OKTAY EROL

OKTAY EROL

28 Mart 2025 Cuma

Karalar’ın paylaşımı…

Karalar’ın paylaşımı…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Karalar’ın paylaşımı…

Duygudaşlık unutulunca böyle oluyor! Kimse “acıyı” yaşayanın yerine kendini koyamıyor! “Doymazlar” daha çoğunu almaktan uzak durmuyor! Büyüyen yoksulluğun toplumsal “felaketlere” dönüşme olasılığını gözden kaçırıyor!

Bunu salgın sürecinde insanlar her türlü zorluğu yaşarken bakanlığa dezenfektanı pahalı fiyattan alanda gördük, deprem sürecinde kimi molozların altında/ kimi yıkıntıların üzerinde can pazarı yaşarken kurumun çadırını satanları gördük, yine bir yandan can/ bir yandan açlık/ bir yandan soğuk hava/ bir yandan barınma soruna yaşanırken yardımları çalanları gördük, emekli/ asgari ücretli aldığı aylıkla “açlık” yaşarken her şeyin “iyiye” gittiğini söyleyenleri gördük, fahiş fiyatın üzerine gidileceğinin sözü verilmesine karşın zincir marketlerde fiyatların haftalık değiştiğini gördük, yurttaşın beslenme sorunu yaşarken bir de barınma sorunuyla uğraştığını gördük! Görmedik mi?

***

Çirkinleşmediği, kırılıp dökülmediği sürece “gösterileri” onun için yerinde buluyorum! Bunu da sağlayacak olan göstericiler kadar güvenlik güçleri… Duygudaşlık unutulup, bir de gösterinin güvenliğinde sorun olunca istenmeyen olaylar da gelişiyor! Gösterinin “içtenliğini” gölgelemek isteyen provokatörler her eylemde olabileceği gibi burada da kendini gösterdi ne yazık ki…

Birkaç gün önce Adana Anakent Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın bir paylaşımı vardı sosyal medyada… Paylaşımında, gelişmeleri endişe içerisinde izlediğini belirtirken “siyaset alanının dışına taşarak toplumun yapı taşı olan aileye kadar uzanan hakaretler büyük üzüntü veriyor” diyordu! Tamam eylemini yaparsın, tepkini gösterirsin, sesini duyurursun da eylemin boyutunu “aile” kurumuna dokundurunca olmaz; amaç çirkinleşir!

***

Gösterinin dağılmasının ardından, kaldırımdan giden katılımcılara “biber gazı” sıkılması ne denli çirkinse, gösteriye “çirkinlik” bulaştırmak isteyenlerin her kimin olursa olsun ailesine, değerlerine zarar verici eylemler gerçekleştirmesi/ yakışıksız “dil” kullanılması duygudaşlığın ne denli unutulduğuna en can sıkıcı örnek!

Başkan Karalar, paylaşımında şu sözlere yer veriyor: “Hepimiz farklı düşüncelere sahip olabiliriz ama ortak noktamız; bizi biz yapan değerlerimizdir! Siyasi rekabetle toplumsal değerlerimizi asla karıştırmamalıyız, onları aşındırmamalıyız. Sayın Cumhurbaşkanı’nın rahmetli annesine yönelik çirkin ifadeleri de Ekrem İmamoğlu’nun kıymetli eşi Dilek İmamoğlu’na yapılan ahlaksız saldırıları da kınıyorum.”

***

“Bu memleket, bu cennet, bu hasret bizim” değil miydi? Yurttaşın “kendini” duyurmak amacıyla yaptığı hiçbir “gösteriyi” anlamsız bulmadığım kadar, “çirkinliklerin” de “gösterinin” amacı olamayacağı düşüncesinde olanlardanım! Kimse bu “çirkinlikleri” yapanlar, kimse yurttaşın demokratik hakkını “sabote” edenler, kimse “ahlaksız” saldırıya geçenler bulunsun ki, herkes “kim” olduğunu görsün!

