25 Mart 2025 Salı
1 Nisan'dan itibaren geçerli olacak: Elektrik faturalarına dev zam geliyor
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
HAKKANİYET ÇEMBERİ
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Neden mi mutluyum,
OKTAY EROL
Neler yaşıyoruz böyle? Sabahlar daha karanlık, geceler daha bilinmeze sürükleniyor gün geçtikçe! Neye başkaldırır ki insan, ya da neye boyun eğmek zorunda bırakılır? Daha günler soğuk; geceler bir o denli titretirken yürekleri, alanlar neden dolu böyle, sokaklar neden hırçın? Yaş sınırı da bir başka; her yaştan kalabalık… Yaşı doksanında demeyin, ya da daha ilkokul çağında “ne bilir” sınırına koymayın! Sevmediği, yaşamında olmasını istemediği, sevincini bozan bir şeyler olmalı…
Oysa insanların ne güzel “bizim” dedikleri var. “Bizim” diyerek sarıldığı yurdu var… Nazım aslında en içtenini söylemiş, “dörtnala gelip uzak asya’dan/ akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket, bizim- bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak/ ve ipek bir halıya benzeyen toprak/ bu cehennem, bu cennet bizim” demiş dizelerinde… Evet, bizim; bizim de neden her şey yalan?
***
Kaç gündür böyle? Güzel olanları tümden unuttuk mu ne? Sanki hiç sevmemiş gibi, gülmemiş gibi, sarılmamış gibi olduk böyle? Haydi söyleyin; neyimiz iyi? Gülüşümüz mü, duruşumuz mu, anlayışımız mı, gelecek düşüncemiz mi? Ekmekler küçüldü, şu üç/ beş günlük sürede unutmayın; daha küçüleceği günler var ileride! Birileri daha da doyacak! Biraz daha geçen gün gördüklerinden/ dokunduklarından/ sevdiklerinden uzaklaşmaya açık günler… Ne tüketiyorsa daha da azını sağlayabilecek!
Kim için, kimi korumak için, neyin bedeli bunca yaşananlar? “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” giyerek sevebilirdik! Yeter ki günlerin üzerine kara bulutlar örtülmeseydi, yeter ki duygudaşlık sağlanabilseydi, yeter ki “hakların” çiğnenmesine izin verilmeseydi… Bir gülmeyi bilebilseydik!
***
“Düşündüğünü” söyleyememeyi hiç sevmedim! Beni kimse sevmeye zorunlu olmadığı gibi, benden de kimse “kendini” sevmek gibi bir duygu içinde olmamı beklememeli! Buna karşın sevmediklerimin de, sevdiklerim kadar yaşama/ doyma haklarının olduğunun da savsaklanmasını doğru bulmam! İnsan dünyaya gelmişse “önce” doymalı… “Bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” olduğu için; birbirimizi anlayarak da yaşayabiliriz! “İlle de yanımda olacaksın, ille de benim gibi düşüneceksin, ille de doğrularımı doğru sayacaksın” tutumu “baskı” anlamına gelebileceği gibi, “nefreti” de birlikteliğinde getirir! Bunu nasıl isteyebilirim ki, ya da bunu benden kimin isteme hakkı olmalı?
Yaşam bir kavga, ancak “onurlu” bir kavga… İnsan “doğrularının” ardında koştukça kavgası da ışkın yayar dört bir yana. “Doğrularıyla” geleceği aydınlattıkça da kalıcılaşır, unutulmazlaşır! Doğruların doğrularıma uymamış olsa bile, “doğrularına” inanmış olman bana yeter; yeter ki başka “doğruların” önüne duvar olma, özgürce konuşulabilmesini sağla!
***
Sokrates, baldıran zehriyle öldürülmeden önce karısı yanına gelir, “ah, bu kötü adamlar seni haksız yere öldürecekler” diye ağlar. Sokrates, karısının yüzünü avuçlarına alır, “evet, haklısın haksız yere öldürecekler, haklı yere öldürselerdi daha mı iyiydi sence” diye sorar. Sokrates’in bu sözü İkibinbeşyüz yıldır konuşulur; peki, onu “gençliği” zehirlemekle suçlayıp baldıranla ölüme götürenlerden bugün adı bilinen, konuşulan, adına “bilgi şöleni” düzenlenen var mı? Bulamazsınız, aradığınızda birkaç isim bulmuş olsanız bile, “sürekliliği” olmayacağından unutursunuz!
