Avni Özgürel

Avni Özgürel

ABONE OL
Aralık 26, 2023 06:46
Avni Özgürel
0

BEĞENDİM

ABONE OL

1948 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini tamamladıktan sonra Ankara’da Ulus gazetesinde gazetecilik mesleğine başladı. Aynı zamanda İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Ekonomi-Maliye Bölümü’nde yüksek öğrenimini tamamladı. Bu süreçte Milliyet, Akşam, Yeni İstanbul, Ayrıntılı Haber gazetelerinde ve Yankı Dergisi’nde gazetecilik mesleğini sürdürdü. 1981 senesinde TRT televizyonu için Bulgaristan Türklerinin içinde bulunduğu durumu yansıtan ilk film senaryosu olan Belene’yi kaleme aldı. Bu dizi filmin gördüğü ilgi dolayısıyla başkaca senaryo ve belgesel film metinleri de kaleme aldı. Gelişim Yayınları’nda çalıştı.

Gazetecilik hayatını daha sonra Sabah ve ardından Radikal gazetesinde özel haber müdürlüğü, Doğan Yayın Grubu bünyesinde Yeni Ufuk Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği yaparak sürdürdü. Halen Radikal gazetesinde yazar olarak çalışıyor.

Belgesel/dramatik film yazarlığını da sürdürmektedir. Gerek TRT gerekse Kültür Bakanlığı tarafından desteklenen pek çok belgesel filmin yanı sıra, Zincirbozan ve Büyük Oyun adlı sinema filmlerinin senaryo yazarlığını yaptı. Katıldığı ve yöneticiliğini yaptığı TV programları, panel ve konferanslarda tahlilleri kitleler tarafından ilgiyle izlenen bir aydın olarak tanınmaktadır.

ESERLERİ:

İşaret Taşları, Din ve Cumhuriyet, Osmanlı’ya Hasret Topraklar, Ayrılıkçı Hareketler
X

Osmanlı`dan Cumhuriyet`e İKTİDAR OYUNU
Avni Özgürel
Etkileşim Yayınları

İktidarı ele geçirmek, hükmetmek ve yönetmek… İnsanlık tarihine baktığımızda çıkan bütün çatışmaların kaynağında hükmetme ve yönetme isteğinin izlerini görürüz.

Elinizdeki kitapta bu isteğin bizim tarihimizdeki yansımalarını okuyacaksınız. Osmanlı`dan Cumhuriyet`e İktidar Oyunu`nda on beşinci yüzyıl günümüze kadar yaşanan iktidar savaşlarının bir dökümünü bulacaksınız.

İktidarı elinde bulunduranlar ile iktidarı ele geçirmeye çalışanlar arasında kanlı savaşlar yaşandı. Çoğu zaman devleti ve siyaseti zaafa uğratmak pahasına ağır bedeller ödendi.
Osmanlı`nın kuruluşundan kısa bir süre sonra başlayıp günümüze kadar devam eden iktidar oyununda rol oynayanlar değişse de mücadele hep devam etti.
Yirminci yüzyılın hemen başında İkinci Abdülhamid`in hal`inden başlayarak çok büyük bedellerin ödendiği iktidar oyunlarına sahne oldu. Koca bir imparatorluk devlet aklına sahip yöneticilerin susturulması sebebiyle, on yıl gibi kısa bir sürede tarih sahnesinden çekildi.

Ve acılarla dolu 27 Mayıs İhtilali… Cumhuriyet tarihimizin son yarım yüzyılını şekillendiren bu ihtilalin izlerini Türkiye bugün hâlâ üzerinden atmaya çalışıyor. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırası 27 Mayıs`ın izlerini taşıyor.
Yakın ve uzak tarihimizde sürekli sahne alan “İktidar Oyunu”nundaki yeni aktörlere ve açılan perdelere her geçen gün yenileri ekleniyor. Ergenekon davasının 27 Mayıs İhtilali`nin açtığı yolda önemli bir kırılma noktası olup olmadığı sorgulanıyor. Ancak millet olarak iktidarı ve muktedir olmayı amaç edinen kişi ve kesimlerin sergilediği yeni oyunları iyi ve doğru okumak elimizde.
Osmanlı`dan Cumhuriyet`e İktidar Oyunu tam bir rehber kitap.

X
Portreler Galerisi KÜLLENEN İZLER – 1
Avni Özgürel
Etkileşim Yayınları

Türkiye’nin yakın tarihinde düşünce, sanat, kültür hayatına damgasını vurmuş kişilerin bir kaçı dışında üzerine atılan nisyan (= unutulmuşluk) perdesinin suçunu sadece genç kuşaklara, onların ilgi ve merak eksikliğine yüklemek haksızlık olur. Evet ilgisiz ve meraksız oldukları da söylenebilir kuşkusuz; ama bu, bizim anlatmak, ilgilerini çekmek konusunda yeterince gayret sarf etmediğimiz gerçeğini ortadan kaldırmaz.

İlgilenen gençlerin internet ortamına veya ansiklopedik eserlere yönlendirilerek baştan savulması. Soru soran gencin küçümser bakışlarla süzülüp sorduğuna-soracağına pişman edilip terslenmesi. Hem de aydın olarak bilinen, tanınanlarca.

Şu gök kubbe altında nice hoş sadâlar bırakan seçkin şahsiyetlerin mektuplarından fotoğraflarına, el yazılı notlarından eşyalarına, kitaplarına ne varsa mezatta alınıp satılması çok acıdır.

Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Cevdet Paşa, Ali Fuad Başgil, Elmalılı Hamdi Yazır, Erol Güngör, Fethi Gemuhluoğlu, Fethi Okyar, Fuzuli, İsmail Hami Danişmend, Mehmet Akif, Mir Said Sultan Galiyev, Mustafa Suphi, Nihat Sami Banarlı, Niyazi Berkes, Nurettin Topçu, Ömer Lütfü Barkan, Pertev Naili Boratav, Prens Sabahattin, Sabri Ülgener, Seyyid Ahmed Arvasi, Süheyl Ünver, Şerif Muhittin Targan, Şevket Rado, Şevket Süreyya Aydemir, Yahya Kemal Beyatlı.

İşte “Küllenen İzler”, kendi ışığında gününü değil geleceğini aydınlatan kültür ve düşünce adamlarının unutulan, unutturulan, küllenen cevherlerini hatırlatma, zihinlerde ve gönüllerdeki yerlerini yeniden inşâ etme amacıyla iki ciltlik bir çalışma olarak hazırlandı.

“Küllenen İzler”i okurken tanıdığınız, aşina olduğunuz çehrelerle, simalarla ilk kez tanışıyor hissine kapılacaksınız.

