admin

admin

02 Mayıs 2024 Perşembe

Anlam Boşluğu -I

Anlam Boşluğu -I
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Anlam çok önemli bir kavram, çok önemli bir sorun. Biz psikiyatrlar bu konuyla çok yakından ilgili olması gereken insanlarız. Çünkü, anlam boşluğu ile ilgili sorunlar doğrudan bizim ofislerimize yansıyor. Yani bir genç kız düşünün. Hayatını anlamlandıramadığı için, hayatına bir yön, bir gaye tayin edemediği için sürekli bileklerini kesiyor, bileklerini jiletliyor. Bir genç insan düşünün. Hayatına yine bir yön bir anlam duygusu katamadığı için bu anlamı çeşitli ilaçlarda arıyor, çeşitli maddelerde arıyor ve beynini adeta uyuşturarak hayatına bir yön, bir anlam duygusu katmaya çalışıyor.

Şimdi özellikle Türkiye’de iki binli yılların gençliğine baktığım zaman – şu anda ben gençlerle çok yakından ilgili bir kliniğin direktörlüğünü yürütüyorum- çok ciddi bir anlam boşluğundan muzdarip olduklarını görüyorum. Bu insanlar bir dönem ağabeylerinin ablalarının uğruna yola düştükleri ülkülerden, ideallerden çok uzak görünüyorlar. Buna kimileri apolitikleşme diyor, fakat bence bütün dünyada insanlık, hayatın giderek maddileştiği bir dönemden geçiyor. İnsanlığın ortak değerleri, ortak idealleri günbegün kaybediliyor ve hayat maddileşiyor. Marx’ın bir aforizması vardır, çok bilinen bir aforizması: “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey profanlaşıyor”diyor. Hakikaten kutsal olan şeylerin de profanlaştığı ve hayatın özünü kaybettiği bir zaman dilimine doğru yol alıyoruz. Buna Batıda kimi yazarlar: “Yakın ilişkilerin ölümü, mahremiyetin ölümü” diyorlar. Artık insanlar günbegün daha az vakit ayırıyorlar birbirlerini dinlemeye, paraya tahvil edilemeyen şeyler giderek daha değersiz addedilmeye başlıyor. Mesela, anne-babalık. Bugün Batı dünyasına baktığınız zaman paraya tahvil edilebilir bir şey olmadığı için hükmünü, değerini giderek kaybediyor. İyi dost olma, iyi ahbap olma, yaren olma, “kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez” diyor ya Neşet Ertaş türküsünde, işte o kalpten kalbe giden yol günümüzde günbegün kaybediliyor. Neden? Çünkü, iyi bir dinleyici olmanın çoğu zaman size getirisi yok; zaman kaybı, bir bakış açısından bakarsanız.

Dünyanın giderek değerlerini yitirdiği ve hayatın maddileştiği bir zaman diliminde anlam üzerine konuşmak gerçekten her zamankinden daha fazla anlamlı.

Anlam biz psikiyatrları çok ilgilendiriyor dedik, çünkü hayatımızı şekillendiren, ona bir biçim, bir renk, bir tat veren şey anlam duygusunun ta kendisini. 1940’lı yıllarda ömrünün bir kısmını Nazilerin toplama kamplarında geçirmiş Viyana doğumlu ünlü bir psikiyatr vardır- beş altı yıl önce vefat etti.-: Viktor Frankl adında. O, logoterapi isminde bir psikiyatri ekolü kurmuştur. Temel meselesi, hayatın anlamdan muaf olamayacağı meselesidir ve insanların bugün yaşadığı sıkıntıların temelinde bu anlam boşluğunun yattığını söyler Frankl. Çok acı bir tecrübe yaşamıştır bu kişi bu toplama kamplarında Auschwizt’te. Eşini, anne-babasını kaybetmiştir, onlar fırınlarda yakılmışlardır. Orada psikiyatri, psikoloji, psikanaliz bilgisinin verdiği bilgiyle insanları gözlemiştir ve -bütün kitaplarının özetini birkaç cümleye sığdırmak gerekirse- şunu söyler: “Bu kamplarda hayata anlam ile tutunan insanlar ayakta kaldı ama direnmeyi ve ümit etmeyi bırakanlar, kendilerini o totaliter aygıtın pençesinde aciz, zavallı varlıklar olarak gören kişilerin çoğu öldü, direnmedi, hayatını kaybetti.” Bir insan sizi tutup zorla idama götürürse elbette ona anlam duygusuyla direnme şansınız yok ama hayatta kalma şanslarına sahip olduğu halde kim hayatta kaldı kim hayatta kalamadı sorusuna; Frankl, bu cevabı veriyor. “Tünelin sonunda her zaman bir ışık gören, hayata ümitle ve anlam duygusuyla bağlanan insanlar buralarda hayatta kaldı” diyor.

