Süperego, ruhsal aygıtın dizginleyici, suçlayıcı, yargılayıcı ve cezalandırıcı yapısıdır. Günlük yaşamdaki karşılığı “vicdan”, belirtisi ise suçluluk duygusudur.[1] Başka bir deyişle süperego, ego vasıtası ile gelen id isteklerinin hangilerinin bilinç düzeyine çıkarılacağına hangilerinin bilinçaltına indirileceğine karar veren unsurdur.[2]
Psikanalizin kuramsal kavramı, “Ben” (Ego), “O” (id) ve “Benüstü” (Süperego) terimleriyle anılan ve “Ruhsal Aygıt” da denilen, ruhsal bir organizasyondan yola çıkar. “Ben” (Ego), kişiliğin bir alt yapısıdır. Oldukça bağımsız bir işleve sahiptir ve dış çevre ile, “İd” ve “Süperego” olarak adlandırılan diğer iki ait yapı arasında bir aracı görevindedir. “İd”, içinde hazza ulaşmayı amaç edinmiş istek ve duyguları.. bulundurur. Bu istek ve duygular, “libidinöz” ve “saldırgan” dürtülerden köklenir.. “Süperego” ise, toplumun geçerli kavram ve ölçülerini içinde barındırmaktadır Yanı gerçeğin ahlak kurallarını ve kişinin kendi kendini kontrolünü, eleştirisini temsil eder.
Ego’nun işlevi, dış dünya ve bu dünyadaki insanlar arası ilişki nesneleriyle id ve Süperego’nun gereksinimleri arasında uygum sağlamaktır. Bir yandan dış dünyanın kural ve gereksinimlerini id ve Süperego’ya karşı temsil ederken, bir yandan da (İd ve Süperego’nun gereksinimlerini dış dünya ilişkileri içinde temsil eder. Yani, kişinin sosyal ilişkilerindeki her türlü zorunlulukları ve çıkarları Ego tarafından temsil edilmektedir. Bir başka deyişle, Ego merkezi bir yönetim olup organizmanın uyum sürecindeki ruhsal organıdır ve aynı zamanda savunma süreçleri de burada bulunur.[3]
İd, ilkel ve doğuştan getirdiğimiz dürtülerimizi kapsıyor. Bedensel ihtiyaçlarımızın, cinsel arzularımızın ve saldırgan tepkilerimizin idden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Freud’a göre idin arzu ve istekleri tamamen bilinç dışı ve “zevk prensibi”yle işlemekte. İdin temel güdülerimizi kapsadığını düşününce, zevk prensibiyle işlemesi doğal. Çünkü ilkel güdüler, arzulara bir an önce doyum arayıp bireyin davranışlarını bu yönde şekillendirebiliyorlar. Ego, idin tatmin edilebileceği elverişli şartlar oluşana kadar onu kontrol altında tutuyor. Öyleyse ego, “gerçeklik prensibi”yle işliyor. Çevresel şartları değerlendirerek pek çok davranışın olası sonuçlarını tartıyor. Bu şekilde, uygun zamanı kollayarak bireyin anlık dürtüleri sonrasında acı çekmesini engellemiş oluyor. Egonun kimi işlevleri bilinçliyken kimileri bilinç dışı gerçekleşiyor. Kişiliğimizin son öğesiniyse süper ego oluşturuyor. Süper ego da tıpkı ego gibi idin arzu ve isteklerini baskı altında tutmaya çalışıyor. Ancak ego idin tatminleri için uygun zamanlar kollarken süper ego ahlak kurallarını devreye sokuyor. Daha açık bir deyişle, idin bu yönde tatmininin doğru olup olmadığını sorguluyor. Süper ego için tatminde yalnızca doğru zamanın kollanması değil, ahlaki kurallara uygunluk da önem kazanıyor.[4]
Süperego, kişiliğin toplumsal kurallardan, ideallerden, standartlardan ve değer yargılarından oluşur. İstenmeyen dürtüleri bloke eden, bireye ailesi ve toplum tarafından “yap” ya da “yapma”larla ilgili bilinçli bir güçtür. Örneğin, bireyin hırsızlık yapmanın ya da yalan söylemenin toplum tarafından kabul görmeyen davranışlar olduğunu daha çocukluk döneminde öğrenmesi gibi. Süperego, ego tarafından yaptırılan bütün sınırlamaları temsil eder. Toplumun ahlâksal değerlerini içine alır ve bu değerlere ters düşülmesi durumunda suçluluk duygusunu geliştirir. Kişiliğin normal gelişmesi durumunda id, ego ve süperego ahenkli bir uyum içinde çalışır.[15] Burada dikkat edilmesi gereken nokta ego, süperego, id zihnin yapılarını, bilinç ve bilinçdışı tanımları da bu bölmelerin nasıl işlemleme yaptığını tanımlamaktadır. Ego daha çok bilinçli bir işlemleme yaparken, id ve süperego daha çok bilinçdışı bir işlemleme yapmaktadır.[5]
