SELMA ERDAL

SELMA ERDAL

18 Mart 2025 Salı

Türkiye’nin Onmayan Yarası: Akraba Evlilikleri

Türkiye’nin Onmayan Yarası: Akraba Evlilikleri
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Türkiye’nin Onmayan Yarası: Akraba Evlilikleri

Türkiye’nin doğusundan batısına, köylerinden metropollerine uzanan bir gerçeklik var: Akraba evlilikleri…

TÜİK’in 2023 verileri, her yıl on binlerce akraba evliliğinin gerçekleştiğini ve bu evliliklerden doğan çocukların önemli bir kısmının kalıtsal hastalık riski taşıdığını ortaya koyuyor. Üstelik bu sonuç yalnızca bir sağlık sorunu olmanın yanı sıra derin bir toplumsal çöküşün göstergesidir.

Akraba evlilikleri, toplumsal yapıda çözülmelere neden oluyor. Geniş ailelerde yaratılan “kapalı sistemler”, özellikle kadınlar ve çocuklar için birer baskı ve şiddet sarmalına dönüşüyor. Ülkemiz bağlamında yapılan araştırmalar, akraba evliliklerinde kadınların neredeyse yarısının aile içi şiddete uğradığını gösteriyor. Bu durum; kadınların toplum içindeki konumunu güçsüzleştirirken, gelecek nesillerin de travmalarla büyümesine yol açıyor.

Eğitimden uzaklaşma, bu kısır döngünün bir diğer halkasıdır. Çünkü akraba evliliği yapan kız çocuklarının büyük bir bölümü, eğitim yaşamlarına son vermek zorunda kalıyor. Eğitimsizlik sonucunda işsizlik; onları ekonomik bağımlılığa itiyor ve yoksulluk döngülerini derinleştiriyor. Kadınların eğitimden uzak kalması, toplumun genel eğitim düzeyini düşürürken, ülkenin kalkınma potansiyelini de olumsuz yönde etkiliyor.

En önemlisi de akraba evliliklerinin genetik sonuçları; toplumun bağışıklık sistemini de güçsüzleştiriyor. Uzmanlar COVID-19 pandemisinde, akraba evliliklerinin yoğun olduğu bölgelerde ölüm oranlarının daha yüksek olduğunu, dolayısıyla genetik çeşitliliğin bu tür salgınlar karşısındaki önemini vurgulamışlardır.

Bu sosyolojik yaranın ve sağlık sorunlarına yol açan bu yanlış tutum ve davranışın, daha açık söyleyişle AKRABA EVLİLİKLERİ sorunsalının ekonomik boyutu nedir acaba?

Kuşkusuz akraba evliliği kaynaklı hastalıkların tedavisi, devlet bütçesine milyarlarca liralık yük getiriyor ve çoğunlukla da iyileşme, sağaltım gerçekleşmiyor, boşa kürek çekiliyor, umutlar da paralar da boşa gidiyor. Ne yazık ki bu kaynaklar; eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlere aktarılabilecekken, genetik hastalıkların tedavisi için harcanıyor. Zeka geriliği ve fiziksel engeller nedeniyle devletin yaptığı sosyal yardımlar; bu yükü daha da artırıyor. Çünkü sosyal yardım altında dağıtılan paralar, bizlerin kesesinden Devlet Bütçesi’ne giden vergilerden harcanıyor. Bir başka deyişle akraba evliliği sonucu yaşanan olumsuzlukların bedelini toplum olarak biz, hepimiz ödüyoruz. Bu olumsuz uygulamanın maliyeti hepimizin sırtında bir yük…

Yine akraba evliliklerinin neden olduğu genetik hastalıklar, yalnızca bireyleri değil, tüm toplumu etkiliyor. Zeka geriliği, bedensel sakatlıklar ve nadir hastalıklar, hem bireylerin yaşam kalitesini düşürüyor hem de toplumun üretkenliğini azaltıyor. Bu durum, eğitim sisteminden iş gücüne kadar birçok alanda kendini gösteriyor.