Hayatımıza anlam duygusu bir yön verir dedim. Anlam duygusunun psikolojik olarak bizde dört temel ihtiyacı sağladığını söyleyebiliriz. Bunlar: Anlam duygusu sayesinde hayatımızda bir gayeye sahibi oluruz, hayatımıza gaye belirleriz. Bir başkası, değerler sahibi oluruz, anlam duygusu bize değerlere sahip çıkmayı telkin eder. Kendi öz değerimizi yine bir anlam duygusundan devşiririz. Bir de hayattaki etkinliğimizi, verimliliğimizi, hayatta bir şeyleri kontrol altında tutup değiştirebileceğimiz duygusunu, yine biz anlam duygusu ile sağlarız. Eğer anlam duygusundan yoksun, yani bir anlam boşluğu içindeysek bunu da tuhaf yöntemlerle doldurmaya çalışabiliriz. Kimse aslında anlam boşluğu içinde olmak istemez ama hayatını anlamlandırmakta güçlük çeken insanların çoğu zaman yanlış anlam sağlayıcılara yöneldiğini de görebilirsiniz. Bunlar arasında günümüz dünyasında çok yaygın olan kimyevi maddelere bağımlılık; ekstaziydi, esrardı, eroindi, bu tür maddelere bağımlılık kesbederek, kişinin bilincini bulandırması ve böylece kendisi için evreni daha anlamlı kılmaya çalışması, yahut daha fanatik ve sekter ideolojilere tutanarak hayatı kendince daha anlamlı kılmaya çalışması örnek olarak verilebilir. Dünyada bir şeyin daha biz psikiyatrları, psikologların, ruh sağlığı çalışanlarının ilgisini çekmesi gerekir, ilginç bir değişime tanıklık ediyoruz: Anlam duygusunu sağlayan klasik, tradisyonel, geleneksel bir takım değer üsleri giderek çözünüyor, kayboluyor. Nedir bunlar? Mesela bir dönem din insanlar için anlam sağlayıcı bir değerdi. İnsanlar hayatlarının anlamını Tanrının sözlerine bakarak yahut daha önceki dini toplulukların yapıp ettiklerine bakarak yordayabiliyorlardı. Din anlam sağlayıcı değerini günümüzde giderek kaybediyor. Bunu iyidir ya da kötüdür anlamında söylemiyorum, bir sosyolojik vakıaya işaret etmek istiyorum. Tradisyon, gelenek yine anlam sağlayıcı değerini giderek kaybediyor. Tradisyon dediğimiz zaman, geçmiş nesillerin olayları yapıp etme biçimine verdiğimiz ad bu. Yani bizden önceki nesiller olaylar karşısında nasıl tepki veriyorlardı? Biz nasıl tepki veriyoruz? Acaba bizim verdiğimiz tepkiler bizden önceki nesillerin sürekliliğini taşıyor mu içinde, yani biz dünyayı atalarımız ve dedelerimiz gibi mi yorumluyoruz yoksa çok farklı biçimlerde mi yorumluyoruz? Bu da yine önemli bir şey. Aile, yine günümüzde giderek çözünen bir değer. Batıda tek ebeveynli ailelerin sayısında çok ciddi bir tırmanma var. Yani çocuk ve anne ya da çocuk ve baba şeklinde, giderek daha fazla aile ile karşılaşıyoruz. Boşanmaların oranında çok büyük bir artış var yine. Çünkü insanların hayattan beklenti düzeyleri çok daha fazla ve kimse bir başkası için de fedakarlık yapmaya kendini çok hazır hissetmiyor. Diğerkamlığın, altruizmin, fedakarlığın da giderek kaybolduğu bir dünya içerisinde yaşıyoruz aslında. Dolayısıyla geleneksel anlam sağlayıcılar bir çözülmeye uğradığında, bir kayboluşa doğru gittiğinde ne oluyor? Nasıl dolduracağız bu boşluğu? İşte bütün dünyada gözlenen bir şey var; ben bunu Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa gözlüyorum, görüyorum, sizler de Türkiye’deki gazete yazarlarına bir bakarsanız ben vurgusuyla yazan insanların sayısında giderek çoğalma olduğunu göreceksiniz. Yani akşam yediği pırasadan bahseden, yeni tanıştığı erkek arkadaşından bahseden, kendi hayatının bir sürü önemli-önemsiz detayını büyük bir hikmet kırıntısı olarak okurlarıyla paylaşan çok sayıda gazete yazarı türedi Türkiye’de. Yani fikirler yok, yapılıp-edilmiş önemsiz, gündelik işler var. Bir “ben kültürü”nün yükselişine tanıklık ediyoruz. Gençlerle konuştuğumu zaman çok ilginç şeyler yakalıyorum onların sözlerinde: “Ben” diyor, “Ben şöyle yapıyorum, Ben