04 Şubat 2025 Salı
Başkan Mustafa Atlı "Yerel Yönetimler" Konulu Panelde Gaziköy Lisesi Öğrencileriyle Buluştu
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
HAKKANİYET ÇEMBERİ
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Neden mi mutluyum,
OKTAY EROL
Geçtiğimiz yıl kira zammı yüzde yirmibeşle sınırlıydı. Temmuz ayında alınan kararla oniki aylık Tüketici fiyat endeksi ya da kısaca TÜFE verileri göz önünde bulundurularak hesaplanması benimsendi. Her ay açıklanan Tüik enflasyon verileriyle birlikte yapılacak olan kira zammı da ortaya çıkmış oldu! En son açıklanan verilerde, oniki aylık ortalamaya göre TÜFE’deki artış yüzde 56,35 olarak belirtildi. Geçtiğimiz ay yirmibin lira olan kira bedeli onbirbinikiyüzyetmiş lira artarak otuzbirbinikiyüzyetmiş liraya yükselmiş oldu!
Yeni yıla girmeden, pasta/ börek/ çay oturumları yapılarak asgari ücretin belirlenmesine “katkı” koyan komisyonun “emekçiyi kurtarıcı” çabalarını anımsayın… Ücretlilerin yaşamına nitelik katacak, ancak işvereni/ patronu üzmeyecek bir “artış” için çalışmalar sürdürüldüğü yineleniyordu sıkça! Yılda bir kez yapılan asgari ücret artışı yüzde otuz olarak açıklandı! Ücretlinin “nitelikli yaşamı”, daha aylıklar alınmadan “açlık sınırının” altına düştü! Önce de olduğu gibi işveren/ patron, daha kasasından “ücretler” çıkmadan ürünlerinin etiketlerini değiştirdi! Yaşandı bunlar!
***
Yaşananlar garip değil mi? Komisyonlar kuruluyor, toplantılar yapılıyor, ancak çalışanın “yaşamını” ilgilendiren kararlar da çalıştıranların “kazanması” öncelik taşıyor! Seksenli yıllarda çok konuşulan Turgut Özal’ın kullandığı “ben zenginleri severim” tümcesi, kimin için geçerli değil ki? Ekonomi konuşulurken de, enflasyon tartışılırken de, fiyatlara yeni düzenlemelerin getirileceği söylenirken de “patronun” daha da büyümesi düşünülerek çabalar harcanır!
Oysa bir de “patronun” iş makinelerini çalıştıran, onunla üretim yapan “ücretli çalışanlar” var! Onlar da yaşamak, sorumlu oldukları ailelerinin geçimini/ gereksinimini karşılamak zorundadır! Yeni yılla birlikte açıklanan, şubat ayında ilki alınacak olan “asgari ücret” yirmiikibin lira! Bununla kirasını ödeyecek, çocuğunu okula gönderecek, tenceresi kaynayacak, mevsimsel gereksinimini karşılayacak, sosyal yaşamına katkı sağlayacak, elektrik/ su/ doğalgaz faturalarını ödeyecek… Bunlardan hangilerini yaşamından atabilir, ya da tümünü yapması için aldığı aylığını her birine nasıl paylaştırmalıdır? Korkunç bir durum değil mi?
***
Geçtiğimiz günlerde “fahiş” satışlara ilişkin “boykot edin” biye bir açıklama yapılmıştı anımsayın… Markete gidiyorsunuz, tencerenizde yemek yapmak için “temel ürünleri” alacaksınız, yanına tuzunu/ yağını/ soğanını koymak zorundasınız! Fiyatı “fahiş” olduğu için hangisini ayırmanız gerekir? “Fahiş” derken, marketlerde son bir ayda yağın ederi yüzde onbeş/ yirmi dolayında zamlandı! “Temel ürünlerden” hangisine “zam” gelmediğini söyleyebilirsiniz? Ya da “boykotu” hangi ürüne yapmalı?
