SELMA ERDAL

SELMA ERDAL

20 Ocak 2025 Pazartesi

Değişen Demokrasi Paradigması

Değişen Demokrasi Paradigması
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Değişen Demokrasi Paradigması

Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla, soğuk savaş döneminin son bulmasının ardından ABD’nin sanayileşmeye yönelik stratejisini değiştirerek, iletişim araçlarının yardımıyla; felsefeye dayalı, oyalayıcı yapay tartışmalar başlattığı KALKINMA PARADİGMASI yerine, kendi egemenliğini genişletmesi için yeni bir savaş yöntemi olarak DEMOKRASİ PARADİGMASI’ndan yararlandığı ileri sürülmektedir. Bilindiği gibi ABD artık ülkeleri de “demokrasi getirme” bahanesiyle işgal etmektedir.

Gerçi burada “demokrasi” paradigmasından anlaşılması gereken “temsili demokrasi” değil, “katılımcı demokrasi” yöntemidir. Çünkü günümüzde demokrasi; “çoğunlukçuluktan çoğulculuğa, temsili özelliğinden katılımcılığa, hiyerarşiden müzakereciliğe / tartışmacılığa / sorgulamacılığa dönüşen bir kültür” olarak tanımlanmaktadır. Ama bu tanımlamaların varlığına karşın; kuşkusuz ülkemiz özelinde katılımcılık şöyle dursun, temsili demokrasi bile tedavülden kalkmış durumdadır yaşamakta olduğumuz koşullar bağlamında…

Demokrasi paradigmasındaki değişim; henüz 2000’li yıllara girmeden, Türkiye’nin gündemindeki yerini almıştır. Konuya; 1999-2000 Adli Yıl Açış Konuşması’nda değinen dönemin Yargıtay Başkanı’nın sözleri o günlerde çok tartışılmıştır.

Bu konuşmasında dönemin Yargıtay Başkanı Sami Selçuk; “Çoğulculuk Batı politikasının keşfinin övüncü olarak demokrasinin önkoşuludur” derken, “Çoğulculuk, bireysel özgürlüğün /özerkliğin doğal sonucudur. Değil mi ki herkes, berikilerle ötekiler dikeylemesine, yataylamasına özgür ve eşittir, öyleyse orada bireyler hiçbir düşünce kalıbına uymak zorunda değildir, çünkü bireydir, BEN de değildir. Birey kendi alınyazısını belirlemede özerktir. Özerk birey olarak demokratik sürece katılacak, öyle kalacaktır. Tek değer değil, değerler çokluğu yaşanacaktır. Çünkü her bireyin yaşam biçimini kültürel bir değere dönüştürme hakkı vardır” değerlendirmesini yapmıştır.

6 Eylül 1999 günü düzenlenen törende yaptığı konuşmada Hukukçu kimliğiyle Sami Selçuk şunları da söylemiştir:
-Demokrasi paradigması, hoşgörü ve göreceliktir. Bilgi, görüş, eylem, ahlak açısından gerçekler görecedir. Bunu ayakta tutan da hoşgörüdür. Çünkü hoşgörü ötekinden nefret etmeme bilincini kazandıran erdemdir. Bu yüzden, demokraside çoğunluğun kararı, hiçbir zaman gerçeğin kanıtı değildir. Sadece tartışmayı geçici sona erdiren çaresizliğin çaresidir.

Eski Yargıtay Başkanı Selçuk bu ünlü açılış konuşmasında KATILIMCILIK konusuna da değinmekte; “Özgürlük, çoğulculuk elbette özgür halk yönetimi demek olan demokrasi için yetmez, demokrasi; düşünceler cumhuriyetidir, diyalogdur. Bu diyaloğu; seçim, partiler, sendikalar, dernekler gibi sivil halk örgütleri, baskı gurupları sağlayacak, karar süreçlerine halkın sürekli katılması gerçekleştirilecektir. Özgürlük, çoğulculuk amaç; katılımcılık bunların gerçekleşmesi için araçtır. Yeter ki katılım, halkın doğru bilgilendirilmesine dayansın, tersi durumda kararlar sakatlanır ve tutarlı olmazlar” demiştir.

Kuşkusuz kuramsal bakış açısıyla (çünkü o bir akademisyen değil, hukukçudur) Sami Selçuk’un değerlendirmeleri önemli olmayabilir, bununla birlikte kurumsal bakış açısıyla toplumsal yaşamda artık KATILIMCI DEMOKRASİ kavramının kamuoyunda tartışılması, giderek içselleştirilmesi bağlamında elbette ki çok önemlidir.