X
Portreler Galerisi KÜLLENEN İZLER – 2
Avni Özgürel

İnsan zihninin eseri her davranışın tek bir amacı var: Anlatmak!.. Roman, şiir, öykü yazmak; beste, bilim, resim, heykel, bina yapmak; matematik problemi çözmekten araştırmalar yapmaya aklınıza ne gelirse hepsinin tek bir manası var: Anlatmak..
“Küllenen İzler”in bu ikinci kitabında hayat öyküleri sunulan isimlerin ortak özelliğidir bunlar.
Abdülhak Şinasi Hisar, Aka Gündüz, Ali Ekrem Bolayır, Ali Ulvi, Asaf Haled Çelebi, Bekir Sıtkı Baykal, İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Kaya Bilgegil, Kemal Tahir, Kemalettin Kamu, Mehmet Ali Aybar, Mehmet Çavuşoğlu, Mehmet Halit Bayrı, Mehmet Kaplan, Mimar Kemalettin, Mustafa Akdağ, Mustafa Şekip Tunç, Mümtaz Turhan, Nurettin Artam, Nurullah Ataç, Osman Turan, Osman Zeki Üngör, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu, Sevim Burak, Süreyya Duru, Şair Nigar Hanım…

Bu isimlerin hepsi işte o anlatmaya çalışanlardandır. Kendilerini çevreleyen kalabalıktan farkları, sadece anlatmış olmaları değil, neyi ve nasıl anlattıklarıdır da. Dili kullanıştaki ustalıklarında ya da anlattıklarıyla uyandırdıkları etkide bunu görebiliriz.
Belleğimizin yüzük taşı kıymetindeki isimlerden bazılarını okuyacağınız bu ikinci ciltte henüz tanımadığınız simalarla tanışacak, tanıdıklarınızı da ilk tanışma heyecanıyla okuyacaksınız. Her ismi tanırken sanki onun yakınında bulunmuş, mahremiyetlerine nüfuz etmiş, dost ve arkadaş olmuş hissini duyacaksınız.

Ve en önemlisi vefa ve minnet borcunun edası olarak kaleme alınan iki kitaplık “Küllenen İzler”i okurken kendi içinizdeki küllerin de savrulduğunu göreceksiniz.
xx

Etkileşim Yayınları
Adres: Sanayi Caddesi Bilge Sokak No: 2 Yenibosna
TEL: (0212) 551 32 25
Fax: (0212) 551 26 59
e-mail: bilgi@etkilesimyayinlari.com

 

KONUŞMA

Türkiye idealini kaybetti
Aylık
Eylül 2006 sayı 24

Takdim:
Avni Özgürel 40 yıllık bir gazeteci, son 6 yıldır da Radikal gazetesinde yazıyor. Bir Kurmay asker çocuğu olan ve geçmişte MHP ve Ülkücü hareketin yayınlarını çıkarmış olan Avni Özgürel, şimdilerde daha geniş bir perpesktiften baktığı dünyaya ve Türkiye’ye dair görüşlerini Aylık dergisi ile paylaştı.

Avni Özgürel: “Türkiye idealini kaybetti”

Türkiye idealini niçin kaybetti?
Bunu şöyle ifade edelim: Her milletin hayalleri vardır. Her milleti hayalleri bir noktaya taşır. Nikson, Amerika’ya; ben Kızıl Çin tehdidini ortadan kaldıracağım dediği zaman herkes ona gülüyordu. Gitti, Mao gibi bir adamla uzlaşmaya vardı. Ondan önce Kennedy “sizi uzaya götüreceğim” dedi. Ona da güldüler ama, Amerika uzaya gitti!. Londra’da elinde sadece bir radyo mikrofonu olduğu zaman Degaulle’e kimse inanmıyordu. Asırlar öncesinde, İstanbul dediğin vakit, gerek İslâm Orduları gerekse Osmanlı Orduları içinde bile bizzat inanmayanlar vardı. O Feth’e inanmayanlar vardı. Bizim için Fatih’in büyüklüğü, o inancı-hayali gerçeğe dönüştürmüş olmasıdır. Daha yakın dönemlere gelelim. Üzerinde olumlu yada olumsuz hiç bir değerlendirme yapmıyorum ama; Tanzimat Osmanlı için bir hayaldi.

Batıcı da olsa bir hayaldi yani?
Evet; bir modernleşme hayaliydi. Bir heyecan verdi. Nitekim Tanzimat sonrasının yetiştirdiği aydın kuşağı gibi, hiç bir dönemde bu kadar aydın yetişmemiştir. Türkiye’de, İslâmcı düşünceyi, ateist düşünceyi, sosyalist düşünceyi, liberal düşünceyi fikir adına ne varsa bir ehliyetle savunan aydınlar kuşağı yetişmiştir. Bugün bile sağda solda gördüğümüz aydınlar yada düşünce hareketlerini başlatan insanlar veya onlara ivme kazandıran insanlar Osmanlı’nın son zamanlarında yetiştirdikleridir. Bir Mehmed Akif’e bakın veya Nazım Hikmet’e bakın. Ziya Gökalp’e bakın fark etmez yada İslamcı düşüncede Said Ali Paşa’ya bakın… Bunların hepsi son dönemde, İmparatorluğun son çeyrek yüzyılında doğmuş, yetişmiş ve devlet yönetiminde söz sahibi olmuş insanlardır. Aynı şeyi Milli Mücadele’de de görüyoruz. Çatırdayan Osmanlı İmparatorluğu’nun altında bağımsız bir devlet çıkarmak da bir hayaldi. O hayale ulaştı Türkiye.

Ne kadar ulaştı peki?
Burada olumlu-olumsuz, şurası eksik burası eksik demek istemiyorum… O nihayetinde bir hayaldi; Her yerde Türkiye’nin ayağa kalkamayacağı düşünülüyordu. Kendi aydınları bile böyle düşünüyorlardı. Bunun neticesidir ki, gerçekçi olursak, Türkiye’ye kendi aydınları tarafından tavsiye edilen Amerikan mandasıdır. Bu reddedildi. Bağımsız bir devlet kurduk.
Şimdi bütün bunların hepsi bir hayaldi. Herhalde 1946 yıllarında çok partili demokrasiye -çok partili sisteme diyelim- geçildi. Türkiye bir türlü demokrasiye geçemiyor zaten. Bunların hepsi gerçekleşti. Türkiye’nin önünde hedefler vardı. Bunlar hoşumuza gider yada gitmez… Nato’ya girmek de bir hayaldi. Ama girdik!.. Kıbrıs’a çıkmak hedefti; çıktık!..
Ufak tefek de olsa ‘hayalleri vardı.
GAP diye bir proje… Kimse inanmıyordu Türkiye’ye. Eti yok, budu yok, parası yok… Ama ortaya dev bir baraj çıktı. Yani ekonomik mânâda aynı şey -rahmetli- Özal’ın döneminde Türkiye’nin dışa açılması projesinde vuku buldu. Bir zihniyet değişimi oldu. Üstelik bu söylediklerimin hiç birisinde bir değer hükmüm yok. İyi oldu kötü oldu, başarılı oldu filan demiyorum. Ama bunların hepsi birer hayaldi ve gerçekleştiler.

Müspet de menfi de olsa en azından bir ‘hayal’ vardı.
Evet, müspet sonuçlar doğursa da, hoşumuza gitse de gitmese bir kesimin hayaliydi ve bunlar gerçekleşti. Ama bugüne baktığımızda yani 1980 sonrası -Özal sonrası- özellikle o döneme baktığımızda Türkiye’nin gerçekleştirebilecek bir hayali bile yoktu.

Bütün mesele de orada zaten!..
Tabi, problem bu! Siyaset Türkiye’nin önüne bir ‘hayal’ koymayı beceremedi. İnsanların tek tek birer hayali olabilir ama siyaset proje olarak Türkiye’nin önüne bir hayal koyamadı. Bu sadece siyaset değil, Türkiye’nin bütün bürokratik- devlet çarkı, ülkenin önüne bir şey koyamadı!..