böyle yapıyorum”diyor, başka insanları anlamaya ya da dinlemeye çok az yer ayırdığını görüyorum gençlerin bir kısmının. Genellikle hayatı kendilerinden ve kendi deneyimlerinden başlatıyorlar. Bir önceki neslin deneyimlerini taşıyamıyorlar, öğrenmemişler, çok fazla kitap da okumuyorlar, dolayısıyla hayatı sadece kendi deneyimlerinden ibaret olaylar yumağı olarak görüyorlar ve kendilerini de o yumağın merkezine yerleştiriyorlar. Yıllar önce bir televizyon programında deprem sonrası konuşulurken şöyle bir şey seyretmiştim: “Siz ne hissettiniz ülkemiz için, toplumumuz için?” diye bir soru sorulmuştu bir gence. Mikrofonu alır almaz “Ben çok korktum, benim kardeşim de çok korktu.”dedi. Ben şöyle haber aldım olayı, akabinde şöyle yaptım diye devam etti. Yani toplum için hissettikleri, ülke için hissettikleri sorulan genç, birden kendi yaşantısına döndü ve kendisini anlatmaya başladı. Burada işte anlam kaynağı olarak insanlığın giderek kendisine, kendi benliğine döndüğünü görüyoruz. Genelde Batı toplumu, biraz gecikmeli olarak da Türkiye toplumu anlam kaynağı olarak kendi bireysel benliklerine yönelmiş insanlarla dolmaya başladı. Yani “Ben yapıyorsam doğrudur, ahlakın kaynağı benim, bir başkasına ihtiyaç duymuyorum, bir başka moral felsefeye, ahlakî kılavuzluğa ihtiyacım yok, bir yol gösterici olarak dine ihtiyacım yok, bir ideolojinin kılavuzluğuna ihtiyacım yok, insanlığın kadim eski değerlerine ihtiyacım yok, ben kendim davranışlarımın yegane meşrulaştırıcısıyım, benim için iyiyse; ben iyi olduğunu düşünüyorsam iyidir.” İşte geleneksel kurumların çözülmesiyle ortaya çıkan o boşluk, günümüzde benliğin yükselişiyle, ön plana çıkmasıyla doldurulmaya çalışılıyor. Neden benliklerimize ihtiyaç duyuyoruz bu konuda? Çünkü bir meşrulaştırıcı gerekiyor bize, bir seçim yaptığımızda, seçimlerimiz çoğu zaman ahlaki seçimler de olabiliyor. Seçim yapmak dünyanın en zor işlerinden biridir. Evet demek bir başka şeye hayır demektir. Dolayısıyla seçimlerimizin moral, ahlakî bir arka planı olması gerekiyor. “Benim için doğru olan seçim doğrudur.” diyebiliyorsam, benliği bir anlam kaynağı olarak görüyorsam o zaman çok rahatlıkla bazı seçimleri yapabiliyorum. Bu çok tehlikeli bir gidiş, bu bireyciliğin artık zirve noktalarına varması. Bireycilik bir yönüyle fena bir şey değil, insanın kendi arzusunu, hayallerini, iradesini harekete geçirmesi kötü bir şey değil, geçmişin kurumları da bütünüyle masum kurumlar değildi. Tradisyonlar, geleneklere dayalı bazı kurumsal öğeler, millet gibi, aile gibi, din gibi vasıtalar da yer yer insanlar üzerinde çok baskıcı olabiliyordu. Geçmişin insanları belli bir rolün içine doğuyorlardı. O rolün dışına çıkmak, o rolü zorlamak çoğu zaman mümkün olmayabiliyordu. Özellikle ortaçağ Avrupa’sını düşünürseniz veyahut da çok yakın zamanlara, aydınlanmaya kadar batı dünyasını düşünürseniz. Oralara kadar roller çok sabit. Aydınlanma insanların özgürleşmesini sağladı mı yoksa başka şeylere mi köle kıldı sorusu ayrı bir konu, o konuda da konuşmak isterim. Ama insanlar her zaman geçmişle birlikte çok mutlu olmadılar ama yenilik de her şeyi berhava etti, her şeyi tuzla buz etti, onun yerine çok sağlam değerler koyamadı. İşte bu değer ve anlam boşluğunda insanlar da kendi benliklerini bir ada ilan ettiler, oraya bayraklarını çektiler ve kendi istedikleri kurallar doğrultusunda yaşamaya başladılar. Napolyon’un çok bilinen bir sözü vardır: “Asaletim benimle başlar.” Aristokratlara cevaben “Sizler babadan dededen asil olabilirsiniz ama ben sizden daha asilim çünkü, ben kendi asaletimi başlatıyorum ve benden sonrakiler, benim soyumdan gelenler hep asil olacak.”der. İşte aynı bunun gibi kendi benliklerimizin asaletini adeta ilan ettik.