Bir Hukukçu olarak Sami Selçuk’un değerlendirmeleri bir yana, bilimsel alanda akademisyen İlhan Tekeli de o günlerde; tüm dünyada küreselleşmenin derinleşmesiyle birlikte TEMSİLİ DEMOKRASİ’nin kriz yaşadığını, artık ulus devletlerin ekonomiyi yönlendirme araçlarının neredeyse hiç kalmadığını, ulus devlet içinde yaşayanların yazgılarının bile, ülke dışından alınan kararlarla belirlendiğini, bu koşulların da TEMSİLİ DEMOKRASİ’nin mantıksal dayanaklarını yok edip, anlamsızlaştırdığı yorumunu “Sivil Toplum Kuruluşları, Yerel Yönetimler ve Yerelleşmenin İçiçeciliği” adlı çalışmasında yapmıştır.

Ayrıca Tekeli; BİLGİ TOPLUMU’na geçen dünyada değişen demokrasi anlayışının da bu değişimde etkili olduğunu, günümüzde demokrasi sözcüğünün başına KATILIMCI,ÇOĞULCU ön ekleri getirilmeden kullanılmadığını belirtmektedir.

İşte bu gelişmelerin ardından dünyada ÇATIŞMACI temsili demokrasi yerini, UZLAŞMACI katılımcı, çoğulcu demokrasiye bırakmaktadır. Bir başka deyişle; çatışmacı siyasal kültürün karşısında, oydaşmacı bir siyasal kültür gelişmeye başlamıştır.

Bu tartışmalar bağlamında yine bir başka akademisyen Prof.Dr. Can Aktan günümüz demokrasilerini eleştirerek, bir çoğunda siyasal iktidarların MUTLAK DESPOTİZM’i temsil ettiğini, bugün adına demokrasi denilen siyasal sistemde “halkın egemenliği”nin değil, “siyasal iktidarların egemenliği”nin, “politikacıların egemenliği”nin ve “çıkar guruplarının egemenliği”nin geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Bazı demokrasilerde de “lider diktası”nın varlığı nedeniyle, lider ve dar bir siyasi kadronun egemenliğinin geçerli olduğunu belirtirken, günümüz demokrasilerinin en önemli sorunlarından birinin “siyasal gücün sınırlı olması” ile ilgili olduğunu ileri sürmektedir.

Prof.Dr. Aktan’a göre; günümüzde “temsili demokrasi” olarak tanımlanan siyasal sistemi “gerçek demokrasi” olarak değerlendirmek yanılgıdır, dolayısıyla devletin ve siyasal gücün sınırlandırılması gereklidir, değişim kaçınılmazdır, ancak bu değişim halkın desteğiyle gerçekleşebilir. Aktan günümüzde dünya genelinde tartışılan öncelikli konulardan birinin “devlet reformu” olduğunu dünyada yaşanan değişimlerin devletin yeniden tanımlanmasını ve yapılandırılmasını, ulus devletin etkisizleştirilerek, yerel yönetimlerin öne çıkarılması gerektiğini savunmaktadır.
Aktan demokratik ve liberal bir toplumun ancak liberal demokrasi ya da anayasal demokrasi ile gerçekleştirilebileceğini ileri sürerken; “liberal demokrasi” kavramını, toplumsal uzlaşma ve sözleşme metni olarak kabul edilen anayasalarda, devletin güç ve yetkilerinin sınırlandırıldığı, bireysel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir yönetim biçimi olarak tanımlar ve küreselleşme olgusunda önerildiği gibi sürekli olarak devletin güç ve yetkilerinin sınırlandırılması gerektiğini savunur. Çünkü demokrasi tüm yetkeci (otoriter) yönetimlere karşıdır. Eski çağlardan günümüze değin halkın değil, bir kişinin yönetimi ve egemenliği (monarşi, despotizm, tiranlık, krallık, imparatorluk, diktatörlük vb) ya da bir gurubun, sınıfın yönetimi ve egemenliği (oligarşi, teokrasi, asritokrasi, plütokrasi, timokrasi) gerçekleşmiştir.

Halkın egemenliğini temsilcileri aracılığıyla kullandığı savlanan demokratik yönetimlerde (temsili demokrasi, yarı-doğrudan demokrasi), çoğunluğun egemenliği ve zorbalığı geçerli olmuş, azınlık hakları görmezden gelinmiştir. Prof.dr. Aktan’a göre; dört ya da beş yılda bir göstermelik seçim sandıklarına giden halk ÇAĞDAŞ KÖLE durumuna düşürülmüştür.
Aktan’ın seçim sandıklarıyla ilişkilendirilmiş halkı ÇAĞDAŞ KÖLE olarak tanımlaması gibi; genellikle küçük bir azınlığın anayasa ve yasaların desteklediği egemenliği, büyük çoğunluklar üzerinde yetke kurarak uygulanan bir yönetim tarzı olarak algılanan DEMOKRASİ günümüzde “temsili” biçimiyle insanları endişelendirmektedir. M.Ö.700 yıllarında uygulandığı varsayılan “doğrudan demokrasi”nin kargaşaya neden olacağı düşüncesiyle, “temsili demokrasi” ile yetkeci yönetimlere geçildiği, böylece “doğrudan demokrasi” olgusundaki Robinson’un haklarının TEMSİLCİLER’e, Cuma’nın erdemlerinin de yönetilen HALKLAR’a miras kaldığı ileri sürülmektedir.

