OKTAY EROL

OKTAY EROL

23 Mayıs 2025 Cuma

Mahfi Eğilmez’in Tunç Kanunu yorumu…

Mahfi Eğilmez’in Tunç Kanunu yorumu…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Mahfi Eğilmez’in Tunç Kanunu yorumu…

Emek, “insanın fiziksel, zihinsel gücünü ortaya koyarak üretime katkı sunduğu en temel değer” diye tanımlanır. İçine felsefe girecek olursa da “değer üretme eylemi” olarak karşımıza çıkar! Ancak “üretilen değere” karşılık toplumun gelişimi, ekonominin sürdürülebilirliği, gönencin dağılımı konuları hep karmaşada bırakılmıştır! Büyük ölçüde emeğin karşılığının ne olacağına ilişkin uygulamalar patronların istemi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bugün Türkiye’de, emeğin hak ettiği değeri bulup bulmadığını sorgulamak kaçınılmaz bir gereklilik duruma gelmiştir.

İktisatçı Mahfi Eğilmez, son yazısında Türkiye’de sabit gelirli çalışanların açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya çalıştığını belirterek, ekonomik göstergeler üzerinden önemli bir değerlendirme yaptı. Tunç Kanunu çerçevesinde ücretlerin zamanla en düşük geçim düzeyine doğru yöneldiğini vurgulayan Eğilmez, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığını, yoksulluk sınırına yaklaşmaktan uzak olduğunu vurguladı.

***

Ülkemizde ücretlerin gerçek alım gücü hızla eriyor. İstatistikler, ekonomik göstergeler, emeğin karşılığının yalnızca geçim sınırına çekildiğini değil, açlık sınırının altına düştüğünü gösteriyor. Bir kişinin yalnızca gıda masrafını karşılayabilmesi için açıklanan açlık sınırı, net asgari ücretin üzerindeyken, kira, sağlık, eğitim gibi temel gereksinmeleri de içine alan yoksulluk sınırı bu tutarın neredeyse dört katı düzeyinde. Bu koşullarda çalışanlar, yalnızca yaşamda kalmaya odaklanıyor; geleceğe ilişkin umutlarını ise her geçen gün biraz daha yitiriyor.

Mahfi Eğilmez’in ele aldığı Tunç Kanunu, ücretlerin zamanla en düşük geçim düzeyine yöneldiğini belirtiyor! Ancak Türkiye’de gelinen noktada bu ekonomi teorisi bile yetersiz kalıyor. Emeğin gerçek değeri, ekonomik sistemde giderek törpüleniyor! Ücretli çalışanın eline geçen aylık, “en düşük geçim düzeyi” olarak da tanımlanamıyor! Çalış, değer üret, emek harca; ancak aç kal, gereksinmelerini karşılayama…

***

Gelinen noktada, ücretli çalışanlar yalnızca yaşamlarını sürdürebilmek için uğraş verirken, geleceğe ilişkin; bir köşede birikim yapmak, ev/ araba almak, sıkışık günlerde önüne koymak her geçen gün daha da zorlaşıyor! İnsan yaşamını devam ettirebilmenin ötesinde, insanca yaşamak için gerekli olan koşullar artık düşünemiyor bile. Kiralar uçmuş, temel tüketim ürünleri erişilmez olmuş, sosyal/ kültürel yaşam ücretli çalışan için neredeyse olanaksız duruma gelmiş! Üstelik bu tablo, yalnızca asgari ücretle çalışanları değil, beyaz yakalıları, akademisyenleri, mühendisleri, doktorları da, tüm bunların önünde de emeklileri kapsıyor. Ekonomi, emeğin değil, anaparadarın çıkarına şekillenirken, çalışan katman giderek daha büyük bir çıkmaza sürükleniyor.