***
Kira, diyoruz! Canlının en temel hakkıdır barınmak, doymak, yaşamak! Kiraya gelen “zam”, asgari ücrete gelen “zammın” neredeyse iki katı! Ücretli çalışan emekçi daha işin başında “ev kirasını” ayırmak zorunda! Kalanla da geçimini sağlamak zorunda! Çalışanın nitelikli yaşamından söz ediliyordu! Ekmek küçülerek, temel gereksinmelerden uzak durarak, sıkıntı/ kaygı artırılarak hangi “nitelikli” yaşamdan söz edildiğini anlayabilene aşk olsun…
Ne olacak şimdi? Asgari ücretli çalışanın aldığı aylık gereksinmelerine yetmiyor, emeklinin içinde bulunduğu koşulları söz etmiyorum bile… Ne olur bunun sonu? İnsanların aç kalarak, ya da borçlanarak dayanma gücü nereye dek sürebilir? İstediğince “iktidarın” çeşitli kanatlarından “son yirmi yılda aylıkları katladık, kimseyi enflasyona ezdirmedik” açıklamaları gelsin; tamamı “algı”, tamamı “yaşayanın aklıyla oynama” biçimi! Bunlar “şükret” ile aşılamayacak!
OKTAY EROL
Siyasi partilerin il örgütlerinin “yerel” konuların dışını yeğleme hastalığının başka ülkelerde olup/ olmadığını merak ediyorum! Yaşadığı kentin birçok sorunu olsun, sorunlar her gün biraz daha kabarsın, kimi de belirsizliklerin içinde yitip gitsin! İl örgütleri çoğu zaman bunları görmezden gelsin, ülkede yaşanan sorunları dillendirsin ancak burnunun dibindeki olayları sorgulamaktan uzak dursun! Bu acımasızlık, yerini bilmezlik, yaşadığı kentin sorunlarından kaçıştan başka anlam da taşımaz!
Adana’nın onca sorunu varken partinin il başkanı “bakan ile belediye başkanının görevden alınması taraftarıyız” desin! Ne olduğunu anımsatayım: Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi’nde yetmişsekiz kişi yapılması gerekenlerin savsaklanması nedeniyle yaşamını yitiriyor. Yasada denetleme/ izin verme yetkisinin kimde olduğu “açıkça” belirtilmesine karşın günlerdir tartışılıyor! İnsanların kafası allak/ bullak oluyor! Kimyalar değişiyor! Haber kanallarının “here şeyi bilen” değişmeyen sözcüleri, akıl almaz laf cambazlıklarıyla “sorumluyu” kurtarma yarışına girişiyor! Donup kalmanın dışında, açıklamasını yüz yüze dinlediğim bir partinin il başkanı da yer yer “iktidar” kayırmacılığına toz kondurmak istemeden “bir ondan, bir bundan” diyerek ortaya “çözüm önerisi” sunduğunu sanıyor!
***
Hangi partinin “il başkanı” olduğunun hiç önemi yok! Bugüne değin “hep” böyle oldu! Bir kentimizde tren kazası oluyor onlarca yurttaş yaşamını yitiriyor, bir başka yerde yüzlerce maden işçisi yerin metrelerce altında kalıyor, yüzlerce yurttaş dayanaksız yapıların molozları altında can veriyor, Bolu’da çıkan yangında onlarca yurttaş yanarak yaşam ocakları söndürülüyor! Yerel yöneticiler bir yandan olayı kınıyor, bir yandan suçluları belirliyor, bir yandan da kesilecek cezayı ortaya koyuyor!