Burada ıssız adaya düşen beyaz adam Robinson efendiye, adada karşılaştığı kara adam Cuma da köleye karşılık olduğu anımsandığında, durum daha kolay algılanacaktır.
2000’li yılların başında, dünyada yaşanan değişimler doğrultusunda ülkemizde yapılan bu tartışmalar; bugün yaşadıklarımız, yönetim biçimimiz, siyasal partiler, demokrasi algımız ve anlayışımız bağlamında değerlendirildiğinde çok daha anlamlı bulunacaktır. O günlerde konuşan, yazan, düşüncelerini “korkusuzca” paylaşan aydınlarımız, ne yazık ki bugün suskunlar.
Bununla birlikte dünya genelinde yaşanan gelişmelerin kuramsal izdüşümleri toplumsal yapımıza yansımış olsa da, siyasal yaşamda uygulamada olumlu hiç bir yansıma, etkileşim, değişim söz konusu bile değildir.

Ülke demokrasi kavramından, algısından, düşüncesinden koparak, belirsizliğe sürüklenmektedir.

Dolayısıyla demokrasiden uzaklaşan bir siyasal yapının olumsuz dışsallığı, ekonomik yapıyı da olumsuz yönde etkilemektedir, ekonomik yapıyı da güçsüzleştirmektedir.
Küreselleşme çağında; özellikle de ekonomik anlamda, uluslararası küresel ekonomiler karşısında güçlü olmak yerine… Üretimden kopuk, üretken ülke kimliğini yitirmiş, küresel ekonomiler karşısında güçsüz kalmış ve o ekonomilerin açık pazarı olmuşsa bu ülke…

İşte bu değişen dünya düzeninde… Değişen dinamiklere ayak uyduramayan ve bu değişimi algılayamayan egemenlerin yönetiminde… Küresel efendilerin karşısında EZİLEN ve ÜZÜLEN ve son aşamada YENİLEN durumuna düşmüşse/düşürülmüşse…

Eyvah ki eyvah!

1930’larda 1 Türk Lirası’na, 2 Amerikan Doları satın alan TÜRKİYE…

Bugün nasıl da suskun kalıyor SENİ EKONOMİK OLARAK MAHVEDERİM diyenlerin karşısında?
İçeride ufacık eleştirilere katlanamayıp, bu ülkenin yurttaşlarını hemen yargının önüne atanlar; uluslararası kabadayıların haksız eleştirileri, saldırıları ve racon kesmeleri karşısında nasıl oluyor da böylesine alttan alıyorlar? Anlaşılır gibi değil.

Eğer ki ülkemizde; değişen demokrasi paradigması biraz olsun algılanmış olsaydı, egemenlere, bizi yönetenlere “Bu tehdit karşısında, bu ulus adına; sizden bir kez daha uluslararası alanda okkalı bir VAN MUNUT nidası daha bekliyoruz” derdik, diyebilirdik. Ama diyemiyoruz. Ve onurumuz ayaklar altına alındıkça; BİZLER YALNIZCA ÜZÜLÜYORUZ !

Devamını Oku

Ulusal Gelir mi Demiştiniz?…

Ulusal Gelir mi Demiştiniz?…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Ulusal Gelir mi Demiştiniz?…

Önceleri “kişi başına düşen ulusal gelir” arttıkça, böbürlenirdi ülkeyi yönetenler… Ama şimdikiler “kişi başına düşen borç miktarı” ile övünür oldular, açlıktan mideleri guruldarken “ay ben bunlara nasıl oy verdim?” diye dövünenlere aldırmadan…

Ne imiş efendim? Kişi başına düşen borç miktarı ile, dünya genelinde iyi durumdaymışız. Ah be AKBakanım; sen bana kişi başına düşen ulusal gelirden haber ver. Var mı bir artış bana düşen payda ve bu artış sağlıyor mu bana bir fayda, gönenç pastasından şöyle kallavi bir dilim konuyor mu tabağıma? İşte sen bana ondan söz et ve Türkün Lirası’nın yabancı paralar karşısında düşüşe geçen itibarını, geri almayı becerebiliyor musun, başarabiliyor musun? Bana bunlarla gel !

Borçlarla kavrulmaya, oradan oraya savrulmaya alıştırdılar sonunda bizleri ama illa ki şu kişi başına düşen ulusal gelir, aklımız ve de fikrimiz hep onda kalır. Dolayısıyla anımsayalım şu kavramı, açalım kişi başına düşen ulusal gelir tartışmalarını…

Kişi başına düşen “Ortalama Milli/Ulusal Gelir” açıklandığında; hani benim dolarlarım diye hesap soranlar, elleri boş kalınca da şaşıranlar var. İşte onlar için bu konuya açıklıma getirelim.

