünden sonra 1984’te eserleri “Bütün Şiirleri” adıyla tekrar yayımlanır.
Eserleri:
Anlatamam derdimi (5:24)
Arasam seni gül ilen (4:18)
Atatürk’e ağıt (5:26)
Beni hor görme (2:46)
Beş günlük Dünya (3:58)
Bir kökte uzamış (4:55)
Birlik destani (1:42)
Çiçekler (3:05)
Cümle âlem senindir (6:44)
Şiir:
Deyişler (1944),
Sazımdan Sesler (1950),
Dostlar Beni Hatırlasın (1970) isimi kitaplarında toplandı.
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984) adıyla eserleri tekrar yayınlandı.
Âşık Veysel İle Sohbet – 1964 (Kendi sesinden hayat hikâyesi)
Veysel’in şiirleri, kitaplara dergilere giriyor, plaklarda okunuyor. Veysel için övücü yazılar yazılıyordu. Ömrünün son yıllarına doğru baba ocağı köyüne çekildi. Sık sık rahatsızlanıyordu. Akciğer kanseriydi. Derken 21 Mart 1973 günü (acı son), tüm memleketi üzdü. Yıllarca Anadolu’yu Aydınlatanlar bir ışık yavaş yavaş sönerken, bir ses ondan bir ses, yüreklerimizde çın çın öttü:
Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur, bayram olur
Dostlar beni hatırlasın
Can kafeste durmaz uçar
Dünya bir han konan göçer,
Ay dolanır yıllar geçer
Dostlar beni hatırlasın
Dost Veysel’i dostları unutmayacaktı. Önce doğduğu köye adı verildi. Sonra heykeli dikildi. Asıl önemli olan Veysel’in milletin gönlüne yerleşmesiydi.
Halk ozanı, Âşık Veysel Şatıroğlu, Âşık Edebiyatın, Âşıklık Geleneğinin son büyük temsilcisidir. Kültürümüzün de yıldızlarındandır.
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
http://www.edebiyatokulu.org/
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara
Ali Alper ÇETİN
Bir dostuna yazdığı mektupta: “Elimde Türkçe gibi güzel bir silâhım var. Bu can, bu tende oldukça, Türk diliyle daha ne güzel, ne yeni, ne harikulade şiirler yazacağız. Öyle yapalım ki Ziyacığım, Türkçe bizden hoşnut olsun” diyen Türk dilinin gerçek ustası, Türkçeyi Türk şiirine nakış nakış işleyen, içli şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’yı dile getirelim…
Cana yakın bir dost, içtenlik dolu bir insan, pırıl pırıl cam gibi içi-dışı.. Sevgi dolu yüreği, yaşamayı sever, insanları sever, aydınlığı, güneşi sever… Bir çocuk saflığı içinde, seslenir:
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne hâlden anlayan bulunur;
Ah, aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
–Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden..
Gün eksilmez Cahit Sıtkı’nın penceresinden.. Şaire aydınlık verir, mutludur o gün; söyler söyleyeceğini artık:
Bugün hava güzel,
Bugün içim içime sığmıyor.
Annemden mektup aldım,
Memlekette gibiyim.
Allah’a şükür karnım tok;
Elimi uzatsam kahve fincanı dudaklarımdadır.
Kuşlar kaçmıyor benden;
Bir güvercini kanadından okşuyorum,
Göklerin maviliğini.
Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime
Ağaçların yeşilliği.
Bulutların ipek gölgesi
Çocukların yüzünde hışırdıyor
Çember çeviriyorum çocuklarla beraber
Elime çember almadan.
Düşüncelerimi nura garkeden güneşe sor,
Bu nisan rüzgârı da şahadet eder,
Bütün insanları kardeş biliyorum,
Cümlenin sağlığına duacıyım.
Şayet ölürsem,
Helâllaşmaya vakit kalmadan,
Hatırdan çıkarmayın beni;
Dünyaya benden selâm olsun,
Her nefes alıp verişiniz.