Yaşam böyle bir şey işte! “Doğrularına” sahip çıkmak kadar, “doğruların” yaşanılan tarihsel süreci aşması da gerekir! İçinde bilginin, içinde sevginin, içinde duygudaşlığın da olması gerekiyor! “Bir ben” denerek olmuyor başta, “bir ben” denerek/ yaşamın ayrıntılarına tutu koyarak da olmuyor! Çünkü o zaman insan doyamıyor, o zaman yaşayamıyor! Bellekte kötü izler bırakan “süreçler” kalıyor! Unutmayalım, “bu memleket, bu cennet, bu cehennem bizim” …
OKTAY EROL
Şeker Bayramı yaklaşıyor ya, her bayram olduğu gibi “yine” işyerleri beklenti içerisinde… “Bayram” ya; insanlar bayramlıklarımı alacaklar, çocuklarını sevindirecekler, gelecek konuklarına ya da gidecekleri yerler için “hediye” hazırlıkları yapacaklar, sunacakları yiyecekleri/ içecekleri karşılayacaklar…
Çok mu; elbette değil! Bayramda “insanın” kendini bile sevindiresi geliyor! Üç günlük de olsa “kent dışına” çıkmayı, eşiyle/ çocuklarıyla yurdun güzel yerlerinden birini gezmeyi/ görmeyi, özgür olmayı istiyor! Bunların hiçbir çok “şey” değil! İnsan doğduysa, doğanın eşsiz güzellikleri de varsa, yaşamdan bunları alacaklı! Sınırla çevrilmiş devletler, devletler de yönetenler, yönetenlere verilen yaptırım gücü yoksa neden var ki? doğanın varsıllıklarını “eşitçe” üleştirmek için değil mi?
***
Öyle ya; gereksinmeleriniz var, bir çocuğunuzla birlikte bayram alış-verişine çıkacaksınız… Ülke nüfusunun büyük bölümünü oluşturan asgari ücretli çalışanısınız… Önce evinizin kirasını ödediniz, ardından elektrik/ su/ doğalgaz faturalarının bedelin ayırdınız, haftalık pazar masrafıyla market gereksinmelerinizi de çıkardınız…
Bayramı “bayram tadında” yaşamak, çocukların “şeker yiyebilmesini” sağlamak, gülebilmek güzel değil mi? Asgari ücretten elde ne kaldıysa artık, neyi edinmeye güçleri yetecekse artık… TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, yaklaşan bayram öncesinde piyasalardaki hareketliliğin artmasını beklediklerini söylemiş! Yurttaşın alım gücü var mı, gereksindiği ürünü alabilecek mi; düşünülen o değil! İşyerleri yoğun olsun da, piyasa canlansın da, esnafın cirosu artsın da, tüketim artsın da; insanlar güçleri yettiğince mi alır, yoksa kredi kartlarına mı saldırır kimsenin umurunda değil!
***
“Toplumsal sevinç” sayılan günlerin öncesinde yine “alışılmışlar” yaşandı; ürün fiyatları artırıldı! Biliyorsunuz, bu ya da benzeri durumla karşılaşanlar geçtiğimiz aylarda “şikayetçi olun” uyarısıyla karşılaştı! Markete vardığınızda, fiyatları “fahiş” görmüşseniz eğer hemen telefona sarılıp “şu marketteki şu ürün” diyeceksiniz! Peki, ülkenin “bu işleri” denetsin diye görevlendirdikleri ne iş yapıyordu ki; yorgun mu düşmüşlerdi?
Yanık olduğum iki ürünü buradan yazayım: orucun ilk günlerinde otuzbeş liraya satılan arası çikolatalı paketlenmiş bir bisküvi vardı; ünlü/ bilinen markalardan! Gün gördüğümde elli lira olmuştu! Sordum, o zaman indirimdeymiş, bu gerçek fiyatıymış! “İndirimli fiyatı zararına vermiş olamazlar değil mi” diye sordum, “elbette” dedi! “Alış fiyatı bile olsa yüzde altmış kazanması haksızlık değil mi” diye sordum; sorum yanıtsızdı! Yine Adana’nın çok bilinen şeker sucuğu… Orucun ilk günlerinde kilosu ikiyüz liraydı, dün vardığımda ikiyüzelli lira olmuş! “Şeker mi zam geldi” dedim, “Hayır” dediler! “Yüzde yirmibeş zam neden” diye sorduğum da “patron öyle istedi” dediler!
