OKTAY EROL

OKTAY EROL

06 Nisan 2025 Pazar

Bayramdı…/3

Bayramdı…/3
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Bayramdı…/3

Bayramdı… Bayramlar insanlar arasındaki bağları güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı pekiştirmek için önemli bir fırsattı! Öyle anlatıldı; öyle de olması gerekiyordu! Kırmadan, dökmeden, verenin alanı görmeden, ağızdan ağıza dolaşmasını beklemeden üleşmekti! Güzeli, iyiyi olduğu gibi acıyı da üleşmekti, zorlukları da üleşmekti! Bunun özü de duygudaşlıktan geliyordu!
Bayramın kaç günü sevebildi/ sevinebildi insanlar? İşin “gösterişinden” başka ne kaldı geriye; pahalı mağazalardan alınan elbiseler, sonra yurttaşın sırtına yüklenecek harcamalar, bala acı düşürecek davranışlar… İnsanları gözleri görmez, kulakları duymaz, kafaları çalışmaz mı sanıyorlar? Yüreğine taş bağlandı gençlerin görmediniz mi? Üstelik çığırtkanları orantısız güçlerini kullanarak! Gidenlerin bile arkasından “kin” kustular; duymadınız mı?
***
“Kuzeyin asi çocuğu” diye anılan Volkan Konak aramızdan ayrıldığında “bayramdı”. Yurdunu, yurttaşını, Atatürk’ü seven bir yurttaştı, bir devrimciydi; kendini öyle tanımlıyordu her sahneye çıkışında! Tümcelerini, şiir dizeleri gibi sıralardı, sevenleri onu dinlerken su gibi akar giderdi zaman…
Volkan Konak’ın ailesi olduğunca sevenlerinin de acısı büyüktü! Hiç beklenmeyen, daha dün yanlarındayken, biraz önce çıktığı sahnede şarkısını söylerken yığıla kaldı olduğu yere… Kimse kopup gideceğini öngöremedi, çünkü capcanlıydı her zaman! Biraz sonra, yine gittiği yerden koşarak gelecek umudu vardı herkeste! İnsan bir “ah” demez mi; demedi! İnsan bir yoruldum artık demez mi; demedi! İnsan bir acıya doydum demez mi; demedi! Hep umutluydu, hep sevdalarından yola çıkarak umudunu yinelemekten uzak durmadı… “Biriktirdiğin değil paylaştığın senindir, dünyaya el gibi çıplak geldim el gibi çıplak gideceğim” diyebilendi…
***
Bayramdı… “Kuzeyin oğlu”, Kuzey Kıbrıs’ta bayram izlencesi kapsamında sahneye çıkmıştı. Konser sırasında rahatsızlandı, ardından hastaneye kaldırıldı, yarım kalan şarkısını bitirmeden yaşamını yitirdiği haberi gecenin ikiye bölündüğü saatlerde duyuldu! Şaşırmayan yoktu ki… Sahnedeki son sözleri de “’Volkan Abi, sivri konuşma, içeri atarlar seni’ diyorlar. Ya bırak… Sen bilmez misin devrimciler korkmaz?” olmuştu! Her “sanatçı” gibi “toplumsal olaylarda” yanını belli ediyordu! “İnandıkları” uğruma uğraş vermekten korkmuyordu!
Volkan Konak için sevenleri yas tutarken, bir din adamı/ müftü yaptığı görselli paylaşımında “sahnede gebermiş” dedi, ardından da “şimdi bize soracaklar; nasıl bilirdiniz? Cevabımız bu, böyle bilirdik! Bizim için içen, bizim için yanar da elbette” sözüyle duygularını tamamladı! Bayramdı ya, bayram olmasa bile bunun ne anlama geleceğini “anlamayacak” biriyle aynı havayı soluduğuma inanmam! Bunun adı “acı”, bir yaşam söz konusu olan, “gebermiş” diyebilecek denli “iki ayaklı insansı” benzerlikleri nedeniyle aramızda dolaşan biriyle “aynı havayı” solumak mı; istemem!
***
Bayramdı… Gökyüzü ağırdı, toprak yorgundu. İnsan, en çok da insan yorgundu. Yalanlardan, ne dediklerini bilmezlerden, bitmek bilmeyen bu gösteriş merakından… Bayram, birleştirici olduğunca umut ışığı yaymalıydı; ayrılıkların, kinin, çirkinliklerin körüklenmesine izin verilmemeliydi. “Gebermiş” sözcüğü, bir insanın ağzından çıkmış bir zehirli ok gibi saplandı yüreklere. O sözcük, bir sanatçının/ bir insanın ardından dökülen bir ağıt değil, insanlığın çürümüşlüğünün bir simgesi olarak yüreklere kazındı!
Bayramda sevebilmeliydi/ sevinebilmeydi insan; çok mu geldi?

