20 Kasım 2024 Çarşamba
OKTAY EROL
Toplumsal çürüme “bir toplumun ahlaki, etik, sosyal değerlerinin bozulması/zayıflaması sürecidir. Bu süreç, bireylerin, grupların etik dışı davranışlar sergilemesi, yolsuzluk, adaletsizlik, şiddet/ suç oranlarının artması gibi belirtilerle kendini gösterir. Genellikle ekonomik eşitsizlikler, eğitim yetersizlikleri, siyasi gel/ gitler, sosyal adaletsizlikler gibi etkenlerden kaynaklanabilir” diye açıklanıyor. Toplumsal çürümenin etkileri, toplumun genel gönencini, güvenliğini, sosyal uyumunu olumsuz yönde etkilediği gibi, bireylerin birbirine olan güvenini azaltabilir, sosyal bağların zayıflamasına neden olabilir. Sokaklar daha güvensiz, yönetenler daha doymaz, yurttaşın geçim olgusu daha da zorlaşabilir!
***
Etkinlikte ikinci kez izliyorum, Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı Cemal Enginyurt’u… Canlı olarak görmeyenin bildiklerinin “canlı” görüntüsü… Daha önceden duyduklarımızı yineledi; CHP’den milletvekili olduğunu, ülkücü geçmişten geldiğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın komünist yaptığını, Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri olduğunu… Oturarak konuşmayı sevmiyordu, ille de kürsüye çıkacak, bir zamanların/ Süleyman Demirel’in şapkasını döndürerek kalabalığı “hipnoza” bağladığı gibi kalabalığın coşkulanmasını sağlayabiliyordu! Konu neydi; çürüme, bozulma… Her zamanki konuştuğu şeylerdi konuştukları! Hakkını yememek gerekir ki, hem kalabalığı hem de sahneyi çok iyi kullanıyordu; ama konu o değildi ki, çürümeydi! “Çürümeyi” anlatıyormuş gibi yapıp, aslında “çürümenin” en belirgin kanıtlarını ortaya koyuyordu! Kurgu, komplo hepsi bir arada…
***
Enginyurt’u bir miting alanında dinlemek hoş olabilir belki de, ancak burada salon etkinliğinde beni sarmadı açıkça söylemek gerekirse! Salonu dolduran kalabalığın arasında Enginyurt’un konuşmasından, kalabalığa sağladığı coşkudan hoşlananlar olabilir elbette! Toplumsal çürümenin, hem yönetimden hem de toplumun kendisinden kaynaklanabileceği vurgulanıyordu bir de bu iki faktörün birbirini besleyebileceği, birlikte toplumsal değerlerin bozulmasına yol açtığı da ileri sürülüyordu ya… Milletvekili, konuştuğunu dinletebilen Enginyurt, “çürümenin, bozulmanın” konuşulacağı etkinlikte çığırtkanlığı ilke edinen politikacılar gibi slogandan geçilmeyen konuşma yapıyor! Salonu dolduran kalabalığın dinlemek istediği, ya da gereksindiği “çürüme ile bozulmanın” hem ortaya çıkış nedenleri, hem yapılması gerekenler “en ince” ayrıntısına dek anlatılmalıydı, slogandan kaçınılmalıydı, diğer konuşmacıların “üstlendikleri ödevin” tadı korunmalıydı!
***
“Sistemi” korumakla görevlendirilen “politikacılar”, nasıl bir toplum oluşturmayı istiyorlarsa “onu” gerçekleştiriyorlar! Topluma siz “çürümeyi” anlatacaksınız, ama günlük “politik” konuşmaların dışına çıkmıyorsunuz! Toplumda yaşanan şiddetin, adaletsizliğin, yolsuzluğun, bunlara sessizliğin bir nedeni olmalı; ne olduğunu, irdelemiyorsunuz! Yasaların gücüyle, çalışandan istenilen vergiyi, primi almalarına karşın neden “açlık” sınırı altında yaşamaya tutsak edilir, neden kimseden hesap soramaz/ sorsa da “”mutlu” sona ulaşamaz/ istediğini alamaz yurttaş?