***

Bu tablo karşısında şunu sormalıyız: Bir toplum, yalnızca yaşamda kalmak için mi çalışmalı, yoksa insanca yaşamak için mi? ekonomik sistem, emeği yalnız patronu büyütecek/kazandıracak etmen olarak görmeyi sürdürdükçe, çalışanın yaşadığı bu çıkmaz giderek derinleşecek. Çalışanlar barınma, gıda, sağlık, eğitim gibi temel gereksinmelerini karşılamakta zorlanacak, geleceğe ilişkin yatırım yapmak, birikim oluşturmak, sosyal yaşamın bir üyesi olmak giderek olanaksızlaşacak.

Türkiye’de bugün geldiğimiz noktada Tunç Kanunu anlam bakımından yetersiz kalıyor; çünkü ücretler artık yalnız geçim sınırında değil, açlık sınırının altına itilmiş durumda. Emeğin değeri, yalnızca üretim odaklı olarak değil, insanca yaşamak için gerekli koşullar üzerinden olduğu unutulmuş durumda!

Giderek daralan ekonomik çemberin içinde, çalışan için gelecek planı yapmak düşlerde görülebilir ancak! Emeğin karşılığının yalnızca zorunlu gereksinmeleri karşılamak için bile yetmediği bir düzen sürdürülebilir olmaktan uzak! Emek, yalnızca üretmekle değildir, insanca yaşama hakkını da sağlamalıdır! Gerçek çözüm, emeğin hakkını teslim eden, üretimi, çalışanı koruyan politikaları yaşama geçirmekten geçmektedir.

Devamını Oku

“Gençlerin yarısı mutlu” mu dediniz?

“Gençlerin yarısı mutlu” mu dediniz?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

“Gençlerin yarısı mutlu” mu dediniz?

Mutluluk, ayrı gruplara göre değişim gösterse de, bireyin ekonomik/ sosyal/ psikolojik durumları gereksinimlerini de belirliyor! Yaşadığı ortam, ortamda yararlandığı teknoloji, gereksinimlerine ulaşımı mutluluğunu da belirliyor! Bir metropol yurttaşıyla, küçük bir belde ya da köyde yaşayanın gereksinimi kuşkusuz aynı değildir! Başta sosyalleşme biçimleri birbirinden ayrıdır!

Köy meydanında buluşmalarla, kafelerde/ barlarda/ eğlence yerlerinde buluşma ayrımlardır! Ancak bundan başka, temel gereksinimler dünyanın neresine giderseniz gidin değişmiyor; başta doymak, ardından barınmak, kullanacağınız eşyalara sahip olmak bir gereksinmelerin sonucu olduğunca, “mutluluğun” da nedeni. İnsanlar gereksinmelerini karşıladıkları, düşündüklerini gerçekleştirebildikleri, özgürce karar verebildikleri, yaşamı sevebildikleri ölçüde “mutlu” olurlar!

***

Peki, sorumuz şu; ülkemizde gençlik/ ücretli çalışan/ ev hanımı/ küçük esnaf/ emekli/ asgari ücretliler mutlu mu, gereksinimlerini ne ölçüde karşılayabiliyorlar, gelecek düşünceleri gerçekleşiyor mu? Düşünürün “ekonomik özgürlük olmadan, özgürlük olmaz” sözünü anımsamadan edemeyeceğim! Ekonomik özgürlük olmadan özgürlük, özgürlük olmadan da “mutluluk” olmuyor çünkü!

Geçtiğimiz günlerde Tüik’in bir araştırma sonucu açıklandı. Araştırmanın adı “2024 yılı yaşam memnuniyeti”, yaşlara onsekiz/ yirmidört olan gençler seçilmiş! Bunların çoğunluğu büyük olasılıkla öğrencidir, ailenin desteğiyle öğretimlerini sürdürüyorlardır, yaşama atılmamışlardır! Üniversite bitirmiş, işsiz gençlerin arasına karışmışlardan da hiç değildir! Özellikle seçilmiş bir grup olduğunu düşünüyorum! Bu gruba “mutlu musunuz” diye sormuşlar! Yanıt verenlerin yaklaşık yüzde elliikisi “mutlu”, yüzde otuzyedisi ne mutlu/ ne mutsuz, yüzde onbiri de “mutsuz” olduklarını söylemiş! Ülkenin durumunu, gençlerin savruluşunu gör de inan haydi; ya tersiyse!