Devamını Oku

Bayramdı…/2

Bayramdı…/2
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Bayramdı…/2

Bayramdı… Kimselerin kimsecikleştiği bir bayram… “Kimse”, nasıl kimsecikleşir, demeyin! Üç günlük dinlencenin nasıl dokuz güne çıkarıldığını düşündünüz mü hiç? Çalışmaktan çok yorulduk ya; taş kırıyorduk dağ yollarında, zemheri soğukta kaldık çatısız/ sobasız, ne bileyim işte “zordaydık” kim bilir? Ama doğru yorgunduk/ yorulduk! Bir şey yapmamaktan, bir şeyi değiştirmek için çaba harcayamamaktan, yönetenlerin “şükrüne/ sabrına” sığınmaktan yorulduk! Bu nasıl bir “yorgunluk” desenize! Bayramın ilk günü pazar, ardından pazartesi/ salı günleriyle tamamlanıyordu dinlence! “İktidarın” iyi yanına geldi; çarşambayı, perşembeyi, cumayı da dinlenceye kattı nedense… “Dinlenceyi uzattık” diye sevinenler oldu, bu sürede “ne yiyip ne içeceğiz” diyenler duyulmadı!
İnsanların “kimsecikleşmesi” ne demek bilir misiniz? Yalnızlaşmasıdır, kalabalığın arasında yitip gitmesidir, canının istediğini yiyememesidir, bayramda çocuğundan ayrılmasıdır, çocuğuna bayramlık alamamasıdır, bayramda eş/ dost buluşmalarına katılamamasıdır, bayramın sıcacık sarmasını yaşamamasıdır! Ücretlinin ya da emeklinin aldığı aylıkla, çocuklarından ayrılmış analarla/ babalarla dinlencenin dokuz gün olmasına nasıl sevinebilirseniz sevinin artık…
***
Bir yalnızlık çöküyor bayramların üstüne; görmüyor musunuz? Yurttaş gibi, bayramın suçu değil bunlar; yönetenlerin “dilek” tutarak savsaklamasının sonucu… Ekmeğe bakarak, dünden bugüne bakarak soruyorum; hani, sözünü verdiğiniz “neleri” iyileştirdiniz? Haydi “iyileştirmeleri” bir yana bırakalım, “nelerin” yerinde kalmasını sağladınız?
Bayramın ikinci günüydü. Fırından ekmek almak için sıradaydım. Bir anne iki çocuğu ile gelmiş, ön sıralarda bekliyordu! Fırıncının, ekmek uzattığı açık alanın önüne “nedenini” bilmediğim renkli sakız, renkli çikolata, renkli şeker kutuları koymuşlardı. Çocuklar görünce ellerini uzattılar! Anneleri “onu alacak paramız yok” diyerek çocukları azarladı! Ekmeği alıp, çocukların kolundan çekiştirerek uzaklaştılar! Bugün “bayramdı”! Anaya “savaş alanı” olmalı…
***
Vitrinin gerisinde her şey var, ama “gereksinmen” olmasına karşın birçoğuna ulaşamıyorsun! Bu olgu “kimsecikleşmeye” götürmez mi toplumu? Gereksinim ile “tüketimi” aynı anlamda düşünmüyorum son zamanlarda nedense; “gereksinim” yaşam için gerek olandır, “tüketim” doymazların bitiremeyip/ masada bırakıp çöpe attıklarıdır! “Gereksinim” doymak için, “tüketim” topluma yabancılaşmanın bir biçimidir! “Gereksinimin” yerini “tüketim”, söyleşmenin yerini ekran başındaki sessizlik aldığında neler yaşandığının bilincinde değil miyiz? Yan yana, küs gibiyiz!
Buradan “eski bayramlara özlem” duyduğum anlaşılmasın… “Eskiyle” uğraşmak değil amaç, amaç “eskiyi” iyileştirerek ileriye taşımak… Bilim gibi… Bilim, günümüzde birçok şeye ulaşımı kolaylaştırdı. Eskiden günlerce gidilen yollar birkaç saatte alınırken, bugün yakınlaştı! Önemli olan, kazanılan zamanın en iyi kullanılması, insana yararlı duruma getirilmesi! Yoksa, istediğince yolları kısalt/ istediğince hızlı trenleri yaparak zaman kazan; insanın “bayram” yapması sağlanamıyorsa, anne/ baba çocuğuna şeker alamıyorsa, gereksindiklerini alamıyorsa, birbirine sarılamıyorsa ne” önemi var ki?
***
“Bayramdı”, unutmayalım… Bayramları, uzun “dinlence günleri” gibi göstererek toplumsal kaygıları/ doyumsuzlukları kamçılamaya hiç gerek yok! Bilmiyorum, gelişmiş olarak bildiğimiz ülkelerde bizim kadar “dinlence” yapar mı yurttaşlar? Üstelik kapitalizmin doymazlığı uğruna, daha çok “tükettirmek” uğruna, gözden “ırak” dursunlar uğruna… Oysa yurttaşa “bayram” yaşatmanın yolu “doymasını” sağlamaktan geçer; çeyrek yüzyıllık “iktidarın” bunu anlamış olması gerekir artık! Bayramın öncesinde açıklanan “açlık sınırı” ekmeği küçültürken, “fahiş fiyat” için önlemlerin alınması geciktirilirken, iki şekeri çocuğuna almakta zorlanan anneler varken; dokuz günlük dinlenceyi sorun kendinize, kapitalist sistemin “tüketim” odaklı dayatmasından başka nedir?
Bayram… Uzun dinlence günlerinin yaşandığı bir süreç değil, toplumun “insan olma” bağlarının korunması, birbirini anlaması, acıyı/ tatlıyı üleşebilmesi içindir! “İnsanım” demesi içindir!