Bilindiği gibi bu hesaplar Amerikan Ortalama diye tanımlanan yöntemle yapılır. En küçük değerle, en büyük değer toplanır, toplam değer ikiye bölünür, çıkan sonuca da; ortalama değer denir. Elbette ki bu durumda güzelce kazık yenir. Çünkü hiçbir değer elde etmeyenin katkısı SIFIR ise, en çok değer elde edeninki YÜZ ise, ikisinin toplamı 0+100=100 olduğuna göre, bu değer bölününce de yüz bölü iki diye, sonuç elli çıkar.

Ne var ki sıfır katkı paylı birey bu sonuçtan ola ki beklentiye girerse bilin ki o zaman sınıfta çakar.
Çünkü hiçbir şey üretmemiştir ki gelir elde etmiş olsun. Bir üretim karşılığı bir değer elde edenin, yüz lirasına ortak olsun, yoktur öyle yağma !

Dolayısıyla Amerikan Ortalama yöntemiyle saptanan, belirlenen, hesaplanan Ortalama Milli Gelir sonuçlarını da sakın ola ki gerçek sanma !

Bir başka deyişle, Amerikan Ortalama yöntemiyle yapılan hesaplarla ortalama geliri belirlemek için; ülke nüfusuna kayıtlı kelle sayısı, toplam gelire/toplanan para tutarına bölünür. Bu arada ekonomik faaliyetlere katıldıklarından dolayı paraları kapanlarla, istihdam sorunu ya da haylazlıktan ekonomik faaliyetlere katılmayanlar “ki bunlar avucunu yalayanlar olarak da tanımlanarak” halk da ikiye bölünür.

Ve bu avucunu yalayanlar topluluğu için yazgı genellikle değişmez; açlıktan ölünür. Onlar öldükçe; kelle sayısı azalır (ki milli gelire ortak oldukları varsayılan sayısı azalır), ölümler nedeniyle de istatistiksel olarak kelle başına düşen Ortalama Milli Gelir artar. Açlıktan ölenlerin hazin sonu; kimilerinin vicdanını kanatır, yırtar, ama uluslar arası kalkınmışlık sıralaması safsatalarında, ülke bir basamak daha yukarıya bile çıkar.

Kamusal alanda, kişi başına düşen Ortalama Milli Gelir söz konusu olunca ”Hani benim dolarlarım nerede?” diye kendilerini ortaya atanlara yapılabilecek kısa bir açıklama bundan ibarettir. Bir başka deyişle de kişi başına düşen Ortalama Milli Gelir konusu; zenginin malı, züğürdün çenesini yorar meselesidir. Kuşkusuz almadan vermek Allah’a mahsustur. Üretime katılamayanlara istihdam çözümleri sunamamak; bir ülkenin ekonomi yönetiminde en büyük kusurdur.

Elbette ki çalışmaktan kaçınan haylazlar da toplumun sırtında asalaktır, ama Ortalama Milli Gelir açıklandığında; “Hani benim dolarlarım?” diye ortaya atılanlar da her nedense işte bu haylazlar takımıdır. Ülkemiz genelinde, ekonomik kalkınmışlık çabalarının hedefe ulaşmış olduğu bir gelecekte; herkes için iş, aş, eş diyerek daha güzel yarınlara, gönenç toplumuna ulaşmak umuduyla… Biz şu 3 günlük dünyada beyin ve beden sağlığımızı yitirmeden yaşamda kalmaya bakalım.
Selma ERDAL

Devamını Oku

İçinden KİTAP Geçen Sözler

İçinden KİTAP Geçen Sözler
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

İçinden KİTAP Geçen Sözler

Kitapsız bir benlik; benzinsiz bir araç gibidir.
Benzinsiz bir araç nasıl ki trafiğe çıkamaz.
Donanımsız beyin de gerçek bilgiye ulaşamaz.
Yine de her şeyi bildiğini sanıp da…
Ancak gönlüne oyuncak arayışıyla ona, buna bulaşır.

Ve o kitapsızlar…
Geçmişini bilmeyen, bugününü yorumlayamayan, yarınını öngöremeyen dogmatik beyin(siz)ler; ülkeyi bataklıklara çekmeye çalışanlara bilinçsizce destek verir.
Verir de…
Bir de ne yaptığının, kimin değirmenine su taşıdığının ayırdına varmaktan aciz; “sözde” demokrasi değer yargıları adına ülkesini, ulusunu savunanlara hayasızca saldırır o kitapsızlar, kitaplara değer vermeyen, kitapların aydınlığından korkanlar…

Kitaplardan söz açmışken; yemek tarifi verir gibi; yaşam tarifi veren kitaplara ne demeli ?
Yaşadığımız şu risk toplumunda, belirsizlikler, rastlantılar, kendi denetimimiz dışında oluşan, ortaya çıkan olaylar nedeniyle bilinmezler arasında yaptığımız yolculukta ne derece yararlı olabilecek bu kitaplar ya da sayfalarında yer alan ahkamlar ?
Bu kitapları yazanlar gerçekten de yaşamı hakkıyla yaşamayı başarmışlar mı, becermişler mi ?
Ansızın karşılarına çıkan olumsuzlukları yenmeyi, tüm zorlukların üstesinden gelmeyi, tüm olumsuz dış etkenlere karşın yine de ayakta durmayı ve bir gün bile bunalmadan sonuna kadar/doğal sonlarına kadar yaşamda kalmayı becerebilmişler mi ?