Bu sorunların çözümü için hem toplumsal hem de sağlık alanında adımlar atmak gerekiyor. Kadın kooperatifleri gibi projelerle kadınların ekonomik olarak güçlenmesi sağlanmalı, imam ve muhtarlar aracılığıyla toplumsal farkındalık artırılmalı… Evlilik öncesi genetik danışmanlık ve taramalar yaygınlaştırılmalı, mobil genetik kliniklerle kırsal bölgelere ulaşılmalı… Ayrıca, ekonomik teşvikler ve yasal düzenlemelerle akraba dışı evlilikler desteklenmeli, erken evliliklerin önüne geçilmelidir.

Unutulmamalıdır ki akraba evlilikleri; genetik bir sorun olmanın yanı sıra ülkemiz için derin bir toplumsal yaradır. Bu yarayı sarmak için hepimize sorumluluk düşüyor. Toplumsal farkındalığı artırmak, bilimsel çözümleri yaşama geçirmek ve siyasi iradeyi yaptırımlar, yasaklar, denetimler getirmesi için tüm ulusça zorlamalıyız. Unutmayalım ki, sağlıklı bir toplum ancak özgür bireyler ve genetik çeşitlilikle olanaklıdır. Çünkü nüfusta nicelik (sayısal çokluk) değil, nitelik (sağlıklı, eğitimli, güçlü ve akıllı/zeki çokluk) önemlidir.

Selma Erdal: Didim, 15 Mart 2025

Devamını Oku

Dünya Gemisi

Dünya Gemisi
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Dünya Gemisi

“Hepimiz aynı gemideyiz.” Bu basit ama derin ANLATIM, 20. yüzyılın önde gelen düşünürlerinden Kenneth E. Boulding’in bize miras bıraktığı en önemli kavramlardan biri olan “Dünya Gemisi” metaforunu özetliyor. 1966’da yayımladığı “The Economics of the Coming Spaceship Earth” (Gelecek Uzay Gemisi Dünya’nın Ekonomisi) adlı makalesiyle Boulding, sınırlı kaynaklara sahip, kapalı bir sistem olan gezegenimizin içinde bulunduğu kritik durumu çarpıcı bir benzetmeyle gözler önüne serdi. Günümüz yaşam koşullarında; bu benzetme bugün bize ne anlatıyor?

Boulding’in Vizyonu: Sınırların Farkında Olmak

Boulding, “Dünya Gemisi” kavramıyla, gezegenimizin sonsuz kaynaklara sahip olmadığını, aksine, tıpkı bir uzay gemisi gibi, kendi içinde sınırlı kaynaklarla yolculuk ettiğini vurgulamıştır. Bu, “kovboy ekonomisi” olarak adlandırdığı, sonsuz büyüme ve tüketim varsayımına dayanan geleneksel ekonomik modelle taban tabana zıt bir yaklaşımdır. Boulding’e göre, insanlık, bu geminin yolcuları olarak, kaynakları özenli kullanmak, atıkları en aza indirgemek ve döngüsel bir ekonomi oluşturmak zorundadır.

Roma Kulübü’nün Yankısı: Alarm Zilleri Çalıyor

Boulding’in bu vizyoner yaklaşımı, 1972’de Roma Kulübü’nün yayımladığı “Büyümenin Sınırları” raporuyla geniş kitlelere ulaştı. Rapor; dünya nüfusunun, sanayileşmenin, kirliliğin, gıda üretiminin ve kaynak tüketiminin yaygın tutum ve davranış eğilimleriyle sürdürülmesi durumunda, 21. yüzyıl içinde gezegenin sınırlarına ulaşılacağı ve bunun ekolojik ve ekonomik çöküşe yol açacağı uyarısında bulunmuştur. Bu rapor “Dünya Gemisi” metaforunun; çevre sorunlarına ilişkin farkındalık yaratmak ve sürdürülebilirlik bilincini artırmak için güçlü bir araç olmasını sağlamıştır.

Günümüzün Gerçekliği: Gemideki Acil Durum

Bugün, “Dünya Gemisi”nin alarm zilleri hiç olmadığı kadar yüksek sesle çalıyor. İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı, su kıtlığı, hava kirliliği gibi sorunlar, gezegenimizin sınırlarının zorlandığının açık göstergeleri… Aşırı tüketim, fosil yakıt bağımlılığı, plansız kentleşme gibi insan kaynaklı bozulmalar, bu sorunları daha da derinleştiriyor. Geminin yükü her geçen gün artıyor ve batma riski giderek yaklaşıyor.