Süperego, çocuğun anne ve babasından öğrenmiş olduğu toplumsal kuralları gelenekleri, görenekleri, vicdan ve ahlak kurallarını içerir. Kişiliğin törel yanı. Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden birinin başkalarının kendisi hakkındaki değerlendirmelerini fazlaca dikkate almasına bağlı olarak grup içinde kendini ifade etmekte zorlandığını gözlemlemiştir. Bu öğrencide süper ego baskın olabilir. Kişiliğin vicdan öğesidir.[6]
Zaman içerisinde egonun bir parçası toplumsallaşma ve değerlerle ilgili olarak evrimleşir. Bu evrimin sonucunda gelişen parçaya süperego (üstbenlik) adı verilir. Çocuk doğduğunda ayıp, yasak, günah, başkalarının hakkı, saygı gibi kavramlara sahip değildir. Haz ilkesi yaşamını yönlendirir. Ancak biraz büyüyüp haz ilkesini devam ettirince anne ve baba tarafından sosyal olarak uygunsuz davranışlar gösterdiğinde cezalandırılır. Çocuk artık bir yaramazlık yaptığında anne-babasının davranışını duyup-görüp cezalandırılacağını düşünerek davranışından çekinir. Çocuk biraz daha büyünce anne-baba yanında olmasa bile otomatik olarak uygunsuz davranışı yapmaktan vazgeçer. Çünkü anne-baba artık onun dışında birileri değildir. Artık anne-baba içselleştirilmiş ve çocuğun zihninin bir parçası olmuştur. Nereye giderse gitsin anne-baba zihninin içerisinde onunla gelecektir. Yargılayıcı dizge dediğimiz süperegonun insan yaşantısındaki belirtisi “suçluluk duygusu”dur. Çocukluk döneminde gördüğümüz korku ve utanç duyguları ise süperego gelişiminin belirtilerindendir. süperego bilinçdışı ve bilinç süreçleri beraberce barındırır. Vicdan, süperegonun bilinçli kısmında yer alır. süperegonun (frenleyici, yasaklayıcı) ve idin (haz ilkesi) baskıları altında ego uygun çözüm yolları arar.[5]
süper-ego (üst benlik), toplumsal buyruk ve yasaklamaların içselleştirilmesini temsil etmektedir. Freud’a göre, insanı cinsellik ile saldırganlık eğilimleri arasındaki çelişki güdümlemekte ve üçüncü taraf olarak toplumsal kurallar ve otoriteyi temsil eden süper-ego bu çatışmaya dahil olmaktadır. Kişilik, cinsellik ve saldırganlık güdülerinin çeşitli biçimlerde yüceltilmeleri yada bunlara karşı tepki düzenlerinden oluşmaktadır. Ego’nun gerçekçi yorum işleviyle katıldığı bu süreçte, süper-ego’nun temsil ettiği kurallara uymayan cinsel ve saldırgan eğilimler şiddetle bastırılarak bilinç altına itilmektedir. Freud’a göre baskı altına alınan bu eğilimler, insanın uygarlık karşıtı karanlık yanını temsil etmektedir. İnsanın tabiatı, genellikle vahşi ve kötüdür. Toplum, onu uygarlaştırmaya çalışır. Bu nedenle uygarlıkla baskı arasında doğru bir orantı vardır.[7]
Sigmund Freud, insanın ruh yapısının, Alt-Benlik, Benlik ve Üst-Benlik (İd, Ego, süper-Ego) kategorilerinden oluştuğunu söyler. “Alt-Benlik”,”Benlik”i aşağıdan tazyik eden tabiî kuvveleri, yani tatmin edilmeyi arzulayan temel ihtiyaçları ifade eder. Yukarıdan ise, kişiye bu temel ihtiyaçların hangi yollarla, hangi araçlarla ve hangi amaçlara yönelik olarak tatmin edilebileceğini gösteren, kişinin ait olduğu kültür çevresinde revaçta olan ve sosyalleşme ve kültüre vâkıf olma (enculturation) ile kişinin içselleştirdiği, güzelin, iyinin, adaletlinin ve ulvî olanın ne olduğuna dair olan kurallar ve yüksek fikirler kendilerini bildirir. Hatta bazen bu temel ihtiyaçlar, cismanî ihtiyaçları önemsizleştiren, hatta kıymetsiz kılan veya yeni manevî ihtiyaçlar ortaya çıkartan bir Tanrı tasavvuru ile aşılır. Bu tarz yukarıdan gelen muhayyilelerin bir kısmı eşyaya ve bedene ilişkindir ve inzivadan sefahata kadar geniş bir yelpazede seyreder. Yine bir kısmı ise, insan ruhunun kendine has olmak üzere ürettiği mahsullerdir ve insan ihtiyaçlarının yapısını kısmen ayrıştırır ya da ona, sevgide veya dinî anlam dünyasında yeni ufuklar açar.[8]