İnsan olarak yaşananlara üzülmek gerekir, ancak yaşananlarda kimlerin payı varsa/ kimler ödevlerini yerine getirmemişse “kimseye” ödün vermeden ortaya çıkarılmalı, ardından da “eksiklikler” konusunda çalışmalar/ araştırmalar yapılmalı! Bunun bir başka yolu yok! Bu olayın birini koruyup/ kollamak adına yapılması iğrenç! Bununla birlikte yerel yönetimlerle, yerel siyasetçiler aynada uzun uzun kendilerine bakmalı…
***
Olayları kınayarak, “suçlulardan hesap sorulacak” denilerek sorunlar çözülmüyor! Üstelik, her gün “biçimi” değişen can almalar ortaya çıkıyor! Gerçekten Soma faciasının sorumluları kimlerdi, ya da yüzyılın depreminde yaşamını yitiren binlerce yurttaşın yaşadıklarının sorumluları bulundu mu, daha yakın zamana gelelim; Narin’e, neden/ kim tarafından kıyıldı? Listeyi uzatmak olası, ancak yorucu…
Yaşanan her “katliam” benzeri olayın ardından, “başta” sorumluları aklamak için çırpınanları gördükçe dellendiğim kadar, “sorumluluğunu” üzerinden atmak için alışılmadık “taklalar” atanların, onları kollayanların nasıl bir “beyin” taşıdıklarına şaşırıyorum! Onun için “dilek” yağdıranların da, “hesabı sorulacak” diyenlerin de, “kimsenin hakkı yerde kalmayacak” sözlerinin de bende bağlayıcılığı yok!
***
Kartalkaya’da yaşatılan felaketin ardından, tüm konaklama tesislerinde, çok katlı yapılarda, başka yaşam alanlarında “aynı felaketin” yaşanmaması için neler yapıldığını, politikacıların bunları ne denli gündeme getirmediklerini, yöneticilerin/ sorumluların nasıl bir tutum sergiledikleri salt Adanalılar açısından değil, tüm kentlerin yurttaşları için önem taşıyor!
Etrafınıza bakın… Koca kent yarı göğe yükselen, birçok köy nüfusundan daha çok insanı barındıran betondan yapıların herhangi bir doğal yıkım ya da savsaklamalardan kaynaklı “facialara” karşı ne denli önlemli? Kaçış merdiveni, yangın sensörü, erken duyurma/ bildirme düzeneği, kurtarma ekipmanı ne denli yaşam kurtarmaya odaklı? Sözümün özü; siyasi partilerin il başkanları bu konularda sorulacak soruların yanıtına kendilerini hazırlamalı her şeyden önce, yaşadığım kent Adana için ne yaptıklarını sorduğumda “iktidar” koruyuculuğa bürünmeden-…
OKTAY EROL
Geçtiğimiz günlerde, zincir marketlerden birinde yağ ile deterjan almak için reyonları dolaştım! Raftaki fiyatlara bakarken, yanımda duran biri “bakın, bu ürün yılbaşından önce seksen liraydı, şimdi doksanbeş lira olmuş, üstelik yeni asgari ücretin ödenmesine de onbeş günden çok var” dedi. Yağ bidonlarını araştırırken, beş yerine dörtbuçuk litreye düşürülüp “göz boyanmasına” izin verilen öyle çok ürüne rast geldim ki; yağdan yarım litre kırpmışlar, bazı paketlerde on/ yirmi grama dek inen eksilmelere ses çıkaran, “yapmayın” diyen, “bu haksız kazanç” tepkisini gösteren demek ki olmamış! Fiyatlandıran kendine/ gücüne inanıyor, yurttaş da susturulmuş, yasal bir sürecin başlatılması da bir anlam taşımayınca “sonuç” bundan başka bir şey olmuyor! Saldırın, dargelirlinin kazancına!
***
Bir “ürün” nerede uygunsa “oradan” almak gerekiyor ya; onu nasıl yapacaksınız? Birbirine arası beşyüz metre uzaklıkta olan iki/ üç market arasında karşılaştırma yapmak zorunlu! Alacağınız ürünü buluyorsunuz, üzerindeki fiyatı aklınızda tutup diğerine koşturuyorsunuz… Bir de oradaki fiyata bakacaksınız da; bidonların üzerindeki “isimler” değişmiş! Üzerinde yazan içeriklere bakıyorsunuz, tartısına bakıyorsunuz, görebiliyorsanız ürünün rengine bakıyorsunuz; sonuçta tüketeceksiniz, “tağşiş” olmamasına özen göstermek zorundasınız, bağışıklığınızı/ sağlığınızı bozacak özellikleri olandan uzak durmak istiyorsunuz…
Yalnız marketin zincir olmasına bakarak “güven duymak” pek de anlamlı değil! Arada bir de olsa yayımlanan, doğru olup/ olmadığı da tartışma konusu olan “ünlü” markaların “tağşiş” ürün sattığına ilişkin her gün yeni bir haber… Yurdun dört köşesinde binlerce şubesi, onbinlerce çalışanı olsa da “güven” konusu tartışmalı… “İki arada, bir derede” gibi; güvenseniz bir türlü, güvenmeseniz bir başka!