Devamını Oku

Bayramdı…/1

Bayramdı…/1
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Bayramdı…/1

Bayramdı… “Çocuklar şeker yiyebilsin” de dendi! Alış-veriş mağazaları kazanç beklentisindeydi! Hep bir ağızdan yönetenlerin değişmez kutlaması “dilekler” oldu! Ağız tadını bozanlar kimdi, şekerin tadını acıtan kimdi, ekmeği küçülten kimdi, gülmeye/ sevmeye kilit takan kimdi ki? “Dilekler” uçuştu sosyal medyada, tene “bir dokunan” olmadı yine! Bayramdı…

Görünmez eller mi çekiyor ipleri, alışılmış bir gösterinin izleyicisi miyiz yoksa? Bayramlarda ortaya konan gülücükler, süslü vitrinlerle bol renkli şekerlerle örtülmeye çalışılan başka bir gerçeği gizliyor gibi… Çocukların coşkusunda bile eksik bir şey var; bir zamanlar yürekten gelen, içten bir bağdan yoksun bırakılmış gibi. Şimdi çocuklar şeker toplarken, büyüklere düşen görev yiteni bulmak olmalı belki de… Belki de bayramlar, yalnızca bir gün değil, yitirilen özü yeniden anımsama fırsatı olmalı…

***

Gözlerimizi “doymaz” kalabalıkların arasından ayırıp, gerçeğin sessiz çığlıklarına bakma zamanı gelmedi mi? “Doymazların”, kafelerin camlı duvarlarına yaslanarak aldıkları tadın “bayramla” özde buluştukları yer yok! Ama öyle anlatılıyor, öyle varsaydırılıyor, öyle bilinsin isteniyor! Kolay mı? Kağıt bardakta kalkan kafelerin “tadı” olmamalı gelecek…

Bayramlar, yalnızca geçmişin tatlı anılarını değil, geleceğin umut dolu tohumlarını da serpmeli öznesini yitirmiş kalabalığın üzerine. Belki de yitirdiğimizi geri kazanmanın yolu, paylaşmayı, içtenliği anımsamaktan geçiyordur. Bayramı yalnızca tüketimin değil, bir araya gelmenin, yitirilen bağları yeniden kurmanın bir kibrit çakımı yalımın ışığı olmalıydı! “Yaşıyorum” demenin gereği olmalıydı…