Sağlıklı bir kişilik gelişimi id, ego ve süper egonun olabildiğince uzlaşabilmesi ve denge içinde olması ile mümkündür.[6]
Antisosyal kişilik bozukluklarında “süperego” yokluğu, en belirgin özelliktir. Bu kişiler, başkalarına yönelik tâciz edici, impulsif, tehlikeli davranışları için hiç bir pişmanlık duymazlar. Suçüstü bir durumda ise sorunları suçu işlemiş olmak değil, yakalanmış olmaktır.[9]
Süperego ve Freud
Psikoloji bilimi içinde benlik konusunun ele alınışı William James’in “The Priciples of Psychology” (1952/1891) adlı eseriyle başlar. James bu eserinde, benliğin bilen benlik (self as knower) ve bilinen benlik (self as known) olarak iki boyutta düşünülmesi gerektiğini, bilimin konusunun ise bilinen benlik olmasının zorunlu olduğunu belirtmektedir. Çünkü bilen benlik özne (I) bilinen benlik ise nesnedir (me). Konu bilginin nesnesi olduğuna göre benlik bilme konu edildiğinde nesne durumuna düşmektedir. Dolayısıyla psikolojinin konusu bilinen benliktir. Psikolojide benlik konusunun önem kazanmasına diğer bir katkı Freud’un öncülüğünü yapmış olduğu psikanalizden gelmiştir. Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı sınıflamasıyla insan davranışının psikodinamiğine ışık tutarak psikolojide çığır açan Freud, benlik konusunda, psişik aygıtı id, ego, süper ego şeklinde yapısal olarak sınıflamaktadır. Ego kişiliğin büyük ölçüde bilinçli bilgisi anlamındadır. Psikanaliz literatüründe benlik yerine egonun ele alındığı görülmektedir.[10]
Freud, insan davranışlarının biyolojik faktörlerle açıklandığı bir dönemde yaşamıştır. Nitekim Freud’un kişilik teorisinde de, en önemli rolü biyolojik faktörler oynamaktadır. Freud’un teorisine göre insanı etkileyen üç sistem; id, ego ve süper ego birbirinden bağımsız tek başına çalışamaz. İd, biyolojik arzu ve dürtüleri içerirken ego, akıl ve sağduyuyu temsil eder. Ego çevreyle etkileşim sonucunda ortaya çıkar. Süper ego ise çocukluk döneminde, büyüklerle etkileşim sonucunda gelişir ve toplumsal yasakları içerir.[11]
Freud’a göre içsel yaşantılar bilinçlilik bakımından birbirinden farklı üç düzeyde bulunurlar. Bunlardan tam bilinç düzeyinde kişi, anılar, düşünceler, duygular gibi içsel yaşantıların farkındadır. Bilinç tam olarak aydınlıktır. İkinci düzey bilinç öncesidir, burası bilince yakın olan anıların, arzuların bir deposu gibidir. Kişi bunların farkında değildir, ama istediği anda bilinç alanına çıkabilir. Üçüncü düzey ise bilinçaltıdır. Burada kişinin istediği zaman bilinç alanına çıkaramadığı varlıklarından bile haberdar olmadığı duyguları, düşünceleri, anıları, dürtüleri bulunur. Bilinçaltında bulunan bu düşünceler yok olmazlar. Kişiyi rahatsız eder, davranışlarını şu ya da bu şekilde etkilerler. Bilinçaltı düşünceleri rüya ve hayallerde ortaya çıkar. Buradan hareketle Freud’a göre insanın ruhsal yapısı(kişilik) üç bölümden oluşur. Bunlar bilinçaltı(id), bilinç(ego) ve bilinç üstü (süper ego) dur.[12]
Freud’a göre insanların kişiliklerini oluşturan bu yapılar, bir buzdağı temsilinde düşünülürse id’in tamamı ve süper egonun bir kısmı, buzdağının görünmeyen ancak görünen kısmından çok daha büyük kesiminde kalır. İd, zevk ilkesine göre hareket eden dürtüleri ve istekleri barındırır. Ego, mantıklı düşünme ile ilgili kısımdır ve id’i dizginlemeye çalışır. Süper ego ise aile ve toplumun bireye aktardığı ahlakî değerleri ve gelenekleri karşılar. İd ve süper ego arasındaki çatışma bireyin kaygı düzeyini artırır. Aradaki gerilimi ise süper ego dengeler. Freud, bastırılan arzuların asla yok olmadığını, kendilerini bilinçaltında gizleyerek zaman zaman meydana çıktıklarını savunur. Basit bir dil sürçmesi bile bazen bunların ortaya çıkmasına aracı olur. Freud, sanatçıların da eserlerinde söylediklerinin, onların bilinçaltına ittiklerinin bir şekilde zuhuru olduğunu düşünerek; edebî eserlere yaklaşır. Bilinçaltına itilen ve zuhura gelmek için fırsat kollayan bastırılmış duyguların temelinde cinsellik ve saldırganlık yatar.[13]