Hakkını alamayan, almak isterse engellenen/ oyalanan nüfusun büyük çoğunluğunu “çürümenin/ bozulmanın” nedeni olarak ortaya koymak bir başka “çürümüşlük” nedenidir! “İktidar”, uygulamaları ile yurttaşın “beklemedik” yönelimlere yüzünü çevirmesine neden oluyorsa “toplum” ne yapabilir ki? Düşünürün, “insan, kabına göre insandır” der! Sistem, kabın biçimi/ boyutu/ rengi/ genişliğindir; toplumda yaşayan herkesin “radikal” karar alması da beklenemez!
Sürecek…
OKTAY EROL
“Toplumsal Çürüme, Hukuksal Bozulma” etkinliğinde, konuşmacı Hukukçu Salim Şen konuyu “hukuk” açısından ele aldı! “Yasaların”, sitemin çıkarlarına yönelik kullanıldığına vurgu yaptı! Şu tanımlar önemli; Anayasasının 11 inci maddesi; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Hukuk kuralları “toplumda yaşayan insanların birbirleriyle, toplumla ilişkilerini düzenlemek üzere devletin yetkili organları tarafından konulan, uyulması zorunlu maddi yaptırımlı kurallardır.” Şen, konuşmasında haklı olarak günümüzde yaşanan birçok olayı sıraladı! “Yasalar” vardı, ancak “uygulamada” görülen yanlış nedeniyle güven duygusu her geçen gün yok oluyordu!
“Adalete” ilişkin medyada yer alan şu bilgiye isteyen herkes ulaşabilir: “Araştırmalar yurttaşların en çok misillemeden korktukları için haklarını aramaktan vazgeçtiğini gösteriyor. Yurttaşların % 73’ü haksızlığa maruz kaldığında herhangi bir girişimde bulunmaktan çekiniyor.” Tüik’in “azalan” işsizlik rakamlarını anımsarsınız; yıllardır beklediği sonuca ulaşamayan “işsizler”, artık başvuru yaparak umutlanmak da istemiyor, yapabileceği/ karın tokluğu işlere yöneliyor! “İşsizin” başvuru yapmaması da, kurumda “işsizlik azaldı” biçiminde yorumlanıyor, Tüik bu verilere dayanarak “işsizlik azaldı” saptamasını yapıyor! Oysa “gerçek işsizlik” belirtilenin çok üstünde! Bakın, adalette öyleymiş, yurttaş “çekinceleri” olması nedeniyle “haklarını aramaktan” uzak duruyormuş! Yurttaş neden “hakkını arayamaz”? Bunu bir “toplumsal” sorun saymak kadar, “sistemin” kendini güçlendirmesinin “bir yolu” olarak tanımlamak daha yerinde olmaz mı?
***
Bugün birçok olay sonrasında “yasalar” uygulanırken “hukuktan” uzaklaşıldığı görülüyor! Hukuk, “toplumda yaşayan insanların birbirleriyle, toplumla ilişkilerini düzenlemek” değil mi? Yurttaş, “birbiriyle, toplumla iyi ilişkiler içerisinde yaşıyor” denebilir mi? Bunun için “sistemin” yaptığı çalışmalar var; boş durmuyor! Gücünün azalmasını, toplum üzerinde kurduğu baskının zarar görmesini, insanların “çizdiği yoldan” sapmasını istemiyor! İşte eğitim! “Müfredattan”, öğrencilerde “merak uyandıracak” konuları çıkarırsanız, bilimsel dersleri ya kaldırır ya da “dogmatik” olaylarla doldurursanız, bilimsellikten uzak konuları öğrencilere yüklemeye çalışırsanız… Sonra da toplumdan “hukuka” uymasını bekleyin, sokakların yaşanılır olmasını sağlayın; bu yaklaşım bilimsel mi?