Peki şu anda var mı böyle bir şey?
Var tabi, olmaz olur mu efendim. Hoşumuza gitmese de Türkiye’nin önünde muhtelif şeyler var. “Avrupa Birliği’ne tam üye olacağız. Bunun için ne gerekirse yapalım.” Bu Türkiye’de bir kesimin de benimseyip coşkuyla karşıladığı bir hayaldir. Oraya yürür. Bir kesim de derki : “İslâm ülkeleriyle bir ittifakın içine gireceğiz.” Bunu söylersin beğeneni vardır, beğenmeyeni vardır. Tepki görür ama bir şeye yürürsün. Mesela dersin ki “Hayır ben Turan kuracağım” Türk Cumhuriyetleriyle bir ittifak… Oraya yürürsün. Yani bir idealin vardır ve ona doğru yürürsün.
Veya dersin ki “Biz sosyal reformlarımızı, kendi iç ekonomik reformlarımızı gerçekleştireceğiz. Biz büyük bir proje gerçekleştireceğiz”
Nedir Türkiye’nin derdi? Güney Doğu, Kürt meselesi… Ama sadece bunlar değil…
Birleşmiş Milletler Antlaşmasında da var… Zaten, bırakın B.M.’yi, müslüman olmanın gerektirdiği asgarî icabı- izahı değil mi?..
Temel İnsan haklarını itirazsız olarak kabul ediyorum. Orada şöyle iktisadî bir paket söz konusu… Zorlasan özel sektör orada gidip de bir yatırım yapmaz. Devletin bütün imkanlarıyla mutlaka oraya çökmesi gerekiyor.
Çalıp çırpmayı denetleyeceksin, oradaki insanlara “biz terkedilmedik ” duygusunu yaşatacaksın. Şimdi Başbakan’ın dediği gibi öğrenciye ayda 25-35 lira-ihaleye verir gibi- değil… İnsanları iş, güç, eğitim sahibi yapacak, mesken sahibi yapacak büyük bir plân…
Bakın bunun örneği mi yok? Bunun örneği var: Batı Almanya’yla Doğu Almanya birleştiği zaman, bütün Batı Almanya vatandaşlarına ‘Doğu Almanya Entegrasyon Vergisi’ konuldu. Bunlar fakir ve yoksuldular. Bizim burayı yeniden imar etmemiz, onun bütün problemleri çözmemiz icab ediyor. Aksi hâlde onların uzlaşmasını-entegrasyonunu sağlayamayız. Almanlar ayda bin mark kazanıyorsa ikiyüzünü devlet aldı elinden… Ve bütün Almanlar şu anda da geçinme zorluğu içindeler. Bu bir hayal, göze alırsın bedelini…
Ama bizimkilerde güven yok. Alır onu atar cebine!.. Ama şimdi söylemek istediğim bu değil… Siyasetin Türkiye’de önüne koyabileceği muhtelif hayaller vardır. Bu hayallerin hiç birisi Türkiye’nin önünde yok şu anda.

Ama niye yok?
Birincisi kimsenin böyle bir proje koyma şeyi yok!..

Niyeti ve gücü yok!..
Evet… Bugün mesela bakıyorsunuz; Amerika’dan, Rusya’dan Devlet Başkanları geliyor ve hepsi de “Özal’ın vizyonu iyiydi” diyorlar. Kırk yıl Türkiye’yi Demirel idare etti niye ondan kimse bahsetmiyor? Çünkü hayalsiz bir adam!.. Neden hep Atatürkten bahsediyorlar da başka kimseden bahsetmiyorlar? Çünkü İnönü’den Celal Bayar’dan söz edecek bir durum yoktu ki Türkiye’de… Adamların değişim adına ortaya koydukları hiçbir şey yoktu!.. Öbürü Osmanlı’nın son döneminde değişim adına radikal olarak önerilen ne varsa hepsini yapmış. Geride bir şey bırakmamış. Tutmuş-tutmamış, olmuş-olmamış, eğri olmuş-doğru olmuş o ayrı…
Şimdi bakın bugün Türkiye’ye, daha dün Suudi Arabistan Kralı geliyor. Suriye Türkiye’nin gözünün içine bakıyor. İran ha keza… Türkiye vizyon geliştirmeye en müsait bir ortamdır. Savaş mavaş, ticaret micaret olarak baksan bile bunda da bir projen olacak kafanda… Perakende olmaz bu işler!.. Bir devlet stratejin olacak. Sen burada kendini nereye koyuyorsun?!

Tarafın nedir?
Evet… Sen Ortadoğu’da Amerika’nın çıkarlarını savunmaya memur bir devlet mi hissediyorsun kendini? Böyle hissediyorsan gerektiği gibi davran ve diğerlerine ikiyüzlülük etme!..

Tarafın belli olsun yani!
Evet olsun tabi.. Bunları hariçten gazel okur gibi söylemek kolay görünüyor… Elbette zordur bir çok şey. Özellikle son dönemde Türkiye’nin İslâm ülkeleri nazarında itibarı yükselmiş görünüyor.
‘Tezkere hadisesi’…
Evet o hadiseden sonra ciddi bir yükseliş var… Bunun sadece ve sadece siyasetten kaynaklandığını da düşünmüyorum.

Tarihten gelen birşey… Osmanlı’dan…
Haklısınız. Osmanlı’dan gelen birşey… Kaldı ki bu süreç bu gelişme sadece AKP iktidarının zihniyet yapısından kaynaklanmıyor, ayrı yeten bu süreç ordunun da öfkesinden kaynaklanıyor. Amerika’nın Ortadoğuda’ki kendisine olan bakışına karşı…

TSK’yı bir parya olarak görüşüne karşı?..
Evet ama bunu böyle sadece teşhis etmek yetmez. Buna uluslararası siyasetin; Amerika’nın, Rusya’nın, Avrupa Birliği’nin bütün bunların taleplerini yada çıkarlarını da düşünerek… Yapabileceklerini ve yapamayacaklarını da düşünerek bir dosya oluşturmak bir konsepte oturtturmak gerekir. Bunu yapamadığınız vakit rüzgar gelir-geçer!.. Sel gider kum kalır. Tabii ben Suudi Arabistan Kralı’nı bir sembol olarak görüyorum. Bu Arap halkı demektir bizim için.

Aslında bütün Osmanlı ve Arap coğrafyası için geçerli. Çin’de bile öyle…
Türkiye’nin bir emperyal vizyonunun olması lâzım…

Emperyal demeyelim de,, Cihan şümul diyelim. Çünkü, emperyalist bir tedai uyandırıyor.
Osmanlı’nın varisi olduğunun idraki içinde bulunduğu coğrafyanın problemlerine bakmak ve o İmparatorluğa hakim olan zihniyetle çözüm üretmeye yönelmek mevkiinde olması lazım…

Şimdi bildiğiniz gibi 11 Eylül’den sonra dünyada anti emperyalist mücadele İslâmlaşmaya başladı…
Basit birşey söyleyeyim size: Bundan iki ay kadar önce gazetelerde Ahmed İnecad’ın mecliste bir konuşması yayınlandı. Hani ayakkabısını çıkarmış, baldırını kaşıyormuş gibi bir fotoğrafı çıktı. Bunun üzerine, basında küçümseyici açıklamalar yapıldı. Bu aslında Ahmed İnecad’ı tanımamaktan kaynaklanıyor. İran hayranlığından filan değil ama adam Tahran’da gecekondularda yaşamış.