Anlam duygusunu birkaç şeyden devşiriyoruz genel olarak baktığımız zaman. Anlam duygusuna bir süreklilik kazandırmak çok önemli, bir de anlam duygusunu sağlayan şeylerden bir tanesi de bağlantılılık. Yani ben hayatımın değişik edimleri değişik eylemleri arasında bağlantı kurabiliyor muyum?. Hayatımın bir safhasında yaşadığım şey bir başka safhasında yaşadığım şey ile anlamlı ilişki kurabiliyor mu? Bütün bunlara baktığım zaman anlatılır ortak bir hikaye çıkarabiliyor muyum ben? Bu önemli bir soru. Bir başkası, hayatımda bugünün anlamına yarın sahip çıkabiliyor muyum? Yani kalıcılık, süreklilik, istikrar var mı? Yoksa çok yanar-döner bir şekilde bugün “a” dediğime yarın “b” diyor, bugün “a” için savaşıp yarın “b” için mi savaşıyorum? Benim benliğimin cilvelerinin, iniş-çıkışlarının bir gölgesi mi oluyor anlam arayışım? Bunlar önemli şeyler, çünkü kararlılık ve bağlantılılık anlam duygusunun da vazgeçilmez bir parçası. Hepimiz geriye dönüp baktığımız zaman anlamlı ve tutarlı bir hayat hikayesi bırakmış olmayı dileriz. Varoluşçuların bir sözü vardır, derler ki: “İçimizde yaşanmadan bekleyen bir hayatın suçunu duyarız.” Buna biz çok rastlıyoruz. Elli yaşında bir kadın geliyor; elli yaşına kadar bütün çocuklarına bakmış, onlara saçını süpürge etmiş, çocuklarına ve kocasına her şeyini vermiş, pat diye depresyona giriyor elli yaşında. Ne oluyor dersiniz, neden depresyona giriyor? Çünkü son çocuklar da evden gidiyor. Bunlar için mi uğraştım diye bir soru soruyor kendisine, yapayalnız kaldım diyor, uğruna uğraştığım her şey uçup gitti. Muhakkak ki, uçup gitmedi ama böyle hissediyor ve birden açıklayamadığı bir depresyonun pençesine düşerek geliyor sizin karşınıza. Anlam boşluğu dediğimiz şey özellikle bu yaş dönümlerinde çok sık karşımıza çıkıyor, bir de travmatik olayların sonrasında karşımıza çok sık çıkıyor. Travma dediğimiz şey, örselenme, yani ruhumuza yediğimiz yumruk bizi çok fazla sersemletiyor, hiç beklemediğimiz anda gelen bir yumruk. Travma hayatı bilme biçimimizi kökten değiştirebiliyor. Mesela dünyanın çok emniyetli bir yer olduğuna inanırken, birisi bize çok büyük bir kötülük yapıyor ve bütün hayat algımızı değiştirebiliyor. Travma dediğimiz zaman, insanın tahammülünü aşan, katlanma duygusunu aşan, örseleyici hayat olaylarını kast ediyoruz. Veya bir yaş dönümü oluyor. Erkeklerde andropoz diyorlar. Bu tür yaş dönüşümlerinde veya çok ciddi rol değişimlerinde insanlar hayatı anlamlandırmaktan geri kalabiliyorlar. Mesela hayatı boyunca çok katı bir biçimde birliğini idare etmiş bir general emekli olduğu zaman boşluğa düşüyor. Depresyon konusundaki çalışmalar bize şunu gösteriyor; emekli olup da yeni iş bulmamış, hayata tutunmamış insanlarda kalp krizi ve ölüm riski çok daha fazla, ama bir hobi bularak bir uğraşı bularak hayata anlam katarak devam eden insanlar çok daha verimli ve uzun yaşayabiliyorlar. Burada başka bir konuya daha geliyoruz. Batı dünyasına baktığınız zaman yaşlanmaya ve ölüme karşı çok ciddi bir tavır alış var. Adeta başını çeviriyor Batı dünyası, görmek istemiyor, ölümün ve yaşlılığın müstehcen bir şey olarak algılandığını görüyoruz. Bizim uygarlığımız o bakımdan biraz daha üstün. Ben daha olgun buluyorum bütün Doğu uygarlıklarını ve bu arada kendi uygarlığımızı da. Biz ölümle daha barışık bir medeniyetiz. Ölülerimizle beraber yaşayabilen insanlarız biz, ölülerini şehrin ortasına gömen insanlarız, Karacaahmet’e bakın şehrin tam göbeğindedir, şehirden kovulmamıştır ölüler. Ölüm duygusu ile haşır-neşir olmak aslında hayatı da anlamlandıran bir şeydir. “Nasıl yaşadığımız, nasıl öleceğimizi aydınlatır.”diyor Octavio Paz, nasıl öldüğümüz de, nasıl yaşadığımızı da aydınlatır. Ölümün müstehcen bir şey olarak algılanması yaşlılığın ve yaşlılığın alametlerinin Batı dünyasında neredeyse küçümsenmesine ve toplumdan kovulmasına yol açıyor. Bakıyorsunuz o insanların çoğu huzurevlerine, dinlenme evlerine terk ediliyor. Halbuki yaşlılık sadece ölüme yaklaşma değil, hayatın bir sürü değerli bilgisinin biriktirildiği ve insanlara süzülerek aktarılabildiği bir dönem. O yüzden yaşlılarına hürmet eden toplumlar, bence biraz daha uygar toplumlar. Ölüm, hayatı aydınlatan, hayatı anlamlandıran şeylerden birisi. Başka bir varlık yok ki, yeryüzünde sonluluğun farkında olsun. Sonluluğunun, geçiciliğinin farkında olan tek varlık insan. Yani ölüm yönelimli tek varlık insan Heidegger’in ifadesi ile. “Herkes tek başına ölür.”diyor filozof, başkasıyla ölemeyiz. Ölümü düşünmek yine hayatı anlamlandıran bir şey. Buna “varoluşun sahiciliğini kavramak” diyor varoluşçu yazarlar.