***
Adını ilk kez duyduğunuz “gıda ürününü” almakta ikirciklenmek, günlük yaşamda öylesine çok yaşanmışlıklar olunca abartısız eksik olmuyor! Yağ reyonunun önünde durduğumda, iki ay önce aldığım markanın etiketine baktım; ikiyüzelli liranın altındaydı, şimdi üçyüz lira olmuş! Sonra bir de deterjan, koyu mavi renkli bir bidon o da doksan lira… Ödeme noktasında sıramı bekliyorum!
Benden önceki müşterinin ürün cinsi çok… Çikolata, bisküvi, baharatlar, çeşitli ürünler… Her birinin barkodunu teker teker okutmak, onları poşete koymak, ödemesini yapmak, kasadan ayrılmak… Sıradayım, ürünleri kasanın önüne bıraktım. Kasiyer, barkotları okuttu; rakam beklediğimin üzerinde… Doksan liralık deterjan, raftan kasaya gelene dek yüzon lira olmuştu! Kasiyer hızla deterjanın olduğu rafa gitti, döndüğünde elinde “etiket” vardı! “Siz haklısınız” dedi, toplamı düzeltti, kendimi marketten dışarı attım! Hepsi bu kadar! Ayak üstünde değişen fiyatlar… Yaşadım bunu! Adını siz koyun!
***
“İktidar” sözcülerinin dedikleri geçti önümden! İş başına geldiklerinde emekliler ne alıyormuş, şimdi ne alıyormuş? Öğrenci bursları bundan çeyrek yüzyıl önce neymiş, şimdi ne olmuş? Eskiden neler yaşanıyormuş, şimdi neler… Benzeri sözler inandırıcılıktan uzak bana!
Ekonominin iyi yönetilmediğini, bunun da dargelirlileri her gün büyüyen kaygılara sürüklediğini düşünenlerdenim! Sokakta rahatça yürünmediğini, yaşam alanı konutların güvenli olmadığını, yediklerimizin “tağşiş/ fahiş” yönünden iç kararttığını, “güven” konusunda çürümeler yaşandığını, tüm bunlara karşın “iktidarın” sözcülerinin/ yanlılarının umursamaz olduklarını düşünüyorum!
OKTAY EROL
CHP’li belediyeleri “topal ördek” yapacaklarını söylemişlerdi! Yüzyılın doğal yıkımı şubat depreminin ardından “merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez, Hatay’a geldi mi, şu anda Hatay garip kaldı” denilmiş, günlerce konuşulmuş/ “iktidara” yakın haber kananlarında savunulmuştu! Yerel yönetimlerin, merkezi yönetimle aynı siyasi partiden olmasının “belirgin” yararları olacağı gündemden indirilmemiş/ alkışlanmıştı!
O zaman yurttaşın özgür istencinin (=hür irade) anlamı oluyordu sanki! Yerel yönetimler başarılı olmak istiyorsa, merkezi yönetimden kolay yoldan destek almak istiyorsa “iktidara” yakın olmalıydı! Ya da CHP’li seçmenin oyuyla Yüreğir Belediye başkanı olan Ali Demirçalı’nın bir türlü açıklamadığı “rüşvet” olayı nedeniyle “iktidara” şirin görünme çabası içinde olmalıydı!