Halktan gelen bir yapısı var…
Yani mollalara rağmen halkın seçtiği bir adam bu.Bir din adamı değil. Adamın tek malzemesi dürüstlüğü… Hırsız değil bir kere. Bizimkiler hırsız! Fark bu. Bizimkilerin ‘müslüman'(!) olması onların kötü karakter yapısını değiştirmiyor. “Böyle mi olacağız” diyor. Ulan, keşke siz de onun gibi olabilseniz! Adamın siyaseti doğru ve yanlış olabilir… En azından adam karakter bakımından doğru.
Türkiye’nin problemi budur!.. Bunu ortaya çıkaramadığımız için sıkıntılı bir durumdayız. Kendimize karşı da, dünyaya karşı da, dindaşlarımıza karşı da bir dürüstlük içinde değiliz.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bir sözü var: “Samimiyet zorda kendini gösterir” gibi… Mücadelenin içinde, zor şartlarda belli olur samimiyet… Yoksa lafla samimiyet filan olmaz. Zor durumda ne kadar fedakarlık gösterebiliyorsan o kadar samimi oluyorsun…
Zaten eylemin içinde görünen bir şey… Samimidir, değildir, kim yolda dökülür hepsi orada görünecek şeyler…

Proje ve hayalin olmayışından bahsediyordunuz ya hani.. Şimdi 11 Eylül’de Amerika’nın vurulması-uçaklanmasından sonra, geçen hafta Radikal gazetesinde çok güzel bir makale vardı. Mustafa Aslan –kendi çapında- bizim kullandığımız dili kullanmış. Katıldığımız ve daha önceden de yorumladığımız bir şey var… Dünyada, anti emperyalist mücadelede özellikle Latin Amerika İslamcılaşmaya başladı. Irak’ta Amerika’nın çökmesi…
‘İslamcılaşma’ değil ama onların mücadelesini anlamaya yöneliş diyelim…

Hayır hayır!.. Latin Amerika’da bir çok örgütün müslüman olduğunu biliyoruz… Burada şu soru ortaya çıkıyor: Müslümanların ciddi manada bir projesi var mı? İşte Ladin bu yüzden eleştirildi. Mevzuu burada düğümleniyor!.. Yine geçen hafta Radikal’den Nuray Hanım güzel bir yazı yazmış Hizbullah’ı değerlendirirken: “Hizbullah’ın orada ideolojik çapta devletleşme veya medeniyetleşme projesi olmadığını fakat direnişe ve savaşa sempati duyduğun”dan bahsediyordu. Merkezin İstanbul olduğunu savunuyordu haklı olarak.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve onun talebesi Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun tezi: İslam Dünyası’na Büyük Doğu-İBDA’dan başka bir medeniyet projesi ortaya koyan yok. Biz İBDA olarak iddia ediyoruz: Varsa ortaya çıkartın!.. Değerlendirmeye hazırız.
Hayalin olmadığı yerde proje olmaz; proje de hayali destekler… Bu da bir hakikat!..
Şimdi size soruyorum: Türkiye bağlı bulunduğu tarihî misyonu icabı, hem kendi coğrafyasına hem de İslâm coğrafyasına ne gibi bir proje vermelidir?
Şöyle bir şey var. Şu anda İslâm Dünyası bir saldırıya maruz. Şimdi boks dediğimizin bir kuralı var. Kurallarla dövüşülür. Ama yere düşmüş insana kural diye bir şey olmaz artık. Çelme atmışsınız kural harici. Adamın belden aşağısına vurmuşsun, yere düşmüş. Artık kuralsız savaş var. Kurulduğu tarihten bu güne arazisini iki misli genişletmiş bir İsrail Devleti var. Bu devletin ortaya çıkış şartlarını biliyoruz. Araplar o zaman bir gaflet uykusu ile buna beklenen reaksiyonu göstermemiştir. Oldu geçti!..Peki İsrail yerinde durdu mu? Hayır! Şimdi buna karşı gerek Hamas gerekse de Hizbullah’ın gösterdiği reaksiyona “terör” denmesini ben son derece yanlış buluyorum. Kaldı ki Hamas iktidarda, Hizbullah ise Lübnan Parlamentosu’nda yer alıyor. Onun ötesinde İsrail’in ne kadar militer bir devlet olduğunu biliyoruz. İsrail’de neden ihtilâl olmuyor? Çünkü gelenlerin hepsi asker!. Gelenlerin hepsi geçmişte İsrail ordusunda önemli görevler yapmış adamlar… Bütün İsrail yöneticileri öyledir. Dünyada İsrail gibi, terör örgütüne yada illegal örgüte dayalı olan ikinci bir ülke yoktur. Dolayısıyla Filistinliler de buna benzer bir hareket içinde. İşte El-Fetih!.. Bütün Filistin örgütlerinin arka plânında mutlaka silahlı bir gücün olması şartların gereğidir. Orada Polyannacılık oynamanın mânâsı yoktur. Hiç bir netice alamazsın. Kimse dinlemez. Bir şeylerin yaptırım gücünün olması gerekir. Şimdi bir de şu gerçeği görmek lazım: 1995’lere kadar İsrail göç alan bir ülkeydi.Dünyadaki Yahudiler hayal ediyorlardı. İsrail’e yerleşelim. Emekli olalım. Rahat edelim…
Şimdi orası tehlikeli bir bölge!.. Oradaki mevcut Yahudiler… Kızını evlendirmiş. Oraya gönderip yerleştirmiş bir iş adamı tanıyorum, gördüm. “Geri döndüler” dedi. “Niye döndünüz?” dedim. “Tehlikeli yer. Bir de çok yobazlar ya” dedi. Buradan giden Yahudilerle oradakiler çok farklılar. Onun için geliyorlar. Artık İsrail dışarıya göç veren bir ülke hâline geldi.
Onun içindir ki; Başbakan Olmert zaman zaman açıklama yapıyor, devlet başkanları açıklama yaparak dünyadaki Yahudileri İsrail’e çağırıyorlar. “Buradaki mevcudiyetimizi pekiştirelim” diyorlar. Olmert “İsrail’den göç etmek ihanettir!” dedi en son…
“Zor, oyunu bozar” diye bir atasözü var.

“Zoru zor, oyunu ‘zor’ bozar”
Zor oyunu bozar. Dünyadaki bütün Yahudi nüfusunu toplasanız Suriye kadar etmez. Bu bölgede sen ıslah oluncaya kadar, sana huzur ve refah yok demektir. Ya bunu anlayacaksın, ya da mahvolacaksın. Ama burada şunu görmek gerekli: İsrail sadece kendisi için savaşmıyor, adına savaştığı bir şeyler var.

Batı adına mı diyelim?
Batı adına değil sadece. Özellikle Amerika’da hani Yahudi olamamış Hıristiyanlar vardır.

Yani Evanjelistler…
Evet Yahudi olmayı istemiş ama olamamışlar… Bunlar siyasete son derece hakimdir. Bu hakimiyetin dayattırdığı siyaseti Araplar kadar Yahudiler de kullandı. Bunda şüphe yok.

Tetikçi olarak kullanıyor yani…
Evet. Bana göre, Türkiye’nin bu tabloyu hem Araplara hem de İsrail’e anlatması ve özellikle İsrail üzerine baskı uygulaması lâzım. Burada baskı derken, kavga-dövüş-savaş zannedilmemeli. Türkiye ne yapabilir? Türkiye bana göre şu noktada Suriye ile çok daha yakın temas içinde olabilir.

Türkiye’de İsrail-Yahudi lobisinin çok güçlü olduğu hakikati var.
Türkiye’de şimdi güçlü olmayanı yok zaten. Ermeni lobisi güçlü falan filan. Herkesin bir gücü var. Teoman Koman Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği’nden ayrılırken zannedersem bir demeç verdi: “Türkiye artık Suriye, İran ve Rusya’yla işbirliği yapmalıdır.” Bunu söyleyen bir Orgeneral ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteriydi. Tabi, bunları söylemek emekli olurken akıllarına geliyor. Halbuki bunları görevdeyken söyleyeceksin. Ama neyse ki Türkiye’nin farklı kesimlerinde de benzer eğilimlerin olduğu, bizzat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye Devlet Başkanı’na gösterdiği yakınlık, Amerika’nın ikazına rağmen Şam’a resmî ziyarette bulunması, Kralı karşılayışları şunu , bunu falan… Hatta biliyorsunuz Türkiye’deki Amerikan elçisi ilk defa bizim Devlet Başkanı’nın bir yere, yani yurt dışına gidişine tepki gösterdi. “Zamansızdı, niye?” şeklinde…

Sana ne yani, o mânâda…
Demek ki buna rağmen Türkiye’de refleks olarak bir şeyler yapılıyor.