***

Araştırma verilerine göre, gençlerin yüzde kırkbeş ile sağlığı, yüzde yirmibeşle başarıyı, yüzde onbeşle sevgiyi, yüzde onkiyle parayı, yüzde ikibuçuğu da işi “mutluluğun” kaynağı olarak açıklamış! Bu bir depresyon olmalı… Sağlık da, başarı da, sevgi de, para da, iş de önemli etmenler elbette! Ekonomik gücünüz, ya da gereksinmelerinize yetecek kazancınız olmadan nasıl sağlıklı/ başarılı/ sevgi dolu olacaksınız! Eğer gençlik, bunu algılayabilecek bilgiden/ birikimden kopmuşsa bu daha acı!

Sağlık, tüm etmenlerin önünde gelmeli! Gelişmiş, kişi başı ulusal geliri bizdekinin on/ yirmi katı, kazançları gereksinmelerine yeten, eğitim görmek isteyenlerin önünü açan, gençliğine düşüncelerini söyleyebilmesi için alanlar oluşturan, dinlenmesine zaman tanıyan ülkeler için “sağlığın” öncelikli olması tartışma konusu bile olmaz! Ancak bunlar olmadan; gençlerin özgürlükleri elinden alınırken, okullarında “altı yaşındaki çocuk yirmibeş yaşında biriyle evlenebilir” diyene tepki gösterdikleri için tutuklanırken, zorluklarını haykırdıkları için suçlanırken “sağlık” demeleri acı değil mi?

***

Tüik’in araştırmasında üzerinde durulması gereken bir konu daha var… Genç nüfusun en yüksek olduğu iller Hakkari, Şırnak, Siirt… En düşük olduğu iller de Balıkesir, Muğla, Ordu… Örneğin bu oran Hakkari’de yüzde yirmibire yaklaşırken, Balıkesir’de yüzde oniki dolayında; yaklaşık yarı yarıya… Hakkari, Şırnak, Siirt’te insanlar evlenebilmiş, çocuk da yapabilmiş! Ancak Balıkesir, Muğla, Ordu’da evlenmişlerse bile çocuk sahibi olmamışlar!

“Mutluluktan” söz ediyorduk! Hakkari’de yaşayan biriyle, Muğla’da yaşayan birinin temel gereksinmeleri aynı olsa da, birçok gereksinmeleri ayrıdır! “Mutluluk” etmenleri de ayrıdır! Gençler mutlu mu, yüzde ellinin “mutluyum” demesi olası mı, mutlulukta “sağlığın” önceliklenmesi akla uygun mu? Bunlardan önce düşünülmesi gerekenler var! Gereksinmelerini karşılayamayan, gelecek kaygıları taşıyan, doğduğu/ yaşadığı/ eğitim gördüğü ülkesinde gelecek bulamayan bir kuşağın “sağlıklı” olması beklenmemeli! Başı ağrımasa dişi, gözü ağrımasa midesi, hiçbir yeri ağrımasa da yüreği ağrıyordur gençlerin! Ayrıca “yaklaşık yüzde elliikisi mutlu” demeyin; bu bir beyin tutulması! Ne diyeyim; anlayabilen aşk olsun, herkes mutlu olsun/ yaşayabilsin/ doyabilsin…

Devamını Oku

Özgür Özel “ne” mi yaptı?

Özgür Özel “ne” mi yaptı?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Özgür Özel “ne” mi yaptı?