***
Anakent Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın konuşması sırasında “yeni dünya düzenine” vurgu yaparken, “sermaye bir noktada toplandı, işsizlik attı, örgütler işlevsizleştirildi, yaşananlar yazgı saydırıldı, bunun ardından da çürüme başladı, liyakat yerini sadakate bıraktı” dedi. Başta belirttiğim “korana süreci”, Başkan Karalar’ın belirttiği “yeni dünya düzeninin” en belirgin kanıtı! “Sistem”, elinde var olan salt ekonomik gücüyle değil, medya gücüyle “tüm dünyada” istediğini büyük ölçekte yaptırdı! Şimdilerde platolarda çekildiği ileri sürülen, yolda yürüyen insanların dalına tutunamayan yaprak gibi dökülmesini gösteren sahnelerin beynimizde nasıl bir yer ettiğini anımsayalım!
“Sistem”, başta yurttaşların “düşünebilmesinden” korkar; onun için de “istedikleri” eğitme yönlendirirler! Sormasın, sorgulamasın, biat etsin, şükretsin! “Örgütçülük/ sendikalaşma”, bizdeki gibi demokrasinin “gelişmekte zorlandığı” ülkelerde hep sistemin koruması altında olmuştur! En açık kanıtları arasında çalışanların “açlık sınırı” altında aylıkla çalışmaya tutsaklığı, sabah karanlığında çocukların okul yollarına çıkması, insanların “doyuyorum/ yaşıyorum” diyememesi yer bulur! “Toplumsal çürüme, hukuksal bozulma”; çevrenize iyi bakın, “bunlar ne ki” diyenler çıkacak!
OKTAY EROL
“Kokuşma” baştan mı kaynaklanmaktadır, yoksa toplumun kendisinden mi? İlahiyatçı yazar Prof. Dr. Mustafa Öztürk, haftanın son günü Anakent Belediyesi’nin düzenlediği “Toplumsal Çürüme, Hukuksal Bozulma” etkinliğinde “bu sorunun” yanıtını arayarak konuşmasına başladığında, bu yaşanan olgunun “sistemsel yanı” olarak “dinsel inancı” gösterdi, “inancın” bile çıkar ilişkisi olduğunu vurguladı! Elbette “kokuşma” ya da “çürüme” uzaydan indirilmedi, bir bilinmezlik günün ışıması ile birlikte “alın bunu yaşayacaksınız/ bundan sonra buradan çıkamayacaksınız” demedi… Ama “sistem” denen bir olgu var, “sitemin” kuralları/ işleyişleri var! En yakın zamanda “komplo teorisi” adı verilse de “korona salgın süreci” buna bir örnek değil mi? “Sistem” istemediğine yaşam hakkı vermiyor; üstelik hem “bedelini” ödetiyor, hem de yaşamında “kalıcı hasar” bırakacak besinleri kolayca satabiliyor, çok olağan biçimde “yaşamına” son verebiliyor! Korona sürecini bunun dışında düşünebilir misiniz; insanlar hapsedildi, yalan görseller dayatıldı, inanmayanlar cezalandırıldı!
***
“Kokuşma”, toplumun “tercihi” olarak değil, “işbirlikçi yönetimin/ sistemin” benimsemesiyle gerçekleşir! Tarihten üç/ beş örnek vererek bunun tersini ileri sürmeniz olası, ancak onlarca/ yüzlerce örnek göstererek “sistemin” yaptırım gücünü ortaya koymak da olası! Örneğin son yirmiüç yılda yurttaşların “bugün yaşadıklarını” benimser duruma gelmesinin sıkça ele alındığını görüyorum! Bana sorulduğunda şu yanıtı veririm özellikle; “yirmi yıl boyunca bu ülkenin eğitimini bana verin, size bambaşka/ her şeyiyle yenileşmiş/ geleceğe umutla bakan/ yanlışlarını sorgulayan/ değerlerini benimseyen/ biat etmeyen/ yaşıyorum diyen bir toplum oluşturayım!”