Bir başka şey mutluluk arayışı. Freud, -bizim mesleğimizin piri fakat pek çok görüşü de tartışmalı- hayatın anlamı nedir sorusuna cevap aramanın çok abes bir şey olduğunu düşünüyor. Hayatın anlamı nedir sorusuna Freud: “Ancak din cevap verebilir, fakat dinin verdiği cevabın doğru olup olmadığını nereden bileceğiz”diyor. Hatta bir mektubu var, o mektubunda çok sert bir ibaresi var, şöyle: “Hayatın anlamını arayan kişi hastadır.”diyor Marie Bonapart’a yazdığı bir mektupta. Bir başka yerde de şöyle söylüyor: “Hayatın anlamını aramak beyhude bir şeydir. Dinler buna bir sürü cevap verirler. Bu bilimin alanında değildir ama hayatın anlamı basitçe mutluluktur. Mutlu olan insan hayatın anlamını bulmuştur.” Acaba böyle mi? Bir işkenceci mutlu olamaz mı? Yaptığı işten keyif duyamaz mı? Kanlı bir diktatör mutlu olamaz mı? Gayet mutlu olabilir, yaptığı işi de çok anlamlı bulabilir. Bu kişilerin hayatın anlamını bulduğunu söyleyebilir miyiz, iddia edebilir miyiz? Hayatın anlamı sadece mutluluk duygusu ile izah edilebilecek bir şey midir? Sonra mutluluk nedir? Mutluluk sürekli bir hal olabilir mi? Hayatta pek çok şeyi ikili karşıtlıklar olarak yaşıyoruz. Yani mutluluk, mutsuzluk varsa anlamlıdır. Sağlık hastalık varsa anlamlıdır. Eğer o öbürü olmasaydı diğerinin tek başına anlamı olmayacaktı. İşte bir ütopya vardır biliyorsunuz, “Cesur Yeni Dünya” diye, Aldous Huxley’in ünlü bir eseridir bu; insanların her türlü acıdan yalıtıldığı bir dünya. Böyle bir toplumda insanlar mutlu olabilir mi sizce? Acının tanınmadığı bir zamanda insanlar mutlu olabilir mi? Evet her şey karşıtıyla kaim. Karşıtı olmazsa bazı duyguları o kadar yoğun olarak yaşayamıyoruz. Freud diyor ki: “Hayatın anlamı nedir gibi sorular, bu dünyada yaşadığımız emniyetsizlik hissi ile alakalıdır.” Yani bu dünyada biz kendini tekin hissetmeyen, emniyette hissetmeyen varlıklarız. Dolayısıyla tanrı inancı da böyle bir şeydir. Biz içimizde yaşadığımız bu emniyetsizlik duygusunu dışarıdaki büyük bir baba imgesine yansıtırız. Bu da tanrıdır. Dolayısıyla bu emniyetsizlik duygusunu ruhumuzda huzura erdiririz. Bu bir görüş ama bu görüşe Mevlana bambaşka bir cevap verebilir. Mevlana diyor ki, Ney’in hikayesini anlattığı Mesnevi’nin giriş bölümünde: “Beni kamışlıktan kopardıklarından beri ağlıyorum, aslımdan ayrı düştüğüm için ağlıyorum.” Orada Ney ile kast edilen şey insandır, hatta Ney’in son tahlilde simgelediği şey olgun insandır. Bir başkası da şunu söyleyebilir buna karşılık: “İnsan tanrı katından sürgün edilmiştir, ancak onunla buluştuğu zaman olgun bir varlık olabilecektir yeniden. Bu sürgün bittiği zaman kendi varoluşundaki eksik taraflarıyla buluşabilecektir.”