İşte Cahit Sıtkı böyle bir şair. İçini böylece döküveren, söyleyeceğini söyleyebilen sanatçı.
Asıl adı Hüseyin Cahit olan Tarancı, 1910 yılında Diyarbakır’da doğar. İlköğrenimini Diyarbakır’da tamamladıktan sonra, orta ve liseyi İstanbul’da bitirir, hatta bir ara Siyasal Bilgiler Yüksekokulu’na devam eder, ara verdiği bu öğrenimini Paris’te sürdürse de İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine Türkiye’ye döner. Çeşitli görevlerde bulunur, 1946 yılında açılan bir şiir yarışmasında Otuz Beş Yaş Şiiri ile birincilik alır, adını tüm memlekete duyurur. 1954 yılında rahatsızlanır. Ağır bir akciğer hastalığına yakalanan ve tedavisi Türkiye’de yapılamayacağı için Viyana’ya giden Cahit Sıtkı Tarancı, tedavisi için büyük çabalar gösterilirse de, orada, 12 Ekim 1956 günü, kırk altı yaşındayken ölür. Cenazesi Türkiye’ye getirilir ve Ankara’da toprağa verilir.
Öldük, ölümden bir şey umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Genç yaşta şiire başlayan Cahit Sıtkı Tarancı, ömrünce şiir düşünmüş, şiir yazmış, şiirde mutluluğunu bulmuş titiz bir şairimizdir. “Kelimede sır saklıdır. Kelimenin bir değil, birkaç anlamı, kıvamı, tadı, gölgesi, ışığı, çağrışımı, büyüsü vardır. Yeter ki o, okşansın ve mısraın en yakışan yerine konsun” der öyle yapar. Türk şiirine getirdiği canlılık ve yenilikte onun kelimeye karşı duyduğu bu saygıyı düşünmek gerek.
4 Temmuz 1951’de Cavidan Tınaz hanımefendi ile evlenmiş, vefatı nedeniyle bu evlilik kısa sürmüştür. 1954 yılının ocak ayının ikinci yarısında sağ tarafına gelen felçle Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırılmıştır. Sağ tarafından felç olan Cahit Sıtkı, konuşma yetisini kaybetmiştir. Üç ay hastanede kaldıktan sonra taburcu edilen şair, tıbbî imkânların daha iyi olacağı düşüncesiyle İstanbul’a götürülmüştür. 6 Eylül 1956’da kardeşi Halit Tarancı refakatinde, tedavi için Viyana’da gönderilmiştir. Viyana’daki bir hastanede tedavi gördüğü sırada 12 Ekim 1956’da Zatülcenp (Göğüs hastalığı) nedeniyle vefat etmiştir.
Şiir ile ilgili görüşlerini dile getiren şu üç değerlendirmesi oldukça meşhurdur:
Cahit Sıtkı, duygularını içtenlikle ifadede güçlük çekmez, konuşur gibi söyler. Otuz Beş Yaş şiirini tamamlarken de öyledir.
N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misâli o musalla taşında.
Çok ünlü Otuz Beş Yaş şiirinde:
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
N’eylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı’nın 23 yaşında yayınladığı ilk eseri Ömrümde Sükȗt adlı şiir kitabıdır. Otuz Beş Yaş adlı eserinin ilk baskısı 1946 yılında yapılmış ve bu kitabına 1933-1946 yılları arasında yazdığı şiirlerinden 108 ‘ini almıştır.