Neler yaşanıyor görüyorsunuz… Daha ilk günden “bunlar paçavralar/ bunlar kendini bilmezler” denilerek “yaşanılmışların” yadsınmaya çalışıldı! Bu ne denli sorunlu bir yaklaşımsa, duygudaşlığın tanınmamazlığı da sorunlu… Çirkinlikler, kırıp/ dökmeler tek pencereden bakılarak değerlendirilir, başkalarına yapılanlar umursanmazsa, ona göre de “güç” kullanılamaya çalışılırsa çok “eksiği” olan duygudaşlık büsbütün yok olur! O bir başka felaket! Karalar’ın “Bugün birileri için gösterilen duyarlılık, başkaları söz konusu olduğunda yok sayılıyorsa, burada büyük bir adalet sorunu vardır” sözünü saklayın derim!

Devamını Oku

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…

Kapısını çaldığınız komşunuza sorun, mahalle bakkalınıza sorun, tek çocuklu asgari ücretliye sorun, uzun süre görmediğiniz tanıdığınıza sorun, dışarıda öğrenci okutan aileye sorun, “iş” diye yanına vardığınız patrona sorun; “nasılsın” deyin! Aldığınız yanıt “ekonominin” içinde bulunduğu durum olacaktır! Eğer “bir kişi” içtenlikle “iyiyim, erinçliyim, sorunum yok, gelecekten umutluyum” derse, diğer duyduklarınızın tamamını yalan sayın!

Biliyorsunuz günümüzde herkes “ekonomist” oldu… İlkokula giden öğrenci bile, her gün değişen fiyatlar karşısında harçlığının yetmediğini ileri sürüyor! Bir ay önce okul büfesinden aldığı simidin, şalgamın, ayranın, bisküvinin artık ulaşılmazlığından sızlanıyor; harçlığım yetmiyor! Ev hanımının, ondörtbinbeşyüz lirayla geçinmeye terk edilen emeklinin, yurtta kalan öğrencinin, hastane kapısında randevu bekleyen hastanın, “karın topluğuna” çalıştırılan emekçinin, iş bulmak için kapıları zorlayan gençlerin dinlenmeyen/ umursanmayan çığlıkları oldu! Unutulmasın!

***

İnsanların işinde/ gücünde olması gerek, emeklerinin karşılığını alması gerek, yetişen kuşağın gelecek kaygısı olmaması gerek, yıllarını çalışmaya adamış/ primini ödemiş/ gününü doldurmuş/ emekliliği hak kazanmış olanların onurla yaşamını sürdürmesi gerek, yurttaşın yönetene güvenmesi gerek, insanların doyması/ barınması/ sevmesi/ gülebilmesi gerek!

Yapılan araştırmalar “mutluyum/ gelecekten umutluyum” diyenlerin sayısının her geçen gün azaldığını gösteriyor! Doyamayan/ gülemeyen insanların söyleyecek “bir şeyler” olmalı! “Ağlamayan çocuğa meme verilmez” özdeyişini anımsayın! İnsanlar ağlamasalar da, doymadıklarını/ açlıkla karşı karşıya olduklarını her fırsatta dile getiriyor! Seslerini duyurmak, yaşadıklarını anlaşılır biçimde göstermek istediklerinde bugüne değin yapılanlar ne oldu düşünün! “Sabır, şükür…”

***

Durduk yerde kimseyi sokağa indiremezsiniz! Basında kaç kez yer aldı; ülkemizde yapılan bazı toplantılara, mitinglere, buluşmalara zorla/ bindirilerek getirilenleri duymayan olmadı! Ben anımsıyorum, geçtiğimiz yıl Adana’da düzenlenen bir etkinlik için yurdun dört bir yanından gençler taşınmıştı, karşılaştığım biri de “abi bizi buraya otobüsle getirdiler, söz verdikleri yemeği bile vermediler” diye yakınmıştı!

Günlerdir süren eylemlerin Ekrem İmamoğlu için, daha kesinlik kazanmamış “yolsuzluklarını” savunmak için olduğunu düşünenler var! Yapmayın! Nerede yolsuzluk yapan, bu halkın alın terinden çalan, haksız kazanç sağlayan, hak etmeden alan varsa cezasını çeksin! Bu sokaklarda olanların “asıl” nedeni onlar değil mi? Çalmasalardı, hak etmediklerini almasalardı, emeğin karşılığını vermiş olsalardı “kimin” ne işi vardı gecenin ayazında, tazyikli suyun/ biber gazının karşısında?