Bu Osmanlı devlet şuurundan geliyor diyebiliriz.
Evet. Ama burada bir proje üretmesi lazım. Şimdi geçmişte bizde Amerikan güdümlü kurulan iki kuruluş var: Bunlardan birisi Sento, diğeri de Bağdat Paktı… Şimdi bu bölgesel işbirliği demek. Ondan önce Atatürk döneminde de Bağdat Paktı vardı. Şimdi demek ki Türkiye’nin birincisi bölgesel işbirliklerini, kuruluşlarını, ikili veya üçlü sadece (Suriye-İran-Irak-Lübnan) bunların üye olduğu, içerisinde Batı’dan hiçbir devletin rol almadığı, gerekirse Pakistan’ı içine alan bir harita çizmesi gerekir. Sakın bu harita “İslâm Kalkınma Örgütü” gibi abuk sabuk kuruluş mânâsında zannedilmesin.

Ciddi mânâda siyasi bir örgütlenme…
Tabi. Lübnan’da kan gövdeyi götürüyor. İslâm Kalkınma Örgütü’nün bizdeki temsilcisi Abant’ta diyalog toplantısında…

Hariçten gazel okuyor!..
Gibi… Böyle dangıl dungul bir işi kastetmiyorum. Birincisi buna önce Türk aydınlarının zemin hazırlaması lazım. Nuray Mert gibi…Bende Şam’a gittim geldim. Oradaki insanların eğilimlerini, taleplerini ve Türkiye’ye bakışlarını biliyorum. Suriye’deki aydınların, -Suriye’nin ciddi mânâda çok iyi aydınları var- Türkiye’deki aydınların ve Arap dünyasındaki aydınların bir araya gelip “biz devletlerimizi baskılayalım” demesi lazım. Bu bir askerî pakt değil. Bu bir zihniyet beraberliği…

Düşünce paktı, beraberliği, diyelim.
Evet. Düşünce paktı diyelim. Birbirimize karşı geçmişte çok kavga ettik. Bunlar oldu. Sen beni beğenmiyorsun, ben seni beğenmiyorum gibi… Şurası eksik burası fazla. Ama ortak bir saldırıya maruzuz. En azından ortak inançlarımız saldırıya maruz. Buna karşı bu saldırıları şiddetlendirmeyecek, üzerimize şimşekleri çekmeyecek, iç savunma ve dayanışmamızı sağlayacak yeni kanallar oluşturulmalıdır. Ne yapılabilir? Ben kendime adıma şöyle söyleyeyim: Katar Emirliğin finanse ettiği önemli bir haber kanalı var: El Cezire… Çeşitli engellerden dolayı bu kanalın Türkiye’de yayın yapmasına imkan yok.

Tabi. Açılsın. Venezüella’da yayın yapıyor.
Çünkü El Cezire çok objektif yayın yapan, dünya çapında ciddiye alınan bir haber kanalıdır.
Aynı şey diyelim ki, -NTV gibi- bizim bir Türk kanalı Ortadoğu’da yayın yapabilir. Oraya CNN gibi bir kanalı götürdüğünde adam “bu ne ya CNN” diyecek. Buraya NTV gibi yerel motifler taşıyan bir kanal götürülmeli… Mesela Kanal 7 ve TGRT’nin haber kanalları var. Hem Arap yayın paketlerinin içine bunları da alarak hem de Türkiye haber paketinin içine El Cezire veya Arap News’i koyulabilir. Sık sık aydınların ve üniversitelerin bir araya gelmesi, bu zeminin oluşturulması ve buna devletlerin ikna edilmesi gereklidir.

Burada kendi düşünce dilimizi oluşturmak zorundayız. Şunu yine ifade ediyim: Hamas’ın ve Hizbullah’ın yaptığına terör diyemeyiz.
Hayır efendim değil.

Terör dediğimiz zaman Batı’nın diliyle konuşmuş oluyoruz.
Bu kesinlikle mümkün değil. Şöyle bir misal vereyim: 1971’de askeri müdahaleden önce Bulgaristan’a, Türk Hava Yolları’na ait bir yolcu uçağı kaçırıldı. Sofya havaalanına inerken hostes kız teröristin başına tepsiyle vurdu. Terörist yere düştü, yakaladılar. Şimdi kızın vurduğu ânda fotoğraf çekilse kim saldırgandı dersiniz? “Kız saldırıyor.” (!) Şimdi bir hâdisede fotoğrafa bakarak karar vermemeliyiz. Evet “burada Hizbullah vuruyor”(!) Fotoğraf bu da, hâdisenin bütünü bu mu? Hayır, hâdisenin bununla hiçbir alâkası yok. Dolayısıyla bizim aydınımızın fotoğrafa bakma alışkanlığını süratle terk etmesi lazım. Dikkat ediyorum Türkiye’deki basın işte Kızıl Kmerler, bizden deriz, neden? Çünkü, ABD ve Batı ajanslarının sunduğu haber ve fotoğrafa bakıp öyle diyor. Yani hakikatten gittin mi, gördün mü? Adamlar gerçekten komünist mi? Müslüman ayrılıkçılar… Yahu niye, nerden çıkmış? Kim bunu tespit etmiş. Gidip görmediğimiz, Batı’nın tanımlamalarını kanıksayarak olmaz. Özellikle gazetecilerin ve aydınların bundan bir ân önce kurtulması gerekli. Bunu söylerken İslâm ülkelerinin ve halkı Müslüman ülke yönetimlerinin ne denli zaaf içinde olduklarını biliyorum.

O da bir hakikat aslında…
Türkiye’de ve dünyada bütün Müslümanların bu denli öfkeli hâle gelmesinin bir sebebi de kendi ülkelerinin bu kadar kişiliksizleşmesidir. Kendi devletin, bütün Müslüman dünyada kılını kıpırdatmayınca, işte böyle ortaya başına ödül konulan adamlar çıkıyor. Adam insanın kişilik etiklerine aykırı yani… Bir yerden patlayacak zaten. Ya senin devletin karşılık-cevap verir, senin duygularına tercüman olur, bir şey yapar-yapamaz, yıkar-yıkamaz… Ama eğer görürsen ki sen sürekli olarak istismar edilen bir halksın, bizzat kendi yöneticilerin tarafından horlanırsan, neticede bu şekilde karşılık verenler çıkar .