Sigmond Freud’un kuramları, 19. yüzyıldan beri devam eden bir akımın, dinamik psikiyatrinin devamı niteliğindedir. Freud, insan ruhunu üç kısma ayırmıştır: Bilinç, bilinç öncesi ve bilinç dışı. Sonra bunları yetersiz bulup üst benlik kavramını geliştirmiştir. Ben; kişideki ruhsal süreçlerin anlamını, organizasyonunu, id bilinç dışında potansiyel olarak var olan içgüdüleri, üst benlik/süper ego da, toplum ve ana babadan aktarılan değerleri ifade ediyordu. Freud itiraf etmese de, Nietsche onun düşünce sistemine derinden tesir eden düşünürlerden biridir. Her iki düşünürün tezinde de, özellikle bilinç dışında hayvani ve vahşi dürtülerin hüküm sürmesi ile ilgili olarak insana yönelik karamsar bir yaklaşım söz konusudur. Ağır depresif krizlerden psikoza kadar sürüklenerek 45 yaşında ölen Nietsche, yaşamı boyunca üstün insanı bulma çabalarına maalesef yenik düşmüştür.
Freud’un, ruhun yapısı ve ruh hastalıkları hakkındaki teorileri sayesinde, bugün artık, psikosomatik hastalıkları açıklayabilmek imkânlarına sahibiz. Bu bakımdan, kısaca bu teorilerden söz etmek yerinde olacaktır. Freud ruhun yapısını formüle etmek üzere, hayatının birinci devresinde “Rüyaların Tefsiri” için ruhun teorik bir yapısından bahsetmiş; ikinci devrede ise bu yapıya daha büyük bir açık ve seçiklik vererek, id, ego, süperego sistemlerini ortaya koymuştur. İkinci devrede kurduğu teori, hastalık belirtilerinin meydana gelişinde rol oynayan çatışmaların mekanizmasını, daha iyi aydınlatabilecek durumda olduğu için, doğrudan doğruya ikinci sistemi ele alalım: Psikanaliz ekolüne göre, insan ruhu id, ego ve süper-ego gibi üç kısımdan müteşekkildir. İd, gerçeklik ve ahlâk kuralları ile ilgili olmayan ilk benliktir, insanın içgüdüsel ihtiyaçlarını, isteklerini ifade eder. Ego, ruh mekanizmasının, şuur ile şuuraltı arasında, id’in ilksel arzularını kontrol eden, organizmayı dış etkilerden koruyan ikinci kısımdır. Süper-ego ise, içinde yaşadığımız sosyal yasakların, kuralların temsilcisi ve, büyük bir kısmının şuur dışında olduğu mantığımızdır. Ruhun yapısını teşkil eden bu üç kısım arasında çatışma olduğu zaman nevrozlar, psikozlar ya da psikosomatik belirtiler meydana gelecektir.
Freud’a göre çocuk, libido adını verdiği cinsel enerji ile birlikte doğar ve ilk günlerden itibaren şuursuz olan iç güdüleri, ruhsal gelişmenin çeşitli devrelerinde başka başka tatmin edilir, ancak erginlik çağında şuurlu olarak duyulur. Enfantil cinsiyetin yani libidonun vücutta çeşitli alan ve organlara yayılması, ağız, mide, bağırsak, göz, cilt v.s. gibi organların asıl ödevleri yanında, erotik fonksiyonları da bulunması, psikosomatik sendromların organizmaya dağılışında nasıl bir rol oynayabileceğini göstermesi yönünden ilgi çekicidir. Ruhsal gelişme, cinsel enerji demek olan libido’nun faaliyetine göre birtakım merhalelere ayrılır. Hayatın ilk safhalarında libido, belirli hiç bir organda değilken, daha sonraları, çocuğun her şeyi ağzına götürdüğü, ağız yoluyla zevk aldığı oral devre başlar. Bu devrede libido, ağız vasıtasıyla tatmin imkânı bulur. Annesi, bir süre sonra çocuğuna altını temiz tutmasını, abdestini kontrol etmesini öğreterek dikkatin anüs’e yönelmesini temin edecek ve böylece anal devre başlamış olacaktır.