Gemimizi kurtarmak için neler yapabiliriz?

“Dünya Gemisi”ni kurtarmak için hem bireysel hem de toplumsal düzeyde acil ve kararlı adımlar atmamız gerekiyor:

Bilinçli Tüketim: İhtiyaçlarımızı önceliklendirmek, gereksiz tüketimden kaçınmak, geri dönüştürülebilir ve uzun ömürlü ürünleri tercih etmek.

Enerji Dönüşümü: Fosil yakıtlardan vazgeçerek yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, enerji verimliliğini artırmak.

Doğa Koruma: Ormanları korumak, biyoçeşitliliği desteklemek, su kaynaklarını verimli kullanmak, atık üretimini azaltmak.

Sürdürülebilir Kalkınma: Ekonomik büyüme ile çevresel sürdürülebilirliği dengelemek, gelecek nesillerin ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurmak.

Eğitim ve Bilinçlendirme: Çevre sorunları konusunda farkındalığı artırmak, sürdürülebilir yaşam tarzlarını teşvik etmek.

Bu Gemide Kaptan Kim?
Elbette ki Hepimiz! Bu Dünyada Yaşayan Her Birimiz…

“Dünya Gemisi”nde kaptan hepimiziz. Her birimiz, geminin rotasını belirleme ve onu güvenli bir limana ulaştırma sorumluluğunu taşıyoruz. Bu, yalnızca hükümetlerin, şirketlerin veya sivil toplum kuruluşlarının değil, aynı anda bireylerin de sorumluluğudur. Unutmayalım, bu gemi batarsa, hepimiz batarız.

Kenneth E. Boulding’in yılların gerisinde kalan belki de unutulan şu “Dünya Gemisi” benzetmesi, bize yalnızca gezegenimizin kırılganlığını değil, aynı anda insanlığın ortak yazgısını de anımsatıyor. Gün; bu farkındalıkla eyleme geçme ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak için sorumluluk alma günüdür.

Selma Erdal; Didim, 13 Mart 2025

Devamını Oku

Kadınların Baharı Hiç Gelmeyecek Mi?

Kadınların Baharı Hiç Gelmeyecek Mi?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Kadınların Baharı Hiç Gelmeyecek Mi?
Yas Günleri Hiç Son Bulmayacak Mı?

8 Mart… Kadınlar Günü… Her yıl olduğu gibi, bu yılda “anlam ve öneminden uzak” şenliklerle, parlak söylevlerle kutlanıyor. Çiçekler, armağanlar, pırlantalar, süslü kutlamalar… Kocaman bir gösteri… Oysa kadınların gerçek durumları öylesine bambaşka koşullarda ki…

Hangi kadın, bu çiçeklerin ardından sesini duyurabildi?

Hangi kadın, kendini yalnızca dışsal bir simge olarak tanımlamadan, toplumsal gücünü ve varlığını ortaya koyabildi?

Kadınlar, yıllardır daha iyi bir yaşam savaşımı verirken, dahası sağ kalma savaşımı verirken; geleceğine, endişen duymadan yarınlarına bakabildi ki?

Her yıl 8 Mart gününde “Kadınlar günü” adı altında bir kutlamalar yapılır. Ancak bu kutlamalar yalnızca geçici bir tatmin duygusunun ya da göstermelik, kandırmalık, göz boyamalık anma günlerinin ötesine geçmiyor ne yazık ki… Kadınların yaşadığı baskı, ayrımcılık, şiddet, ekonomik zorluklar bir günlüğüne yapılan eylemlerle ortadan kalkmıyor, bir sihirli değnek değmişçesine ansızın yok olmuyor. Oysa, kadınların her gün yaşadığı ve savaşım verdiği gerçekler, 8 Mart günüyle sınırlı değil ki… Yılın dahası yılların her günü kadınlar sorunlarıyla baş etmek zorundadır.