***

Sokağa çıktığınızda, karşılaştıklarınız “yaşıyorum” diyebiliyor mu? Oysa bayramın unutulan yüzünü anımsamalı, anımsatmalı fırsat buldukça! Kalabalığın yalnızlaşan çığlıklarını duymak, bir gülümseyebilmenin oluşturacağı “umudu” görmek için geç mi yoksa? İnsanlar “yaşayamadığı” kadar “doymuyor” da; aslında yaşamasına/ doymasına izin verilmiyor… Yaşamda yüreğe dokunabilmek, ‘buradayım’ diyebilmek de anlamlı olmalıydı…

Açık söylemek gerekirse bayrama, büyüyen “açlık sınırıyla” girdik!  Sevincin, mutluluğun üzerine kuşku/ kaygı abandı yine! İnsanlar birçok temel gereksinmelerine biraz daha uzak! Bayram sofraları biraz daha zor kuruluyor artık! Çocukların şekerle yüzlerini güldürmek bir yana, bir parça ekmek edinebilmek için bile büyük çaba gerek! Gereksinmelere ulaşabilmenin bir adalet arayışı olmalıydı, hak aramanın “doymuyorum/ yaşayamıyorum” demenin hukuksal savunması olmalıydı! Var mı?

***

Yönetenlerin değişmez kutlaması “dilekler” ah bir gerçek olsaydı, ya da yönetenler “dileklerini” gerçekleştirmek için uğraş verselerdi… İşte o zaman “her gün bayram” olurdu herkese, herkes doyar, herkes “yaşıyorum” diyebilirdi! Asıl sorun “yönetenler” öyleyse… Yurttaş çalışır, primini/ vergisini öder, peki karşılığında “doyar” mı? Demek ki “bayramı” bayram olmaktan çıkaran da “yönetenler”! Sıkça düşülen bir “bilmezlik” var; sakının “sen seçmedin mi” diye sormayın! Çünkü biz seçmedik, kendileri sıralandılar; alanlarda konuşmalarını dinledik, verdikleri sözlere inandık/ güvendik; hepsi bu!

Bayramdı… “Çocuklar şeker yiyebilsin” dendi; yiyemedi! Yalnızca “dilekler” kaldı geriye, bir sonraki bayramda “yenilenerek” yineleneceği güne dek! Birçok yönden güvenin kırıldığı bir toplum olduk görsenize! Artık eskisi kadar kapılar çalmıyor, eskisi kadar dost sofraları kurulmuyor, birlikte “eşkıya dünyaya hakim olamaz” şarkısı söylenmiyor! Kimselerin, kimsecikleştiği bayram bugün!

Devamını Oku

Karalar’ın paylaşımı…

Karalar’ın paylaşımı…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Karalar’ın paylaşımı…

Duygudaşlık unutulunca böyle oluyor! Kimse “acıyı” yaşayanın yerine kendini koyamıyor! “Doymazlar” daha çoğunu almaktan uzak durmuyor! Büyüyen yoksulluğun toplumsal “felaketlere” dönüşme olasılığını gözden kaçırıyor!

Bunu salgın sürecinde insanlar her türlü zorluğu yaşarken bakanlığa dezenfektanı pahalı fiyattan alanda gördük, deprem sürecinde kimi molozların altında/ kimi yıkıntıların üzerinde can pazarı yaşarken kurumun çadırını satanları gördük, yine bir yandan can/ bir yandan açlık/ bir yandan soğuk hava/ bir yandan barınma soruna yaşanırken yardımları çalanları gördük, emekli/ asgari ücretli aldığı aylıkla “açlık” yaşarken her şeyin “iyiye” gittiğini söyleyenleri gördük, fahiş fiyatın üzerine gidileceğinin sözü verilmesine karşın zincir marketlerde fiyatların haftalık değiştiğini gördük, yurttaşın beslenme sorunu yaşarken bir de barınma sorunuyla uğraştığını gördük! Görmedik mi?