Gitgide libido, jenital organlara yerleşecek ve çocuk söz konusu organlarını ellemekten zevk alacaktır. Fakat, henüz gerçek bir cinsiyet başlamış değildir. Çocuğun otoerotik olduğu bu devirde, aşk objesi bizzat kendisidir. Aşağı yukarı üç yaşında çocuk, kendi yakınlarına sevgi duymaya başlar ve böylece libido başka varlıklara yönelir: Aşk objesi anne olan erkek çocuk için Oedipus, aşk objesi baba olan kız çocuk için ise Electra komplekslerinden söz edilir bu devrede. Fakat, çocuk bir yandan da, teşekkül eden süper-ego’nun etkisiyle (Freud’a göre, çocukta süper-ego’nun teşekkül etme yaşı 4-5’tir; son zamanlarda süper-ego’nun, gelişmenin ilk devresinde yani doğumdan 18. aya kadar olan oral devrede teşekkül ettiği ileri sürülmektedir) suçluluk ve utanma duyguları hisseder ve bu duygular yüzünden, cinsel iç güdülerin inhibe olduğu latent devreye ulaşmış olur. Nihayet 9-10 yaşlarından sonra çocuk, ergenlik çağına girer. Bu devrelerden herhangi birinde söz konusu olabilecek bir duraklama, çocuğun hayatında obsesyonel davranışlara yol açabileceği gibi, ilerde gösterebilecekleri, psikosomatik belirtileri de betimlerler: Oral fiksasyonlar, ağız ve mide hastalıklarında; anal fiksasyonların bağırsak ve anüs hastalıklarında rol oynama ihtimali çok daha fazladır.[15]
Psikanalitik Teori (Psikanalitik Kuram)
Freud ve Piaget tarafından öne sürülen bu kuram, sosyalleşme sürecinde çocuğu temel almaktadır. Freud toplumsallaşmada id, ego ve süper ego kavramlarını temel alır. Ona göre çocuk kalıtımsal olarak birçok özelliği doğuştan getirir. Çocuk doğumundan sonra, önce anne ve babasının daha sonra da diğer çevresel faktörlerin etkisiyle şekillenir.[11]
Bu teoriye göre vicdan ve ahlak değerlerinin gelişimi ödipal çalışmanın çözülmesiyle gerçekleşir. Freud ahlak gelişimini, id ego ve süper ego diye ayrıştırdığı kişilik kısımlarının ilişiklerindeki denge kavramına bağlamaktadır. İd kişiliğin enerji deposu olarak çevreyle etkileşimi sonucunda ortaya çıkan gerçekçi ve akılcı kısamdır. En basit tabiriyle id isteklerinin karşılaması için egoya sürekli baskı yapar ve ego bilinçli olduğundan sadece toplum tarafından kabul gören isteklerinin bilinç yüzeyine çıkmasına izin verir. Süper-ego kişinin çocukluk devresinde büyükleri ile olan etkileşimi sonucu gelişir. Süper-ego vicdan ve olması gereken ideal egoyu temsil eder. Freud bu kuram ışığında kişilik ve ahlak gelişiminin ana hatlarının ilk beş yılında tamamladığını ve altı yaşından sonra kurumsal olarak başka önemli gelişme olmadığını öne sürmüştür.
Psikanalatik teoriye göre çocuktaki ahlak gelişimi ebeveynin disiplin önemli ölçüde temel olan bir süreçtir. Çocuk yasakları ihlal ettiğinde suçluluk duygusunda gelişmeye başlar. Çocuk ebeveyninin disiplini altındayken bir yandan da özdeşim kurma durumdadır Bu suçluluk duygusunu üzerinden atabilmek için özdeşleşme esnasında içselleştirdiği ahlaki ve sosyal değerler doğrultusunda davranmaya çalışarak bu suçluluk duygusundan kaçınma yolunu bulur. Bu şekilde davrandığında da iftihar etmeye başlar. Suçtan uzaklaşmaya oluşan hoşnutluk ve gurur duygusu çocuğu pekiştirerek benzer durumlarda da kurallara uygun davranmasını sağlar.
Erken çocukluk döneminde çocukların davranışları ana-babalarının kendilerini yönlendirmesiyle gerçekleşir, işte bu noktada cezalandırma korkusu belirleyici değildir. Çocuğun davranışlarındaki kontrol mekanizmasının temelini oluşturur. Zaman içinde erişkinlerin değerleri ve standartları çocuğun içselleşmesi sonucu çocuğun değer ve standarttan haline dönüşür.