***
TESK Genel Başkanı Palandöken, açıklamasının bir bölümünde tüketiciyi uyarıyor. Tüketicinin nitelikli ürünler seçmesin isterken “Alışveriş yaparken hem kaliteli hem de uygun fiyatlı ürünler seçilmeli. Özellikle merdiven altı üretimden çıkan temel gıda ürünlerine, çikolataya, şekere dikkat edilmesi gerekiyor. Ucuz diye denetimsiz yerlerden ürün alınmamalı” diyor. Ancak “bunun” nasıl olacağını söylemiyor! Merdiven altı ürünleri yeğlemeyin, diyor; hepsi o kadar!
Ülkenin ücretli çalışanı ne aldığını ne harcadığını ne de tükettiğini bilmiyor sanki… Koltuğa oturan herkes “kişisel gelişimci” oldu, insanlara “akıl” veriyor! “Alım gücün var mı, doyuyor musun, bayram hazırlıklarını yaparken zorlanıyor musun” diye soran yok! Hele “emeğinin karşılığını alıyor musun” diyen hiç yok! Piyasayı canlandırmanın, daha çok tükettirmenin yollarını arıyorlar! Oysa dargelirli yurttaş yine doyumsuz, yine gereksinmelerini sağlamaktan uzak, yine çocuklarına bayramlık alamamanın hüznünde, yine bayramda “küs gibi” sokaklara; bakmayı denerseniz göreceksiniz!
OKTAY EROL
Aynı yurdun ergilerinden yararlanacaksınız, aynı yurdun yazgılarını üleşeceksiniz, yurdun aynı bölgesinin çalışanı olacaksınız, üstelik aynı siyasi yapıyı savunacaksınız… Buraya dek hepsi hoş, hepsi güzel de ancak çalışanınız için aynı olanakları sunmayacaksınız! Buna bazı katmanlarda “tipik sosyal demokrat hastalığı” denildiğini de duymuştum! Seçim öncesinde partinin ilkelerini/ duruşunu anlatacaksın, insana/ haklarına saygıdan söz edeceksin, “emeğe” saygıyı baş tacı sayacaksın, kazanınca da bir çırpıda verdiğin sözleri yadsıyacaksın…
İnsanlar daha nasıl anlatmalı “aç” kalışlarını, doymayışlarını? Çalışanlar birçok gereksinmelerini ötelerken yaşam gelip/ geçiyor! “Alt tarafı bir çiçek toplayıp/ bir hayvan sahiplenip/ birkaç insan tanıyıp/ sevip gidecektik bu dünyadan/ nasıl kötü bir zamana denk geldi ömrümüz” demekten bir türlü kurtulamıyor Nazım Hikmet’in de dediği gibi!
***
Yeni yıla girmeden, asgari ücretin belirlendiği günlerde CHP genel merkezinden tepkiler gelmişti. Yapılan açıklamada “Bu partinin esas sorumluluğu yoksullara karşıdır, emekçilikle ömrünü tüketip emekli olmuş/ bugün yoksullaşmış süründürdüklerine karşıdır. Gençlerin umutlarını korumak, bu ülkede bir yaşam hayal etmeye devam etmelerini sağlamak boynumuzun borcudur” denilmişti! Bir de ücretli çalışanların “açlığa” terkedildiği belirtilmişti! “Asgari ücretler için 1 Ocak tarihinde 30 bin liranın altında bir asgari ücretin kabul edilemez” vurgusu yapılmıştı!
***
“İktidarın” yurttaşın geçimini umursamazlığı karşısında, CHP’nin bunları düşünüyor olması bir “umut”! Başka türlü ne çiçek toplayabilir insan, ne hayvan sevebilir, bine de birkaç insan tanıyabilir… Emekli onaltıbinbeşyüz lirayla sürünür, asgari ücretli yirmiikibin lirayla dövünür durur!