Özellikle de şu “yaşam koçları”; kendilerine ilişkin, kendi yaşamlarına ilişkin ne öğrendiler, ne deneyimler, ne çıkarsamalar edindiler de başkalarının yaşamlarına ilişkin sağaltıcı reçeteler yazmaya, başkalarına yol göstermeye, önderlik etmeye kalkışıyorlar ?
Ki onlar hani şu çok bilinen atasözündeki gibi; kendi başını bağlayamaz, gelin başı bağlamaya kalkar diyebileceğimiz kişiler bu işlere girişenler…
Ve tarotçular, falcılar…
Üfürükçüler, sihirciler, büyücüler, şifacılar…
Kitapları yetmedi, yaşamlarımıza biçim vermeye soyunmuş, bilgileri, bilinçleri kendinden menkul zavallılar …
Şeyhler, şıhlar, ağalar için kaygılanırken; bir de bunlar türedi toplumu çürütenler borsasında…
Ve onların peşinden giden, kendi aklını, iradesini, karar alma mekanizmasını dumura uğratıp üste bir de para sayarak, onların peşinden gidenler ki onlar çok daha zavallılar…
Düşünüyorum, düşünüyorum ve artık ürküyorum; yarınlarımızdan…

Selma Erdal
Devamını Oku

Kadınlar, Kadınsılar, Kırmızı Kartlar

Kadınlar, Kadınsılar, Kırmızı Kartlar
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Kadınlar, Kadınsılar, Kırmızı Kartlar

Yalnızca internetten gazete okumakla ya da günde bir kaç gazete almakla yetinmiyorum. Her akşam yandaş, candaş, arkadaş, halkdaş; zaplaya, zıplaya bütün televizyon kanallarını izliyorum haber saatlerinde…
Anımsıyorum da yıllar öncesinde yine bir 10 Ocak 2019 gününde Kanal 7 yansılarında; Bursa’lı CHP’liler oturmuştu gündemde ilk sıraya…
CHP’nin Bursa’daki en önemli kalesi Nilüfer ilçenin Belediye Başkanlığı görevini 5 yıldır sürdüren, 31 Mart 2019 seçimleri için de Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday gösterilen Mustafa Bozbey’in (ki bugün Bursa Anakent Belediye Başkanıdır) uygulamalarına ilişkin duyumlar vardı yansıda… Üstelik yansıya düşen bu olaylar, düşmüştü o günlerin AKBAŞKAN’ının da gündemine…
Çünkü Bozbey Başkan; Nilüfer ilçede başkanlık görevini sürdürürken; mahalle meclislerinde, 5’de bir oranında eşcinsel kontenjanı ayrılacak koşullu bir uygulama başlatmıştı.
Bir de yine eşcinseller için “cinsiyetsiz” tuvaletlerin de açılışını yapmıştı.
Elbette ki bu uygulamalar genelde Bursalılar’ı, özellikle de Bursa Efeleri’ni oldukça efelendirmiş, öfkelendirmişti. Yalnızca onları mı? Bursalı CHP’lileri de çok kızdırmış ve sokaklara dökülmüşlerdi “o kadar eş cinseli nereden bulacağız?” diye öfkeyle söylenmişler.
Doğal olarak bu olaylar AKBAŞKAN’ın da gündemine girmişti, o da konuyu eleştirmiş Kanal 7’den duyurulan “alaycı, eleştirel” konuşmalarından anımsadığımız kadarıyla…
Yaklaşık 10 yıldır yaşadığımız Didim’de, dolayısıyla Didimli CHP’lilerin arasında böyle bir yaklaşım yoktu ama CHP’nin 24. Dönem Milletvekillerinden Binnaz Toprak; CHP eşcinsellerin partisidir dediği günden beri… Bursa’da bu düşünceyle eylemde bulunan CHP, özellikle de yerel seçimlerde hep kan kaybediyordu ne yazık ki…
Gerçi o günlerde Didimli Kadın Dernekleri de, birlikleri de; LGBT’lilerle buluşmak ve onlara destek vermek, onlarla dayanışmada bulunmak üzere gitmediler mi İstanbul’a ?
Herkes kadınsılar için destek, dayanışma için savaşım verirken…
Oysa kadınlar, evet kadınlar, gerçek kadınlar; yıllardır çırpınıyorlar yaşamda kalmak amacıyla…
İş için, ekmek için… Bize iş vermiyorlar, eğer nişanlıysak bile işe almıyorlar diye haykırıyorlar. Buna karşın kadınsılar için savaşım verenler, kadınların çığlıklarını işitmiyorlar, çırpınışlarını görmüyorlar.
Kadınlar diyorlar ki…
-Bugün işe girsek, yarın çıkarılıyoruz ya da çıkmak zorunda kalıyoruz; patron yüzünden, iş arkadaşlarımız yüzünden ya da işe gidiş-geliş yolunda yaşadıklarımız nedeniyle… Çünkü taciz ediliyoruz ve tacizi kabullenmezsek kapının önüne konuluyoruz
Ne yazık ki diğer kadınlar (partili, dernekli, entelektüel) onların seslerine sağır, sıkıntılarına duyarsız kalıyorlar. Ancak kadın cinayetleri nedeniyle “gösteri toplumu, gösteriş toplumu bağlamında” alanlarda zılgıt çekip, halay oynamak için toplanıyorlar.
Örneğin şarkıcı Sıla dayak yediğinde… Onunla birlikteler. Ama sıradan kadın dayak yemiş ya da işyerinde tacize uğramış, kadın olduğu için işe alınmamış. Nişanlı kadın, evlenip, çocuk yapacağı gerekçesiyle işten çıkarılmış. İşte bu kadınlar kimseciklerin umurunda bile değiller. Ne CHP’lilerin, ne de kadın derneklerinin, birliklerinin…
Ne yazık ki gerçek kadınlar, kadınsılar kadar değer bulmuyorlar, ilgi ve destek görmüyorlar ne muhalefet partilerince, ne de kadın derneklerince…
Umarsız kadınlar yoksulluğun içinde ekmek kavgası veriyorlar ama ellerinden tutan yok.
Ama kadınsılar için destek vermek adına kamusal alana çıkan çok.