***

Çirkinleşmediği, kırılıp dökülmediği sürece “gösterileri” onun için yerinde buluyorum! Bunu da sağlayacak olan göstericiler kadar güvenlik güçleri… Duygudaşlık unutulup, bir de gösterinin güvenliğinde sorun olunca istenmeyen olaylar da gelişiyor! Gösterinin “içtenliğini” gölgelemek isteyen provokatörler her eylemde olabileceği gibi burada da kendini gösterdi ne yazık ki…

Birkaç gün önce Adana Anakent Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın bir paylaşımı vardı sosyal medyada… Paylaşımında, gelişmeleri endişe içerisinde izlediğini belirtirken “siyaset alanının dışına taşarak toplumun yapı taşı olan aileye kadar uzanan hakaretler büyük üzüntü veriyor” diyordu! Tamam eylemini yaparsın, tepkini gösterirsin, sesini duyurursun da eylemin boyutunu “aile” kurumuna dokundurunca olmaz; amaç çirkinleşir!

***

Gösterinin dağılmasının ardından, kaldırımdan giden katılımcılara “biber gazı” sıkılması ne denli çirkinse, gösteriye “çirkinlik” bulaştırmak isteyenlerin her kimin olursa olsun ailesine, değerlerine zarar verici eylemler gerçekleştirmesi/ yakışıksız “dil” kullanılması duygudaşlığın ne denli unutulduğuna en can sıkıcı örnek!

Başkan Karalar, paylaşımında şu sözlere yer veriyor: “Hepimiz farklı düşüncelere sahip olabiliriz ama ortak noktamız; bizi biz yapan değerlerimizdir! Siyasi rekabetle toplumsal değerlerimizi asla karıştırmamalıyız, onları aşındırmamalıyız. Sayın Cumhurbaşkanı’nın rahmetli annesine yönelik çirkin ifadeleri de Ekrem İmamoğlu’nun kıymetli eşi Dilek İmamoğlu’na yapılan ahlaksız saldırıları da kınıyorum.”

***

“Bu memleket, bu cennet, bu hasret bizim” değil miydi? Yurttaşın “kendini” duyurmak amacıyla yaptığı hiçbir “gösteriyi” anlamsız bulmadığım kadar, “çirkinliklerin” de “gösterinin” amacı olamayacağı düşüncesinde olanlardanım! Kimse bu “çirkinlikleri” yapanlar, kimse yurttaşın demokratik hakkını “sabote” edenler, kimse “ahlaksız” saldırıya geçenler bulunsun ki, herkes “kim” olduğunu görsün!

Neler yaşanıyor görüyorsunuz… Daha ilk günden “bunlar paçavralar/ bunlar kendini bilmezler” denilerek “yaşanılmışların” yadsınmaya çalışıldı! Bu ne denli sorunlu bir yaklaşımsa, duygudaşlığın tanınmamazlığı da sorunlu… Çirkinlikler, kırıp/ dökmeler tek pencereden bakılarak değerlendirilir, başkalarına yapılanlar umursanmazsa, ona göre de “güç” kullanılamaya çalışılırsa çok “eksiği” olan duygudaşlık büsbütün yok olur! O bir başka felaket! Karalar’ın “Bugün birileri için gösterilen duyarlılık, başkaları söz konusu olduğunda yok sayılıyorsa, burada büyük bir adalet sorunu vardır” sözünü saklayın derim!

Devamını Oku

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…
0

BEĞENDİM

ABONE OL

OKTAY EROL

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça…

Kapısını çaldığınız komşunuza sorun, mahalle bakkalınıza sorun, tek çocuklu asgari ücretliye sorun, uzun süre görmediğiniz tanıdığınıza sorun, dışarıda öğrenci okutan aileye sorun, “iş” diye yanına vardığınız patrona sorun; “nasılsın” deyin! Aldığınız yanıt “ekonominin” içinde bulunduğu durum olacaktır! Eğer “bir kişi” içtenlikle “iyiyim, erinçliyim, sorunum yok, gelecekten umutluyum” derse, diğer duyduklarınızın tamamını yalan sayın!

Biliyorsunuz günümüzde herkes “ekonomist” oldu… İlkokula giden öğrenci bile, her gün değişen fiyatlar karşısında harçlığının yetmediğini ileri sürüyor! Bir ay önce okul büfesinden aldığı simidin, şalgamın, ayranın, bisküvinin artık ulaşılmazlığından sızlanıyor; harçlığım yetmiyor! Ev hanımının, ondörtbinbeşyüz lirayla geçinmeye terk edilen emeklinin, yurtta kalan öğrencinin, hastane kapısında randevu bekleyen hastanın, “karın topluğuna” çalıştırılan emekçinin, iş bulmak için kapıları zorlayan gençlerin dinlenmeyen/ umursanmayan çığlıkları oldu! Unutulmasın!

