02 Kasım 2024 Cumartesi
Sürekli birileri gelecek, ülkemizi parçalayacak, bölecek, devletimizi yıkacak endişesiyle yaşıyoruz. Gerçi ülkemizi yönetenlerin etkisi de oluyor dönem, dönem böylesi endişeleri, korkuları yaşamamıza neden… Ama Cumhuriyet kurulmadan önce de yedi düvel düşmanın olduğu için Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı vermedi mi deden?…
Neredeyse Cumhuriyetimiz’in 100. yaşını doldurmasına bir yıldan az bir süre kala; nedir bu korku, bu endişe?… Varken bu ülkede bunca Türk, Türkmen, Yörük; onların hepsi mi çürük ki güvenilmiyor bu ulusa?…
Biliyoruz yedi düvel hep bizi yoklar, yanlış yola girelim diye bekler, kurduğu tuzaklara düşelim diye umutla gözler. Ama biz teslim olmadıkça… Ne o yoksa teslim mi olduk?…
Küreselleşme masallarına… Küresel iletişim çağının propagandalarına… “Tek” öneki içinde sayılan devlet, millet, bayrak, vatan dedikçe ülkemizi yöneten AKBAŞKAN; yoksa küresel efendi, kendi idealleri için mi umutlanıyor, hazırlık yapıyor bu ulusu hiç umursamadan?…
Kıbrıs Barış Harekatı’nda ansızın çıkıvermişti Ayşe tatile… Yapılması planlanan her Suriye harekatının öncesinde, sanki Mehmetçik gelmeden çekil git deniyor PKK’lı katile, üstelik de Amerika’nın izni ve bilgisi dahilinde… İşte o zaman merak ediyor insan; yoksa yeryüzündeki TEK başkan mıdır ki Sam Amcan?…
Yıllar boyunca özellikle dil öğrenme serüvenim nedeniyle Amerikalı, İngiliz öğretmenlerim oldu. Onlar hep bana sorular sordu. Örneğin; Cecile adlı Amerikalı öğretmenim; “ne uğraşıp duruyorsun bu kadar; ülken senin değerini mi bilecek?” demişti.
Bir başkası Paul adlı safkan İngiliz öğretmenim; “Eskiden ne güzeldi başınız kapalı, harfleriniz Arap harfleriydi?… Neden bizim alfabemizi aldınız?” diye sormuştu.
Ve Didim’de ev komşum olan Galli Dan de ilk tanıştığımız yaz; “Osmanlı dönemini özlüyor musun, Osmanlı’yı arıyor musun?” diye sormuştu.
Ve ben bu sorularla karşılaştıkça… Hep o soruları soranları kışkırtıcı, provakatör kişiler olarak değerlendirmiştim.
Ne ister bu yabancılar bizden?…
Kuşkusuz az, çok hepimiz biliyoruz ne istediklerini ve onların içinde kin, nefret, öfke… Atatürk’ün varlığıyla birlikte; ulaşamadılar amaçlarına, üleşemediler topraklarımızı ve 1923’den beri bekliyorlar tetikte, pusuda, gizleniyorlar kuytuda… Güçsüz düştüğümüz ilk anda…
Örneğin; ülken sana değer vermez ki diyene acaba ben ülkeme yeterince değer verdim mi, yeterince ülkem için hizmet ettim mi?… İşte bunu diyebilmek özellikle de bir Amerikalı’ya… Çünkü J.F. Kennedy ne diyordu onlara?…
-Bugün ülkem benim için ne yaptı diye sorma, ben ülkem için ne yaptım diye kendine sor !…
Ve bizler 12 Eylül 1980 öncesinde; her birimiz özverili, istekli ülkemizin Doğusu kalkınsın diye hevesli yurttaşlardık, biz ülkemize değer veren bireyler olarak yetiştirildik. Bugün kaldı mı acaba içimizde ülkesinden değer beklemekten önce, ülkesine değer verenler bu topraklar üzerinde?…