Adana’da yer yer “iktidara” yakınlığı ile bilinen isimlerin “önce Seyhan Belediye Başkanlığı, şimdi iki dönemdir Anakent Belediye Başkanı olan Zeydan Karalar Adana’ya ne yaptı” dediği gibi, Chp parti içerisinde bazı isimler de “geldiği günden bu yana Özgür Özel ne yaptı” demeyi ilk günden bu yana sürdürüyor!

Süleyman Demirel’in dediği gibi, elbet “ağzı olan konuşacak” da, ne yazık ki Karalar kıskançlığından “iktidar” yanlılarının konuştuğu gibi, parti içerinde de “Özgür Özel başarısı” nedeniyle/ çekememezlik duygusunu bastıramayanlar, “ne olup/ bittiğini” görmek istemeyenler, “öngörüsüzlük” hırslarını yenemeyenler gelişmelerden oldukça rahatsız! Genel Başkan Özel ne derse/ desin, “iktidarın” bulamadığı noktaları bile öne çıkararak “saldırganlıklarını” sürdürüyorlar!

***

Aslında bugünkü geldiği yeri “kendi adıma” söylemem gerekirse beklemiyordum! Ne yerel seçimlerde bu denli başarı sağlanacağını, ne tutuklananlar için bu denli uğraş vereceğini, ne “sokak” deme cesareti göstereceğini, ne “iktidara” sıkça “hodri meydan” çıkışı yapacağını… Örneğin yerel seçimler de eldekileri bile yitirebileceğini düşünenlerdendim!

O konuda herkes gibi yanılanlardanım, ancak ondan sonra ortaya koyduğu birçok eylemde “beklenmesi” gerektiğini düşündüm! Birden altının çizilmemesi, durduk yerde “iç muhalefet” oluşmasına izin verilmemesi, dönüşümün beklenmesi gerektiğini düşündüm. Tüm siyasetçilerle görüşmesini, bayramlarda arayıp kutlamasını, bir araya gelmesini “toplumsal barış” adına zorunluluk olarak düşündüğüm gibi, seçmenin politikacılara “birbirinizle konuşmayın, küs durun” demediğini “on/ onbeş çalışanın aylığını alıyorsunuz, sorumlarımızı bir araya gelerek çözün” dediğini düşündüm! Anımsarsınız, bunda bile birçok “suçlamalara” tanık olduk! “İktidara” güvenilmez, görüşülmezmiş! Ülke sanki bugünkü duruma “görüşmem” demelerle gelmemiş gibi!

***

Sonra, “iktidarın” başlattığı “silkeleme” eylemine dek aslında bir “toplumsal barış” ya da “kutuplaşmaya dur” deme olasılığı vardı! Ancak orantısız, “benim belediyem, senin belediyen” ayrımı yapılarak gerçekleşen “borcunu öde” girişimi, ardından Ekrem İmamoğlu’nun alanlardaki sesini kısmak için “gizli tanık” açıklamalarıyla tutuklanması bardağı taşıran damla olduğunca, “iktidarın” koltuğunu yitirmemek için “neler” yapabileceğini de gösterdi!

Bir genel başkan, bir yıl önce gerçekleşen başarıyı korumaya çalışırken, bir yandan kazanılmış belediyelere kayyum atanması, bir yandan seçilmişlerin tutuklanması karşısında ne yapmalıydı? Oturup beklemeli miydi örneğin, İBB ile Chp’ye de kayyum atanmasını mı izlemeliydi; ne yapmalıydı?

***

Yaptığını anımsatayım; “İktidarın” sıkça sözünü ettiği “turpun büyüğü” kimdir bilinmiyor ama, İmamoğlu’nun salt “kanıtlanmamış” suçlamalardan dolayı tutuklanması, Özel’in Saraçhane çağrısıyla başka bir evreye çevrildi! Alanı gece yarılarına dek dolduran toplumun her katmanından yurttaşlar Özel’in çıkışına destek veriyordu! Yalnız CHP’liler değil, yaşananların doğru olmadığına inanan başka partilerden yurttaşlar da desteklerini vermekten kaçınmıyordu!