Edebi Kişiliği ise;
Kısaca özetleyecek olursak;
Eserleri
Şiir:
Ömrümde Sükût (1933, 1968)
Otuz Beş Yaş (1946, 1982)
Düşten Güzel (1952, 1969)
Sonrası (Ölümünden sonra 1957, 1962)
Mektup:
Ziya’ya Mektuplar (Ölümünden sonra (1957) Ziya Osman Saba’ya mektupları)
Öykü:
Cahit Sıtkı’nın Hikâyeciliği ve Hikâyeleri (Ölümünden sonra Selahattin Ömerli derledi, 1976)
Bütün Şiirleri (Asım Bezirci derledi, 1983)
Düşten Güzel 1952 yılında, Sonrası adlı şiir kitabı da 1957 yılında yayınlandı. Yakın dostu şair Ziya Osman Saba’ya yazdığı edebî mektupları 1957 yılında Ziya’ya Mektuplar adıyla bir kitap hâlinde derlendi. Cahit Sıtkı Tarancı, Cumhuriyet Devri Türk şiirinde başlı başına bir yeri olan, Türk edebiyatına yenilik getiren usta bir şair olarak Anadolu’yu aydınlatanlar, kültürümüzün yıldızları arasında her zaman saygıyla anılacak. Yazımızı onun şu güzel şiiri ile tamamlıyoruz:
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır.
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor.
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim.
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını.
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm.
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin:
Nimettensin, nimettesin!
Desem ki…
İnan bana sevgilim inan.
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyliyeyim güzelliğini,
Rüzgârla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden
Bil ki ben ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Ve neden sonra
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Tekrar duyduğunun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
https://www.edebiyatogretmeni.org
https://www.turkedebiyati.org
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara
Ali Alper ÇETİN
Çok okunan büyük yazarımız, Anadolu’yu şehirleri ve insanlarıyla çok iyi tanıyordu. 1936 yılında “Anadolu Notları” adıyla büyük bir eser yazdı. Yazarın bu eserinde Doğu Anadolu’daki en iyi otellerden birini anlatan bir bölümünü okuyalım:
“…Kız gibi donanmış asrî otel bizim bildiğimiz eski zincirli hanlardan biri.. Yan yana bir araba geçecek kadar genişlikte kemerli bir kapı.. Birinci kat dükkân, kahve, depo, ahır gibi bir şeyler… Bunlardan bazılarının yüzü sokağa, bazıların ki içerikli toprak avluya çevrilmiş..
Kapının yanındaki iki tahta merdivenden hangisini beğenirseniz ondan ikinci kata yani asıl otel dairesine çıkıyorsunuz. Burada uzun ve karanlık bir koridor… Koridorun ön tarafına gelen kısmı penceresiz bir kahve duvarı, sokak kısmında sıra sıra oda kapıları…
Bana bu odaların lüksünü açtılar. Güzel bir gardrop ve lavabo.. Bir daire koltuğu.. Üstünde kristal bir hokka takımı bulunan bir şık masa..
Pencerenin iki tarafında iki karyola.. Odaya başkasını koymamaları için bunların ikisini de tuttum. Otel garsonu misafirlerden bazılarının böyle boş yere iki yatak parası vermelerindeki hikmeti bir türlü anlayamıyor, şirin şirin gülümseyerek:
Varsın ötekinde de başkası yatsın.. Adam adamı yiyecek değil ya.. İki lâkırdı eder, diyordu. İki karyolam var, ikisi de aynı biçimde. Birincisinin ortası, eski coğrafyada (hatt-ı taksim-i meyah) dediğimiz şekilde yüksek kenarları alçak. Öteki onun tamamıyla tersine çevrilmiş şekli, yani ortası çökük, kenarı yüksek.
Otel hizmetçisi, “Hangisinin çarşaflarını değiştireyim” diye soruyor. Parasını vereceğim için ikisinin de temizlenmesini istemeye hakkım olduğu hâlde bunu akıl edemeyerek, derin derin düşünüyorum. Birincide yatmak, tam tepesinde yatmak gibi bir şey, ikincisi Çukurova girmiş gibi olacağım. Herhâlde bunlardan hangisinin rahat olacağını bir gecelik tecrübeden evvel kestirmek mümkün değil..”
Okuduğumuz bu satırlar, çağdaş Türk romancısı Reşat Nuri Güntekin’e ait.. Buram buram Anadolu tüten bu büyük yazarın adı, hemen her Türk gencinin severek okuduğu, dünyanın birçok dillerine çevrilmiş bulunan Çalıkuşu romanıyla birlikte gelir. Çalıkuşu “taze üslubu, ülkücü ve iyimser bir dünya görüşü, diri ve sevimli kahramanlarıyla, Kurtuluş yılları ve ilk Cumhuriyet gençlerinin rüyası, ideali olmuş”, yazarına büyük bir şöhret kazandırmıştır.