Kimsenin bana “eğitimi al, senin sorumluluğunda” demesini beklemiyorum! O, “sistemin” işleyişine aykırı! “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” sorusunu baştan “müfredatın” için çıkacağımı bildiklerinden alanlarından uzak tutacaklardır; kendilerince haklı olduklarını ileri sürerek! Asıl bekledikleri şey “kim olduklarını” sıkça öne çıkarma kibirlerinden değil mi?
**
Her yılın kasım ayında “sistemin” firmaları çıldırmış gibi reklam/ tanıtım yaparlar medyada… Sanırsınız ki “alana” reyonları yerleştirmişler, “herkes gereksindiğini seçerek alsın” deniyor! “Bulunmadık fırsat” olarak ortaya çıkıyorlar, “bir daha olmayacak” denilerek uyarmayı savsaklamıyorlar, “hiçbir bedel ödemeden” dağıtıyorlar gibi ürünleri ortaya seriyorlar! Daha önceden üçe/ beşe katlayarak şişirdikleri fiyatı, yarıya indirerek “zorla tükettirme” çılgınlığı bu! “Nasıl oluyor bu” denilebiliyor mu; neden?
İnsanlar bu ülkede onikibinbeşyüz lirayla bir ay geçinmek zorunda bırakılırken; bir ayakkabı, bir elbise, bir kazak, bir elektronik eşya, bir yüzük/ küpe için “daha da” üzerinde fiyatların “ucuzluğundan” söz ediliyor! Gençliğin içini “gıcıklayan” mankenlerin “sırtaran” bakışlarıyla! “Kokuşmadan/ çürümeden” söz ediyoruz, değil mi? Daha besin olarak tüketilen ürünlerin “denetimini” yapmakta zorlandığımız gibi, tüketilen ürünlerin “taklit-tağşiş” olup/ olmadığı konusunda inandırıcılığı olan bir kurum da bulamıyoruz! Kime soracaksınız? Sokaklar, çocuk yaşta olanların kemerinde silah taşıyanından geçilmiyor! İnsanlar pazar atıkları arasından yiyecek seçecek denli yoksulluk içinde ayakta durmaya çalışırken, “sistemin” doymazları da kasım ayının “çılgın günlerinde” yurttaşı “kendinden” tükettirmeye çağırıyor; üstelik bir avuç “şımarık” patron çocuklarının ilgisini, tüm gençliğin “ilgisi gibi” göstererek! Sanki “bu” olgu, tüketici haklarına saygısızlık değil gibi; haydi karşı koyun!
Sürecek…
OKTAY EROL
Nobel ödüllü ekonomist Prof. Dr. Daron Acemoğlu, “Enflasyon bir semptomdur. Türkiye’de temel sorun fakirlik. Çünkü işçi ücretleri artmıyor. İşçi ücretlerinin artması için eğitim ve teknolojiye yatırım yaparak verimliliği artırmamız lazım” sözleri, gündemin konusu oldu. Ekonomistler, enflasyonu/ yoksulluğu/ asgari ücreti/ verimliliği değerlendirdi! Ekonomistlerin kullandığı “dili” herkesin anlaması beklenemez; ancak, “ekonominin” ana etmeni “insan emeği” olunca, asıl sorunun “emekçinin” yaşamını sürdürmesi için “emeğinin karşılığı” olarak verilen ücretin “yetersiz kaldığı” gerçeği nedense yanıtlanma gereği duyulmadı! Acemoğlu’na katılıyorum, “temel sorun yoksulluk”, ücretlerin aratılması için “eğitimin, teknolojinin, verimliliğin” artırılması “ana” koşul!
***
Yıllardır, “açlıkla sınanan” ücretliden “verimliliği” nasıl bekleyeceksiniz? Soru, “ücretliyi yoksulluktan nasıl kurtarırız” değil mi? “Ücretliyi” salt “emeğinin hakkını” bekleyen diye düşünmeyelim; üretici, tüketicidir de! Gerek kendinin, gerekse başka “üretenin” ürettiğini tüketecek! Bu da “neden üretiyoruz” ya da “neden daha çok üretmeliyiz” sorusunun yanıtıdır!