Genel başkan, art arda düzenlediği mitingler dolup taşıyor, “iktidarın” öngörmekte zorlanacağı görsel şölen yaşanıyordu. Chp’nin güçlü sayıldığı kentlerde değil, Yozgat gibi, Konya gibi “iktidara” yakın olan seçmenin yoğun olduğu yerlerde de alanları kolayca dolduruyor, bölgesel sorunları sorguluyordu!

***

Dün İzmir’de yaşandı en son miting. Baştan sona dek izledim! İki aydır Silivri’de olan Ekrem İmamoğlu’nun mektubunun okunmasının ardından kürsüye geldi Özgür Özel! Günün 19 Mayıs olması nedeniyle önemine vurgu yaptı, son günlerin tartışma konusu olan Lozan Anlaşmasına değindi, ardından gençlere uzun uzun seslenirken, bir yandan da “iktidara” seslendi! Emeklinin, asgari ücretlinin, kuraklık/ doğal yıkım nedeniyle zorluk içinde olan üreticinin sorunlarına değindi!

Mitinge katılan eski genel başkanlardan Hikmet Çetin’in sözleri ilginçti. “Özgür Özel çok rahat kazanır. İster delegeleri değiştirin ister il-ilçe kongrelerini yenileyin sonuç değişmez. Bir kere Özgür Özel çok çalışkan, etkili bir siyaset yürütüyor. Ecevit’ten sonra CHP böyle bir genel başkan görmemişti” diyordu! Parti içinde “hani ne yaptı” diyorlar ya, kanımca bunları da düşünmeliler iyice…

Devamını Oku

Başkan Karalar “ne” mi yaptı?

Başkan Karalar “ne” mi yaptı?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Başkan Karalar “ne” mi yaptı?

Adana’da yer yer “iktidara” yakınlığı ile bilinen isimlerden duyarız! Sorularını sorarken, tepeden “hepsi topal ördek, silkeleyin” denildiğini bilmiyor olmalılar belki de! Demiş mi olurlar ya da “öyle demeleri” mi gerekmiştir bilemeyiz! Ancak “önce Seyhan Belediye başkanıydı, şimdi iki dönemdir Anakent Belediye Başkanı, Adana’ya ne yaptı” demeyi fırsat bulduklarında yinelerler!

Sanırsınız ki, yerel yönetimler ekonomiyi yönetiyor, sanırsınız ki çalışanların “emeklerinin karşılığını” belirliyor, sanırsınız ki sokakların karmaşasından/ aile içi oluşan geçimsizlikten/ uyuşturucunun yaygınlaşmasından, sanırsınız ki çocukların alaca karanlıkta okul yoluna “aç” çıkmasından, sanırsınız ki gençliğin işsizliğe sürüklenmesinden yerel yönetimler sorumludur! Üstelik pazardaki ürünlerin ulaşılmazlığından, ete/ süte/ ekmeğe/ elektriğe gelen zamlardan, uzayan kuyruklardan, ülkenin büyük çoğunluğunun “açlıkla” sınamasından da yerel yönetimler sorumludur! Bir de buna “silkeleyin” emrini ekleyin!

***

Geçtiğimiz hafta sonunda, Öğretmenler Bulvarı Otoyol Kavşağı’nın temel atma töreninde düşündüm bunları… Günün belirli saatlerinde, birçok noktada kent trafiği tıkanıyor! On/ onbeş dakikalık yollar, uzun süre duruyor! Bunlar yılların birikmişliğinin, çarpık kentleşmenin ürünü… E5 üzerinde de yaşanıyordu, Türkmenbaşı Bulvarı üzerinde de yaşanıyordu, bunlara başka yerler de eklemek olasıydı! Başkan Karalar, bugüne değin yapılanların bir yenisini gerçekleştirmek için uğraş veriyordu!