***

Bunu yurttaşın “yaşadıklarını” anlatmak olarak düşünün… Emeklinin/ asgari ücretlinin aldığı aylık temel gereksinmelerine yetmemiş, kira bedeli karşısında ezilmiş, yaşadığından habersiz olan yurttaşın sesi olarak düşünün… Düşünün ki bir kamusal alandasınız… Her yaştan bekleyenlerle dolu salon! On masadan yalnız üçü gelenlerle ilgileniyor! Diğer masalarda oturanlar kendilerince bir şeyler karıştırıyor bilgisayar ekranında… Kalabalık bir türlü azalmıyor!

Saatler geçiyor… Kimin ne iş yaptığını da anlamıyorsunuz, uzun süre karşılıklı oturmalara tanık olduğunuzda “sinir” uçlarınız geriliyor, kendince bilgisayar klavyesiyle ilgilenen birinin yanına varıp, “kalabalık bir türlü azalmıyor, çabuklaştıracak bir şeyler yapsanız” diyorsunuz…  Salt gözünüzün içine bakıp homurdanıyor; sözünüze eklemeler yaptığınızda da beklememizi söylüyor! Yeniden bekliyorsunuz, değişen bir şey olmayınca da “yüksek sesle” tepkinizi gösteriyorsunuz! Kapıdaki güvenlik “kışkırtıcı” olmakla suçluyor, yeniden sesinizi yükseltiyorsunuz, bu arada kalabalıktan size katılanlar oluyor, odasından çıkan müdür ortamı yatıştırmaya çalışırken tepkinizi sürdürüyorsunuz… Sonra masalardan bir kaçının daha müşteri aldığını, kalabalığın yavaşça azaldığını görüyorsunuz…

***

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça/ dökmedikçe, içinde “hak” barındırdıkça “sokak” bana bunu söylüyor!

Devamını Oku

Gençler “ne” istiyor?

Gençler “ne” istiyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Gençler “ne” istiyor?

Kırmak, dökmek, yararsızlaştırmak hoş değil! “Aydın” olmanın tanımı yapılırken bile “doğayı bozmadan yararlanmak” öznesi öne çıkar! Gülen gözleri söndürmek, kıpır kıpır kaynayan yürekleri mutsuzlaştırmak, doğan günün aydınlığına aldırmadan karartmak yarar sağlamaktan öte, zarar vericidir! Yaşamı daha köreltir, duygudaşlığı yok eder, gülüşleri/ sevişleri/ umutları ezer geçer!

Gençlik, diyoruz ya; ne yapıyor bu gençler? Ne yapıyorlar ki; bir şeyler yapamadıkları, yapamadıkları için kızgınlar! Şimdi sokaklar gençlerle kaynıyor! Çok bilmişler “ne işiniz var” diye kızıyor! Öyle, “işleri yok” işte! Okullu olmuşlar, yıllarını okullara vermişler, tam yararlı olmak için yola çıktıklarında durdurulmuşlar! Hiçleştirilmişler, umursanmamışlar, “aileye yük” oluşlarına kızmışlar!

***

Şimdi yurdun dörtbir yanında Ekrem İmamoğlu protestolarından söz ediliyor! İmamoğlu’nun diplomasından, adının karıştığı yolsuzluklardan… Kim yolsuzluk/ haksızlık yaptıysa, kim hakkı olmayanı aldıysa, kim emekçilerin “açlık sınırı” altında yaşamasında etmense, kim halkın enflasyon altında ezilmesine neden olmuşsa, kim gençlerin önünü kesmişse bedelini ödesin! Sokaklarda “ses” yükseltenlerin “tek” amacı da bu; insanlara bu yoksulluğu yaşatanlar bulunsun, cezalandırılsın!

Yer bilimci, akademisyen Ali Mehmet Celâl Şengör’e, “enflasyon nasıl çözülür” diye sormuşlar. Şengör’ün yanıtı oldukça kısa olmuş, “haksız kazanç sağlayanlar aldıklarını yerine koysun, ülkede enflasyon diye bir şey kalmaz” demiş! Gençler, başta bunu istiyor! Adı kimin yolsuzluğa/ haksızlığa karışmışsa, herkesin görebileceği/ anlayabileceği/ konuşabileceği bir biçimde ortaya çıkmasını istiyor; hiçbir şeyin kalın duvarların arkasında kalmasını, suçlunun “hakkı var” gibi dolaşmasını istemiyor!