1889 yılında İstanbul’da doğan, askeri doktor olan babası ile birlikte Anadolu’yu karış karış gezen Reşat Nuri Güntekin, ilk ve orta öğrenimini Çanakkale’de, yükseköğrenimini de İstanbul’da yaparak, 1912 yılında Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Hayatının bundan sonrası, öğretmenlikle, öğreticilikle geçti. Bir ara Çanakkale’den milletvekili seçildi. 1947 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Başmüfettişi iken, UNESCO temsilcisi ve kültür ataşesi olarak Paris’e gitti. 1954 yılında emekliye ayrılıp yurda döndükten sonra, kendisini yazılarına verdiği yıllarda, amansız bir hastalığa tutuldu, 7 Aralık 1956 günü gözlerini kapadığı zaman, ardından onu seven milyonlarca okuyucusu vardı, Reşat Nuri için ağlıyordu.
Reşat Nuri Güntekin’i, edebiyat tarihçileri, kuşkusuz, türlü yönleriyle incelemiş ve hizmetlerini değerlendirmişlerdir. Aslolan Reşat Nuri’nin eserlerinde, Anadolu, rengi ve kokusuyla, töreleriyle, duyguları ile gelir. Yurdunu, milletini bu denli seven bir yazarın, pırıl Türkçesiyle yazdığı romanlar: Çalıkuşu, Damga, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Yeşil Gece, Acımak, Miskinler Tekkesi, Yaprak Dökümü, Kavak Yelleri dahil 19 roman. Bir tomar hikâye ve çevrilerden sonra 15 kadar tiyatro eseri…
Roman, hikâye, oyun, gezi, deneme türlerinde –çevirilerle birlikte- yüze yakın esere imzasını atan Reşat Nuri Güntekin Cumhuriyet döneminin en üretken ve tanınmış edebiyatçıları arasında yer aldı.
Eserlerinde çoğunlukla toplumsal ve duygusal konuları işleyen Reşat Nuri Güntekin, bu özelliklere hikâyelerinde mizah unsurunu da katar. Ruh çözümlemelerinde son derece başarılıdır, güçlü gözlemlerini gerçekçi bir biçimde dile getirir. Son derce lirik, akıcı, doğal ve canlı bir anlatım vardır. Ayrıca benzetme ve mecazlarla, sıfatlarla zenginleştirilmiş sağlam bir hikâye üslubuna sahiptir.
Tüm eserleri ise;
Romanları
Gizli El (1922)
Çalıkuşu (1922)
Damga (1924)
Dudaktan Kalbe (1925)
Akşam Güneşi (1926)
Bir Kadın Düşmanı (1927)
Yeşil Gece (1928)
Acımak (1928)
Yaprak Dökümü (1930)
Kızılcık Dalları (1932)
Gökyüzü (1935)
Eski Hastalık (1938)
Ateş Gecesi (1942)
Değirmen (1944)
Miskinler Tekkesi (1946)
Harabelerin Çiçeği (1953)
Kavak Yelleri (1961)
Son Sığınak (1961)
Kan Davası (1961)
Hikâyeleri
Roçild Bey (1919)
Eski Ahbap (1919)
Sönmüş Yıldızlar (1923)
Tanrı Misafiri (1927)
Leyla ile Mecnun (1928)
Olağan İşler (1930)
Aşk Mektupları
“Boyunduruk”
Oyunları
Hançer (1920)
Eski Rüya (1922)
Ümidin Güneşi (1924)
Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri (1925, üç oyun)
Taş Parçası (1927)
Yeşil gece (1928)
İstiklâl (1933)
Hülleci (1933)
Yaprak Dökümü (1971)
Eski Şarkı(1971)
Balıkesir Muhasebecisi (1953)
Tanrıdağı Ziyafeti (1954)
Bir Köy Öğretmeni
Çalıkuşu 2
Kavak Yelleri
Gezi Yazısı
Anadolu Notları
Eğitim
Dil ve Edebiyat: Türk Kıraati (1930)
Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (1935)
Romancılığının sırlarını açıklarken şöyle diyecektir: “Konu, pek ilkel şekilde aklıma gelir. Hiçbir zaman, hemen derhal bu konunun planını yapıp da yazmaya başladığım vaki değildir. Bulduğum konuyu, zihnimde bir kenara atarım. Onu francala hamuru gibi kendi kendine kabarması için uzun müddet bırakırım. Çok defa aradan birçok senenin geçtiği de olur. Bu müddet zarfında konuda bazı ilaveler yaparım. Bazı kısımlarını atarım, çıkarırım.”