Kaç kez yazdım, yazdığım için de LGBT tarafından “homofobik” olarak adlandırıldım, internet sitelerine adımı bile yazmışlardı ki kıvanç duyarım bundan… Çünkü benim çabam gerçek kadından yana… Onu ayağa kaldırmaktan yana… Gerçek kadın ki doğurduğu çocuğuna ekmek yedirmek için iş bulamadığını haykırıyorsa, benim desteğim, tavrım, tarafım onun sesini duyurmaktan yana…
Toplumsal alana “cinsel kimliği” ile öne çıkanlar; özellikle de “eşcinsel” olduğu ya da “kadınsı” olduğu gerekçesiyle ayrıcalık bekleyenler…
Dört duvar arasında ne yaptıkları, nasıl yaşadıkları kimseyi ilgilendirmez de…
Bunu toplumsal alana taşımak, dolayısıyla bu nedenle ayrıcalık beklemek…
Gerçek kadınlar ayakta kalmak için can çekişirken, çocuklarına bir lokma ekmek parası kazanmak için çırpınırken…
Kadınsılar için kaygılanmak; gerçek kadınlara yapılmış en büyük haksızlıktır kanımca…
Ve şu Yeni CHP; dünlerde LGBT’li kadınsıların yanında olmak için çaba harcarken, bugünlerde de Yeni CHP’li Başkan Özgür Özel efendi; cebindeki kırmızı kartla dolaşıyor. Kırmızı kart gösterip; aklınca muhalefet yapıyor.
Ve ben de içlerinde olmak üzere; pek çok yurttaşımız Özel efendiyi şaşkınlıkla izliyor.
Çünkü muhalefet mi yapıyor, mahalle maçı mı yönetiyor şu Özgür efendi; hiç belli değil.
Ve ne acıdır ki
Özal’dan beri ayaktopu maçlarından çıkıp da demokrasiye gelemedi bu ülkenin ne iktidarı, ne de muhalefeti?
Sanki İspanya’nın Franco dönemi… Kırmızı kartlı maç, fado yerine arabeskciye ulusal yas…
Sırada ne var? Kekik kokulu dağlardan papatya toplama festivali mi ?
Hepinizin kumandasının; Okyanus ötesindekilerin elinde olduğu o kadar da belli ki…
Bilin ki sizlere umut bağlayanlar; için, için ağlıyorlar.

*Ve bir kutlama:

Eğer yazmıyorsa kişi, yazar değildir derdi Değerli Yazarımız ve Bilgi Üniversitesi’nden bir süre kendisinden yazarlık eğitimi aldığım ve bir kaç yıl önce yitirdiğimiz Celil Öker danışmanım…
Ben de bu aralar bilimsel çalışmalarıma yoğunlaştığım dolayısıyla köşe yazılarımdan uzak kaldığım için yazar sayılmam. Ama usanmadan, tutkuyla yazan, soran, sorgulayan yazdığım gazete ve dergilerden dostlarım olan değerli köşe yazarlarımızın gününü içtenlikle kutlarım.
Ve elbette ki demokrasiden yana yazan, düşünen, konuşan tüm gazetecilerin de ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜNÜ İÇTENLİKLE KUTLARIM.