Ebeveynin disiplin şekli ile ahlak gelişimi arasında Basıl bir ilişki olabileceği konusuna ışık tutan bir araştırmacı fiziksel cezalandırma, sevgi yoksunluğu ve açıklamada bulunma disiplin değişkenleri esas alınarak gerçekleştirilmiştir. Orta ikinci sınıf öğrencileri arasında bir araştırma yapılmış ve çocuğun hatalı davranışlarını açıklayıcı yaklaşımın ahlak gelişimini en çok destekleyici yöntem olduğu düşünülmüştür. Söz konusu araştırmada orta sosyo-ekonomik seviyedeki çocukların sonuçlan şu kilde özetlenebilir.
a) Annenin fiziki cezalar vermesi zayıf ahlak gelişimi ile ilişkili bulunmuştur.
b) Çocuğun hatalı davranışlarına karşı annenin açıklayarak eğitmesi çocuğun ahlaki gelişimini desteklediği şekilde değerlendirilmiştir.
c) Ceza yöntemi olarak annenin sevgisini esirgemesi daha nadir de olsa, ahlak gelişimi ile ters yönde ilişki göstermiştir.
d) Üç farklı disiplin yöntemi birlikte değerlendirildiğinde disiplin yöntemlerinin, ahlak gelişimi ile genellikle tutarlılık gösterdiği tespit edilmiştir.
e) Ebeveynin şefkatle çocuğa yaklaşması ahlak gelişimi ile olumlu ilişki gösterirken, anne tutumunun babadan daha belirleyici olduğu da değerlendirilmiştir.
Hoffman ve Saltsten’in daha sonra yaptıkları araştırmada bu verileri destekler niteliktedir. Bu araştırma verileri değerlendirilince Annenin güç kullanma, fiziksel cezada buluma gibi ceza yöntemleri ahlak gelişimini kısırlaştırmakta fakat annenin konuşarak anlatarak nedenlerini açıklayarak şefkatle disipline etmesi çocuğu ahlak gelişimini geliştirir.[16]
Süper Egonun (Üst Benliğin) Yansıtılması Teorisi
Flugel tarafından öne sürülen bu teori, süper egonun psikolojik yapısının tanrıda yansıtıldığını öne sürer. Süper ego teorisinin temeli şu şekilde özetlenebilir: Çocuk belli davranışları yapması için ailesi tarafından ya fiziksel olarak ya da sevgiden yoksun bırakılarak cezalandırılırsa, bu çocuk devamlı cezalandırılacağı düşüncesiyle bir kaygı yaşar. Bu durumda çocuk kendini ebeveyni ile özdeşleştirir ve onlar gibi olmak ister ve onların isteklerini onaylar. Bu şekilde ebeveynsel istekler içselleştirilmiş olur ve anne-babanın yokluğunda çocuk kendini suçlu hisseder. Ailenin isteklerini temsil eden psikolojik mekanizma süper ego olarak adlandırılır. Süper ego sert ve irrasyoneldir. Çünkü ebeveyne karşı olan tepki baskılanarak, tekrar kendi özüne döndürülür. Bu, özellikle anne-babanın sevecen olduğu durumlarda ortaya çıkar. Çocuklar fiziki olarak cezalandırıldıklarında engellenmelerini daha fazla açığa vurma ihtiyacı hissederler.
Süper egonun yansıtılması hipotezinin sonraki bir formülasyonu ise, Varlık, Tanrı, dolayısıyla din ve dini kurum, yetişkinlerin eylem, ahlak ve istekleri arasındaki tipik dengelerini sürdürmelerine yardım ederek, onların çocukların bilincine, ödüllendiren, cezalandıran ve kutsal bir aile olarak yerleşmesine hizmet eder. şeklindedir.
Süper ego, muhtemelen iç güdüsel arzularla özellikle seksüel ve saldırganlık arzularıyla bir çatışma içine girer. Flugel’in teorisine göre bu çatışma, süper egonun tanrı olarak yansıtılmasıyla rahatlar. Yansıtma veya dışa vurma bir savunma mekanizmasıdır. İçsel süreçler veya bu süreçte olan şeyler bireyin dışında bir şeymiş gibi görünür. Örneğin süper ego bir doktora bir öğretmene, lidere ya da bir din adamına yansıtılabilir. Süper egonun bastırılmış istekleri ve kendisini bir zorlama içinde, aşağılanmış bir durumda hisseden sorunlu kişi tarafından, empoze edilen yasaklamalar olarak düşünülebilir. Başka bir açıdan, içgüdüsel arzular çok seksi ya da saldırgan olduğu düşünülen Yahudi veya zenci gibi bir gruba da yansıtılabilir. Bunun birey açısından kazanımları, bireyin kendisini değiştirmesi yerine bireyin dışsal aksiyonlar yoluyla çatışmanın üstesinden gelebileceği duygusuyla içsel çatışmalara son vererek, içsel çatışmaların azaltılmasıdır. Flugel’in formülasyonunda daha radikal bir formülasyon ortaya konmuştur. Buna göre süper ego evrene bir tanrı şeklinde yansıtılır ve içgüdüsel arzular da şeytan olarak yansıtılır.