Yurttaşın alım gücünü kolaylaştırmak için yurdun birçok yerinde CHP’li belediler asgari ücretin bir/ birbuçuk/ iki katı aylık vereceklerini duyururken, başka kentlerde de oldu mu bilmiyorum; Adana’nın tartışmalı Yüreğir Belediye Başkanı Ali Demirçalı işçi aylıklarını yirmialtıbin lira yaptıklarını açıkladı! Adana Anakent kırkiki, Çukurova Belediyesi kırkdört, Seyhan Belediyesi ellibin lira olarak belirlerken, Yüreğir yirmialtıbin lira dedi!
***
“Asgari ücret talebimiz otuzbin lira. Bu rakamın altında biz yokuz. Emekli maaşı asgari ücrete denk olmalı, derhal bu ay her emekliye bir asgari ücret yatırılmalı” diyen genel başkan Özgür Özel’di; Özel’in “biz bu rakamın altında yokuz” açıklamasına uymayan da CHP’li belediye başkanı…
Emeklerinin karşılığını alamayan, yirmialtıbin liraya tutsak edilenler arasında mimarlar, mühendisler, makine ikmal/ ana bina çalışanlarının da olduğu belirtilirken, aylıklarının artmaması durumunda iş bırakacakları ileri sürülüyor! Emekçileri yüzüstü bırakmak nasıl bir şey, hangi aklı yanına almak ki?
***
Bırakın insanlar yaşasın; bırakın gülebilsin, yaşama sarılabilsin! Aynı kent içerisinde, seslenseniz duyulacak uzaklıktaki emekçilerin “emeklerinin karşılığı” bu denli uçurum oluşturmamalıydı! Hepsini bir yana bırakalım; yaşanan enflasyon karşısında en çok ezilen emekliler, ardından dargelirli asgari ücretliler, Yüreğir Belediyesi’nin emekçilerine verdiği de asgari ücrete yakın bir rakam!
Çalışanların “enflasyon altında” ezilmesine göz yumacak mısınız, iş bırakmalarını kolaylaştıracak mısınız, verdiğiniz sözleri yok sayacak mısınız; “tipik sosyal demokrat hastalığını” yaşadığınızı kanıtlamış olursunuz! Başka açıklaması da yok bunun!
OKTAY EROL
Yapılan araştırmalar, İstanbul’da nüfusun yaşlandığı sonucuna varmış! Ülke genelinde de doğum oranının büyük oranda düştüğü belirtiliyor! “Üç çocuk yapın” uyarısı ya da “2025 aile yılı” duyurusu tersine işliyor! Geçtiğimiz yıl için “emekliler yılı” açıklaması yapılmıştı; yıl boyunca en çok ezilenlerin, enflasyonda en çok zarar görenlerin “emekliler” olduğu ortaya çıkmıştı, bu yıl da “aile yılı” aynı yazgıyla karşı karşıya… Öngörüler, beklentiler bir türlü açıklamalara uymuyor!
Çiftler çocuk yapmaktan uzak duruyor, nüfus yaşlanıyor, “iktidar” ülkede “açlığın” olmadığını ileri sürüyor, alım gücünün olduğunu savunuyor! Devletin kurumu Tüik’in ortaya koyduğu veriler ortada; bırakın emekli aylığını, asgari ücret bile “açlık sınırı” altında kalıyor! “Gözleri görmeyenler döğüşü” değil mi yaşananlar? Boş alanda ellerini/ kollarını sallar gibi, yurttaşın yaşadıkları umursanmadan konuşuluyor!
Aldıkları aylıkla, “açlık sınırı” altında ezilerek yaşamlarını sürdürenlerin “üç” değil, “bir” çocuk yaptıklarını var sayalım! “Bir” çocuk yetiştirmenin, gereksinmelerini karşılamanın kolay olduğunu sanıyor olmalılar! “Bir” çocuk önce doyacak, sonra kundaklanacak, sonra barındırılacak, sonra korunacak/ sevilecek; kolay mı bunlar? Bunu bir de ikiyle, bunu bir de üçle çarptığınızda “aile yılında” nelerle karşı karşıya kalınacağını öngörememek beceriksizlik/ bilmezlik değil de nedir?
