17 Şubat 2023 Cuma
Sadullah Kısacık: Öğretmenlerimiz Bir Anne, Bir Baba, Bir Abla, Bir Ağabeydir
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
SAMİMİYET, SEN NEREDESİN?
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Bugün Benim Doğum Günüm...
Üzeyir Lokman ÇAYCI
Tam giyindim, dışarıya çıkacağım sırada eşim Biberiye mutfaktan bağırdı : «Bey… Bey ! Emekli maaşını aldıktan sonra, 4. Levent’e git. Bizim kasap Recep Efendi’den bir kilo kıyma al! Tamam mı hayatım ?»
Daha güneş doğmadan verilen bu emri başımın üstünde taşımam gerektiğine inanıyorum. Eh… nihayet yola koyuldum. Zar zor belediye otobüsünde ayakta bir yer bulabildim. Düşmemek için de tutunacak bir yer aradım. Ama ani frenlerle arada bir kadın erkek ayırt etmeden orada önüme ne gelirse çıkıntılarından tutunuyordum. Yaşlı oluşumdan dolayı bu davranışlarıma kimse de tepki göstermiyordu.
Sirkeci’ye geldiğim zaman ortalık karanlıktı. Bankanın önünde oluşturulan uzun kuyruğa ben de girdim. Orada, ayakta duramayacak kadar ya da benim gibi yaşlılar, hastalar ve özürlüler de vardı… Gördüğüm kadarıyla her ay bu çile kuyruğuna alışmış olanların bu duruma tepki göstermeye mecalleri de yoktu. Canlarına tak etse bile onlar kendilerine reva görülenler karşısında bu «sessiz duruşlarını» sürdüreceklerdi! Avrupa’da emekli aylıklarının doğrudan banka hesaplarına yatırıldığını göremeyecek kadar aptal olanlar bize zulmetmeye devam edecekler, biz de bu şekilde kuyruklarda çile çekeceğiz… Yazıklar olsun!
Ben ağzımın içinde biraz küfürlü, biraz da beddualı bir şeyler gevelerken önümde bulunan garip bir adam bana dönerek : «Onların Abdullah, Recep, Tayyip, Mehmet, Ali, Bülent, Sadullah, Beşir, Cemil ve Ömer gibi Müslüman ismi taşımalarına aldanmayın… Ezan seslerinin etkilemediği adaletsiz ve çıkarcı ruhlara nerede bulunurlarsa bulunsunlar, hangi makamlara gelirlerse gelsinler mükemmellikten bahsedemezsiniz… Kalplerinde hak ve hukuku gözetme duygusu olmayan ve ALLAH sevgisi sirayet etmeyen bunlar sadece kendi kendilerini aldatıyorlar! Kimleri kastederek bunları söylediğimi zannedersem anladınız? Bizi yönetenlerden bahsediyorum… Biraz daha açık, biraz da küfürlü konuşursak vallahi hemen bizi Ergenekon’cu ya da terörist diye gözaltına da alabilirler… Bunlarda, insan sevgisi de, ALLAH korkusu da yok! Anlayacağınız millet olarak gerek ev içinde, gerekse ev dışında da tedirginiz. Yani hâlimiz harap… Bir de demokrasiden, özgürlükten bahsediyorlar! Utanmazlar… »
İçeriye tek tük girenlerle biz de giriş kapısına yaklaşıyoruz. Birkaç kişi daha soğuktan kurtularak nihayet içeriye girebildik. Dört gişeden soldaki gişe görevlisi ağlayanları taşlar gibi, bir bayanla akıl almaz yarenlikler yapıyor… Hepimiz onların yaptıkları ipe sapa gelmez konuşmaları öfke ile dinliyoruz. Bütün kötülüklerine rağmen, en baştakilerin şerlerine katlandığımız gibi, bunların da kahkahalarına, şımarıklıklarına tahammül etmek zorundayız. Aman ne sözler, ne sözler… bitecek gibi değil! Baksana ahlâksız herif bizi hiç tınlamıyor…