Burada şunu söylemek istiyorum. Hakikat dediğimiz şey biraz izafîdir. Nereden baktığınız, nereden gördüğünüz, hangi pencereyi kullandığınız çok önemlidir. Freud’un söylediği şey ile Mevlana’nın söylediği şey birbirinden farklıdır fakat hakikatin farklı cepheleridir. Bazı insanlar hakikaten kendi güvensizlik hislerinin bir neticesi olarak tanrı inancı geliştirebilirler de. Böyle bir şey olabilir ama bazı insanlar daha olgun bir tarzda bir inanış da geliştirebilirler. Yani kişiler için çok farklı anlamlar bulmak mümkündür hayata baktığınız zaman. Herkes kendi kabı ölçüsünde okyanustan su alır, yine Mevlana’nın bir benzetmesini kullanırsak. Yani siz ne kadar derinseniz, ne kadar genişseniz okyanusa kasenizi daldırdığınız zaman o kadar su alırsınız.

“Anlam duygusu hayatta yapıp-ettiklerimizle alakalıdır” dedim. Sevmekle, üretmekle alakalıdır. Freud böyle diyor, Frankl şunu ekliyor : “Kadere rıza göstermek.” Burada ilginç bir noktaya geliyoruz. Değiştiremeyeceğin şeyi değiştirmek için aşırı efor sarf etmemek, ondan öğrenmeye, yaşantıdan da öğrenmeye çalışmak. Hani dedim ya: “Zaman zaman ruhumuza yumruk yeriz.” Ruhumuza yediğimiz yumruklardan bir şeyler öğrenmek, anlam duygusunun sağlayıcılarından bir tanesidir. Bu pasif bir alıcı olmak değildir, bu değiştirebileceğin şeyler için uğraşmak, değiştiremeyeceğin şeyler için de gereksiz tasa yapmamak demektir. Yani insanın kendi varoluşunu da sevmesi demektir.

Evet, anlam duygusunu birkaç düzeyde devşirebiliriz dedim. Afrikalıların meşhur bir hikayesi var. Afrikalılar iki türlü açlıktan bahsederlermiş: Bunlardan bir tanesi maddi olana açlık; suya, yiyeceğe açlık. Bir tanesi de niçin sorusuna duyulan açlık. Kadim Afrika kültürlerine, eski kültürlere baktığınız zaman insanı büyüleyen şeylerle karşılaşıyorsunuz. Bu çok güzel bir hikaye gibi görünüyor bana. Niçin sorusuna duyduğumuz açlık bugün her zamankinden daha fazla. İçinizde modern bilimle uğraşan kişiler var. Bilimin çok çeşitli versiyonlarıyla karşılaşıyoruz. İlerlemeci görüş diyor ki bize: “ Bilim ileri gidecek, insanlığın bütün dertlerine çare bulacak, bilim öyle bir hale gelecek ki, insanın mutsuzluğunu iyileştirecek. Geçmişin birikimleri hep üst üste ekleniyor, bilim sonunda bize doğru yolu mutlaka gösterecek.” Öte yandan bilimin ta kendisinden kaynaklanan dertlerle de karşılaşıyoruz. Bilim atom bombasını üretiyor, Iraklı zavallı çocukların başına yağan bombalar üretiyor. Oktay Sinanoğlu bir televizyon konuşmasında ilginç bir şey söyledi- pek çok görüşü bence tartışılabilir fakat kendi tecrübesini aktarmıştı-“Bizim önümüze Amerika’da bir kimya problemi atıyorlardı. Büyük ödül koyuyorlardı, biz altı ay uğraşıyorduk formülü çözmek için, çözüyorduk, sevine sevine gidiyorduk, sonra anlıyorduk ki, o işte uzaya gönderilecek bir füzenin ya da başka yere gönderilecek bir füzenin yakıtını biraz daha ekonomik kullanmanın formülüymüş.” Yani bilim bazen çok vicdansız şeylere de alet edilebilir. Bilim sonuçta bizim etkinliğimiz, bizim zihinlerimizden çıkan bir şey, yani insanın her türlü zaafı, zayıflığı bilime yansıyabilir. O yüzden bilimi mutlaklaştırabilir miyiz? Bilmiyorum. Her şeyin tartışılabildiği, kinikliğin, şüpheciliğin neredeyse baskın iklim olduğu bir zaman diliminde tek başına bir bilimperest olmak bizim yaralarımıza, insanın yaralarına çare bulabilir mi? Anlam problemimizi giderebilir mi? Bana sorarsanız gideremez. Anlam problemimizi çözecek olan şey, yine insanın insana duyduğu ihtiyaçtır. Martin Buber diye bir Yahudi ilahiyatçı var. Çok değerli bir adam yıllar önce yaşamış, ölmüş. Çok güzel bir cümlesi vardır onun, der ki: “Ben, ben olmak için bize ihtiyaç duyar.” Yani benim karşımda bir başkası olmazsa ben, ben olmam. İnsan insana ihtiyaç duyar. Kitab-ı Mukaddes’in ilk sözünü değiştirir bazıları, derler ki: “Önce ilişki vardı.” Her şey bir ilişkidir. Bebeğin anneyle kurduğu şey bir ilişkidir. Hepimiz bu dünyada teyit edilmeyi bekleyen varlıklarız, onaylanmak istiyoruz, bir başkası sesimizi duysun istiyoruz. Bir başkası sesimizi duymazsa bu dünyadaki varlığımız anlam kazanmıyor. Eğer bir başkası beni duymazsa ne olacak, ben burada kendi kendime konuşup gideceğim. Benim anlamlı bir hayat yaşadığımı kim anlatacak bana? Eğer etrafımda benim anlamlı bir hayat sürdüğümü bana yankılayan insanlar yoksa, bana ayna tutan insanlar yoksa, giderek daha fazla kendimden bahsetmeye başlarım. Dün ofisimde bir hanımefendi ile görüşüyorum, diyor ki bana: “İnanamıyorum son günlerde hep kendimden bahsediyorum diğer insanlarla bir araya geldiğimde. Hep kendimden bahsediyorum, kendime dönüp bakıyorum şaşırıyorum. Niye bu kadar çok kendimden bahsediyorum diye?” Bu çok açık, bir şeyin yokluğunu hissettiğinizde ondan çok bahsedersiniz. Bu kişi etrafında kendi varlığını teyit eden kişiler bulamadığı için onlara ısrarla kendini tanıtmak, gündeme getirme ihtiyacı duyuyor. Hepimiz teyit edilme ihtiyacı duyuyoruz hayatta ve anlam duygusunun bir kısmını buradan devşiriyoruz.