Radikal gazetesinin 6 Ağustos 2006 tarihli Pazar ekinde bir yazısı yayınlanan Mustafa Dağıstanlı’nın “şimdi ne yapalım?” diye güzel bir tespiti var. Yazısının bir bölümünde şunları ifade ediyor: “Bu alçaklığı ne yapmalı? Bu alçaklıktan kurtulmanın mutlaka bir yolu olmalı… Eylemler, gösteriler, protestolar İsrail ve ABD’yi değil, bu haydutlarla tehlikeli ilişkilerini devam ettiren kendi hükümetimizi ve devletimizi hedef almalı. Sokaklara bunun için dökülmeli ve bunun için hükümeti mesela e-posta yağmura tutmalı, Cuma çıkışlarında bunun için bağırmalıyız. Alçaklıktan kurtulmanın başka yolu yok. Önce yakınımızdaki alçakları alaşağı etmeye odaklanmalıyız.” Bu sözüne ne kadar katılıyorsunuz?
Şimdi ben Müslümanların kendi ülkeleri içinde kargaşaya sokulmasını doğru bulmuyorum. Sonuç alınmayacak hiçbir şeye taraftar değilim. Bunu açık söyleyeyim. Biz istesek de istemesek de ortada bir vakıâ var. Birinci Dünya Savaşı sonrası bir tablo oluştu. Kötü olsa da nihayetinde oluştu. Bugün artık Şerif Hüseyin’in kavgasını yapmak, şunun bunun kavgasını yapmak bunların yapılacağı zaman değil artık. Dolayısıyla ben Türkiye’nin hem Batı’yla hem Doğu’yla hem de İslâm dünyasıyla münasebetleri daha farklı olan bir ülke olarak üstelik buna ilâveten Müslüman halkları nezrinde itibarı nispeten yükselmiş ve yönetimler –Suriye, Mısır, Ürdün gibi- katında kabul gören bir devlet olarak sözüne bakılır, ne dediği dinlenir. Bunlar sözünü ettiğim düşünce birliğini sağlayacak. Suudi Arabistan Kralı’nın bir gazetedeki açıklamasında diyor ki: “Üniversiteleri de içine alan bir sağlık merkezi kuracağım.” Gelelim de kule yapalım diye değil. Biz Arapça’yı bilmez olduk. Bizim halkımız unuttu. Eskiden Arapça’yı bilmek normaldi. Arapların çoğu Türkçe bilirlerdi. Arap aydınlarının ve yönetici kademesinin büyük bir çoğunluğu Meclis-i Mebus an da milletvekiliydi. Bizim bu bağları yeniden kuracak bir mekanizmaya ihtiyacımız var. Bu cuma namazı çıkışlarında bizim Başbakanı’nı protesto edelim, öbürünün şu kralını protesto edelim şeklinde olacak iş değil. Üniversitelerin sempozyum düzenlemesi ve tavır alması gerekiyor. Türkiye’ye İran’dan ve Suriye’den önemli aydınların getirtilip, bu aydınlara sık sık konferanslar verdirilmesi, bunların Türkiye’deki düşünce kuruluşlarının içindeki elemanlara, özellikle Türkiye’deki siyaset plânlayıcılarına dinletilmesi lazım.

Ortak bir dilin oluşturulması lazım yani…
Evet. Bunun oluşması lâzım… Sokak gösterileriyle iş görme dönemi Türkiye’de dahil İslâm ülkelerinde geçti. Bu mümkün değil. Birileri hele hele İsrail bunları eline ovuşturarak izler. Yani bugün Suudi Arabistan halkı sokağa dökülse Suudi Arabistan İsrail’e savaş mı açacak? Hayır. Bu mümkün değil. Ama seni başka şeylerde finanse edebilir. Savaşmak için değil de, araştırmayı ve o birliği finanse edebilir. Buna da dünya sesini çıkaramaz. Dolayısıyla ben aydınların önemli bire işlevi olduğu kanaatindeyim. Bu yolda baskının oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de birlikte gerçekleştirmeye çalıştığımız –fakat olmadı – bir Suriye sergisi yani bir kültür sergisi düzenlemeyi düşünmüştük. Ticarî sergi değil yani. Çünkü, Suriye’de önemli eserler var. Bunları Türkiye’ye getirtelim. Burada İstanbul Modern veya Atlıköşk gibi korunaklı müzeler var. Bunları bu yerlerde sergileyelim. Suriye’de Devlet Başkanı Beşer Esad gelsin sergiye. Türkiye-Suriye ilişkileriyle ilgili bir konferans versin adam. Tam hazırlamıştık, olmadı. O sırada Körfez savaşı yani, 2. Irak Savaşı çıktı. Ama bana göre bunun, Arabistan, Suriye, Mısır ve İran için tek tek yapılması gerekir. Şimdi Ahmed İnecad Türkiye’yi ziyaret etmek istiyor; fakat Türkiye Amerikan baskısıyla bunu erteliyor. Bunu şimdilik İran anlayışla karşılıyor. Ama bir süre sonra “ne oluyor kardeşim?” der.

“Kararını ver artık!” der.
“Ne oluyor?” der. Türkiye’nin burada dilini iyi kullanıp, bunu gerçekleştirmesi lâzım. Bu tarih boyunca bizim için fevkalâde önemli olmuştu. Hasım olarak ta önemli dost olarak ta önemli. İkisi de önemli. Bölgede Rusya diye bir bölge var. Eskiden olsa “canı cehenneme!” derdin. Ama şimdi Rusya’nın bölgede önemli bir faktör olduğu, Amerika’yı dengeleyecek her girişime omuz verir bir devlet olduğu görülüyor.

1979’da Üstad’ın Kumandan’a söylediği bir söz var. “ O dönem, detant yani yumuşama, SALT-2 nükleer silahların azaltılması anlaşmaları vardı. ABD-SSCB arasında bir yakınlaşmayı, en çok Türkiye’nin istememesi lazım. Türkiye’nin şu ânda varlık sebebi Doğu’dan ve Batı’dan esen rüzgarların dengesiyle ayakta durabiliyor. Eğer Rusya çökerse en çok bizim düşünmemiz lazım…” diyor.
İşte, Rusya saf dışı bırakıldıktan sonra bütün Ortadoğu’nun nasıl bir baskıya maruz kaldığı görülüyor. Özellikle bütün bunlara bakarak söylüyorum, Türkiye’de siyaset zor bir yoldur. Bugün Tayyip Erdoğan şöyle bir şey yapmak istese altında bin tane niyet aranır. Ama üniversiteler, aydınlar harekete geçerse bunu askere de, YÖK’e de ve diğerlerine de anlatma imkanı bulabiliriz ve bu mânâda devleti zorlayabiliriz. Siyasi iktidarı da kim olursa olsun zorlayabiliriz. Ben bunun yapılması gerektiği kanaatindeyim.

Peki Kürt meselesine gelelim. Yazılarınızda da okuyoruz. Türkiye sıkıştı. Nasıl bir çözümün gerekli olduğunu düşünüyorsunuz?
Ben son yazımı önümüzdeki hafta yazacağım. Güney Doğu coğrafyası da dahil bölgede bütün meselelerden Amerika’nın dışlanması gerektiği kanaatindeyim.

Esasında bunu da işleyecek bir politika olmalı…
Bunun için içeride siyaset oluşturmalıyız.

Burada Abdullah Öcalan faktörü var.
Evet. Abdullah Öcalan’ın şu noktada Barzani’ye göre daha makul görüyorum.

Onlara nisbetle anti emperyalist görüyorsunuz yani…
Evet. Bu apaçık ortada zaten. Burada Abdullah Öcalan’ı dışlayan bir çözümün gerçekçi olmayacağını düşünüyorum. Abdullah Öcalan faktörünü göz önüne almadan bir çözüm olmaz!..