***

Sokakta gençlerin, özellikle üniversite gençliğinin sesleri yükselirken yaşadığı zorluklar görmezlikten geliniyor! Örneğin, gençlerin “yaşam hoşnutsuzluğunun” her geçen gün daha da büyüdüğü unutuluyor! İşsizlik, ekonomik belirsizlik, gelecek kaygısı, eğitimle iş olanaklarının erişiminde yaşadıkları gözden kaçırılıyor! Ancak soru kısa; neden kızgınlar?

Çeşitli çevrelerden, özellikle de ekranların “iktidar” yanlısı “tiran” özentili isimlerinden sıkça duyuluyor! Annelere, babalara “gençleri sokağa göndermeyin, sonu iyi olmaz” çağrıları yapılıyor! Aslında “korkun” deniliyor! Gençlerin kendilerini “özgürce” anlatması korku salıyor olmalı! Gençlik “ne istiyor” diye soruyorlar ya… Düşündüklerini özgürce söylemek, fırsat eşitliğinden yararlanmak, ekonomik bağımsızlığını sağlamak, nitelikli bir eğitim görmek, iş olanaklarına erişmek, sosyal adalet, daha iyi yaşam koşulları… Gençler bunların büyük bölümüne erişmekte zorluk yaşayınca, ekonomik/ sosyal güvensizlik de bunlara eklenince kendi yurdundan yurtdışına çıkmak istiyor; bu iyi mi?

***

“Bu memleket, bu cennet, bu hasret bizim” olduğunca, bu gençler de bizim… Susanıyla, konuşanıyla bizim… Kırmadan, dökmeden, üzmeden, anlayarak… Herkes sürecin karmaşıklığından söz ediyor; katılmıyorum, duyarlılık gerekiyor, duygudaş olunması gerekiyor o kadar! Bırakın seslerini duyursun gençler, bırakın öfkelerini ortaya koysunlar; ses/ öfke değil, bunların olmaması daha büyük tehlikedir… Geleceğin bireylerini başka biçimde anlamanın yolu yok! Özgürlüklerini/ örgütlenme haklarını kısıtlayarak, umutlarını edilgenleştirerek sorun çözülmez ki… Barışçıl yollarla hak arayışını sürdürmelerini, dayanışmalarını görmeden olmaz!

Hiç kırmak ya da parçalamak yanlısı olmadım; bunları yapanla da yan yana durmayı düşümde bile görmeyi istemedim! Geçmez gece boyları uzak olsunlar benden! Gençlik gelecekse; gelecek gülebilmeli, sevebilmeli, coşkusunu/ tepkisini gösterebilmeli… Başka türlü yaşadığını, var olduğunu kanıksayamaz ki…

Devamını Oku

“Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim…”

“Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim…”
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

“Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim…”

Neler yaşıyoruz böyle? Sabahlar daha karanlık, geceler daha bilinmeze sürükleniyor gün geçtikçe! Neye başkaldırır ki insan, ya da neye boyun eğmek zorunda bırakılır? Daha günler soğuk; geceler bir o denli titretirken yürekleri, alanlar neden dolu böyle, sokaklar neden hırçın? Yaş sınırı da bir başka; her yaştan kalabalık… Yaşı doksanında demeyin, ya da daha ilkokul çağında “ne bilir” sınırına koymayın! Sevmediği, yaşamında olmasını istemediği, sevincini bozan bir şeyler olmalı…

Oysa insanların ne güzel “bizim” dedikleri var. “Bizim” diyerek sarıldığı yurdu var… Nazım aslında en içtenini söylemiş, “dörtnala gelip uzak asya’dan/ akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket, bizim- bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ bu cehennem, bu cennet bizim” demiş dizelerinde… Evet, bizim; bizim de neden her şey yalan?

***

Kaç gündür böyle? Güzel olanları tümden unuttuk mu ne? Sanki hiç sevmemiş gibi, gülmemiş gibi, sarılmamış gibi olduk böyle? Haydi söyleyin; neyimiz iyi? Gülüşümüz mü, duruşumuz mu, anlayışımız mı, gelecek düşüncemiz mi? Ekmekler küçüldü, şu üç/ beş günlük sürede unutmayın; daha küçüleceği günler var ileride! Birileri daha da doyacak! Biraz daha geçen gün gördüklerinden/ dokunduklarından/ sevdiklerinden uzaklaşmaya açık günler… Ne tüketiyorsa daha da azını sağlayabilecek!