Otoyol Kavşağı’nda yapılan çalışmaların örnekleri çok… Şimdi oralarda ulaşım daha çabuk sağlanıyor, trafik daha rahat ilerliyor, hem zaman/ hem de akaryakıt harcaması azalıyordu! “Karalar ne yaptı” diyenler, belli ki bunları görmekten uzaklar!

***

Belediyelerin görevleri kısaca “imar, su, kanalizasyon, ulaşım, alt yapı, çevre, çevre sağlığı” diye açıklanır! Adana’da bunun örneklerini bolca vermek olası… Atık temelleri atılıyor, alt/ üst yapıyla birlikte arıtma tesisleri çalışmaları gerçekleşiyor. Yalnız bunlar mı? Değil elbette, kent dinlenme alanları, parklar, kenti tanıtım etkinlikleri…

Karalar, Adana Anakent Belediye Başkanı olmasının dışında, Türkiye Belediyeler Birliği Başkanvekilliği ile Dünya Belediyeler Birliği (UCLGMEWA) Sosyal İçerme Komitesi Eş Başkanı görevini de yürütüyor. Özellikle TBB konusunda, daha önceki “iktidar” yanlısı yönetimin “muhalif” belediyeye uyguladığı “öteleyen” yaklaşımı göstermediğini/ göstermeyeceğini de her konuşmasında dile getiriyor! Her konuşmasında “halkı ayırmadan, tarafsız hizmet etmeyi sürdüreceğiz” sözünü yineliyor!

***

Bir çalışmanın olup/ olmadığını anlamak için çeşmenize bakarsınız, sokağa çıktığınızda yola bakarsınız, park alanlarına/ yeşil alanlara bakarsınız, yağmur öncesinde/ sonrasında yapılan uyarılara/ çalışmalara bakarsınız, kaldırımdaki ağaçlara/ göbekteki çiçeklere bakarsınız, elbette trafiğe bakarsınız… Bir kentin “tüm aksaklıklarını” çözmesini beklemez, ancak nasıl bir çaba harcanıyor ona bakarsınız! Bir önceki belediyenin bıraktığı yerden süren uğraşa bakarsınız, “yeni” öncelikli işlere bakarsınız! “Ne yaptı” demeden önce, başta çeşmelerin “tısss” sesini duymak zorundasınız!

***

Şunu da unutmayacağız! Bir yerel yönetimden çalışma beklemek için, “merkez yönetimin” tutumunu da unutmamak gerekir! Merkez yönetim ne yapıyor, salt kendine yakın belediyelere mi elini uzatıyor, yoksa ayırmadan/ her kentte yaşayan yurttaşların “insanca yaşaması” için hepsine aynı desteği mi veriyor? Merkez yönetimden olmayan belediyeler eğer “topal ördek”, eğer “silkelenmeyi hak etmiş” olarak düşünüyorsa, kusura bakmayın ama; “iktidar” yanlılarının tepki göstermeleri hiç de etik değildir! Onun için Adana’da; Adana’yı yöneten yerel yönetimi de, özellikle Şakirpaşa Havalimanı Adana’dan koparılırken ellerini oynatmayan, üstelik “havalimanı kapatılmayacak” diyerek oyalayan “iktidar” yanlısı politikacıları da sakın unutmayın!

Devamını Oku

Üreticinin umudu…

Üreticinin umudu…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Üreticinin umudu…

İnsan “umutsuz” yaşayamıyor ki; ille de geleceği ilişkin beklentileri olacak! Gelecekten beklentisi olmayanın “umudu” da olmaz kuşkusuz! Umut; zor zamanlarda insanın içini ısıtan, en karanlık anlarda yolunu aydınlatan bir duygu var… Yaşamın iniş çıkışlarında, bazen her şeyin bittiğini düşünürken tutunma dalı olur umut, hem de belirsizliğin içinde filizlenir. Bir dostun içten sözüyle, bir çocuğun kahkahasında ya da sabahın ilk tene dokunur.