Kadınlar, çoğunlukla bir “güzellik objesi” ya da “süs bitkisi” olarak tanımlanır. Onlara ne denir? “Kadın güzelleşmeli”, “Kadın bakımlı olmalı”, “Kadın zarif ve ince olmalı”. Bir kadının kimliği, sadece dışsal güzellikleriyle ölçülürken, onun emeği, düşünceleri, başarıları, duygusal ve entelektüel değerleri sürekli göz ardı edilir. Emekçi kadınlarının günü 8 Mart bile; kolaycı, yemekçi, dahası silikonlu dilberlerin eğlenceli, çalgılı, çengili böyle bir kutlama gününe dönüştü. Çiçekler, kozmetik ürünleri, modalar… Gerçekten bir kadının yaşadığı baskıları, acıları ve özgürlük savaşımına çözüm üretiyor mu? Elbette ki hayır. Çünkü 8 Mart’ta kadınların karşılaştığı sorunlar bir anda çözülmez; kadınların yaşadığı eşitsizlik ve şiddet, yalnızca o gün için gerçekleştirilen göstermelik eylem ve söylemlerle geçiştirilmez.

Kadınlar, yıllardır “Koca öldürür, devlet seyretmekle yetinir!” diye haykırıyor. Ama ne yazık ki, bu haykırışlar yalnızca boşlukta yankılanıyor, kimseler bu sözleri duymuyor, duymak istemiyor. Kadın cinayetleri, şiddet, taciz her geçen gün daha da artıyor. Sözler; kadınları koruyan yasalar yerine, yalnızca sesini duyuramayacak kadar dibe çekilen başka bir kadının sesine dönüşüyor. Kadınlar her gün, her an, bu dünyada hak ettikleri eşitliği ve güvenliği bulacağı günleri bekliyor, ama ne yazık ki bulamıyor. Ne etkililer, ne de yetkililer bu beklentileri karşılamıyor. Hiçbir hükümet, kadınları toplumsal ve ekonomik eşitsizlikten kurtarmak için somut adımlar atmıyor. Kadınların sözü geçmiyor, kadınların kararları alınmıyor, kadınların hakları yok sayılıyor.

Ve o “tüketim toplumunun” sömürücüleri… 8 Mart’ta da hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Kadınları “günlerini kutlamak” adına yemekler, partiler, gösterişli etkinliklerle sarmalıyorlar. Oysa kadınların bu günü gerçekten de bir şenlik günü gibi kutlayabilmesi için, dünyada kadınlara uygulanan baskıların, şiddetin ve ayrımcılığın son bulması gerekir. Kadınların bu günü kutlamaya gereksinimi yok; kadınların özgürleşmeye, eşit haklara ve saygıya gereksinimi var.

Ülkemizde kadınlar; 21. yüzyılda bile eşit haklar için savaşım etmek zorundalar. Kadınlar, iş yaşamında erkeklerden daha düşük ücretlerle çalışıyorlar, önce işten kadınlar çıkarılıyorlar, ev içinde yükleri daha çok onlar taşıyorlar, daha az eğitim onlar alıyorlar. Ama bir de bakıyoruz, 8 Mart’ta birileri çıkıp “Kadınlar çiçek gibidir” diyor. Ne kadar acı, değil mi? Kadınlar, her gün çalışırken, yaratırken, üretirken, büyütürken ve evde çile çekerken, dışarıda “çiçek” olmaktan başka bir varlık sayılmıyorlar. Kadınların gerçek gücü, işte bu çiçeklerin ardındaki direncinde, yaşamlarını sürdürme kavgasındadır. O çiçek ki bir kadının emeğinin, özverisinin, yaşamda sapasağlam kalma gücünün simgesidir.

Kadınların hakları, çiçeklerle ya da sözlerle değil, gerçek eylemlerle savunulmalıdır. Kadınlar, bu toplumda yalnızca görsel nesneler olarak değil, toplumun her alanında güçlü bireyler olarak var olmalıdır. Kadınların gücü, ancak toplumsal eşitlik sağlandığında, her bir kadının potansiyelinin önündeki engeller kaldırıldığında, ortaya çıkar.

Bilinmelidir ki…
Bu dünyada kadınlar; gerçekten de erkeklerle her alanda ve her anlamda eşit haklara kavuşana kadar her 8 Mart, yalnızca acılı bir anma günüdür, 19. yüzyılda Amerika’da yakılan işçi kadınları anma günüdür. Çünkü 21.yüzyılda da toplumsal yaşamın her alanında kadınlar yakılıyor. Bu yakılma eylemleri ve söylemleri son bulmadıkça da 8 Mart kadınlar için yalnızca bir yas günüdür, şölen günü değildir.