Eğer içgüdüler, dindar insanlarda süper ego tarafından yasaklanırsa bu, yasaklanan içgüdüsel aktivitelerin azalmasıyla son bulmalıdır. Cinsel aktiviteler ister Katolik ister Protestan ister Yahudi olsun kendini dine adamış kimselerde daha azdır. Bu şekildeki dinler cinsel yasakları ön planda tutar.
Unwin, 80 ilkel toplum üzerinde yapmış olduğu araştırmada bu konunun başka bir versiyonunu ortaya koymuştur. O, her toplumu cinsel davranışları yasaklamalarla dini gelişme derecelerini karşılaştırmıştır. Bu iki değişken arasında yüksek bir ilişki olduğu ortaya çıkmıştır. Saldırganlık davranışının dindar insanlarda daha az olması beklenir. Araştırmalar düzenli olarak kiliseye gidenlerin daha az suça eğilimli olduğunu göstermiştir. Buna rağmen bu yalnızca kilise üyeleri veya Ortodoks inancına bağlı olanlarda böyle değildir.
Dinin suçluluk duyguları ile de ilgili olabileceği beklenebilir. Yukarıda gördüğümüz üzere suç ile Protestan bayanların kilise devamlılığı arasında bir korelasyon vardır. Yine aynı grup kendilerini cezalandırmaya yönelik bir tutum sergilemişlerdir. Bazı araştırmalar da Evangelik mezhebini tercih etmiş olanların daha önceki dönemlerde bir suçluluk duygusundan muzdarip olduklarını ortaya koymuştur. Protestan öğretileri ve Evangelik mezhebi günah, suçluluk ve kurtuluşa vurgu yapmaktadır. Bu veriler tartışılan teorinin özellikle Protestanlara uygulanabileceğini önermektedir. Bu sonuçların özellikle kadınlara uygun olmasının nedeni, onların daha güçlü suçluluk duygularına sahip olmalarıdır.
Eğer dini davranışın bazı açılardan süper egodan kaynaklandığı düşünülürse dinin irrasyonel süper ego niteliğine sahip olması gerekir. Değişik açılardan bunun doğru olduğunu kanıtlayan bir takım yollar vardır. Funk, Öğrencilerin çoğunluğunun düşünüldüğü kadar sıkı bir dindar olmadıkları, ancak onların dinin kesinlikle doğru olduğundan emin olduklarını keşfetmiştir. İkinci olarak din her zaman ahlaki bir değer de taşır ki bu da güçlü ahlaki isteklerin ortaya konması ve günahın kınanmasını gerektirir. Üçüncü olarak tanrı çoğu kez yasaklayıcı ve cezalandırıcı figür olarak algılanır. Dindar insanlar dindar olmayanlara göre daha otoriterdirler ve otoriter kişiler de tanrıyı bu şekilde algılamaktadır.
Süper egonun yansıtılması teorisinden hareketle, kadınların daha yüksek dindarlık gösterdiklerini tahmin edebiliriz. Çünkü Psikanalitik teoriye göre, süper egoyu oluşturan içselleştirme süreci kadınlarda tamamlanmamıştır. Kadınların daha yüksek dindarlık düzeyine sahip olmaları yansıtma ile devam eden güçlü içselleştirmenin bir sonucu olarak yorumlanabilir.[17]
Süperego ve Ahlak
Ahlak gelişimi ile ilgilenen psikologlar, ahlak gelişiminde ya duygusal-güdüsel etkenlere ya da bilişsel etkenlere önem vermektedirler.
Freud’un Psikanalitik kuramında incelediği yasakları içeren süper egonun bir bölümü bilinci; diğer bölümü ise bilinçaltını içine alır. Bir kısım yasaklar, bilinç henüz tam gelişmeden küçük yaşlarda öğrenilmiştir. Süper ego, vicdan ve ego idealini kapsar. Bu analize göre toplumun kuralları, süper ego yoluyla kişiliğin bir bölümü hâline gelir. Böylece, birey dışarıda onu gözleyenler olmadığı zamanlarda ise kendi kendisini denetleyicisi olarak o toplumun ahlak kurallarına uyar. Güçlü ve gerçekçi bir ego, içten gelen ve doyum isteyen daha çok cinsel ve saldırgan güdülerle, süper egonun bazen aşırıya kaçan yasaklamaları arasında sağlıklı bir denge kurabilir. Böylece hem ahlak gelişimi hem de psikolojisi yeterli olur. Sonuç olarak ahlak gelişiminin kişilik gelişimi ile sıkı ilişki içinde olduğu söylenebilir.