***
Adana Anakent Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın tutumu net! Duruşundan, siyasi görüşünden, dünyaya bakışından ödün vereceğini düşünmem, düşünen olursa da somut belgeler sunmasını isterim! Ne pahasına olursa olsun, oyunu aldığı “seçmeni” savsaklamaz… Verdiği sözü, kendinden kaynaklanmayan nedenlerden ötürü geciktirebilir, ancak unutacağını sanmam! Benim de yer yer kızdığım tutumları olmuştur, o da “benden” kaynaklanmayan nedenlerden!
Karalar’ın bu içtenliğini yurttaşın içine girdiğinde gözlemlemek olası! Yurttaşın, Karalar’a anlayış göstermesinin nedeni de “bu” içtenliği… Adana’da çok politikacı tanıdım, gördüm… Benzeri “içtenliği” gösterecek olan sayısının “bir elin parmaklarını” geçmeyeceği düşüncesindeyim. Sayıyı artıracaklarını düşünenler, bugün için gündemde olan “tüm” seçilmişleri gözlerinin önüne getirsin, salon toplantılarından/ birebir görüşmelerinden/ manken gibi duruşlarından başka bir “iz” bulamayacaklardır!
***
Tüm bunları anlatmamın nedeni, “iktidarın” sıkça yinelediği “topal ördek” yapma eylemini, “silkelemeyle” Adana Anakent Belediyesi’ne SSK borcundan dolayı “kesinti” uygulaması… 31 Mart yerel Seçimlerinde istediği başarıyı sağlayamayan “iktidar”, yurttaşın özgür istenciyle seçtiği “kendinden olmayan” belediyelere her gün yeni bir “baskı” uygulamaktan uzak durmuyor! Kimini SSK borçlarıyla, kimini “turpun büyüklüğüyle”, kimini “yolsuzluk” suçlamalarıyla sindirmeye çalışıyor!
Karalar, birkaç gün önce yapılan meclis toplantısında yaşananları “bu ay kesilecek miktar 500 milyon. Bizim tahakkukumuz 800 milyon. 300 milyonun altında para gelecek. 300 milyon değil, 800 milyonla bile Adana’yı idare etmek mümkün değil” sözleriyle aktardı! Bu kesintinin ardından yaşanacaklar ortada… Anakent Belediyesi yeni çalışmalar yapamayacak, yarım kalan işleri sürdüremeyecek, çalışanlarının aylıklarını vermekte zorlanacak… Kime olacak; elbette Adanalıya!
***
Devletin SSK ile vergi alacaklarının iki trilyona yakın olduğu, belediyelerin borçlarının toplam alacağın yüzde beşi geçmeyeceği ileri sürülüyor; şu ana dek de herhangi bir düzeltme ya da tepki gelmediğine göre “doğruluk” payı yüksek! “İktidar”, diğer alacakları yerine CHP’li belediyeleri “silkelemekle” başta yurttaşı zora sürüklediğini bilmiyor olamaz! Özellikle Adana gibi, “iktidarın” ergilerinden gerektiğince yararlanamayıp, her geçen gün “işsizlik” konusunda sorunu büyüyen bir kente bu çıkmazın yaşatılması çok can yakacak!
“Kesinti” konusunda “iktidara” yakın olan Adana milletvekillerinin “ne düşündüklerini” bilmek isterdim doğrusu! Karalar’ın “belediyelerin çalışır halde kalması isteniyorsa bu borçlar yapılandırılmalı” beklentisi içinde olduğunun da unutulmaması gerekir! Ayrıca, uygulanan bu “kesintinin” Adanalılardan yapıldığı da unutulmamalı!
OKTAY EROL
Karmaşık duygular içindeyiz… Yoksulun ekmeği sayılan “umut”, her geçen gün kaygıya bürünüyor! Olur/ olmaz yerde dillere “umudu” pelesenk edenlere bakın bir; “ekmeği” daha da küçültüyor! Sözde “umudu” büyülteceklerinin sözünü vermişlerdi, erince/ gönence yaşam alanında daha da geniş yer açacaklardı! Hepsi yalan, emekçi karmaşık duyguların içine sürüklendi!