***

İnsanların işinde/ gücünde olması gerek, emeklerinin karşılığını alması gerek, yetişen kuşağın gelecek kaygısı olmaması gerek, yıllarını çalışmaya adamış/ primini ödemiş/ gününü doldurmuş/ emekliliği hak kazanmış olanların onurla yaşamını sürdürmesi gerek, yurttaşın yönetene güvenmesi gerek, insanların doyması/ barınması/ sevmesi/ gülebilmesi gerek!

Yapılan araştırmalar “mutluyum/ gelecekten umutluyum” diyenlerin sayısının her geçen gün azaldığını gösteriyor! Doyamayan/ gülemeyen insanların söyleyecek “bir şeyler” olmalı! “Ağlamayan çocuğa meme verilmez” özdeyişini anımsayın! İnsanlar ağlamasalar da, doymadıklarını/ açlıkla karşı karşıya olduklarını her fırsatta dile getiriyor! Seslerini duyurmak, yaşadıklarını anlaşılır biçimde göstermek istediklerinde bugüne değin yapılanlar ne oldu düşünün! “Sabır, şükür…”

***

Durduk yerde kimseyi sokağa indiremezsiniz! Basında kaç kez yer aldı; ülkemizde yapılan bazı toplantılara, mitinglere, buluşmalara zorla/ bindirilerek getirilenleri duymayan olmadı! Ben anımsıyorum, geçtiğimiz yıl Adana’da düzenlenen bir etkinlik için yurdun dört bir yanından gençler taşınmıştı, karşılaştığım biri de “abi bizi buraya otobüsle getirdiler, söz verdikleri yemeği bile vermediler” diye yakınmıştı!

Günlerdir süren eylemlerin Ekrem İmamoğlu için, daha kesinlik kazanmamış “yolsuzluklarını” savunmak için olduğunu düşünenler var! Yapmayın! Nerede yolsuzluk yapan, bu halkın alın terinden çalan, haksız kazanç sağlayan, hak etmeden alan varsa cezasını çeksin! Bu sokaklarda olanların “asıl” nedeni onlar değil mi? Çalmasalardı, hak etmediklerini almasalardı, emeğin karşılığını vermiş olsalardı “kimin” ne işi vardı gecenin ayazında, tazyikli suyun/ biber gazının karşısında?

***

Bunu yurttaşın “yaşadıklarını” anlatmak olarak düşünün… Emeklinin/ asgari ücretlinin aldığı aylık temel gereksinmelerine yetmemiş, kira bedeli karşısında ezilmiş, yaşadığından habersiz olan yurttaşın sesi olarak düşünün… Düşünün ki bir kamusal alandasınız… Her yaştan bekleyenlerle dolu salon! On masadan yalnız üçü gelenlerle ilgileniyor! Diğer masalarda oturanlar kendilerince bir şeyler karıştırıyor bilgisayar ekranında… Kalabalık bir türlü azalmıyor!

Saatler geçiyor… Kimin ne iş yaptığını da anlamıyorsunuz, uzun süre karşılıklı oturmalara tanık olduğunuzda “sinir” uçlarınız geriliyor, kendince bilgisayar klavyesiyle ilgilenen birinin yanına varıp, “kalabalık bir türlü azalmıyor, çabuklaştıracak bir şeyler yapsanız” diyorsunuz…  Salt gözünüzün içine bakıp homurdanıyor; sözünüze eklemeler yaptığınızda da beklememizi söylüyor! Yeniden bekliyorsunuz, değişen bir şey olmayınca da “yüksek sesle” tepkinizi gösteriyorsunuz! Kapıdaki güvenlik “kışkırtıcı” olmakla suçluyor, yeniden sesinizi yükseltiyorsunuz, bu arada kalabalıktan size katılanlar oluyor, odasından çıkan müdür ortamı yatıştırmaya çalışırken tepkinizi sürdürüyorsunuz… Sonra masalardan bir kaçının daha müşteri aldığını, kalabalığın yavaşça azaldığını görüyorsunuz…

***

Çirkinleşmedikçe, kırmadıkça/ dökmedikçe, içinde “hak” barındırdıkça “sokak” bana bunu söylüyor!

Devamını Oku
teslabahis casinoport pashagaming betkom mislibet casino siteleri
istanbul eşya depolama