Devamını Oku

Merak Eden İnsan, Düşünen İnsandır

Merak Eden İnsan, Düşünen İnsandır
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Merak Eden İnsan, Düşünen İnsandır

Günümüz dünyasının karmaşası içinde yolumuzu bulmaya çalışırken, bilgiye ulaşmak ve doğru soruları sormak her zamankinden daha önemli olmaya başladı. Kuşkusuz bilgiye kolayca erişebildiğimiz bir çağda yaşıyor olsak da, bu bilgiyi doğru şekilde kullanmak, analiz etmek ve anlamlandırmak için eleştirel düşünme ve sorgulama becerilerini edinmemiz  gerekiyor.

İşte bu koşullarda “merak” kavramı oldukça önem kazanıyor. Çünkü merak; insanı öğrenmeye, keşfetmeye ve anlamaya yönlendiren önemli ve gerekli bir itici güçtür. Bilimsel merak; evreni, doğayı ve insanı anlama isteğiyle beslenirken, sıradan merak ise daha çok kişisel çıkarlar ve dedikodular etrafında döner. Bilimsel merak;  bizi yeni bilgilere, keşiflere ve ilerlemelere götürürken, sıradan merak; çoğu zaman kısır döngüler ve olumsuzluklara yol açabilir.

Bu noktada şöyle bir düşünelim: Acaba doğru soruları nasıl sorarız?

Çağımız; vahşi kapitalizm çağı, ileri teknoloji çağı, yapay zeka çağı gibi pek çok adlandırmalar alsa da işin gerçeği çağımız iletişim çağıdır. İletişim çağının da bizlere sunduğu en değerli, en önemli kolaylık da bilgiye ulaşabilme olanağıdır. Daha açık bir deyişle günümüzde bilgiye ulaşabilmek için ne Çin’e, ne de bir başka ülkeye gitmemize gerek kalmamıştır. Günümüz dünyasında internet aracılığıyla zaman ve mekan sorunu olmadan, aradığımız bilgiye her an, her yerde ulaşabiliyoruz. Yeter ki merak edelim, yeter ki öğrenmek isteyelim, yeter ki araştırmak isteyelim, yeter ki doğru soruları sormasını bilelim.

İşte bu bağlamda “acaba doğru soruları nasıl sorarız?” sorusu düşüyor usumuza…  Bu durumda bu sorunun da yanıtını arayalım:

Uzmanlara göre; öncelikle, sorularımız açık uçlu, tek bir doğru yanıtı olmayan, daha çok araştırma ve düşünmeyi gerektiren sorular olmalıymış. Ayrıca net ve spesifik / özgün olmalıymış, belirsiz veya karmaşık anlatımlardan  kaçınmalıymışız. En önemlisi de, sorularımız konuyla ilgili olmalyımış, bir başka deyişle bizi gerçekten öğrenmek ve anlamak istediğimiz konulara yönlendirmeliymiş.

Soru sormanın ve sorgulamanın yararları nelerdir?

Soru sormak, bilgiye ulaşmanın en etkili yoludur. Doğru soruları sorarak, yeni bilgiler edinebilir, daha önceden edindiğimiz bilgileri güncelleyebilir,  derinleştirebilir ve anlayışımızı genişletebiliriz. Ayrıca soru sormak; eleştirel düşünme becerilerimizi geliştirir, problem çözme yeteneğimizi artırır, yaratıcılığımızı tetikler ve etkili iletişim kurmamızı sağlar.

Ancak, günümüzde, bazı toplumlarda ve ülkelerde; siyasi, dini veya ideolojik nedenlerle düşünce özgürlüğü kısıtlanabiliyor. Bilim insanları ve araştırmacılar, çalışmalarını özgürce yürütemeyebiliyor, sansür veya baskı ile karşılaşıyor. Bu durum; bilimsel ilerlemenin ve toplumsal gelişmenin önündeki en büyük engellerden biridir ve beyin göçüne yol açarak ülkelerin nitelikli insan kaynağını yitirmesine neden olabiliyor.