Sayın Salih Mirzabeyoğlu Kürt meselesiyle ilgili 1992 senesinde Kürd Zens Press’e bir röportaj vermişti. Hepsini yayınlamadılar açıkçası. Orada muazzam tesbitler var. Röportajında “PKK için bir savaş makinesidir ama dünyaya matuf bir ideolojisi yok” demişti. Devamında “Farz edelim ki T.C, “Doğuyu sana veriyorum” dedi. Peki devletleşme projesinde ideolojisiz olarak ne yapacaksın?” diye sordu Kumandan…
Ortada bir realite var ki o da; PKK’nın “haklarını almaya çalışan basit bir savaş makinesi” olduğu…
Biz hep Kopenhag kriterleri diye bakıyoruz. Veya BM İnsan Hakları beyannamesi… Peygamberimizin Veda Hutbesi’ni okuduğunuz vakit, en geniş mânâda ne yapmanız gerektiğini oradan çıkarabilirsiniz. Türkiye’nin bütün bireysel hakları, insanlar diliyle veya kimliğiyle ilgili ne istiyorsa hepsinin altına imza atabiliriz. Yani şu şarta bağlı veya bu şarta bağlı dememeliyiz. “İstediğin gibi yayın yapabilirsin, istediğin gibi konuşabilirsin. Mahkemede istersen Kürtçe konuş. Ben tercüman bulurum.” Genel olarak dünyada yapılan şeyler bunlar… Şimdi Türkiye’nin bunlardan hiçbirine karşı çıkmaması gerekiyor.

Yoksa Batı çözecek diyorsunuz.
Kesin. Ya biz bunu göze alacağız ve çocuklarımızın şehit olmasına rıza göstereceğiz ya da bunu kabul edeceğiz. İkincisi yetmez. Güney Doğu’daki insanın mutlaka parlamentoda temsil edilmesi gerekir… Üç oy alır, beş oy alır. Kırk milletvekili çıkarır, elli milletvekili çıkarır. Üç tanesi densiz çıkar, beş tanesi bilmem ne olur. Diğerlerinden sanki çıkmıyor. Mühim olan o değil. Mühim olan bu kitlenin kendisini T.B.M.M’ de temsil ediliyor görmesidir.

Kendini bir ânlâmda ifade etmesi diyebiliriz.
Bu derhal yapılmalıdır.

İşte bu noktada Sayın Mirzabeyoğlu şunu ifade ediyor: “Türkün de Kürdün de meselesi birdir.”
Bu insan meselesidir.

Şubat ayında Temmuz aylarında Diyarbakır’da, Fazilet Partisi’nin şemsiyesi altında bizim gönüldaşlarımızın organize ettiği iki büyük miting düzenlendi: Karikatür krizi ve Filistin gösterisi. Bu miitnglerin her birinde, Batıcı gazetelerde çıkan haberlere göre 250 bin kişi toplandı. PKK’da buna nisbetle gösteriler tertipledi. Cuma günlerindeki baskın İslâmcı etkiyi gördü. Ve Cuma çıkışlarında bildiriler dağıttı. Şunu rahatlıkla ve açıkça söyleyebiliriz:O bölgede Kürtlerin %95’i Sünni’dir!..
Evet. Öyle…

Sünni Kürdü ve Müslüman Türkü hâlâ İslâm bağı bir arada tutuyor… Bu apaçık ortada… İslâm Dünyası’nı bağlayan hakikat te, bu aslında.
Bu duyarlılık bizim için çok önemli… Zaten şöyle bir şeyi anlamamız lazım… Bununla İran’ı da düşünerek bir mezhep meselesi-taassubu içinde görmek istemiyorum.

Bununda üstünde bir şey…
Ama Türkiye’de bir realite var. Bizim tasavvuf kültürümüzün önemli insanları, bu kültürü hep Kürt hocalardan öğrenmiştir.

Şöyle bir deyim var: “Şeyhler, alimler Kürtlerden, idareciler Türklerden çıkar”…
Arapça ve tefsir ilmine hakim insanlardır. Çünkü bulunduğu coğrafyanın şartları o medreseleri fevkalâde güçlü ve yetkin müesseseler hâline getirdi. Türkiye’nin bu gelenekten ve o tarihsel birikimden istifade etmesi lazım. Ve bölgedeki Kürt alimleri -bakın bununla DEHAP’ı veya bilmem ne adamlarını demek istemiyorum- yani oradaki Şeyh takımını ve bu insanları Türkiye’nin muhatap alması lazım.

Orada 250 bin kişi oluşturan güce ulaşması lazım…DEHAP orada 50 bin kişi bile toparlayamadı.
Biliyorsunuz Türkiye’nin Güney Doğu’sunda kan gövdeyi götürdü. Niye bir tek Adıyaman’da hiçbir şey olmadı?

Çünkü Tasavvufun güçlü olduğu yerlerdi.
Bunun sebebi gayet açık aslında… Bu mucize değil yani. Gördük, yaşadık bunları. Dolayısıyla Türkiye’nin, Ankara’nın bu tabloyu doğru okuması gerekiyor. Ve bütün enerjisini çözüm istikametinde harcaması gerekiyor. Bir söz vereceksin. 1920’lerde yapıldığı gibi sözünden vazgeçmeyip, sözünü tutacaksın. Sözünü tutacağına inandıracaksın. Türkiye’nin şu noktada uzlaşmaya ihtiyacı var. Aksi takdirde Türkiye’nin önünde bölünmeye kadar gidecek bir süreç görünüyor.

Şimdi yazınızda, “1923 senesinde Lozan’la Türkiye’ye laikliğin batının zorlamasıyla kabul ettirildiğini” ifade etmişsiniz. Türk milletinin önüne “batıcılaştırılmış ve İslâm’dan uzaklaştırılmış bir Türk milliyetçiliği” şeklinde bir yapı konuldu. Bu usul, Müslüman Kürtlerin üzerine uygulanmaya çalışıldı. Bu hem Türkü Kürt’ten ayırdı, hem de Kürdü var olan şahsiyetinden ve kimliğinden uzaklaşmasına sebep oldu. Türk Kürdü konuşamaz oldu. Burada Batı hem işkence yapıyor hem de yaptığı işkencenin anekdotunu ve istatistiğini tutarak kendi kurduğu derneklerle senden hesap soruyor. Onu emperyal amaçları doğrultusunda kullanıyor.
Meselâ, Müslüman ülkelerde insan hakları derneği yok. Dergi çalışmalarınızda bu mevzuyu sık sık işliyorsunuz herhalde…

Geçen sene bu zamanlar Kaide dergisini çıkardığımızda dünya çapında olay oldu. Avrupa Parlamentosu’nda konu oldu. Anti-semitik politikadan dolayı Yahudiler bir hayli dikkatini çekerek onların gündemine girdi…
Anti-Semitizim…Herkesin bir şeytanı var işte. Müslüman’ında şeytanı Yahudi…

Ama o bundan kaynaklanıyor: Kuran-ı Kerimde Yahudilerden çok bahsediliyor. Bakara Suresi oradan geliyor.
Ona çok fazla katılmıyorum. Bir milletin doğuştan lanetlenmiş sayıldığına inanmıyorum. O döneme ait… Bizzat Peygamber efendimizin hanımları var.

Ama sonra Müslüman oldular. Çok farklı…
Bugünde Müslüman olanlara dönme diyoruz. Ben meseleyi Yahudilik-Müslümanlık olarak görmeyi yanlış buluyorum. Meselâ bu bir gasp ve bu gaspta eğer Müslümanlar İslâm adına gasıp durumdalarsa ona da muhalifim. Yani dini gerekçe göstererek ya da inancını alet ederek bir halkın başka bir halk üzerine baskı kurmasını yanlış buluyorum ve gerekçesi de yok bunun. Efendim Türkiye niye kalkınamadı ve geri kaldı? Yahudiler… Yahudiler şöyleydi, dönmeler böyleydi. Bunun hiçbir doğru tarafı yok. Bugün bütün Müslümanlar dünyada eziliyor, mahvoluyor. Neden? Sen necisin kardeşim? Bu mazerette değil, geçerli bir mazereti olamaz. İzahı da edilemez.

