20 Kasım 2024 Çarşamba
Bizim gördüklerimiz, bize anlatılanlar neymiş ki; tüm televizyon kanalları canlı bağlantılar yapmasına karşın nedense “kurtarma ekipleri” konusunda pek de iç açıcı bilgiler yok!
Antep ne olmuş öyle? Trabzon Caddesi’ni bildiğim biçimiyle anımsıyorum! Yerle bir olmuş cadde boyunca! Ardından Antakya… Hiç bildiğim/ gördüğüm yerler değil sanki! Savaş alanlarının bundan “yıkık” olabileceğini düşünemiyorum!
Reyhanlı’da dayım var, onu arıyorum, “Adana’da yaşadığınızı beşle/ onla çarp” diyor, sarsıntının büyüklüğünü anlatırken!
Sosyal medyada okuduğum “öyle bir yere geldik ki/ hiçbir sokağın ne adı var/ ne de numarası;/ kısaca kaybolduk” dizeleri öyle açık/ net anlatıyor ki dayımın sözlerini…
Televizyonun her kanalında ayrı bir “çığlık sesinin” haberi veriliyor!
***
Bu yapılar kartondan mıydı da uçup gitti/ yerle bir oldu? Demirdendiler, çimentodandılar, kumdandılar! Bir yapının oluşmasında bunlardan önce gerekli olan olmazsa/ olmazlar vardı; yoktular!
Yıkımın daha ilk günü göçük altından çıkarılanlar, kurtarılan canlar, yükselen çığlıklar…
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “bak şu bebelerin güzelliğine/ kaşı destan/ gözü destan/ elleri kan içinde/ kör olasın demiyorum/ kör olma da gör beni” dizeleri geliyor aklıma, yaşananları izlerken!
***
Barınmak, insanların başlarını rahatça yastığa koyacakları yuvada yaşamak en temel hakları değil miydi? Buralarda yaşamaya kim tutsak etti? Kim çürük/ eğreti yapılarda hapsetti insanları, buraları kim albenili sözlerle yapıp sattı, kim buraların yaşam alanı olduğuna karar verdi, imara açtı, “yaşanılır” diye onayladı, yılların emeklerini çaldı?
Geceydi, Türkoğlu’dan biriyle görüşürken “şu an olduğumuz yer yıkıklarla dolu, hiçbir kurtarıcı yok, kendi olanaklarımızla babamı kurtardık, annem göçük altında, bu anlattıklarım daha azı” dedi, hıçkırıklara boğuluyordu, uzağında olmamıza karşın gözlerimiz doluyordu!
***
Bu işte bir yanlış olmalı! Bugüne değin gelmiş/ geçmiş tüm merkez yönetimler, yerel yönetimler, biri beşe katlayarak kazanan inşaat yüklenicileri, insanları yüksek beton yapılara tutsak edenler, emekçiyi mülksüzleştirenler hepsi birden suçluydular!
“Lüks yaşam alanı” dedikleri yerler, “dehşetin ortasında bir umut” diye çığlıkları yükselenlerin yeriymiş meğer, canın hiçe sayıldığı yerlermiş…
***
Bir televizyoncunun anlattıkları “yanlış” yapanların “utanmasına” yetmeli, şöyle diyordu:
“Geceydi, aracımızı kalacağımız yerin iki/ üç kilometre uzağına bıraktık! Yol boyunca yapılardan fırlayan molozların arasından geçtik! Yıkıkların altından sesler geliyordu, ses veremiyorduk! Ses verip umutlandıracak çalışma aletimiz yoktu! Parmak uçlarımıza basarak oradan uzaklaştık! İnanın kendimden, insanlığımdan utandığım andı o!”