«Burada memur olduğunuzu unutmayın… Halka hizmet bu şekilde yürütülemez! Sizi uyaracak başınızda hiç kimse yok mu? Gidin bu yarenliklerinizi ve sululuklarınızı yataklarınızda sürdürün! » diye bağırmak geçiyor içimden. Kuyruktakilerden birisi de ağzının içinde «başıbozukluk…» kelimesinin içine hissettiklerini sığıştırmaya çalışıyordu! «Biz böyle değildik… Yaşlılara saygı gösterir, onları incitmezdik! Adeta onların karşısında tir tir titrerdik. Gel keyfim gel… Oğlan güzel bir kız bulmuş, ona nutuklar çekiyor. İkisi de «altta kalanın canı çıksın» dercesine kalabalıkları farketmiyorlar. Sanki karşılarında hiç kimse yok… Umursamaz halleriyle bizim saatlerce ayakta dura dura dizlerimizin bağlarının çözüldüğünü düşünemeyecek hâldeler…» Ne derlerdi büyüklerimiz? : «Balık baştan kokar…»
Bir diğeri konuşulanlara tepki göstererek : «Boş ver geçmişi! Sen bugün, şu çektilerimizi nasıl göğüsleyeceğiz bize bundan bahset? Başımızdakileri nasıl sandığa gömeceğiz?»
Neyse soldan ikinci gişede, sıra bana gelmişti. Paramı aldıktan sonra şöyle derin bir nefes aldım. Oradan ayrılmadan önce muhatap olduğum memura, biraz da yüksek sesle : «Bak evlâdım sabah saat 06.00’dan beri kuyruktayım. Kuyrukta benden daha yaşlı olanlar, hastalar, aralarında ayakta duramayacak kadar felçliler ve özürlüler de var… Soldaki görevlinin yanındaki kızla yaptığı konuşmalar ve gülüşmeler sizi hiç rahatsız etmiyor mu?
Görevli adam önce gözlerimin içine baktı, sonra «haklısınız» dercesine yüzü kızararak gülümsedi.
Ne olur ne olmaz dışarıda kapkaçcı kaynıyor… Oradan çıkmadan önce, elimdeki paraları ve evrakları çeketimin iç cebime yerleştirdim. Eşimin tavsiyesine uyarak kilitli iğneyle de cebimi güvenli hale getirdim. Eminönü’nden 4. Levent’e gitmek üzere otobüs durağına geldim. Direkte asılı olan levhadaki otobüsün geliş gidiş saatlerine baktım. Daha epey vakit var… 35 dakika bir türlü geçmiyor… bekle babam bekle! Bankada kuyruklarda bekle… Belediye’de, vergi dairelerinde, otobüs duraklarında bekle! Oylarını verdiğin adamlar devletin helikopterleriye çocuklarıyla Ankara semalarında keyif sürsünler sen de buralarda bekle! Düşünmesini bilmeyen insanları sen yükseklere taşıdıkça sorunların torunlarına da sirayet edecek! Bu kafayla daha kimbilir nerelerde uzun uzun beklemeye, pineklemeye ve sineklenmeye devam edeceksin? Perişanlık, rezillik seninle anılacak… Bu gidişle susmak, tepki göstermemek senin için vazgeçilmez bir görev olacak! Akıbetin hayırlı olsun teslimiyetçi herif…
Neyse otobüs geldi. Küfrede küfrede otobüse bindim. Otobüsün içi tıklım tıklım doluydu… Yani iğne atsan yere düşmeyecek halde. Sanki koyun sürüsü gibiyiz! Şoför de öylesine… deli çıltak gibi araç kullanıyor… insan değil patates çuvalı taşıyor gibi ! Otobüs bir sağa bir sola yatarcasına virajlara giriyor. Hepimiz bir sağa bir sola, zaman zaman da sert frenlerle öne veya arkaya savruluyoruz! Sonra yerleşiyoruz… Gençlerimiz de Allah’lık ! Yaşlılar ayakta, onlar koltuklarda keyif sürüyorlar! Yani işleri iş… Bu şekilde insanlar zihnen ve bedenen otobüslerden yorgun argın çıkacaklar! Şir şibit terli terli evlerine gidinceye kadar çeşitli dertler yüklenerek, bir de doktora gitmek için şimdiden hazırlık yapmak zorunda kalacaklar…