Anlam, hayatımızı yönlendiren, hayatımıza istikamet veren şeylerden bir tanesi ama anlam sadece bizim kendi benliklerimizden neşet ettiği zaman çok yanar-söner bir şey olamaya da mahkum. İnsanlar kendi anlamlarını, kendi hayatlarını ve kendi benliklerini aşan yerlere yerleştirdikleri zaman o anlam çok daha kalıcı oluyor. Benim hayatıma biçtiğim anlam benim hayat sınırlarımla kaim değilse, ben öldükten sonra da o anlam duygusu kalabilecekse veya bir başkası bayrak yarışı gibi o anlamı alıp bir başka yere taşıyabilecekse, o anlam duygusu çok daha güçlü olur. O yüzden insanlar anlam duygusuna çok ihtiyaç duydukları zaman nerelere yöneliyorlar? Dinlere yöneliyorlar, ideolojilere yönleniyorlar, fikir akımlarına yöneliyorlar. Yani benimle doğup, benimle biten bir şey bana yetmiyor daha yüce bir şey olması lazım. Benim benliğimi aşan bir şey olursa o çok daha sağlam, çok daha kalıcı, çok daha huzur verici bir şey oluyor. Bazen hayatımıza biçtiğimiz anlam, başka insanların hayatlarına öyle bir kahredici bir gölge olarak ta yansıyabilir. Biz kendimizi evrenin kurtarıcısı olarak sayabiliriz, böyle bir anlam biçebiliriz kendimize fakat karşımızdaki insan kurtarılmak istemiyordur bizim tarafımızdan, onu zorlayacak mıyız yani kendi hayatımıza biçtiğimiz anlam yüzünden? Anlam duygusunun ahlaklılıkla beraber olması lazım. Şimdi bizim hayatımıza biçtiğimiz anlam ne olursa olsun onun evrensel ahlak ölçülerine vurulduğunda bir değer ifade etmesi lazım. Az önce söyledim, bir işkenceci de çok anlamlı bir hayat sürdüğünü düşünüyor olabilir, çok yüce bir ideale hizmet ettiğini düşünüyor olabilir. Bakıyorsunuz, bu ülkenin geçmişine de baktığınız zaman bir sürü karanlık işlere bulaşmış insanlar da görüyoruz değil mi? Onlara sorduğunuzda “Vatan için yaptık.”diyorlar. Yani herkes çok yüce bir davaya hizmet ettiğini iddia ederek kendi süfli, basit arzularını rasyonalize edebilir. İnsan çok kolay kendi kendini kandırabilen ve yalan söyleyebilen bir varlık. Demek ki ahlak bir ölçü. Ahlaklılık olursa anlam duygusu insana rehberlik edebilecek bir ışık oluyor. Ahlaklılık olmazsa o anlam bizi daha iyi yerlere götürmüyor. Anlam duygusundan kasıt insani olarak kendimizi geliştirebileceğimiz, bizi daha iyi yerlere taşıyacak bir ışık, bir meşale, bir yön duygusu. Hayatımızı niçin yaşadığımız sorusunun cevabı. Bu soru çok önemli bir soru ve bu soru sadece dinin, sadece bilimin ve sadece ahlakın alanına bırakılmaması gereken bir soru. Herkesin en yakıcı sorusu bu, en derininde hissetmesi gereken soru. Hayatımıza bir anlam duygusu katabildiğimiz zaman, hayatımızı daha sakin daha huzurlu, eskilerin deyimiyle mutmain olarak yaşamış oluyoruz. Hayatına anlam duygusunu katan herkes mutlu olmayabilir. Anlam