Ücretli “üretecek”, ancak “tüketemeyecek”! Nedeni “yoksul” oluşundan, “alım gücü” olmayışından; markete vardığında raflardaki fiyatı, pazarı gezerken tezgahı gördüğünde gereksindiği ürünleri alamayacak, alamayınca da “doyamayacak/ beslenemeyecek”! Canlının, gereken besin alamadığında yaptığı işte gösterebileceği “verimliliği” düşünün isterseniz!
***
Acemoğlu’nun “temel sorun yoksulluk” saptamasına ilişkin ekonomistlerin, “tanınmadık/ bilinmedik” yerlerden verdikleri örnekler kafa bulandırmaktan ileriye gitmediği gibi, somut biçimde “çözüm” yolları da ortaya konamıyor! Hepsini bir yana bırakalım; ülkenin/ ülkelerin ekonomilerini ayakta tutan “çalışanların”, her şeyden önce yaşamlarını “sağlıklı” biçimde sürdürmeleri gerekmiyor sanki! Çalışan ödevini yerine getiriyor, ancak yönetenler/ doymazlıklarına “sınır” tanımayınca, anaparadarları korumak için çaba harcayınca “ücretler” gerilerde kalıyor, çalışanlar yoksullaşıyor/ iyi beslenemiyor/ iyi dinlenemiyor/ iyi yaşayamıyor!
Şöyle düşünüyorum; sorunun “yoksulluk” olduğunun benimsemesine, “yoksulluğun” derinleşmesinde uygulanan ekonomi politikalarını göstermelerine karşın, çözümün “uygulayıcıda” olduğu konunun içine alınmıyor!
***
“Temel sorun yoksulluk” saptamasına tepki gösteren ekonomistlerin, ülkede çalışanın “aylık ücreti” olarak kronikleşen “asgari ücretle” nasıl bir yaşam sürdürebileceklerini merak ediyorum! Yılbaşından bu yana onbuçuk ay geçmiş, o tarihte onyedibin lira olarak belirlenen “asgari ücretin” alım gücünün yarısı erimiş, bugün için de “yeni yıl için” yüzde yirmi/ yirmibeş arasında bir artış olması için çalışmalar yapıldığı düşünülürse, “çalışanın verimliliği”, ya da gösterilecek “verimlilikle” ekonomiye katkısı ne olur?
Pazar tezgahlarında fiyatların ne olduğunu bilseniz bile, “ücretliye” ödenen “asgari ücretle” nelerin edinilebileceği bilinmezse/ sorgulanmazsa için içinden de “zor” çıkılır!
***
Ülkeyi yönetenlerin “ödevi”, karmaşık rakamlarla yurttaşı çıkmaza sürüklemek olmamalı; yoksulluktan kurtarmak olmalı! “İş gücü üretkenliği olumlu etkiliyor!” “İş gücü”, yoksullaşan emekçinin “emeği”… Demek ki, “emeğin karşılığı” alınmayınca “verimlilik” de olumsuz etkileniyor; yanıt aranması gereken sorun bu!
OKTAY EROL
Gündem dopdolu! Halkın “geçim” sorunundan başka her şey konuşuluyor! Büyüme konuşuluyor, dış geziler konuşuluyor, seçim konuşuluyor, araç fiyatları konuşuluyor, borsa/ kripto para konuşuluyor, ABD seçim sonuçları konuşuluyor, Elon Musk’ın diğer zenginlerle arasını iyiden açması konuşuluyor… Bir, başlayan kış soğuklarında yurttaşın nasıl ısınacağı, aldığı aylığı nasıl yetiştirdiği, ısınmak için hangi yolu denediği, çocuğunu okula nasıl gönderdiği, çocuğunun gereksinimini nasıl karşıladığı, evde ocağı nasıl kaynadığı konuşulmuyor! Konuşulmamaktan öte, halkın “nasıl” daha da yaşamı zorlaştırılır, içi nasıl labirente dönüştürülür “onun” çalışması yapılıyor!