Selma Erdal; Didim, 10 Ocak 2025

Devamını Oku

Şu Anlaşılmaz İnsan Türü

Şu Anlaşılmaz İnsan Türü
0

BEĞENDİM

ABONE OL

SELMA ERDAL

Şu Anlaşılmaz İnsan Türü

*İnsan türü; şu dünyada var olan, anlaşılması en zor yaratık. Hem ağaç, orman, ot, yeşillik olmadan yaşayamaz. Hem de ağaçları keser, keser; onlardan türlü nesneler yapar ve bazen de bu ağaçlardan yaptığı nesnelere tapar. Tapınmak için yaptığı nesnenin bir adı da var; TOTEM…

PASKALYA ADASI DA İŞTE BU DÜŞÜNCEYLE YOK EDİLMİŞ.

İNSANLAR TOTEM YAPMA YARIŞINA GİRİŞİP, AĞAÇLARI KESMİŞ VE KESMİŞ VE KESMİŞ.

SON AĞAÇ DA KESİLDİĞİNDE… İNSANLAR DA GİDEREK YOK OLMUŞ.

BUGÜN PASKALYA ADASINDA YAŞAYANLAR ya da VAROLANLAR; YALNIZCA O APTAL İNSANLARDAN KALAN TOTEMLERMİŞ.

Son yıllarda yapılaşma amacıyla…

Ağaçları yok etmeğe hevesli kurnaz; sen son ağacı kesip, son konutu diktiğinde, o konutu satacağın bir insan kalmayacak haberin olsun!…

Ve diktiğin o konutlar; o totemler gibi arkandan kalacaklar ama sen onların yanında olmayacaksın.

 

*Prof. Dr. Canan KARATAY diyor ki:

“Kış sebzeleri tüketilecek. Yaz sebzesi kışın yenmez. Lahana, brokoli, karnabahar, kereviz, turp çokça tüketilebilir. Kışın en fazla tüketeceğiniz meyve Anamur muzudur, turptur, aynı zamanda zeytindir” şeklinde konuştu. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek için yapılması gerekenler belirten Karatay, şunları belirtti: “Grip demek bağışıklık sisteminin çökmesi anlamına gelir. Bağışıklık sisteminizi kuvvetlendirmek için turp tüketeceksiniz. Turp tüketirseniz turp gibi olursunuz. Kelle ve paça çorbası, işkembe çorbası, köy tereyağı, soğuk sıkım zeytinyağı sizi tüm rahatsızlıklardan korur. Ev sirkesi, bağırsak floranızı dengeler ve bağırsak sisteminizi kuvvetlendirir. Bir de ev sirkesiyle birlikte kristal kaya tuzu bağışıklık sisteminizi kuvvetlendirir.” Mevsiminde tüketilmeyen besinlerin hem kalitesiz hem de pahalı olduğunu açıklayan Prof. Dr. Karatay, “Mevsimi olmadığı için seralarda büyütülen yaz sebzelerinin, kışın sofraya geldiğinde hiçbir besin değeri, kalitesi kalmıyor. Üstelik dünya kadar da pahalı. Şimdi ocak ayında patlıcan ve domatesin oldukça pahalı olduğunu göreceksiniz. Oldukça pahalı diye saçınızı başınızı yolmayın, çözümü basit gidip almayın. Patlıcanın, yeşil biberin ve domatesin ocak ayında sofrada yeri yok. Şimdiden ya kurutacaksınız ya ilaçsız domatesleri alıp, benim yaptığım gibi pastörize edeceksiniz ya da turşu yapıp onu kullanacaksınız. Bu methodlar gelenekseldir, yüzyıllardır devam etmiştir”

 

Seni seviyoruz ve sözünü dinliyoruz Sayın KARATAY

Bununla birlikte kurudukça, çoraklaştıkça toprak; nasıl yetişecek bir tek yaprak ?

Ne acıdır ki bu sorunun yanıtını bilemiyoruz.

 

*Eski bir Mısır atasözü der ki…

Anneniz soğan, babanız sarımsaksa; nasıl iyi kokabilirsiniz?

Bu söze anlamdaş atasözlerimiz de bilindiği gibi…

Armut dalından uzağa düşmez.

Kuş yuvada gördüğünü işler.

Sonuç olarak bir çocuk; anne-babasından gördüğü davranışları içselleştirir, onların sözlerini özümser ve önemser, ilk eğitimini anne-babasından alır. Dolayısıyla aydınlanması tamamlanmamış toplumlarda; çocuklar öncelikle ana-babaları yüzünden geri kalır.

Eğer ana-baba yeterince eğitimli değilse, üstelik de toplumsal değişime, toplumda yaşanan gelişmelere kapalıysa… Yetiştirdiği çocuklar da ana-babasının değer yargılarıyla, at gözlükleriyle, dogmalarıyla yaşam yarışına katılacaktır, ama bu yarışta hep geri kalacaktır.