Neden başınız kapalı değil, neden Arap elifbasını bıraktınız diyen birisine; “ben gibi” kaç kişi gösterebilir ki Türkün gerçek Abecesini, Göktürk Orhun yazıtlarındaki harfleri?… Ve kaç kişi Türk kadını Arap’la karşılaşmadan öncesinde başı açıktı be hey İngiliz neferi der ki ?…
Ve Osmanlı’yı özlemek, aramak üzerine sorular soran bir Galli’ye; Osmanlı demek Arap demek değil ki… Arap Osmanlı’nın bir tebası idi. Nasıl ki siz Galliler, İrlandalılar, İskoçlar İngilizler’in tebasısınız ya aynı sizler gibi… Acaba kaç kişi der ki?… Acaba kaç Tarihçi yazar ki Osmanlı’nın yüzü hep Batı’ya dönüktü diye?…
Tebaa demişken ki Türkçesi uyruk… Yine Osmanlı’nın uyruğundan olan Yunan; bugün yoğurdunu, kahveni, kebabını, lokumunu, Türküleri’ni ve Kavala kurabiyeni iç etmeğe kalkışıyorsa… Burnunun ucundaki adalarında mangal partileri düzenliyorsa… Ege denizini kendi denizi belliyorsa…
Hiç ülkeyi yönetenleri, yaklaşık 20 yıldır ülkeye egemen olanları eleştirmeyin, suçlamayın. Yanlışı kendinizde arayın !… Çünkü siz “ülkem bana değer vermiyor” diyerek yaşarsanız, “ülkenize değer vermenin önceliği” düşüncesinde olmazsanız. Bilmelisiniz ki sizin olan hiç bir şey kalmaz bu ülkede !…
Son yılların önemli gündemi “naylon torba çevreciliği” ve “naylon torba gelirleri ile gerçekleşecek yatırımlar” üzerinden yapılan kalkınma planları…
Kuşkusuz petrol yan ürünlerinden ve 1960’larda ülkemize giren NAYLON; çevre için gerçekten de tam bir baş belası… Ne toprak, ne su; yüzlerce yıl geçse de yok edemiyor şu naylonu…
Ama kirlilik yalnızca doğal çevrede mi?… Toplumsal yaşamda yaşanan kirlilikten ne haber?… Özellikle de siyasette yaşanan kirlilik… 500 yıl geçince naylon bile yok oluyor ama Plato’nun DEVLET’inden bugüne binlerce yıl geçmesine karşın, siyasette yaşanan kirlilik bir türlü arındırılmıyor.
Örneğin; siyasette kirlilik olmasaydı… Eğer muhalefet partileri; güçlü bir muhalefet yapsaydı… Yazan, çizen, sanal kamusal alanda gezen; kurduğu bir tek tümce nedeniyle TCK 299’dan yargılanır mıydı?…
Çünkü muhalefet susuyor. O sustukça, muhalefet partileri işlevlerini yerine getirmeyince… Halk “onlara da, kendisine yaşatılanlara da” öfkesini kusuyor. TBMM’de olanlar; kameraların karşısında rol kesiyor. Bütün dertleri, tasaları, çabaları maaşlarına yapmak zam… Ülkede kalmış mı, kalmamış mı demokrasi, hukuk, adalet, nizam, intizam hiç birinin derdi değil. Kameraların karşısında Karagöz-Hacivat atışmalarıyla muhalefet yaptığını sanan heyecanlı “eczacı” bir gözlüklü adam… Sonuç; elde var sıfıra, sıfır. Bu durumda diyebilir miyiz acaba; muhalefet yeterince ülkemize değer vermiyor?…
Şu ülkemizde yaşadığımız ya da bizlere yaşatılan ne menem demokrasiymiş be!…
Biri “ileri” diyor, öyle ileri gidiyor ki koşup yakalayamıyoruz.
Diğeri de “sosyal” demokrasi diyor; toplumsal olanı, ne de halkı hiiiiç umursamıyor.
Ve seçim sandıkları getiriliyor seçmenin önüne… Onca aday… Boşa giden umutlar, emekler ve paralar… Halkın sesine kulak vermeyenler, ülkesine ve ulusuna hiç değer vermeyenler; seçildikçe, bu ülkede halk daha çok bekler demokrasi gelecek diye…