duygusu olmayan insanların mutsuz olacağını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. İstiklâl Harbi’ni düşünün, bir sürü insan ne kadar ıstırap çekti değil mi? ülkemiz için bir çaba verdi dedelerimiz, atalarımız. Çanakkale Savaşı’nda 250-300 bin şehit verdik. Mutlu muydu sizce oradaki insanlar? Mutlu olduklarını sanmıyorum, siperlerde uyudular ama huzurluydular ve hayatlarına anlam duygusu katan bir şeyler vardı. Yani oradaki müzeyi gezdiğinizde, bir Türk askerinin mektubu vardır ve insanı ağlatır gerçekten. O anlam duygusunun orada nasıl tüttüğünü, nasıl oradan buram buram hissedildiğini görüyorsunuz. Burada biz bir amaç için bulunuyoruz anneciğim diyor. Hayatımızda bir anlam duygusu olduğu zaman, yediğimiz darbeler geriye dönüp baktığımızda bizi zenginleştiren tecrübeler oluyor. Hani Nietzsche’nin o ünlü sözü var ya: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” O zaman aldığım darbeler benim daha mukavemetli bir insan olmamı sağlıyor. Hayata karşı daha hoşgörülü, daha bilgece bakabilmemi sağlıyor. Değişik alternatifleri hesaba katabilmemi sağlıyor. Hayat, Sting diye bir şarkıcı var, -süremi de aşmayayım, sorulara vakit bırakayım, ben burada Marx’tan bahsettim, Mevlana’dan bahsettim şimdi de Sting’den bahsediyorum- şöyle diyor: Şöyle bir şeye kuvvetle inanıyorum. İnsanlığın ortak malı olan bir bilgelik var, bir hikmet var. Kimileri buna geçmişe dönüp bakıyorlar mesela Aldous Huxley, “Perennial Philosophy/ Kalıcı Felsefe” diyor. Onun mesela Türkçeye de çevrilmiş olan “Kalıcı Felsefe” kitabı çok ilginç bir kitaptır, Batı dünyasında çok satmıştır ama Türkçe’de bin tane ya basıldı ya basılmadı, pek kimsenin dikkatini çekmedi herhalde, pek bilinmeyen bir yayınevinden çıktı. Orada Mevlana’dan alıntı yapar, Lao Tzu’dan alıntı yapar. Üç-beş tane dünyanın en uzak yerlerindeki adamlardan alıntı yapar, bir bakarsınız ki, hepsi aynı şeyi söylemiş. Değişik, yani insanlığın en eski çağlardan beri gelen, kadim çağlardan beri süzülüp gelen bir bilgeliği var ve bu bazen bir pop şarkıcısının sözlerinde karşınıza çıkar, bazen bir şairde çıkar, bazen köydeki Mehmet ağanın sözlerinde. Anneannem o kadar hikmetli sözler edermiş ki, annem bana anlatıyor, benim ağzım bir karış açık kalıyor bunu anneannem mi söylüyordu diye. Geçmişin kadınlarında da böyle bir irfani gelenek var. Okullara gitmemişler ama çok hikaye dinlemişler. Toparlamak gerekirse, Sting şöyle diyor: “Her şey yıkılıp giderken geride kalan şeylerle güzel bir şeyler kurmaya çalışmaktır hayat.” Her şey yıkılıp gidebilir, ama geride kalan şeylerle eğer ben hala iyi bir hayat kurmaya çalışıyorsam işte o zaman anlamlı biçimde yaşamaya çalışıyorum demektir.

Anlam Boşluğu -I

0

BEĞENDİM

ABONE OL