Ülkemizde demokrasi var! Bizi yönetenler ve bize vekil olanlar havuzlu villalarda kul hakkını gözetmek için günlerce uykusuz kalıyorlar… İnsan haklarına saygı göstermek için de adeta baygınlık geçiriyorlar…
Müşkülat içinde 4. Levent’e geldim. Bizim kasap Recep Efendi’nin dükkanına zor attım kendimi. Bir tabureye oturduktan sonra «Recep! dedim, bende hâl ve hasenet kalmadı… Sabahtan beri ayaktayım. Yengen bir kilo dana etinden kıyma istiyor… Yağsız olacak! »
Recep Efendi, orada bulunan müşterilerden özür dileyerek bana kıyma hazırlamaya koyuldu. Bir taraftan da oradakilere : «Hacı İbrahim Amca ta Zeytinburnu’ndan geliyor. Her ay bir kilo kıyma almak için bizim dükkana gelir… Ne yapsınlar bir ay boyunca, bir kilo kıymayı karı – koca eftik ederler…» dedi. Parasını ödedim. Bizim kasaba ve benim için sıralarını veren müşterilerine teşekkür ettikten sonra oradan ayrıldım.
Durağa geldim. Aktarlamalı maktarmalı otobüslerle Zeytinburnu’na gitmek üzere yola koyulacaktım. Durakta hiç kimse yoktu. Direkteki levhaya baktım otobüslerin geliş gidiş saatlerini öğrenmek için… Daha 45 dakika beklemem gerekiyordu. Ortalık oldukça sıcaktı. Kıyma kokusunu hissetmiş olacaklar ki nereden geldilerse durakta bir kaç köpek peydah oldu… Her birisinin gözleri faltaşı gibiydi… Bana doğru yaklaşıyorlardı…Kapkaççı gibilerdi… Sonra da çevremde tavaf eder gibi dolaşmaya başladılar.
Ağızları açık, upuzun dillerini aşağıya sarkıtarak kesik kesik nefes alıyorlardı. Köpeklerin kazma gibi dişleri, tehditkâr bakışları bir de yalnızlığım sebebiyle zihnimde değişik korkular dolaşmaya başladı. Bana bakan «bu hayranlarımın niyetinin hiç de iyi olmadığını anlayarak… oldukça aç olacaklar ki canlarını dişlerine almış gibi dolaşıyorlar… » dedim kendi kendime. İnsanları aç olan bir ülkede köpeklerin aç olması yadırganmamalı, değil mi ya? Bunlar benim çevremde neden dolaşıyorlar? Şu kıyma sebebiyle… Kendimi kısa süre de olsa güvenli hissetmek için elimdeki plastik et torbasını direkteki kalkış saatlerini gösteren levhaya astım. Ben de köpeklerin etraflarında gezinmeye başladım. Köpekler direğin etrafında dönerlerken bir bana bir de torbaya bakıyorlardı. Otobüs nihayet geldi. «Kendimi bir içerisine atsam» derken. Kapılar açıldı. Otobüse sıkışa mıkışa zorla girebildim. Et torbası direkte asılı kalmıştı… Pencereden hem astığım torbaya, hem de köpeklere bakarken otobüs yola koyuldu. Ne yapalım, hanıma bu ay neden etsiz kalışımızı ve aç köpeklerin şerlerinden nasıl kurtulduğumu anlatmam gerekecekti… ALLAH herşeyin hayırlısını versin ve canımız sağ olsun. Başka diyebileceğimiz ne olabilir ki? İster istemez her gün bu ve buna benzer sözlerle oyalanıyoruz…
İstanbul, 03.06.2010
Selam ve sevgilerimle.
Üzeyir Lokman ÇAYCI
Concepteur industriel – Architecte d’intérieur
İç Mimar – Endüstri Tasarımcısı
55, rue Louise Michel
78711 Mantes la Ville
FRANCE
uzeyir.cayci@free.fr