Kim için, kimi korumak için, neyin bedeli bunca yaşananlar? “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” giyerek sevebilirdik! Yeter ki günlerin üzerine kara bulutlar örtülmeseydi, yeter ki duygudaşlık sağlanabilseydi, yeter ki “hakların” çiğnenmesine izin verilmeseydi… Bir gülmeyi bilebilseydik!

***

“Düşündüğünü” söyleyememeyi hiç sevmedim! Beni kimse sevmeye zorunlu olmadığı gibi, benden de kimse “kendini” sevmek gibi bir duygu içinde olmamı beklememeli! Buna karşın sevmediklerimin de, sevdiklerim kadar yaşama/ doyma haklarının olduğunun da savsaklanmasını doğru bulmam! İnsan dünyaya gelmişse “önce” doymalı… “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” olduğu için; birbirimizi anlayarak da yaşayabiliriz! “İlle de yanımda olacaksın, ille de benim gibi düşüneceksin, ille de doğrularımı doğru sayacaksın” tutumu “baskı” anlamına gelebileceği gibi, “nefreti” de birlikteliğinde getirir! Bunu nasıl isteyebilirim ki, ya da bunu benden kimin isteme hakkı olmalı?

Yaşam bir kavga, ancak “onurlu” bir kavga… İnsan “doğrularının” ardında koştukça kavgası da ışkın yayar dört bir yana.  “Doğrularıyla” geleceği aydınlattıkça da kalıcılaşır, unutulmazlaşır! Doğruların doğrularıma uymamış olsa bile, “doğrularına” inanmış olman bana yeter; yeter ki başka “doğruların” önüne duvar olma, özgürce konuşulabilmesini sağla!

***

Sokrates, baldıran zehriyle öldürülmeden önce karısı yanına gelir, “ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” diye ağlar. Sokrates, karısının yüzünü avuçlarına alır, “evet, haklısın haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürselerdi daha mı iyiydi sence” diye sorar. Sokrates’in bu sözü İkibinbeşyüz yıldır konuşulur; peki, onu “gençliği” zehirlemekle suçlayıp baldıranla ölüme götürenlerden bugün adı bilinen, konuşulan, adına “bilgi şöleni” düzenlenen var mı? Bulamazsınız, aradığınızda birkaç isim bulmuş olsanız bile, “sürekliliği” olmayacağından unutursunuz!

Yaşam böyle bir şey işte! “Doğrularına” sahip çıkmak kadar, “doğruların” yaşanılan tarihsel süreci aşması da gerekir! İçinde bilginin, içinde sevginin, içinde duygudaşlığın da olması gerekiyor! “Bir ben” denerek olmuyor başta, “bir ben” denerek/ yaşamın ayrıntılarına tutu koyarak da olmuyor! Çünkü o zaman insan doyamıyor, o zaman yaşayamıyor! Bellekte kötü izler bırakan “süreçler” kalıyor! Unutmayalım, “bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” …

Devamını Oku

Dargelirli olmadan piyasayı canlandırmak…

Dargelirli olmadan piyasayı canlandırmak…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Dargelirli olmadan piyasayı canlandırmak…

Şeker Bayramı yaklaşıyor ya, her bayram olduğu gibi “yine” işyerleri beklenti içerisinde… “Bayram” ya; insanlar bayramlıklarımı alacaklar, çocuklarını sevindirecekler, gelecek konuklarına ya da gidecekleri yerler için “hediye” hazırlıkları yapacaklar, sunacakları yiyecekleri/ içecekleri karşılayacaklar…

Çok mu; elbette değil! Bayramda “insanın” kendini bile sevindiresi geliyor! Üç günlük de olsa “kent dışına” çıkmayı, eşiyle/ çocuklarıyla yurdun güzel yerlerinden birini gezmeyi/ görmeyi, özgür olmayı istiyor! Bunların hiçbir çok “şey” değil! İnsan doğduysa, doğanın eşsiz güzellikleri de varsa, yaşamdan bunları alacaklı! Sınırla çevrilmiş devletler, devletler de yönetenler, yönetenlere verilen yaptırım gücü yoksa neden var ki? doğanın varsıllıklarını “eşitçe” üleştirmek için değil mi?