***
“Asgari ücretli” yılbaşında açıklanan, açıklandığı gün pazar/ market ürünlerine yansıtılan aylıkları ile “yaşamını” nasıl sürdüğü neden irdelenmiyor/ sorgulanmıyor da, “daha da” çıkmaza sürüklenmesi için uğraş veriliyor? “İşverenlerimize sıkıntı yapmayacak bir fiyatta anlaşılması gerek” sözü kimseye yabancı değil! Aynı “işverene” bakın; yıl içeresinde çalışanının emeğinin karşılığını vermediği için “büyüdüğünü”, çalışanlarınsa elde/ avuçta ne varsa bitirdiğini görürsünüz! Elde/ avuçta olanla birlikte hem yaşamının karardığını, hem toplumsal yaşamdan ötelendiğini, hem yaşamadığını, hem doyamadığını, yaşadığı ortamda ufalandığını da görürsünüz!
“Emekliler” de var! Gerçekten “emeklinin” nasıl yaşamını sürdürdüğü “hiç mi” önemli değil! Ülkenin başına “ben daha iyi yönetirim” diye gelenler, ülkeyi sürükledikleri çıkmazın nedenini sayarken “beceriksizliklerine” kılıf olsun diye “emekli aylıklarını” da eklediklerini unutmadık! Üstelik “bir boy” daha ilerleyerek “emeklilerimize en iyi aylığı biz verdik, enflasyon altından ezdirmedik” diyecek denli “emekli yaşamından” koptuklarına tanık olduk! “Bir boy” daha ilerleyip, her yıl bir ay boyunca ülkemizde dinlence yapma olanağı bulunan “yabancı emeklilerle” karşılaştırma pişkinliklerini bile duyduk. Ama nedense hiç şaşırmadık; neden?
***
“Biri yer, diğeri bakar; kıyamet ondan kopar” mı demişti atalar? Aynı ülkenin havasını soluyacaksınız, aynı sokaklarda yürüyeceksiniz, aynı market raflarının yanından geçeceksiniz, aynı politikacıları dinleyeceksiniz… Evet, öyle! Ancak aynısını yiyemeyeceksiniz, aynısını yaşayamayacaksınız, aynısını sevemeyeceksiniz, aynı çiçeği koklayamayacaksınız! Neden?
Kimse dönemlik “soytarılıkların” peşine düşüp, üç/ beş aç göz doymazın çığırtkanlığını yaptığı “Dubai çikolatası, Dubai köftesi” peşinde zaman yitirmek istemiyor; işini yapmak istiyor, yaşamak istiyor, doymak istiyor, gülebilmek istiyor! Neden duyulmuyor, neden çıkarılmak istenen sesler bastırılıyor, neden halkın yaşamı yerine başka başka konular soğutulup/ ısıtılıp önüne getiriliyor?
***
Bu ülkenin yöneticilerinin “öncülü”, bu ülkenin yurttaşı olmamalı mı? Halk borç batağında olduğundan gözünün uyku yüzü görmediği ortada değil mi? “Borç batağında” diyorum! Borçlanmaktan başka seçenek bırakılmamış ki insanlara; çalışan da, emekli de, çiftçi de, mahalle bakkalı da, küçük esnaf da, üniversite öğrencisi de “bir tür” borçlanarak yaşamlarını sürdürüyor, adına “yaşamak” adı verilirse! Yoksa işkence mi denilmeli, büyüyen kaygılar mı demeli?
Seçimi konuşun, bir avuç denekle yaptırdığınız anketi konuşun, Ortadoğu’yu konuşun, Musk’ı konuşun, banka kasasındaki paranızı konuşun, borsada gerçekleştirdiğiniz oyunları konuşun, “ballı aylık” dağıttıklarınızı konuşun, “orantısız güçle” yaptıklarını konuşun da… Halkı da konuşun; neler yaptığını/ nasıl doyduğunu/ nasıl kaygılandığını/ nasıl acılandığını/ nasıl sabahladığını da… Uzak ya da yakın zamanda yapılacak “seçimde” halkın kapısını “koltuk sevdalarınız” yüzünde “siz” çalacaksınız!