İnsan, geleceğe ilişkin bir inanç taşıdığında güçlenir. Umut salt beklemek değil, harekete geçmekle de büyür; çabayla, direnmeyle, yılmamayla da gerçeğe dönüşebilir. Umut olmadan yaşanabilir mi? Gelecekten bir şey beklemeden, her şeyin daha da kötüye gideceği öngörüsü taşıyarak… Bunun adı “yaşam” olur mu?

***

Umut; tohumun toprağa ekildiğinde filizlenmesi gibi… İnsanın verdiği çaba, harcadığı emek de geleceğin içinde filizlenir! Türkiye’de üretici için umut, verimli topraklar/ hava koşulları kadar, iyi bir hasat/ iyi bir kazanç olduğunca, insanın en temel gereksinim oluşu önem taşır… Bu nasıl olacak? Kimse ülkenin topraklarının verimsizliğini söyleyemiyor, kimse bu verimli topraklar üzerinde yaşayanların “açlıkla” sınanabileceğine inanamıyor! Üreticinin umudu nasıl var olacak?

***

Ancak belirsizlikler olduğunu, bu belirliliklerin çözülmesi için “iktidarın” parmağını kaldırmaya üşendiğini, artan girdi maliyetlerine sessiz kaldığını, doğal yıkımlarda özellikle kuraklık/ dolu/ don olayında da üreticiyi yazgısıyla baş başa bırakmayı yeğlediğini, tümü bu verimli topraklarda üretilebilecek ürünleri dışalımla sağlamayı erek edindiğini, üreticinin “umut” duygusuna her geçen gün yeni bir engel koyduğunu bilmeyen kaldı mı bilmiyorum!

Şaka değil, şu vereceğim rakamlar aslında üreticinin “umudunun” nasıl törpülendiğine en somut örnek; 2003’te 2.8 milyon olan çiftçi sayısının bugün 2 milyona düştü, 2002’de 4.5 milyar lira olan çiftçi borçlarının ise 208 kat artarak 940 milyar liraya çıktı! Üretici için “umut” ne ki?

***

Üretici için umut, yalnızca toprağa ekilen tohumun filizlenmesi değil; o filizin bir gün sağlam bir ürüne dönüşeceğine, emeğinin karşılığını alacağına inanmasıdır. Ancak günümüz koşullarında çiftçinin umutla üretim yapması giderek zorlaşıyor. Artan mazot, gübre, tohum fiyatları karşısında borçlanmadan tarım yapabilmek neredeyse olanaksız!

Bir de buna geçtiğimiz günlerde yaşanan kuraklık/ dolu/ don olayını ekleyin! Tarım sektörünün belirsizliği, desteklerin yetersizliği, dışalıma bağımlı politikalar, üreticiyi köşeye sıkıştırıyor. Çiftçi yalnız doğayla değil, ekonomik koşullara karşı da uğraş vermek zorunda kalıyor.

***

Bugün Türkiye’de çiftçi, umut etmekten çok düne değin yaşadıklarını sorguluyor! Borçlanarak ekim yaptığını, yüksek faizli kredilere bağımlı duruma geldiğini, hasadı beklerken dışalımlarla boğulmalarını sorguluyor!

Oysa tarımsal üretimin sürdürülebilir olması için yalnızca doğanın cömertliği değil, ekonomik, politik desteklerin tutarlılığı da bir zorunluluktur. Eğer üretici gelecekten umut bekleyecekse, bunun karşılığında hakça fiyat politikaları, maliyetleri dengeleyen çözümler, üretimi özendiren sistemler görmek zorunda. Bunlar olmazsa, topraklar verimli olsa da onu işleyen ellerin sayısı her geçen yıl azalacak, borçlar artacak, temel gıdalara ulaşım zorlaşacak! Hangi teknolojik makinelere sahip olsanız da, toprağı kullanan “umudunu” yitirdiğinde onarılması zor koşullar yaşanacak! Bilin!

Devamını Oku
teslabahis casinoport pashagaming betkom mislibet casino siteleri
istanbul eşya depolama