Demokrasi, kalkınma ve bilim arasındaki ilişki de bu bağlamda ele alınması gereken önemli bir konudur. Bu üç unsur, birbirini besleyen ve birbirine bağlı bir döngü içinde yer alır. Demokrasi; kalkınmanın önünü açar ve ekonomik gönenci artırırken, kalkınma da demokratik kurumların güçlenmesine ve demokratik kültürün yerleşmesine katkı sağlar. Buna karşın ekonomik sıkıntılar ve eşitsizlikler, demokrasiyi güçsüzleştirebilir ve otoriterleşmeye yol açabilir.

Sonuç olarak soru sormak, özellikle de doğru soruyu sormak;  bilgiye açılan kapı, eleştirel düşüncenin tetikleyicisi ve yaratıcılığın kaynağıdır. Düşünce özgürlüğünün ve bilimsel araştırma ortamının korunması, demokratik değerlerin ve kurumların güçlendirilmesi, ekonomik kalkınmanın ve fırsat eşitliğinin sağlanması, daha aydınlık bir gelecek ve güvenli yarınlar için olmazsa olmaz unsurlardır.

Unutmamalıdır ki merak eden insan, düşünen insandır. Düşünen insan ise, sorgulayan, eleştiren ve çözüm üreten insandır.

Bendeniz sizleri de bu düşünce yolculuğuna çağırıyorum. Yaşınız kaç olursa olsun; araştırmaktan sormaktan, sorgulamaktan ve son aşamada öğrenmekten vaz geçmeyin. Sorularınızın peşine düşmekten korkmayın, merakınızı canlı tutun ve sağ ve sağlıklı oldukça daha yaşanabilir bir dünya için çabalamaktan asla geri durmayın.

Selma Erdal; Didim, 18 Şubat 2025

Devamını Oku

Sürdürülebilir Moda: Gerçekten Sürdürülebilir mi, Yoksa Yeni Bir Tüketim Tuzağı mı?

Sürdürülebilir Moda: Gerçekten Sürdürülebilir mi, Yoksa Yeni Bir Tüketim Tuzağı mı?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Sürdürülebilir Moda: Gerçekten Sürdürülebilir mi, Yoksa Yeni Bir Tüketim Tuzağı mı?

Gündemimizde ne var?

Elbette ki moda! Ama bu kez konuşacağımız şey sadece moda değil; sürdürülebilir moda…

Kulağa hoş geliyor değil mi? Sanki gezegenimizi kurtaracak, doğayı koruyacak ve bizleri bilinçli tüketicilere dönüştürecek sihirli bir kavram gibi. Ama biraz durup düşünelim. Sürdürülebilirlik gerçekten modaya uygulanabilir mi? Yoksa kapitalizmin bitmek bilmeyen oyunlarından birinin içine mi çekiliyoruz?

Bugün büyük markalar her yerde “sürdürülebilir moda” etiketleriyle ürünlerini pazarlıyorlar. Artan kumaş parçalarından ürettikleri giysileri almamız gerekiyormuş. Geri dönüştürülmüş plastikten yapılan kıyafetleri tercih etmemiz öneriliyormuş. Çünkü bu kıyafetler çevreyi koruyormuş.

Haydi canım sen de!

Benim dolabım zaten sürdürülebilir! Kendi kıyafetlerimi yıllarca kullanıyorum. Yıkarım, ütülerim, söküğünü dikerim, modası geçse bile kendi modamı yaratırım. Ve en önemlisi, her yeni pazarlama stratejisine balıklama atlamam!

Biliyoruz ki kapitalizm, sürdürülebilirlik kavramını da alıp kendi lehine dönüştürdü. Tıpkı organik gıda trendini yüksek fiyatlarla satıp ayrıcalıklı bir kesimin tekelinde tutması gibi, şimdi de moda sektörünü kurtarıyormuş gibi yaparak tüketimi sürdürülebilir kılmaya çalışıyor.

Ama biz bu oyuna gelir miyiz? Gelmemeliyiz.

Sürdürülebilir Moda mı, Tüketimin Sürdürülebilirliği mi?
Bugün moda dünyası ikiye ayrılmış durumda.

Bir yanda gerçekten doğayı korumayı amaçlayan sürdürülebilir moda anlayışı: Uzun ömürlü giysiler üretmek, ikinci el kullanımını teşvik etmek, doğal elyaflarla çevreye zarar vermeyen bir üretim süreci oluşturmak.
Diğer yanda da kapitalist sistemin sürdürülebilirliği için yaratılmış sürdürülebilir moda anlayışı: Markalar, hızla tükenen doğal kaynaklar ve çevresel krizler karşısında “yeşil pazarlama” stratejilerine sarılıyor. Geri dönüştürülmüş polyester gibi yeni moda kavramlarını pompalayarak, yeni bir tüketim trendi yaratıyorlar.
Hangisi daha baskın dersiniz?