Çözüm yolu, umar arayan insanların içinde biriken “karmaşadan” beslenen kimler varsa büyüyor, büyütülüyor, korunuyor! Sokak ortasında yaşanan şiddetten yararlanan kimler dersiniz; şiddette baskın olan mı? Hayır, onlar da büyüyen/ korunan kim varsa onların piyonu! Satranç oyunu gibi, önden piyonlar sürülüyor, “şah” en son atağını yapıyor; kazanan oluyor!
***
Son aylarda neler yaşandı öyle? Narin olayı vardı, günlerce konuşuldu, suçluların gün yüzüne çıkarılacağı sözü verildi! İnsanların gözlerinin içine bakarak verdikleri “sözün” önemi yokmuş demek ki, diğerleri gibi… Ortaya birkaç “piyon” çıkarıldı! Gelecek için “hayal” kurması için “zaman” verilmeyen minicik yavrunun neden/ kim yaşamına kıydığı karartıldı! Fransız yazar/ filozof Albert Camus’un sözünü anımsayın; “Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın…” Narin’in nasıl katledildiği, yaşamına kıyanın “kim” olduğu bilinmedikçe, üzerinde abanan kara bulutlar dağıtılmadıkça gizemini koruyacak!
Narin’e verilen “umutlalar” yok muydu? N’oldu hani? Yaşamasına izin verilmediği gibi, yaşamına kıyanların da bilinmesine izin verilmedi! Bilindiği gibi salt Narin değil “umudu” çalınan/ yaşamına kıyılan, kara bulutlarla kaplı gizemi süren! Yarın “yenisinin” olmayacağının da hiçbir güvencesi yok!
***
Daha sıcaklığını koruyan 78 kişinin yaşamını yitirdiği Bolu Kartalkaya’daki Grand Kartal Otel’de çıkan yangın “son” olacak mı dersiniz? Acıları “düştüğü ocağı” yakarken, aklanmak için “umar” peşinde çırpınan yüzsüzleri duydukça yürekler daha da yaralanıyor! Yaşanan kaygılar umurlarında değil belli ki! Daha çok kazanabilmek, yanlış yapanları koruyabilmek için tutuşanların çırpınışlarına hep birlikte tanık oluyoruz! Bulundukları alanı/ gücü/ yetkiyi “sorumsuzluk” saymak için neler yapıkları ortada…
Ne istediler da almadılar yurttaştan ne dediler de önlerine taş yığdılar, dikenli/ cam kırıklarıyla engel oldular? Beceriksizliklerinin “yükünü” taşıttılar, akla gelmeyecek zorlukların karşısında “orantısız güçle” engellettiler, susturdular, biat ettirdiler, üç kuruşla karın doyurttular, emeklerine hayınlık ettirdiler, çocuklarını beslenmeden uzaklaştırdılar, kara kışta zemheri soğuğa tutsak ettiler!
***
Karmaşık duygular içindeyiz! Camus’un dediği gibi, “bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne” bakacaksınız! Nasıl ölüyoruz? Betondan yapılarda korunamıyorsunuz, sokaklarda korkusuzca yürüyemiyorsunuz, çocuğunuzu kaygı yüklenmeden okula gönderemiyorsunuz, açıklanan asgari ücretle/ emekli aylığıyla geçinemediğiniz bilinmesine karşın “açlıkla” sınanıyorsunuz, “fahiş” fiyatlı dinlence yerlerinde yaptığınız ödemenin karşılığını alamıyorsunuz…
Bu güne değin “yine bir umut var” dedik ya; hangi “umut” olduğunu, nasıl gerçek olacağını, neden bu denli sürüncemede bırakıldığını anlayabilin var mı? Yaşatılan “en kötü” günler ardından söylenenlere o denli alıştık ki; yapmayacakları, çaba harcamayacakları ne varsa “o sözleri” yinelemeyi ilke edindi politikacılar! “Çıkacağız, çözeceğiz, uçacağız” dedikçe batırdılar, acıyı/ kaygıyı/ şükürcülüğü yaşamdan saydırdılar! Yapacakları “şah” atayın da “umut” yerine koydular!