Sıkça yinelediğimiz gibi; önce insanların doymasında, ardından barınak bulmasında “umut” vermelisiniz? Adana’yı her yerden iyi biliyorum! Özellikle “genç kuşak” Adana’da yaşamayı istemiyor; ama asla sevmediğinden değil, doyamadığından, sosyalleşemediğinden, yaşayamadığından… Geçtiğimiz yıl yapılan bir açıklamada ülkenin en yoksul, en işsizi bol kenti olarak Adana ile Mersin gösterilmişti! Acı ama gerçek!
Bu nüfus artışıyla, bu edilgen öngörüsüzlükle yalnız İstanbul değil, diğer birçok kent de yaşlanacak! Bundan “en çok” rahatsızlık duyacak olanlar da sistemin “doymazları” olacak! Bilimsel araştırma yapanların öngörüsü şu: Kentleri kirleten betondan yapılar tüketilemeyecek, geniş/ uzun bulvar kıyılarına açtıkları kafeleri dolduramayacak, vitrinlerin renkli ışıklarında sunulan albenili ürünleri satamayacak, dinlence yerleri gözlerden uzaklaşacak!
İnsanların doymamasına, barınamamasına, “açlıkla” sınamasına neden olanlar şimdiden bilsin bunu!
Tarım Kredi Marketleri “neden” zarar etti?
Tarım Kredi Marketlerinin kuruluş amacı başta yurttaşa ucuz/ nitelikli/ tağşiş olmayan ürünleri ulaştırmaktı! Milenyumla birlikle mantar gibi türeyip, “mahalle bakkalı” kültürünü de yok eden “üç rakamlıları” dize getirmek için atılmış bir adım olarak da düşünülüyordu! “Böylece birilerini terbiye ediyoruz” sözü anımsanacaktır!
Gittiniz mi, diğer marketlerle karşılaştırmasını yaptınız mı, denildiği gibi “ucuz/ nitelikli” olduğunu gören var mı bilmiyorum! Ancak birçok üründe, ürün edinmede daha olanakları geniş olmasına karşın “üç harfli” olarak anılan marketlerden “ucuz” olmadığını birçok üründe görmek olası! Denildiği gibi, şu an binlerce şubesi olduğu belirtilen Tarım Kredi Marketleri ne “ucuz”, ne de diğerlerinden daha “albenili”… Üstelik bazı ürünlerde “tağşiş” olduğuna ilişkin suçlamalar da var!
Şunu demek istiyorum: “üç harfli” olarak bilinen marketler kazanıyorsa, her yıl anamallarını nasıl artırıyorsa Tarım kredi Marketleri de kazanıyor demektir! Ancak “en son” yapılan bir açıklamada Tarım Kredi Marketlerinin, 2024 yılında üçmilyar liranın üzerinde zarar ettiği ortaya çıktı! Tarım Kredi Marketi ürün sağlayıcı şirket için, “çiftçinin ürününün para etmediği bir dönemde üçmilyar liranın üstünde zarar açıklaması, ürün alımlarının çiftçiden değil tüccardan daha pahalıya aldığı” anlamına da geldiği belirtiliyor! Yurttaşa ucuz/ nitelikli/ tağşiş olmayan ürünlerin ulaştırılacağını söyleyenlerin konuşması gerekmez mi?
OKTAY EROL
Hep diyorum ya; CHP’de iki kazanan ismi var, biri Ekrem İmamoğlu, diğeri Mansur Yavaş. Bir şey daha var; her ikisi de bir başka partide “aynı” başarıyı gösteremezler! İşin garip yanı ikisi de “parti tabanından” gelmemiş! Ne CHP için ne de iki isim için başka bir şans yok! Bunu Ankara’da gördük, İstanbul’da da tüm “baskılara”, “iktidar tüm gücünü” ortaya koymasına karşın gördük! “İktidarın” karşısında CHP’den daha çok İmamoğlu çekincesi olduğu görülüyor!