Katılıyorum. Bir şeyi mutlaklaştırmanın âlemi yok. Üstüne düşmenin ve suçlamanın bir mânâsı yok. Güçlü olduğundan değil aslında. Bizim üstümüze düşeni yapmadığımızdan kaynaklanıyor.
Evet. Öyle.
Bütün mesele orda… Yoksa Allah sana da akıl vermiş, ona da akıl vermiş. İşin hakikati kim çalışırsa ona veriyor aslında.

Meselâ , Carlos biliyorsunuz Müslüman ve aynı zamanda dergimizin yazarı. Sürekli olarak yazı gönderiyor. Latin Amerika’nın Tele-Sur kanalı El Cezire’yle birlikte çalışıyor.
İnşallah bu gayretler neticelenir. Derler ki, bir çiçekle bahar olur mu? Ama bir çiçek açmalı. Bir çiçek açmadan da olmuyor.

Orada Osmanlı’nın çok önemli bir rolü var aslında. Carlos’un söylediği, Venezüella’nın Caracas şehrinin ismi Türkçe’den gelmekteymiş.
Türkçe’den gelsin gelmesin. Fark etmez. (…) Ayova diye bir eyaleti var. Türkçe’den Aramaya kalktığında birçok kelime vardır. Önemli olan şu ânda bunun adamlarda bir idrakı yok … Türkiye’de, Bağdat’ta, Şam’da, Tahran’da, Riyad’ta ben tarih tablolarının içeride şiddetle değil, iknaıyla çözülmesi gerektiğini düşünüyorum… Doğruyu söyleyerek, ılımlı olarak ve daima kavgadan uzak olabildiğince tutmaya çalışarak içimizde İsrail’in bu Ortadoğu’daki tavrına karşılık mücadeleyi pörsülemeyecek.. İsrail’e karşı basit bir tavır değil, içimizde bir idrak savaşını vermeliyiz.

Herkes Türkiye’nin merkez olduğunu biliyor.
Muhakkak. Bugün Türkiye’ye Suriye’ye “gel federasyon kuralım” dese, Suriye 24 saat içinde kurar. Bunları biliyoruz.

Bu Osmanlı tarih şuurundan geliyor.
Ortodokslar, Osmanlı’yı niye dağıttık ki diyor. Ortodokslarla bu mânâda bir anlaşma zemini daha geniştir. Hiçbir Haçlı seferine Ortodoks katılmamıştır.

Ben burada bunların patrikhane projesine şöyle bakıyorum: Yunanistan’ın Ortodoks kilisesinin patrikhane’ye aldığı tavır Türkiye’nin ekmeğine yağ sürüyor aslında. Patrikhaneyi küreselleşme projesi altında Amerikan’ın kucağına atıyorlar. Sen kullan yani…
Osmanlı’nın gözünde patrikhane neydiyse, sen bugünde onu yapmak zorundasın.

Mevzu orada…Onu yapmıyor. Yunanistan’daki patrikhane ile siyasî olarak görşüp, mevcut Patriğin önünü kesebilirsiniz.
Problem şurada: Emperyal-cihan siyaset dediğimiz, budur. Bunu yaparsan başka şeyler yaparsın.

Bir anlamda cihan siyaseti, cihana hakim olma siyaseti…
Hayır, hakim olma değil. Biz olmayalım da kim olursa olsun. Biz zulme uğramayalım. Zulmün önüne geçmeliyiz. Allah kendisine zulmü yasaklamıştır. Çünkü İsrail, Amerika zulmediyor.

Yani cihan siyaseti derken, dünya çapında bir politika… Bu da hayal ve ideale bağlı bir fikirle olur aslında. Bu yok işte bizde.
Yani işte sizlerin, bizlerin gayretleri bu hayali gerçekleştirir inşallah.

Röportaj için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.

XXXXXX

YORUM

ESNAF EYLEMLERİNİN ORTAYA ÇIKARDIKLARI
Avni Özgürel
Netgazete 12 Nisan 2001

Yakın zamana kadar Türkiye’de toplumun itirazlarının yalnızca siyaset kurumuna ve siyasetçilere yönelik olduğu düşünülüyordu. Son günlerde ortaya çıkan tablo netleştikçe görüldü ki, toplumun, sivil toplum kuruluşları olarak adlandırdığımız esnaf teşekkülleri ve sendikaların yönetimlerine de ciddi itirazları var. Bu yapılar için tasfiye talepleri var.
Yalnızca bugün Ankara’da ve diğer illerde yaşanan esnaf eylemleri ya da önceki günlerde yaşanan eylemler değil, bir süredir izlediğimiz açık oturumlar da bize aynı verileri sunuyor. Siyasilere olduğu kadar, insanların, kendi meslek kuruluşlarının temsilcilerine de tepki gösterdiği görülüyor.

MİRAS ÖZÜR DİLEMİŞTİR
Türkiye’deki gerek esnaf gerekse işçi teşekküllerinin başlarına kalsa, sokaktakilerin hiçbiri sokağa çıkamazdı. Çünkü bu isimler, mevcut siyasi kadroların, hükümetlerin önerdiği istikrar programlarına hiç tartışmadan destek verecekleri bilinan insanlardır. Bugün TOBB Başkanı Fuat Miras “istifa” diyorsa, mutlaka bir gün önce “Bunu söylemek zorundayım, özür dilerim” demiştir. Söylediklerini içinden gelerek söylemiyor. Tabandan gelen bir baskı var. İşçi ve esnafın reaksiyonları karşı durulmaz hale geldi.

İLK KEZ DEĞİŞİM TALEBİ YÜKSEK SESLE DİLE GETİRİLİYOR
Aslında yaşananlar, Türkiye’de ilk kez, toplumun değişim talebini yüksek sesle ifade etmesidir. Bu nedenle de karamsar hiçbir yoruma katılmak mümkün değildir. Ankara, bu mesajları algılamakta ne kadar erken davranırsa, o kadar iyi eder. Eğer geç davranırsa, bu tepkinin hem dozu hem de yaygınlığı artabilir.

BU KEZ ESNAF ÖĞRENCİYE SIĞINDI
1970’li yıllarda, 1980’li yıllarda öğrenci olayları yoğun biçimde yaşandı. Öğrenciler, eylemler sırasında polisten kaçıp esnafa sığınınca, esnaf dükkanlarını kapatıp gidiyordu. Üç gün önce Ankara Cebeci mitinginde polisten kaçan esnaf Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne sığındı.

YILDIZLAR PEŞPEŞE GELDİ
Astrolojide bir “durum” vardır. Zaman zaman yıldızlar peşpeşe gelir. Türkiye’de de değişim yönünde yıldızlar ilk defa olarak denk geldi: Toplumsal talep yükseldi, siyaset müessesesi çöktü, ekonomi dibe vurdu, Türkiye dışındaki uluslararası konjonktür bastırıyor değişim diye…

Her şeyin denk gelmesi, – bir anlamda temenni niteliği taşısa bile – çok zaman geçmeden köklü bir takım değişiklikler yaşanacağının ifadesi gibi… Umalım ki, Türkiye bu yılı ve önümüzdeki yılı temel reformları gerçekleştirerek atlatsın. Çünkü Türkiye’de yaşananlar, salt ekonomik krizden ibaret değil, bir yönetim krizidir.

BİLEŞKE İNSAN: ESNAF
Alanlarda esnafın bulunması önemli, çünkü esnaf açısından şöyle bir orta noktası var. Memurun, işçinin, sanayicinin kısacası çok geniş kesimlerin sıkıntıları esnafa yansıyor. Esnaf bileşke insandır.
Örneğin Rahmi Koç’un sokağa çıkması mümkün değil ancak onun bayii sokakta.

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.