Ne yazık ki, modanın kendini sürdürülebilir kılma çabası doğadan önce geliyor. Kapitalizm her krizde olduğu gibi burada da kendini yeniliyor. “Hızlı moda” eleştirileri artınca moda sektörü yeni bir kimlik buldu: Sürdürülebilir Moda!

Ama buradaki en büyük çelişki şu: Gerçek sürdürülebilirlik daha az tüketmek anlamına gelirken, bu yeni sürdürülebilir moda anlayışı tüketimi yeniden paketleyerek satıyor.

Kararınızı verin: Plastik Kıyafet Giymek mi, Doğaya Saygılı Olmak mı?
Sizce plastik atıklardan yapılan kıyafetler çevre dostu mu?

Plastik şişeler doğada 500 yıl kalıyor diye “Hadi bunu giysi yapalım!” diyenler, bu kıyafetlerin yıkandığında mikroplastik salınımı yaptığını ve okyanusları kirlettiğini neden anlatmıyor?

Plastik atıklar zararlı mıydı, bir anda yararlı mı oldu?
Bize yıllardır plastiklerin doğada çözünmediği, sağlığa zararlı olduğu, pet şişelerin içindeki içeceklerin bile tehlikeli olabileceği anlatıldı. Peki ne oldu da plastik giymek bir anda “çevreci” hale geldi?

Bu kıyafetleri neden ucuz fiyatlarla satıyorlar?
Doğal elyafların pahalı olmasının bir sebebi var. Çünkü gerçekten doğaya ve insan sağlığına zarar vermeyen bir üretim süreci gerektiriyor. Ama plastik bazlı kıyafetler? Üretimi hızlı, maliyeti düşük ve kârlılığı yüksek. O yüzden ucuz satılıyorlar.

Peki, bu giysilerin üzerindeki “Ateşle yaklaşmayın” etiketleri ne anlama geliyor?
Bunu giymek güvenli mi? Yoksa bizlere plastik bazlı giysileri sürdürülebilir moda adı altında yeni bir kimlik kazandırarak mı satıyorlar?

Gerçek Çözüm Nedir? Hiç kuşkusuz daha az tüketmek!
Eğer gerçekten sürdürülebilir bir moda anlayışı edinmek istiyorsak, yapmamız gereken şey daha az tüketmek ve daha bilinçli tercihler yapmak.
Öyleyse ne yapalım?
İkinci el kıyafetleri değerlendirin – Yeni üretim yerine mevcut kaynakları kullanın.
Doğal elyafları tercih edin – Pamuk, yün, keten gibi cilde dost, doğada çözünebilen materyaller alın.
Uzun ömürlü kıyafetler seçin – Modası geçmeyen, zamansız parçaları tercih edin.
Tamir ve dönüşüm kültürünü benimseyin – Eskileri atmak yerine onarın ve yeniden değerlendirin.
Yeşil pazarlama tuzaklarına düşmeyin – Gerçekten çevreci olup olmadığını sorgulamadan alışveriş yapmayın.

Sonuç olarak, sürdürülebilir moda adı altında pazarlanan kıyafetler aslında tüketimin sürdürülebilirliği için üretiliyor. Ama gerçekten sürdürülebilir bir yaşam, tüketimin azalmasını gerektirir.

Öyleyse modanın çarklarını döndürmek için değil, kendi sağlığımız ve gezegenimiz için bilinçli tüketim yapmaya var mısınız?

Bilinçli tercihlerinizle gerçek sürdürülebilir modayı siz yaratabilirsiniz. Çünkü en sürdürülebilir giysiler; bilmelisin ki sizin dolabınızda olan giysilerdir!
Ve unutmayın, moda geçer ama bilinç kalır.

Güle güle giyin, sağlık ve mutlulukla yaşayın!

Selma Erdal; Didim, 17 Şubat 2025

Devamını Oku
teslabahis casinoport pashagaming betkom mislibet casino siteleri
istanbul eşya depolama