Birkaç ay önce, yapılacak olan ilk genel seçimde “cumhurbaşkanı adayının” kim olacağı konusu tüm medyada konuşuluyordu! Art arda anketler yapılıyordu! Özellikle “iktidara yakın” olan kanallar, İmamoğlu ile Yavaş’ın tüm açıklamalarını didik didik karıştırıyor, içinden cımbızla çektikleri sözcükleri günlerce tartışıyorlardı! Akla gelmedik konularda soruşturmalar açılıyor, yakın çevresindeki belediyelere baskınlar düzenleniyor, belediye çalışanlarının içinden bazılarının yakınlarıyla olabilecek ilişkileri mercek altına alınıyor, son günlerde de otuzbeş yıllık üniversite diploması üzerinde çalışılıyor!
***
CHP, haklı olarak çeyrek yüzyıla yakın zamandır ülkeyi yöneten “iktidarın” karşısında artık başarılı olmak istiyordu, seçmenin karşısında daha fazla duracak gücü de yoktu! Parti kurulunda görüşüp, bir an önce “cumhurbaşkanı adaylarını” belirlemek, İmamoğlu/ Yavaş ayrışmasını önlemek için girişimde bulunmak zorundaydı! Son başvuru gününü belirlediler! Son güne dek bir Ekrem İmamoğlu aday adaylığını açıkladı! Mansur Yavaş, “seçim gününün” belli olmadığını gerekçe göstererek “aday adayı” olmayacağını açıkladı. Bazı isimler de “aday” olacaklarını açıklamalarına karşın varlıklarını gösteremediler! Şimdi “tek aday İmamoğlu”, 23 Mart’ta ön seçim var!
Seçimlerde bugüne değin “tek aday” olmasına sessiz kalanlar, “o” alışmışlıklarının tersine, bugün “tek adayla ön seçim olmaz” demeye başladılar! Aslında “doğruyu” söylüyorlar; tek adayla yapılanın adı “seçim” olmaz! Tıpkı Devlet Bahçeli’nin, selam vereni/ yanından geçeni “hayın” sayarken, yıllar sonra/ birden “Abdullah Öcalan gelsin mecliste konuşsun” demesi yer yer tepkilere neden olduğu gibi, bugüne değin tüm “anti-demokratik” işleyişe sessiz kalıp/ şimdi “tek adayla ön seçim olmaz” demeleri de tepkiyi hak ediyor kanımca! İnsanları bu yanlışın “olağan” sayılamsına alıştırmayacaktınız!
***
Yılmaz Özdil yazmış, diyor ki: “bi bakıyorsunuz CHP kurultayını iptal etmek için soruşturma açılmış, bi bakıyoruz ahmak davasından siyasi yasak getirmeye çalışmaları yetmemiş Ekrem İmamoğlu’nun üniversite diplomasını iptal ettirmeye çalışıyorlar, bi bakıyoruz Kartal/ Şişli/ Sarıyer belediyelerine soruşturma açılmış, bi bakıyoruz İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik’e soruşturma açılmış…” Alışkınlıkların bozulduğu anlaşılıyor! “İktidara” yakınlığı ile bilinen Cem Küçük, pazartesi beklenmeden “diploma iptal edilebilir” diyor!
Chp seçmeninin önündeki “ön seçimin” önemi de burada başlıyor! 23 Mart’ta “tek aday” için yapılacak “ön seçimi”, bir anlamda “iktidarın” tutumunu belirleyecek bir olgu olarak düşünmek gerek! Chp’nin birmilyonsekizyüzbin dolayında üyesi olduğu belirtiliyor! 23 Mart’ta gerçekleşecek “ön seçimde”, oy kullananların sayısı yüzde ellinin altında kalırsa Chp ile birlikte İmamoğlu’da “sınıfta kalmıştır” denir! Eğer bu sayı yüzde on/ onbeş eksikle bitirilebilir, birbuçukmilyon parti üyesi sandığa getirilebilirse “iktidarın” önündeki çıkmaz daha da büyür!
Elbette böyle olmamalıydı, tek adayla/ üstelik daha bugünden hiçbir seçime gidilmemeliydi, “aday” olmak isteyenlerin önüne engeller konulmamalıydı, “halkın halk tarafından halk için yönetimi” anlayışının önünde duvarlar olmamalıydı, “aday” soruşturma yağmuruna tutulmamalıydı! Sonuç olarak; 23 Mart bir CHP sınavıdır! Bu sınavı, Chp’nin il/ ilçe örgütleri yurttaşa en iyi biçimde anlatmalı…