Bu bağlamda ana-babaların; kız çocuklarını yok sayıp, erkek çocuklarına önem verip, erkek çocuklarına yatırım yapıp, kızları “gidici olduğu için” bir kenara atıp sürdürdüğü geleneksel yapıda… Ne yazık ki toplum bir arpa boyu yol almaz; gelişme, çağdaşlaşma yolculuğunda… Çünkü yarısı atıl bırakılıp, işlevsizleştirilirse bir toplum; elbette ki yarım kalır her alanda ve her anlamda… İşte bu yarım kalmışlık da en çok göze çarpıyor siyasal yaşamda…

Ülke nüfusunun yarısı kadın…

Dünya nüfusunun yarısı kadın… Özellikle 8 Mart günlerinde; GÖKYÜZÜNÜN YARISI BENİM dedin de… Ne değişti ?

Siyasal yaşamın nerelerindesin be kadın?… Bilmelisin ki yeterince görünmüyorsun.

 

*Bir dönem gezdiklerimizi, gördüklerimizi, yediklerimizi, içtiklerimizi paylaştık; görgüsüzce…

Oysa şimdilerde gülümseyerek bakıyorum ve günler içinde akıyorum.

Felsefe, Tarih, Siyaset, Çevre üzerine sürekli okuyorum

ama

Çizgi Roman kitaplarım her geçen günle birlikte çoğalıyor, çoğalıyor.

Okuduğum kitapların, bir de Çizgi Roman uyarlamalarını edinmek bende bir tutkuya dönüştü desem yeridir.

Ev, ev değil; sanki kitaptan ev.

Bu arada kitaplar, sayfalar, kağıtlar arasında kaybolmuşken, tüm kitapseverlere Carlos Maria Domingues’in KAĞIT EV adlı kitabını okumalarını öneririm.

 

*Boş, boş oturmak vardı şöyle; arkadaşlarla çay, kahve söyleşilerinde…

Eski sevgililerden, eşlerden, kayınvalidelerden, modadan, makyajdan, yemeklerden söz açıp da; sorumsuzca yaşamak…

Sana ne; uluslararası siyasette, ülkemiz ziyafet sofrasına oturtulmuyorsa!

Sana ne; tarımı destekleme politikaları çoktan kaldırılmış, çiftçi “ithal” silahıyla alnından vuruluyorsa!

Sana ne; her geçen gün işsiz sayısı artıyorsa, buna karşın çözüm bulması gerekenler “iş var, iş beğenmiyorlar” diyerek sorunların üzerini örtüyorsa!

Sana ne; giderek dinselleştirilen eğitimle, uluslararası yarışta gençlerimiz bilimsel alanda başarı olanaklarından yoksun bırakılıyorsa!…

Sana ne; işçiler sosyal güvencesiz kalıp, bir de haklarını arayamıyorsa!

Sana ne; bu ülkede insanlara, hayvanlara tanındığı kadar bile haklar tanınmıyorsa!

Sana ne; kadınlara yönelik şiddet bir türlü durmuyorsa!

Sana ne; doğaya yapılan saldırılar yetkililerce umursanmıyorsa!

Sana ne; yalnızca para kazanma amacıyla üretilen kimyasal içerikli besinlerle, insan sağlığı önemsenmiyorsa!

Boş ver, aldırma; sana ne?

En iyisi sen “Benden sonrası tufan” deyip, yaşamana bak; ne gerek var sanki bunca kaygıya?

 

*Bilindiği gibi…

Cumhuriyetimiz’in 101. yılında, ATASI’nın yolunda yürüyen CUMHURİYET KADINLARI vardır ve onlar sonsuza dek var olacaklardır. Buna karşın ATATÜRK İlke ve Devrimleri’ne karşıt görüşlerle; “ille de karanlıklarda kalacağım” diye ayak direten kadınlar da vardır.

Her kadın; aklının, özgür istencinin ve kimlik bilincinin etkisiyle seçimini yapacaktır. Aydınlıklara mı yürüyecektir, yoksa karanlıklara mı gömülecektir; yolunu kendisi seçecektir.

Bizler Cumhuriyetimiz’in 101. yılında bir kez daha yineliyoruz ki ATATÜRK İlke ve Devrimleri’nin bizlere kazandırdıklarıyla; aydınlığa, çağdaşlığa, uygarlığa yönelik yolumuzdaki yürüyüşümüzü usanmadan sürdüreceğiz. Cumhuriyet Haftası’na girdiğimiz şu günlerde, içtenlikle diyorum ki; Kutlu Olsun Cumhuriyetimiz’in 101. yaşı !

Sonsuza dek eğilmesin yerlere çağdaş, uygar, yurtsever TÜRK KADINININ BAŞI !

Devamını Oku
teslabahis casinoport pashagaming betkom mislibet casino siteleri
istanbul eşya depolama