***

Öyle ya; gereksinmeleriniz var, bir çocuğunuzla birlikte bayram alış-verişine çıkacaksınız… Ülke nüfusunun büyük bölümünü oluşturan asgari ücretli çalışanısınız… Önce evinizin kirasını ödediniz, ardından elektrik/ su/ doğalgaz faturalarının bedelin ayırdınız, haftalık pazar masrafıyla market gereksinmelerinizi de çıkardınız…

Bayramı “bayram tadında” yaşamak, çocukların “şeker yiyebilmesini” sağlamak, gülebilmek güzel değil mi? Asgari ücretten elde ne kaldıysa artık, neyi edinmeye güçleri yetecekse artık… TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, yaklaşan bayram öncesinde piyasalardaki hareketliliğin artmasını beklediklerini söylemiş! Yurttaşın alım gücü var mı, gereksindiği ürünü alabilecek mi; düşünülen o değil! İşyerleri yoğun olsun da, piyasa canlansın da, esnafın cirosu artsın da, tüketim artsın da; insanlar güçleri yettiğince mi alır, yoksa kredi kartlarına mı saldırır kimsenin umurunda değil!

***

“Toplumsal sevinç” sayılan günlerin öncesinde yine “alışılmışlar” yaşandı; ürün fiyatları artırıldı! Biliyorsunuz, bu ya da benzeri durumla karşılaşanlar geçtiğimiz aylarda “şikayetçi olun” uyarısıyla karşılaştı! Markete vardığınızda, fiyatları “fahiş” görmüşseniz eğer hemen telefona sarılıp “şu marketteki şu ürün” diyeceksiniz! Peki, ülkenin “bu işleri” denetsin diye görevlendirdikleri ne iş yapıyordu ki; yorgun mu düşmüşlerdi?

Yanık olduğum iki ürünü buradan yazayım: orucun ilk günlerinde otuzbeş liraya satılan arası çikolatalı paketlenmiş bir bisküvi vardı; ünlü/ bilinen markalardan! Gün gördüğümde elli lira olmuştu! Sordum, o zaman indirimdeymiş, bu gerçek fiyatıymış! “İndirimli fiyatı zararına vermiş olamazlar değil mi” diye sordum, “elbette” dedi! “Alış fiyatı bile olsa yüzde altmış kazanması haksızlık değil mi” diye sordum; sorum yanıtsızdı! Yine Adana’nın çok bilinen şeker sucuğu… Orucun ilk günlerinde kilosu ikiyüz liraydı, dün vardığımda ikiyüzelli lira olmuş! “Şeker mi zam geldi” dedim, “Hayır” dediler! “Yüzde yirmibeş zam neden” diye sorduğum da “patron öyle istedi” dediler!

***

TESK Genel Başkanı Palandöken, açıklamasının bir bölümünde tüketiciyi uyarıyor. Tüketicinin nitelikli ürünler seçmesin isterken “Alışveriş yaparken hem kaliteli hem de uygun fiyatlı ürünler seçilmeli. Özellikle merdiven altı üretimden çıkan temel gıda ürünlerine, çikolataya, şekere dikkat edilmesi gerekiyor. Ucuz diye denetimsiz yerlerden ürün alınmamalı” diyor. Ancak “bunun” nasıl olacağını söylemiyor! Merdiven altı ürünleri yeğlemeyin, diyor; hepsi o kadar!

Ülkenin ücretli çalışanı ne aldığını ne harcadığını ne de tükettiğini bilmiyor sanki… Koltuğa oturan herkes “kişisel gelişimci” oldu, insanlara “akıl” veriyor! “Alım gücün var mı, doyuyor musun, bayram hazırlıklarını yaparken zorlanıyor musun” diye soran yok! Hele “emeğinin karşılığını alıyor musun” diyen hiç yok! Piyasayı canlandırmanın, daha çok tükettirmenin yollarını arıyorlar! Oysa dargelirli yurttaş yine doyumsuz, yine gereksinmelerini sağlamaktan uzak, yine çocuklarına bayramlık alamamanın hüznünde, yine bayramda “küs gibi” sokaklara; bakmayı denerseniz göreceksiniz!

Devamını Oku
teslabahis casinoport pashagaming betkom mislibet casino siteleri
istanbul eşya depolama