Freud kişiliğin gelişim sürecinde ona paralel olarak ahlak gelişimi belirli psikoseksüel dönemlerden geçerek gerçekleştiğini söylemiştir. Vicdan gelişiminde önemli olan unsur, çocuğun yaptığı kötülük karşısında ceza çekmesi değil; kötülük yaptığı kişinin yerine kendisini koyup, onun ne hissettiğini anlaması, onun için üzülüp yaptığından pişmanlık duymasıdır. Bu durum, ahlak gelişiminin bilişsel öğeleri de kapsadığını göstermektedir. Bireyin doğruyu ve yanlışı ayırt edip yaşama geçirebilmesi zihinsel becerileri edinmesiyle olasıdır. Böylece ahlak gelişiminde bilişsel yaklaşımlar da önemli yer tutar.[18]
Freud’un ahlaktan anladığı, suçluluk, utanç ve aşağılık duyguları aracılığıyla cinsel ve saldırgan dürtülerin süper ego ile kontrol edilmesidir. İnsan, esas itibariyle sosyal olmayan, katı, kuvvetli bir karşıt güçle (süper ego) zapt etmek zorunda olduğu biyolojik güdülerden oluşmuş bir varlık olarak telakki edilir. Süper ego, içselleştirilmiş ahlakî değerlerden, davranış kurallarn içeren normlardan ve bireyin yaşamının çok erken dönemlerinde ebeveynlerinden üstlendiği yasaklardan oluşur. Daha sonraki gelişimsel değişiklikler, yüzeysel kalır ve süper egonun çekirdeği bozulmaz. Süper ego, bireyin ebeveynleri ve diğer otorite kişileri tarafından aktarılan, zorlanarak içselleştirdiği kültürünü içerir.[19]
Piaget de zihin gelişiminden söz ederken ahlak gelişiminin bilişsel gelişime paralel bir süreç olduğunu belirtmiştir.[18]
Süperego ve Alkol Bağımlılığı
Alkol bağımlılığının psikodinamik nedenini açıklamaya yönelik kuramlar, aşırı baskıcı süper ego ve cinsel gelişimin oral fazındaki fiksasyon üzerine odaklaşmıştır. Psikanalitik kurama göre aşırı katı ve baskıcı süper egoları olan kişiler alkolü bilinçdışı gerginliklerini azaltmak için alırlar. Psikodinamik kuramlar bu kişileri genel olarak bağımlı, utangaç, yalnızlığa eğilimli, bunaltısı yoğun, engellenmeye dayanma gücü düşük, ürkek, gergin, aşırı duyarlı ve cinsel dürtülerini bastırmış kişiler olarak tanımlarlar.[20] Bağımlılık gereksiniminin doyurulamaması sonucu oluşan öfke/saldırganlık duygusu, kişinin kendisine ve/veya sembolik bazı reprezantasyonlara zarar verme şeklinde bilinçli ve/veya bilinçdışı şekilde doyum arar.[21]
Madde Bağımlılığı, Suç ve İntiharlar Bağlamında Ergenlerin Ortak Duygu, Düşünme ve Davranış Özellikleri
Bilişsel süreçlerde (özellikler algı, öğrenme ve soyut düşünmede) yetersizlik
Aşırı denetleyici / zayıf süper ego
Realiteyi kavrama nosyonunda bozukluk/gerçeği çarpıtma
Engellere dayanıksızlık, kırılganlık, yıkılma/kırılma noktasında düşüklük
Sorumsuzluk, yanlış özdeşleşmeler
Zeka kalitesinde yetersizlik
Amaç ve inanç eksikliği
Emosyonlarını coşkulu bir şekilde uçlarda yaşamak
İçe kapanma, çökkünlük, tepkisizleşmeden öfke nöbetlerine, saldırganlığa ve şiddete ani geçişler
İrritabilite / çabuk alevlenme, empülsivite
Yetersizlik, çaresizlik, değersizlik duyguları
Özbakımında bozulma, ilgi ve istek kaybı
Sebatsızlık, kararsızlık, düzensizlik
Kişi ve nesnelerle gerçekçi, sürekli ve uyumlu ilişkiler kuramama
Otoriteye karşı gelme
Aşırı para harcama, çevre değiştirme aileden evden ve okuldan uzaklaşma
Fiksasyon / regresyon
Duyarsızlaşma, yabancılaşma, nesnelleştirme