Romancı yönünün gölgesinde kalsa da Reşat Nuri Gültekin yazarlığının göründüğü önemli bir alan da tiyatrodur. Türk tiyatro hayatının gelişme çabalarının yakından bilerek izleyen Reşat Nuri Güntekin çoğu sahnelenmiş eserlerinde yine Anadolu’yu konuşturmuş, Anadolu tiplerini, yine bir ressam gibi, kelimelerle çizmiş, bu alanda da başarısını göstermiştir.
Anadolu’yu Aydınlatan Türk yazarları arasında Reşat Nuri Güntekin anıtlaşmış bir ad olarak her zaman anılacaktır. Yazımızı Çalıkuşu romanından rastgele aldığımız romanın kahramanı Feride’yi konuşturan şu cümlelerle tamamlıyoruz:
“… Benim babam Nizamettin isminde bir süvari binbaşısı idi. Annemle evlendiği sene Diyarbakır’a göndermişler, gidiş o gidiş… Artık İstanbul’a bir daha dönmemiş, Diyarbakır’dan Musul’a, Musul’dan Hanıkın’a, oradan Bağdat’a, Kerbelâ’ya geçmiş… Bir yerde üst üste bir sene kalmamış.
Annemi bana benzetirler. Hele babamla evlendiği senelerden kalma bir resmi vardır ki, benim modelim gibidir. Fakat zavallı kadın, sıhhatçe hiç bana benzememiş, çok zayıflamış. Bitip tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ateşine dayanacak bir vücutta değilmiş. Sonra, galiba bir hastalığı da varmış. Fakat zavallının bütün evlilik hayatı, bu hastalığı saklamakla geçmiş. Ne yapsın, babamı çok seviyormuş. Kendini zorla ayırırlar diye korkuyormuş..
Gittikçe İstanbul’dan uzaklaşan babam, her yeni yolcukta ona: (—Senin hiç olmazsa bir mevsim için, iki ay için annene göndereyim. O biçare de ihtiyar.. Seni kim bilir ne kadar göreceği gelmiştir) dermiş. Fakat annem: ( — Şartımızda bu var mıydı? İstanbul’a beraber dönmeyecek miydik? “ diye âdeta çıkışırmış.
Hastalığı için de (–Benim hiçbir şeyim yok. Biraz yorgunluk. İki gün evvel hava biraz değişti ve ondan oldum, geçer..) gibi şeyler söylermiş. Sonra, İstanbul’u göreceği geldiğini, babamdan saklarmış. Fakat mümkün mü?
Daha uykuya dalalı iki dakika olmadan uyandırır ve Kalender’deki yalımızda, civardaki koruda veyahut Boğaz’ın sularında geçmiş bir uzun rüya anlatırmış. Birkaç uyku dakikasına bu kadar uzun rüyaları sağdırmak için insanın o yerleri herhâlde çok çok göreceği gelmiş olması lâzım gelmez mi?
Nihayet annemin hastalığı artınca babam, hiç olmazsa onu İstanbul’a götürmek için bir ay izin istemiş ve cevap beklemeden yola çıkmış. Mahfeler içinde çölü geçişimiz bugünkü gibi hatıramdadır.”
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
https://www.biyografya.com
https://www.turkedebiyatı.org
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara