MEHMET HAYATİ ÖZKAYA

MEHMET HAYATİ ÖZKAYA

23 Eylül 2023 Cumartesi

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-V

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-V
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mehmet Hayati ÖZKAYA

GALATALI MİRALAY ŞEVKET BEY VE KARAKOL CEMİYETİ

İlhami Soysal,  Ankara Merkez Komutanlığı Tutukevi’nden Attilâ İlhan’a gönderdiği 20. 12. 1981 tarihli mektubunun bir yerinde şöyle der:

“Bilirsin, benim, yazmaktan okumaktan başka yapabileceğim pek bir şeyim yoktur. Dolayısıyla okuyorum. Ne var ki okuma olanaklarım da oldukça sınırlı. Çünkü tutukevi yönetmeliği gereğince içeriye gazete ve dergiler dışında Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgili kitaplardan başka bir şey girmiyor.

(…)

Niyetim iki kitap ortaya çıkarmak. Vaktiyle de seninle konuşurduk ya, biri Atatürk’ün çevresi… Bu çevrede kimler vardı. Atatürk’le birlikte nereye kadar yürüyebildiler, neler dediler, neler yaptılar, Atatürk bunlar için neler dedi, vb.

İkincisi daha uzun süreli bir çalışma… Başından sonuna kadar Kurtuluş Savaşı süresince adları şu ya da bu biçimde kitaplara geçmiş kişiler kılavuzu… Öyle çok bilinenler değil.

Örneğin bir Galatalı Şevket diye miralay var. İstanbul’da Anadolu ile irtibat sağlayan kilit adam. Kimdir, nedir, kurtuluştan sonra ne oldu? Bir Köprülü Hamdi Bey var. Akbaş Cephaneliğini basıp Anadolu’ya kaçıran… Bir Keskinli Rıza Bey var. Antep savunmasında bir Yörük Selim Bey var, Silifke’de Emin Aslan Bey… Doğu cephesinde bir Eyüp Ağa var…”[1]

Evet, var da var… Saymakla bitmez. Açın bakın,  Türk Kurtuluş Savaşı’nın her sayfası adı bilinen, bilinmeyen nice kahramanın hikâyesiyle doludur.  Şair de böyle demiyor mu?

“türkiye türkiye ay’lı yıldız’lı türkiye
sen mehmed’sin omuzlarında anadolu yaylası
aladağlar toroslar dev gibi gövden
sen şehit oğlu şehit babası
sana selam olsun dünyadan hürriyetten”

Bu şiirin imlasından şiirin kime ait olduğunu yüzde yüz anlamışsınızdır diyerek şairin selamını alıp yazımıza devam etmek istiyorum ama serde öğretmenlik olduğundan mıdır nedir yine de bir küçük açıklama yapmadan duramıyorum.

Efendim kimi rivayetlere göre, Rus yazarı Plekhanov’un estetiğinin yanında, Fransız şair Apollinaire’ın şiiriyle tanışması onu (Attilâ İlhan’ı) imgeye yaklaştırmış. Küçük harfle ve noktalama işareti kullanmadan, sadece özel isimlere gelen ekleri ayırmada kesme işareti kullanarak yazma tekniği buradan gelen bir esinlenmeymiş. Bir başka rivayete göre ise şair, harfler arasında hiyerarşinin olmasını kesinlikle reddedermiş… Neyse asıl konumuza dönelim.

İlhami Soysal’ın Kurtuluş savaşının öncesi ve sonrası ile ilgili merak ettiklerini doğrusu zaman zaman biz de merak edip araştırdık. Hatta Köprülülü Hamdi Bey’in Akbaş Cephaneliğini nasıl bastığını Ayarsız’da anlattık.[2] Bu yazımızda da,

“Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.

Parçalandı bir kıtanın toprakları,

Aslan payını aslan olmayan aldı…

Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.”[3]

diyerek perdeyi açıyoruz. Dekor, Balkan Savaşlarının ve I. Dünya Savaşı’nın yorgun düşürdüğü Osmanlı devletinin uçuruma sürüklenişin izlerini taşıyor. Altı asırlık koca devlet boynu bükük, yorgun, bitkin bir insan gibi sessizce ufka bakıyor. Ufukta ise anadan, yardan, serden geçerek sahnenin ortasına doğru yürüyen adsız kahramanlar görünüyor. İşte o kahramanlardan biri Galatalı Miralay Şevket Bey.[4]

Askerî mektep diplomasındaki tarife göre Galatalı Şevket Bey; orta boylu, buğday benizli ve ela gözlüdür. İlköğrenimini tamamladıktan sonra Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinde eğitimine devam eder. Bir birini takip eden yıllar içerisinde üsteğmenlik rütbesini kazanır. 1902’de Galatalı Şevket Bey’e, mülazım-ı evvellik(üsteğmen) rütbesi verilirken âdet olduğu üzere din ve devlete ve Sultan II. Abdülhamid’e sadakatle hizmet edeceğine ve gerekirse bu uğurda canını feda etmekten çekinmeyeceğine dair yemin ettirilir. Aradan iki yıl geçer. Galatalı Şevket Bey, Erkan-ı Harbiye Yüzbaşısı olarak Mekteb-i Harbiye’den (Harp Okulu) mezun olur.

Tercüme-i Hâl Kâğıdında (biyografisinde): “Fransızca ve İngilizce görüşür ve okur ve yazarım yani bilirim. Biraz Rusça, Arapça ve Kürtçe anlarım. Asıl dilim Türkçedir.”  der. Bu çok dilli Şevket Bey’in bir başka özelliği ise Sultan II. Abdülhamid’e sadakatle hizmet edeceğine dair yemin etmiş olmasına rağmen Meşrutiyet ve hürriyet sevdalısı bir asker olmasıdır. Gerçi bu özelliği onun başına yeni tayin edildiği görevinde birtakım dertler açar ya, pek aldırış etmez.

1904’te Edirne’de Bölük Komutanlığı görevini yürütürken meşrutiyet ve hürriyet yönünde çalışmalar içerisinde bulunduğu ve süvari zabitanından(subaylarından) bazılarıyla piyade kışlasında gizli toplantılar yaptığı iddiasıyla altı arkadaşıyla birlikte tevkif edilir.

Edirne’de on bir gün hapsedildikten sonra askerlik mesleğinden tart (uzaklaştırmak) ve kalebent edilmek kaydıyla ( bir kaleye kapatılmak cezasıyla )  irade-i seniyye ( padişahın emriyle)  ile Divan-ı Harb-i Mahsusta (Yüce mahkemede) muhakeme edilmek üzere İstanbul’a gönderilir. 105 gün Merkez Kumandanlığında hapsedilir.  Divan-ı Harb-i Mahsus tarafından yapılan muhakemede suçsuzluğu tespit edilince beraatına ve askerlik mesleğine iadesine karar verilir. Artık Şevket Bey’in yeni adresi Erzincan’dır. Buraya gönderilişi bir çeşit sürgündür. Bu sürgün döneminde, II. Meşrutiyetin ilanına kadar, Muş’ta ve Van’da görev yapar. 1908’de yeniden İstanbul’dadır. Sonrası ise birçok askeri görev ve kazanılan rütbelerle geçen zamandır.

1. Dünya Savaşı’nda Yarbay olarak 11’nci Kolordu’nun 33’ncü Fırka Kumandanlığına tayin edilir. Köprülü Şerif İlden Bey’in ifadesiyle “Şevket bir avuçluk 33’ncü Tümen’iyle Rusların sağ kanatlarına o kadar sıkı bir biçimde yapıştı ki düşman bu kanadında her çekilişinde mitralyözlerini, tüfeklerini, atlarını, arabalarını bırakmaya, Şevket’e birçok esir teslim etmeye mecbur kalıyordu…”

Bu cesur komutan askerlik vazifesi boyunca çok kritik cephelerde görev başındadır. Kâh Kafkas Harekâtının bütün safhalarında kâh Filistin harekâtında üstün gayretler sergiler. Altın ve gümüş madalyalarla taltif edilir. Lakin takvimler 30 Ekim 1918’i gösterirken imzalanan Mondros Mütarekesinin hemen sonrası ordunun terhisi söz konusu olduğundan İstanbul’a gelir.

İstanbul’a geldikten sonra 12 Ocak 1919’da Bahr-i Sefid [Akdeniz] Müstahkem Mevkii Kumandanlığına tayin edilir. Ancak Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırlığı döneminde yeniden tevkif edilen Şevket Bey, Temmuz 1919 sonu itibariyle kısa süre de olsa bir müddet Bekir Ağa Bölüğünde kalır. Daha sonra serbest bırakılıp tekrar mesleğine iade edilir…

Mütareke döneminde vatan, millet, hürriyet aşkıyla yanıp tutuşan Miralay Şevket Bey aynı sevdayla dolup taşan arkadaşlarıyla birlikte milli teşkilatlar oluşturmaya başlar.  Bunlardan biri hatta en önemlilerinden biri olan Karakol cemiyetini Talat Paşa’nın talimatları doğrultusunda kurarlar. Bu bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) başlangıcında bu ve diğer milli direniş örgütlerinin payı vardır.

Karakol Cemiyetinin kuruluşunda Kurmay Albay Kara Vâsıf, Kara Kemal, Emekli Yüzbaşı Bahâ Said, Miralay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Beyler gibi İttihatçılar rol alırken bu teşkilat adını iki kurucu idari üyenin Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın isminden alır… Başkanlığını ise Galatalı Miralay Şevket Bey üstlenir. Bu görevi alırken yaptığı teşekkür konuşmasında şöyle der: “Beni reis yaptığınızdan dolayı teşekkür ederim. Tuttuğumuz yol pek kanlıdır. Fakat kurtuluş yoludur. Tarihte bizim gibi acı günler yaşamış başka milletler de vardır bunlardan mücadeleyi göze alanlar, ölmesini ve öldürmesini bilenler kurtulmuştur.”

Anadolu’daki Milli Mücadeleye destek vermek için silah ve asker kaçırmasıyla ünlenen Karakol cemiyeti büyük işlere imza atar. İstanbul’dan Anadolu’ya geçişlerde Merdiven Köyündeki Bektaşi Tekkesi ve Sultan Tepesi’ndeki Özbekler Tekkesi menzil vazifesi görmekte, Anadolu’ya geçiş için tekkeye başvuranlar parola ile kabul edilmekteydiler. Mesela, Özbekler Tekkesine müracaat edenler “Bizi İsa yolladı” parolasını verdikten sonra içeriye kabul ve akabinde plan çerçevesinde Anadolu’ya geçirilmekteydiler. Burada bahsedilen “İsa” muhtemeldir ki Galatalı Şevket’tir. Zira Karakol Cemiyeti mensuplarının kod isimleri mevcuttur ve Galatalı Şevket Bey, “İsa” takma adını kullanmaktadır. Kara Vasıf’ın kod adı “Cengiz”, Mustafa Kemal Paşa’nın kod adı “Nuh”, Ali Fuat Paşa’nın “Musa”dır.

Bu kod adlarıyla ilgili olarak yapılan yazışmalardan bir örnek verelim: Musa kod ismini kullanan Ali Fuat Paşa’nın 20 Ağustos 1919’da, “Nuh Bey’e Verilecektir…” şifresiyle bizzat Sivas’a, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine yolladığı 4 maddeden meydana gelen telgrafın ilk üç maddesini atlayarak okuyalım:

“Nuh Beye Verilecektir,

4-İngilizlerin sizi meyyiten (ölü) veya hayyen(diri) derdest (ele geçirme)ve Rauf Bey’i de siyâseten elde etmek içün Dersaadetten (İstanbul’dan) Ankara üzerinden oralara bazı adamlar gönderdiği Dersadetten bildiriliyor. Bu husûsdaki tafsilât ayrıca bildirilecektir.” [5]

Evet, Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından Anadolu’da işgaller sürerken Karakol cemiyeti de halkın milli şuurunu harekete geçirmek üzere her alanda birtakım faaliyetler gerçekleştirir. Bu kapsamda Baha Sait Bey din adamlarıyla, Kemalettin Sami Bey aydınlarla, Galatalı Şevket Bey de gazetecilerle irtibat sağlamakla vazifelendirilir. Nitekim İzmir’in işgali üzerine Miralay Şevket Bey ve Karakol, İstanbul’daki mitinglerde de aktif rol oynar.

Karakol Cemiyeti, İtilaf Devletlerinin İstanbul’u işgaline kadar [16 Mart 1920] Anadolu’daki Millî Mücadele hareketi ile İstanbul arasındaki iletişimi sağlar; hatta Heyet-i Temsiliye’nin İstanbul’daki temsilcisi gibi hareket eder. Karakol’un bu ilişkilerinde kilit isim ise Galatalı Şevket Bey’dir.

Karakol liderlerinden ve Bahr-i Sefid (Akdeniz) Müstahkem Mevkii Kumandanı Galatalı Şevket Bey’in katkı sağladığı önemli bir icraat da Gelibolu’daki Akbaş cephaneliğine baskın yapılması ve buradaki cephanenin Anadolu’ya aktarılmasıdır. Bu konuda cephanenin taşınması için kendisinden talep edilen motoru, temin eden ve Köprülülü Hamdi Bey’e tahsis eden Galatalı Miralay Şevket Bey’dir. 26/27 Ocak 1920’de yapılan baskınla ele geçirilen silah, cephane ve haberleşme araçları millî kuvvetlere aktarılır.

Baskından haberdar olan İstanbul İşgal Yönetimi, bu durumdan fena halde rahatsız olur.  İstanbul Hükûmetinden bu baskının sorumlusu olarak gördükleri komutanları yargılamak talebinde bulunurlar. Fakat istekleri yerine getirilmez. Ancak bir süre sonra 16 Mart 1920’de İstanbul resmî olarak İtilaf devletleri tarafından işgal edilir. Bu işgal ile Meclis-i Mebusan kapatılarak pek çok mebus tevkif edilir Tevkif edilenler arasında Karakol liderlerinden Kara Vasıf, Miralay Galatalı Şevket de vardır.

Tevkif edilen şahıslar, 18 Mart 1920’de Benbow gemisiyle İstanbul’dan alınıp 22 Mart’ta Malta’ya ulaştırılırlar… Miralay Şevket Bey, hem siyasî yönü yani Millî Mücadele taraftarlığı hem de Hıristiyan kırımı ile suçlanır. Rauf, Kara Vasıf ve Galatalı Şevket Beyler gibi isimlerin tevkif edilip Malta’ya sürgün edilmesiyle birlikte Karakol Cemiyetinin merkez komitesi dağılır. Geride kalan Karakol mensupları Nisan 1920’de Zabitan, Ekim 1921’de Yavuz adlarıyla teşkilatlanarak mücadelelerine devam etmeye çalışırlar.

1921 senesi Ekim ayının sonlarına kadar Malta’da sürgün hayatı yaşayan Miralay Şevket Bey 31 Ekim 1921’de Malta’dan İnebolu’ya gelir.  Ekim 1922’de de emekliye ayrılır.

İşte size adları pek bilinmeyen ya da unutulan İstiklâl Mücadelemizin kahramanlardan biri olan Galatalı Miralay Şevket Bey’in hikâyesi. Peki, Şevket Bey emekli olduktan sonra ne yapar, nasıl bir hayat sürer? Ondan da kısaca bahsedeyim:

Şevket Bey’in 1928’de doldurduğu Tercüme-i Hâl Kâğıdında, annesi Hasibe Hanım’ın hayatta olup İzmir Gündoğdu’da Gayret Sokağı numara 9’da oturduğu belirtilmekte ve oğlunun eline baktığı ifade edilmektedir. Buradan, Şevket Bey’in sonraki senelerde bir müddet İzmir’de ikamet ettiği anlaşılmakta, emeklilik sonrası ise komisyonculukla meşgul olmaktadır. Nitekim Tercüme-i Hâl Kâğıdında “Beş sene evveline kadar ömrüm kıt’a idaresi ve harple geçti. Beş seneden beri de komisyonculukta ilerlemeye çalışıyorum” denilmektedir.

Galatalı Şevket Bey, hayatının son yıllarına kadar hiç evlenmez. Aslında yüzbaşı iken Şekibe Ali isimli bir hanımla evlenmek istemiş ancak kızın ailesi, subayların uzun süre evlerinden uzak kalmaları, cephelerde savaşmaları ve bazen de şehit olmaları nedeniyle eşlerinin dul kalabileceği gibi endişeler öne sürerek bu evliliğe karşı çıkmış. Ailesinin endişelerini dikkate alan Şekibe Hanım da evlilik talebini geri çevirmiş. Ancak Şekibe Hanım da hiç evlilik yapmamış. Yıllar sonra Kadıköy vapurunda karşılaştıklarında yeniden görüşmeye başlarlar. Galatalı Şevket Bey artık emekli bir asker,  Şekibe Ali Hanım da tanımış bir eğitimci, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nden diploma alan ilk kadındır. Kader böyleymiş dercesine Galatalı Şevket Bey ilk aşkına kavuşur ve Şekibe Ali Hanım’la evlenir. Kısa süre de olsa mutlu bir evlilik yaşar ve 1881’de “merhaba” dediği hayata 5 Şubat 1956’da “eyvallah” der.

———————————————————————————

[1] M. Hayati Özkaya, Bak Postacı Geliyor, Tün Yay. Ank. 2022 s.155

[2]  Ayarsız- Türk Edebiyat dergisi- Nisan 2023, s.14

[3] Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ötüken Yay. İst. 2020 s. 22

[4] Doç. Dr. Hasan Ali PolatProf. Dr. Osman Akandere,  Karakol Cemiyeti Liderlerinden Galatalı Şevket Bey’in Hayatı Ve Millî Mücadele’deki Hizmetleri, Tarih Araştırmalar Dergisi, 2021, C. 36 S. 2, s. 641-673

[5] Dr. Aslıhan Kılınç, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi , “Osmanlı İstihbaratı Karakol Cemiyeti’nde Kod Adı Kullanımına Örnekleri”  Tarih Araştırmalar Dergisi, 2021, C. 40 S. 70,s.262

Devamını Oku

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-IV

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-IV
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mehmet Hayati ÖZKAYA

MİLLİ MÜCADELENİN KARTAL MÜFREZESİ

Adımın biri Oğuz, biri Mustafa Kemal

Irkımın istediği ya ölüm ya istiklâl

Samih Rıfat

Çanakkale savaşı devam ederken 1915 senesinin Haziranında İstanbul’da Savaş Bakanlığı İstihbarat Şubesi tarafından bir grup yazar-çizere bir davet yapılır. Bu davetle onlardan, Çanakkale savaş alanlarını ziyaret etmeleri ve elde edecekleri izlenimleri halka, tarihe ve gelecek kuşaklara aktarmaları istenir.

15 Temmuz 1915’te başlayan ve on gün süren ziyaretin ziyaretçileri arasında İbrahim Çallı, Mehmet Emin Yurdakul, Ömer Seyfettin gibi dönemin tanınmış ressamları, şairleri, yazarları vardır. Bu ziyaret sonrası Ömer Seyfettin  “Yeni Kahramanlar” başlığı altında bir dizi hikâyeler yazmaya başlar.  “Kaç Yerinden?”[1] adlı hikâye de o günlerin meyvesidir.

İki ana kahraman iki de alt kahraman olmak üzere dört kahramanı olan bu hikâye, ana kahramanlardan anlatıcı/yazar ile vapurda karşılaştığı doktor arkadaşı arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. Diyaloglarda ilim ve sanat adamı kıyaslanırken aynı zamanda hâl ve mazi de karşılaştırılır.

“-Heyhat azizim, sen fen adamısın. Mazinin zevkini duyamazsın.”“-Sen de hayal adamısın. Hâlin hakikatini göremezsin.” (Ö. Seyfettin s.659)

Bu kıyaslamalar, kahramanlık ve kahramanların aldıkları yara sayısı üzerine yoğunlaşınca anlatıcı geçmişteki kahramanları, doktor ise bugünün kahramanlarını öne çıkarır. Sohbet böyle devam ederken vapurun bir köşesinde oturmakta olan gerçek bir kahraman karşımıza çıkar. Doktorun yakından tanıdığı bu kahraman asker, savaşta cepheden cepheye koşarken bacaklarını kaybetmiş ve takma bacağına henüz alışamamıştır ama hâlâ cepheye gitme arzusu ile yaşamaktadır. Hatta pilot olarak savaşmak için dilekçe vermiştir.

“-Pilotlukta bacağa lüzum yok. İnsan oturduğu yerde rahat rahat savaşacak… Hem binlerce metre yukarıda bulutların arasında… Ne zevk ne zevk!” demektedir. (Ö. Seyfettin s.665)

Gerçekten uçmanın, bulutlarla sarmaş dolaş olarak engin ufuklara açılmanın heyecanını duymak elbette büyük bir zevktir. Ancak mermilerin arasından kanat çırparak geçip gitmek öyle kolay kolay yapılacak bir iş değildir.  Kocaman bir yürek, müthiş bir cesaret ister, diyerek sizi yüz yıl öncesine Millî Mücadele yıllarına götürmek ve onca yokluğun, yoksulluğun içinde mavi göklere tırmanan kartal bakışlı kahramanlardan biriyle tanıştırmak istiyorum:

Vecihi (Hürkuş) Bey’i bilirsiniz. Sivil havacılık tarihimizin öncülerindendir.  Aynı zamanda herhangi bir askerî unvana sahip olmadan Hava Kuvvetlerimize katılan bir savaş pilotudur. Birinci Dünya Savaşında Rusların “Kara tehlike“ namıyla aradıkları Vecihi Bey, ilk hava zaferimize, arkadaşı Yüzbaşı Şükrü Bey’le birlikte 26 Eylül 1917’de Erzincan’da imza atmıştır. Gökyüzünde kazanılan bu büyük zaferin ardından Ruslara ikinci yenilgiyi tattırmak isteyen Vecihi Bey ne yazık ki 8 Ekim 1917’de büyük bir felaketle karşılaşır. Uçağı ve kendisi aldıkları mermilerle yeryüzüne doğru âdeta hızla yuvarlanırlar. Sonuç hüsrandır. Arkadaşı Bahattin Bey’le birlikte Ruslara esir düşerler.  Uzun bir yolculuktan sonra Türk, Alman, Avusturyalı binlerce harp esirini sinesinde barındıran Hazar Denizi’ndeki Nargin adasına getirilirler. Ölüm adası denilen bu adada mutlaka diğer esirler gibi sıkıntılı günler yaşayan Vecihi Bey, nedense büyük bir alçakgönüllülükle hatıralarında bunlara fazlaca yer vermez. Hâlbuki arkadaşı Salih Bey’le birlikte bu adadadan kaçma denemeleri ve ardından özgürlüğe atılan kulaçları sayesinde 19 Şubat 1918’de İran sınırındaki Astara’ya yüzerek çıkmaları; 1000 kilometreden fazla bir mesafeyi yayan yapıldak aşarak bir zamanlar bize ait olan Süleymaniye bölgesine girmeleri başlı başına büyük bir olaydır.[2]

Bundan sonra istikamet yine İstanbul’dur, yine hasret kaldığı tayyareleridir. Lakin İstanbul, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması gereği teslim bayrağını çektiğinden Yeşilköy’deki hava istasyonumuz da İngiliz ve Fransız hava kuvvetleri tarafından işgal edilir.  Bunun üzerine hava istasyonundaki görevliler ve tayyareler İstanbul’un Anadolu yakasına, Maltepe’ye taşınır.

Bu istasyona Osmanlı Kuvay-ı Havaiye Müfettişliğince Pilot Yüzbaşı Fazıl, komutan olarak tayin edildiğinde istasyonda Binbaşı Latif, Yüzbaşı İsmail Hakkı, Sivil Pilot Vecihi Bey de görevlidir. Yalnız bu havacılar görev yaptıkları yerde öyle pek akıllı uslu durmazlar, Anadolu’ya geçmek Milli Mücadeleye katılmak gibi birtakım garip teşebbüslere girişirler. Hatta bu faaliyetlerini (7 Haziran 1919’da) uçakları kaçırarak gerçekleştirmek isterlerse de başarılı olamazlar. Meydandaki dört tayyareden üçü kalkış sırasında diğeri ise İznik yakınlarında telgraf tellerine takılarak kırıma uğrar.[3] Bunun üzerine havacılarımız küçük gruplar halinde farklı zamanlarda, farklı yollardan, oldukça sıkıntılı, zorluk derecesi yüksek yoluculuklarla, Konya’ya ulaşırlar. Vecihi Bey bu kaçışı şöyle anlatır:

“Evet, cüretimiz büyük ve cürmümüz ağırdı. İmparatorluğun hava kuvvetlerinden vasıta ve silah çalmaya teşebbüs etmiştik. Osmanlı devleti nazarında birer şaki idik… Bu hareketimiz tabii cezasız kalmayacaktı…(V. Hürkuş s.63)

O günlerde İstanbul gazetelerinin hakkımızda takip neşriyatı ve bilhassa bu takibe mükâfat vaadi vaziyetimizi daha korkunç safhaya sokmuştu.” (s.65)

Ateşkesten dolayı uzun zamandan beri uçuşlardan uzak kalan havacılar ellerindeki kıt imkânlara rağmen Konya’da büyük bir gayretle çalışmalarını sürdürürler. Kısa zamanda büyük başarılar elde etmek gibi bir özelliğe sahip olan bu cesur yürekli havacılar, Uşak’ta ve Eskişehir’de iki bölük oluşturmaya karar verirler. 2 av ve 2 keşif uçağı Eskişehir’de, 3 av, 1 keşif uçağı ise Uşak’ta hazır hale getirilir. “Kartal Müfrezesi” adını verdikleri 8 uçaklı bu iki bölük TBMM ordularının ilk hava gücü olarak tarihe geçer.

Vecihi Bey’in hatıralarına dönelim:

“15 Ağustos 1920 Pazar. Saat 8.00, güzel bir yaz sabahı. Aldığımız emir üzre… Kula’yı turladıktan sonra, önümde büyük Alaşehir ovası açılmıştı. Yurdumun bu güzel parçası düşman işgali altındaydı… Alaşehir’in umumi durumunu tespit ettikten sonra istasyon mevkiine döndüm. İstasyon çok kalabalıktı… Bu kalabalık, düşman kuvveti idi. Türklerin henüz tayyareleri bulunduğundan haberleri olmayan düşman askerleri, belki kendi tayyareleri sandıklarından vaziyetlerinde en küçük bir değişiklik bile olmamıştı. Bu güzel vaziyeti kaçırmadan birinci bombamı bıraktım. Yükselen bir infilak dumanı bana tam bir isabet zevki vermişti.”( V. Hürkuş s.69)

Bundan sonrası tahmin ettiğimiz gibi kesin bir zaferle neticelenir.  Bu İstiklâl savaşımızdaki ilk uçuştur ve ilk zaferdir. Hava kuvvetlerimizin tarihine geçen bir ilk daha vardır: Çine’ye zorunlu iniş yapmak durumunda kalan İngiliz yapımı bir Yunan keşif uçağı askerlerimiz tarafından ele geçirilir ve uçağa “Ganimet” adı verilir.[4]

Birinci İnönü ve İkinci İnönü savaşlarında kahraman pilotlarımızın hazırladıkları keşif raporları zafere giden yolda büyük rol oynamıştır. Albay İsmet Bey, kazanılan zaferden sonra havacılarımızın ödüllendirilmelerini teklif etmiş.  Çünkü mevcut tayyarelerle uçmak hemen hemen imkânsız gibidir. Ancak, bütün olumsuzluklara rağmen Sivil Pilot Vecihi ve Behçet Bey’ler, Yüzbaşı Muhsin, Teğmen Sıtkı, Üsteğmen Yusuf Kenan görevlerini kusursuz yerine getiren kahramanlar olarak nakdi mükâfatı hak etmişlerdir.

Nasıl hak etmesinler ki bakın işte o günlerden bir sahne “10 Ocak 1921. İnönü Harbi’nin dördüncü ve en çılgın günüydü”  (V. Hürkuş s.83) diye anlatmaya başlamış Vecihi Bey…   Önce yükseklerden düşman kuvvetlerini nasıl takip edişini, sonra alçalıp elindeki birkaç bombayı hareket halindeki nakliye kolunun üzerine nasıl büyük bir isabetle bırakışını, ardından İnönü taraflarında düşman siperlerine doğru yaptığı müthiş taarruzlarını sular seller gibi anlatıp yaşadığı faciayı bir film karesi gibi gözlerimizin önüne serer.

“Ben bu etkili hücumlarımı en yoğun noktalar üzerinde toplayarak 4-5 defa tekrarladım ve son mermiyi de de sarf ettikten sonra, gördüklerimi bir an evvel haber vermek üzere döndüm. Henüz ayrıldığım noktadan 10 kilometre kadar açıldığım bir sırada motorumun, devri düşmeye başladı ve büyük bir sıkıntı içinde çırpınarak sustu.”( V. Hürkuş s.85)

Artık tayyarenin nereye ineceği kaderin bir takdiridir. Neticede bir yere inmeyi başarır. Lakin indiği yerde iki ateş altında kalır.  İnce vızıltılar haline mermiler uçmaktadır. Etrafında kimseler yoktur. Motorun alt tarafındaki mermi deliklerini fark eder. Bulunduğu yerden kurşun yağmurları altında hızla uzaklaşır. Bir tepenin üzerinde düşman kuvvetleriyle çarpışan askerlerimizi görür. Genç bir subayın “Tayyareci çabuk sırtı atla!” komutuyla son bir gayretle askerlerimizin saflarına karışır.  Fakat aklı hâlâ uçağında ve son vazifesindedir.  Elini cebine atar, ancak aradığını bulamaz. Zabite yaklaşır, bir kibrit vermesini rica eder. Zabit, ne yapacaksın diye sorar. “Son vazifemi. Tayyareyi yakacağım.” Kibrit kutusunu alır. Kulaklarının içinde vızıltıları inleyen kurşunların altında düşe kalka yaklaşık 500 metre koşup tayyaresine ulaşır.  Elindeki kibritle bir an durur, bir ihanet suçu işler gibi titrer. Bir an Kafkas cephesinde yaşadıklarını hatırlar ve tayyarenin musluğunu açıp akan benzinin üzerine yaktığı kibriti atar.  Yükselen alevler biraz sonra tayyareyi sarar. Vazifesi bitmiştir. Geldiği yolu yine büyük bir ateş yağmuru altında geçerek. Saflarımıza karışır.

Bu cesur yürekli adam, yüz binlerce kahramanın arasından sadece biridir. Vatan söz konusu olduğunda yediden yetmişe, kadınıyla erkeğiyle, mücadeleden kaçmayan Türk milleti, en zor şartlarda dahi zaferlere ulaşmayı başarmıştır.

İşte 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi ki (23 Ağustos 1921- 13 Eylül 1921)  İstiklâl Savaşı’mızın dönüm noktasıdır. Bu büyük savaş için İsmail Habib Sevük, “13 Eylül 1683 günü Viyana’da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya’da durdurulmuştur.” der.

Bu savaşta Türk ordusunun 2 uçağı, Yunan ordusunun ise 50 uçaklık hava gücü vardır. Türk uçaklarından birinin adı İsmet diğerinin adı İzmir’dir. Sakarya savaşında kendilerine verilen görevleri fazlasıyla yerine getiren Vecihi Bey, biraz da gurur duyarak şöyle not düşmüş hatıralarına:  “6 havacı: Yzb. Fazıl, Mlz. Basri, Mlz. Hamdi, Mlz. Bahattin, Tayyareci Hayrettin Bey ve Vecihi 19 gün içinde tam 40 uçuş vazifesi görmüştür.” (V. Hürkuş s.115)

Ve ardından 26 Ağustos’ta başlayan Büyük Taarruz ve sonra Mustafa Kemal Paşa’nın  “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” emrini verdiği 30 Ağustos 1922’deki Başkomutanlık Meydan Muharebesi dünya tarihine altın harflerle Türk milletinin bağımsızlık destanı diye geçmiştir.

Bu destanın büyüklüğünü anlamak için gelin üç yıl öncesine, 14 Mayıs 1919 gecesine dönelim:  Samsun’a gitme görevi tebliğ edildikten sonra Mustafa Kemal Paşa, Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın Nişantaşı’ndaki evine, akşam yemeğine davet edilir. Üç kişilik bir sofra hazırlanmıştır… Yemek sonrası Mustafa Kemal Paşa konaktan ayrılırken yanında Genel Kurmay Başkanı Cevat Paşa da vardır. İkisi de dalgındır. Düşüncelidir. Bir aralık Cevat Paşa yanında yürüyen arkadaşını bir müddet süzer ve sorar:

“Bir şey mi yapacaksın Kemal?”

“Evet, Paşam, bir şey yapacağım!”

“Allah muvaffak etsin!”

“Mutlaka muvaffak olacağız!”[5]

İşte bu inançla, bu ülküyle çıkar 19 Mayıs 1919’da Samsun’a Mustafa Kemal Paşa.

“Ordu yok! derler; “Kurulur” der.

“Para yok! derler; “Bulunur” der.

“Düşman çok! derler; “Yenilir!” der.

 

Elbette, düşman ve düşmanlar yenilir. Dün olduğu gibi bugün de yarın da zafer Türk milletinin olacaktır. Çünkü Türk milleti esarete alışık bir millet değildir. Tarihin sayfalarına bakın, hep özgürlük uğruna, bağımsızlık uğrana verdiğimiz mücadelerle doludur. Şair Halit Fahri Ozansoy’un dediği gibi;

O kadar dolu ki toprağın şanla,

Bir değil, sanki bin vatan gibisin.

Yüce dağlarına çöken dumanla

Göklerde yazılı destan gibisin.[6]

 

Şimdi sözü Türk’ün başbuğu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım:

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekât;
Türk ordusunun, Türk subay ve komuta heyetinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kere
daha yazdıran muazzam bir eserdir.

Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğum için bahtiyarlığım sonsuzdur.”[7]

Aynı bahtiyarlıkla kendinden geçen Vecihi Bey de hatıralarında, duygularını şu cümleyle ifade etmiş:

“İstiklal savaşımızda ilk uçuş gibi, son uçuş da benimmiş.” (V. Hürkuş s. 127)

Evet, havada, karada, denizde Milli Mücadelemizin kutsal ateşini yakan kahramanlarımıza, bu vatanı bize armağan eden şehitlerimize, gazilerimize bin selam, bin rahmet olsun!

 

———————————————————————————-

[1] Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeler, Ötüken Yay. İst. 1974, C II. s.657

[2] Vecihi Hürkuş, Bir Tayyarecinin Anıları, YKY. İst. 2023,s 28-42

[3] E. Rezzan Ünalp,  Türk İstiklal Savaşında Batı Cephesinin cesur kanatları: Türk Tayyare Bölükleri, Türkiye Günlüğü S 150-Bahar, s. 168

[4] E. Rezzan Ünalp, age s.170

[5] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Remzi Kitabevi, Cilt 1, Bas. 32, İst. 2011, s.369

[6] Halit Fahri Ozansoy, “Vatan Destanı” TDK Yay. Ank. 2011, s.190

[7] Atatürk, “Nutuk” Haz. M. Ali Ayyıldız, İtalik Yay. Ank. s.488

Devamını Oku

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-III

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-III
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Mehmet Hayati ÖZKAYA

EN BÜYÜK SAVAŞ, CAHİLLİĞE KARŞI YAPILAN SAVAŞTIR!

Takvimler 1920’yi gösterdiğinde Osmanlı devletine başkentlik eden üç büyük şehir Bursa, Edirne, İstanbul ne yazık ki düşman ayaklarının altında çiğnenmekten kurtulamamıştı.  Altı asırlık bir ömür hiç de kabul edilemeyecek bir şekilde tarih sahnesinden çekilirken şanla, ihtişamla dolu hatıralar yerini boynu bükük bir perişanlığa bırakmıştı.

Hele Osmanlının doğuşuna şahitlik eden Bursa’nın 8 Temmuz 1920’de işgali Türk’ü kalbinden yaralamış, ona acıların, kederlerin en şiddetlisini tattırmıştı.

Büyük şairimiz Mehmet Akif Ersoy bu kahredici durumu  “Bütün dünyaya küskündüm…” diyerek başladığı Bülbül şiirinde anlatırken bunalmış bir vaziyette,  gün batımına yakın şehirden çıktığını söyler. Yalnız başına kırlarda dolaşır, biraz sonra karanlık basar. “Işık yok, yolcu yok, ses yok” tur. Her taraf sessizliğe gömülmüşken şair hâtıralara dalar, şanlı mâziyi anar. Neleri kaybetmiş olduğumuzu, ne günlere kaldığımızı düşünür. İşte tam o sırada sessizliği bozan, vadiyi inlemelerle dolduran, uzun bir bülbül feryadı işitilir.  Bu yakıcı nağmeler bütün tabiatı etkisi altına aldığı gibi şairimizi de derinden etkiler. Ona göre bu feryat, bu figan âdeta Türk milletinin içinde bulunduğu durumu anlatmaktadır. Bunun üzerine sesini duyduğu ama kendisini göremediği bülbülle milletinin adına bir sohbete başlar:

“-Eşin var, âşiyanın var, baharın var ki beklerdin;

Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?

0 zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;

Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun,

Bugün bir yemyeşil vâdi, yarın bir kıpkızıl gülşen,

Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinatın şen.”

 

diyerek kendi hâlimizle bülbülün hâlini karşılaştırır ve bülbülün bu kadar şen ve şakrak bir hayata sahipken neden hâlâ ağlayıp inlemekte olduğunu bir türlü anlayamaz, şaşırır. Hâlbuki Türk milleti perişandır. Vatanı düşman ayakları altında inim inim inlemekte, aydınlığa hasret kalan ufukları karardıkça kararmaktadır. Hâl böyleyken şaire göre bülbülün ağlamaya hakkı yoktur. Ağlayacak, inleyecek, yas tutacak bir varsa o da Türk milletidir. Zaten şiirin son dizesinde de bunu haykırır:

“Benim hakkım, sus ey bülbül senin hakkın değil matem!”

Haklıydı Akif. Çünkü İngilizlerin denetimi altındaki güzel Bursa, Yunan ordusu tarafından işgal edilir. Sefil Yunan Bursa’ya girer girmez Osmanlı devletinin kurucularından Osman Bey’in, Orhan Bey’in türbelerini çirkin ayaklarıyla çiğnemiş, Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı Ulu Cami’yi yakmıştır.

Bu terbiyesizlikler, bu zulüm Türk halkı tarafından büyük bir şaşkınlıkla izlenirken, Bursa’daki azınlıklar büyük bir sevinç ve gururla Yunan ordusunu alkışlamaktaydı. Daha kötüsü ise asla kabul edemediğimiz yerli işbirlikçilerin aşağılık tavırlarıydı.  İşte size o günlerin görgü tanıklarından Mehmet Şimşiroğlu’nun anlattıklarından küçük bir kesit: “Yunan kumandan geldi, atından indi. Belediyenin camiye bakan mermer basamaklarından çıktı. Osman efendizade Cemil Bey orada duruyordu. Başkaları da vardı… Tokalaştılar. Bizim Türk bayrağını indirdiler, Yunan bayrağını çektiler. Cemil Bey, kendisi bizzat çekti.”[1]

Bu Cemil Bey denen adam aynı zamanda Bursa merkezli Özerk Anadolu Devleti projesinde de aktif rol oynayanlardan biridir. İngiliz menşeli bu projeye göre İstanbul, Müslümanların dini merkezi olarak yeni bir sisteme sahip olacaktı. Devletin başkenti Bursa’ya taşınacaktı. Bu sayede İslam dünyasının kontrolü daha kolay bir şekilde sağlanacaktı.(Daha ayrıntılı bilgiye dipnottaki adresten ulaşabilirsiniz.)[2]

Bursa’da bunlar olup biterken Ankara’da Büyük Millet Meclisinde, Bursa’nın işgali üzerine büyük tartışmalar yaşanır. Yurdun birçok yerinde gösteriler düzenlenir. 10 Temmuz 1920’de Meclis Başkanlığına 31 milletvekili tarafından verilen önergeyle Bursa’nın işgalini protesto etmek amacıyla oturuma yirmi dakika ara verilmesi ve başkanlık kürsüsünün  “puşide-i siyah” (siyah örtü) ile örtülmesi teklif edilir. Teklif oylanıp kabul edilir. Bu örtü 2 sene 2 ay 2 gün boyunca kürsüde kalır ve kurtuluş ümidini yaşatan Türk milletinin azmini ve iradesini diri tutan önemli bir sembol haline gelir.

İşte ya istiklâl ya ölüm denilen o günlerde, Türk’ü ortadan kaldırma planları yapanlara,  aziz Atatürk şöyle sesleniyordu: Hiçbir kuvvet, mazlum Türk milletini kendi hakkını kendi eliyle istihsalden menedemeyecektir ve emperyalist devletler bilmelidirler ki iradeyi milliye her müşküle galebe çalacaktır.”  Ardından da :  “Türk’ün haysiyet ve izzeti nefsi ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir.”

Evet, Türk ordusu Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruz ile işgal altındaki vatan topraklarını bir bir istiklâline kavuştururken İzmir’in dağlarında çiçekler açar, artık Mehmet Akif için de matem bitmiştir. Gerçi o, memleketin en karanlık günlerinde bile Türk ordusunun büyük işler başaracağına iman eden bir şair olarak İstiklâl Marşımızı yazmış ve

“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” demişti…

 

Ancak bülbüller hâlâ ötmektedir. Lakin bu sefer engin vadilerde değil bir sevdanın sesiyle altın kafeslerdedir…

“Bülbülüm altın kafeste aman
Öter aheste aheste…

Ötme bülbül yârim hasta aman,

Ah neyleyim şu gönlüme, hasret kaldım sevdiğime…”

Evet, bülbüller öte dursun biz dönelim 9 Eylül 1922’ye.

Belkahve sırtlarından İzmir’e gelen Mustafa Kemal’e çevresindekiler övünçle seslenirler:

“Başardık Paşa’m, zaferle bitti…”

Atatürk, “Hayır” der ve şöyle devam eder:

“Asıl mücadele şimdi başlıyor…”

Hâlbuki asıl mücadeleyi Mustafa Kemal, Sakarya Savaşından kısa bir süre önce, 15 Temmuz 1921’de Maarif Kongresini düzenleyerek başlatmıştı. Dünya tarihinde eşine benzerine bir daha rast gelemeyeceğimiz bu kongreyi bir ölüm kalım savaşının ortasında, yarını bugünden planlayan bir anlayışla, dosta düşmana, biz zincirlerimizi zaten kırarız, kıracağız. Asıl işimiz eğitimdeki eksikliğimiz gidererek güçlü ve uygar bir devlet kurmaktır, tezini ilan ediyordu.

Peki, Mustafa Kemal Paşa neden buna ihtiyaç duymuştu? Çünkü eğitim öğretim konusunda sınıfta kalmıştık. Bugün herkes tarafından gayet iyi bilinen gerçekler çok net bir şekilde karşımızda duruyordu. Yalnızca şu noktaya dikkat etmemiz bile halimizin nice olduğunu anlatmaya yetiyordu: Erkeklerin  % 5’i, kadınların binde 5’i okuma – yazma biliyordu. Okul yaşı gelen her dört çocuktan zaten üçü okula gitmiyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Hal böyleyken bu konuda uzun uzun konuşmaya, birtakım istatistiki verileri yazmaya gerek yok diyerek I. Maarif Kongresine dönelim. Ama önce Gayrimüslim diye adlandırılan azınlıkların okulları ile ilgili küçük bir bilgi notu vereyim:    Osmanlı devleti sınırları içerisinde Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler gayet rahat bir şekilde eğitim öğretim faaliyetlerini yürütmekteydi. Sayı bakımından Rum okulları birinci sıradaydı. Rumeli’deki ve Anadolu’daki okullarının sayısı Birinci Dünya Savaşı öncesinde 3500’e kadar yükselmişti. 1790 yılından itibaren Ermeniler de İstanbul’da okul sahip olmuştur. 1871 yılına geldiğimizde Ermenilere ait açılan okul sayısı sadece İstanbul’da 48’di. Anadolu’da ise 469’du. Bu sayı Birinci Dünya Savaşı öncesinde 2500’e kadar çıkmıştır. Yahudilerin de hem okulları hem de kültür merkezleri mevcuttu.[3]

Bize gelince,  ne yazık ki öyle parlak rakamlar veremiyorum. Zaten yukarıda belirttiğim okuryazarlık durumumuz her şeyi anlatıyor.  Hem merak edenler varsa Türk Eğitim Tarihi[4] ders kitabına müracaat edebilirler.

Biz dönelim I. Maarif Kongresine…

14 Aralık 1920’de Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) dir.  Onun döneminde başkanlığını Yusuf Akçura’nın yaptığı, üyeleri arasında Ziya Gökalp’ın da bulunduğu “Telif ve Tercüme Heyeti” adıyla bir kurul oluşturulmuştur. Bu kurul 25 Mart 1921’de yaptığı ilk toplantısında eğitim alanında çözülmesi beklenen birçok meselenin çözümü için bir milli eğitim kongresinin düzenlenmesini tavsiye etmiştir.

Bu tavsiye TBMM hükümeti tarafında uygun görülmüş ve Milli Mücadelenin en sıcak günlerinin yaşandığı Ankara’da bir Maarif kongresi toplanmasına karar verilmiştir. Eğitim Bakanlığıyla Öğretmenler Birliğinin ortaklaşa gerçekleştireceği toplantı için hazırlıklar yapılmış ve 15 Temmuz 1921’de Ankara Darülmuallimin (erkek öğretmen okulu) Konferans salonunda kongre açılmıştır. Bu kongreye, Bakanlığın merkez teşkilatının yanı sıra Ankara hükümetinin kontrolü altında bulunan ve işgal altında bulunmayan 25 ilin Eğitim Müdürü ile Türkiye Muallimler ve Muallimler birliğinin üyelerinden oluşan 40’ı kadın, 180 eğitimci katılmıştır.

Kongreye Mustafa Kemal Paşa da batı cephesinden gelerek iştirak etmiş ve Türk eğitim tarihi açısından çok büyük önem taşıyan bir açış konuşması yapmıştır. “Muhterem Hanımlar, Efendiler,” diye başladığı konuşmasında Türkiye’nin milli maarifinin kurulmasını istemiş ve milli maarifin anlayışını da şöyle tarif etmiştir:

Şimdiye kadar takip olunan tahsil ve terbiye usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en önemli etken olduğu kanaatindeyim. Onun için bir milli terbiye programından bahsederken eski devrin batıl inançlarından ve doğuştan sahip olduğumuz özelliklerle hiç ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, Doğudan ve Batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi özelliğimizle uyumlu bir kültür demek istiyorum.

İstikbal için hazırlanan vatan evlatlarına, hiçbir zorluk karşısında teslim olmayarak, sabırla metanetle çalışmalarını, ebeveynine (ana-baba) de yavrularının tahsili için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalarını tavsiye ederim.

Bu görev sizlere, öğretmenlere düşüyor. Hükümetimizin siz öğretmenlerin refahını temin edemediğini biliyorum. Fakat milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes vazifeyi yerine getirirken metanetle yürüyeceğinizden şüphem yoktur. Vazifeniz pek mühim ve hayatidir.

Muvaffak olmanızı Cenab-ı haktan temenni ederim.”

İşte cehaletle yapılacak savaşın ilk adımı hem de savaşın tam ortasında böyle atılmıştı. Hatta 12 gün sürmesi planlanan kongre Batı Cephesindeki çarpışmaların şiddetlenmesi üzerine yedi günde bitirilmişti. Artık başarılı olmamak diye bir şey söz konusu dahi olamazdı. Lakin bu iş öyle çokta kolay değildi.  Nitekim TBMM’de birtakım olumsuz düşüncelere sahip milletvekilleri hemen ortaya çıkıvermiş ve toplantıya katılanlara ödenen yolluklarla, kadın erkek öğretmenlerin beraber oturmalarını tartışmaya açmışlardı. Bu konuda açılan soruşturmada Hamdullah Suphi Bey ağır biçimde eleştirilmekten kurtulamamıştı. Ardından da bir güven oylaması yapılmasına karar verilmişti. Yapılan oylamada milletvekillerinden 75’i güvenoyu, 68’i güvensizlik oyu, 5’i de çekimser oy vermiştir. Hamdullah Suphi Bey güvenoyu almasına rağmen yüksek oranda oy almadığı düşüncesiyle 12 Kasım 1921 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığından istifa etmiştir. [5]

Gördüğünüz gibi garip bir anlayışı yıkmak, bir zihniyeti değiştirmek öyle pek de kolay olmamaktadır. Kadınla erkeği yan yana getiremeyen bu ucube düşünce biçimi ne yazık ki günümüzde de hükmünü sürdürmektedir. Hâlbuki Atatürk ölüm kalım günlerinde bile eğitimi düşünmekte “Milli Eğitim programımızın, Milli Eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Cahillik yok edilmedikçe, yerimizdeyiz…” demektedir. Çünkü ona göre, “Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır ya da esaret ve sefalete terk eder.”

Demek ki eğitimden uzak kalmak esaretle ve sefaletle eş değerde sayıldığına göre Kahramanmaraş merkezli yaşadığımız depremi asrın felaketi diyerek takdim edip birtakım bahaneleri öne sürerek yükseköğretimi perişan etmek çok da akılcı bir çözüm değildir. Unutmayınız ki bugüne kadar yapılanların, yapılması gerekenlerin ve yapılacak olanların daha iyisini, daha güzelini düşünmek için de yine eğitime ihtiyacımız vardır.

————————————————-

[1] Saime Yüceer, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Bursa, Türkiye Günlüğü dergisi, Ank. S.149, Kış 2022 s. 161

[2]   Saime Yüceer, a.g.e,  s.168

[3] Ersoy Taşdemirci, Türk Yurdu dergisi Ekim 1997, S 122, s.82-83

[4] Zehra Yaşayan, Filiz Topçu Türk Eğitim Tarihi Ders Kitabı, MEB Yay. 2016

[5] Fahri Kılıç, I. Maarif Kongresi, Türkiye Günlüğü dergisi, Ank. S.150, Bahar 2022 s.225-229

 

Devamını Oku

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-II

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI-II
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mehmet Hayati ÖZKAYA

İSTİKLÂL YOLU

“Tanrım şahit, duracağım sözümde;

 Milletimin sevgileri özümde

Mehmet Emin Yurdakul

Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1926 Haziranında “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır!” demiş.  Neden böyle demiş, niçin böyle demiş demeden, yani İzmir suikastından, suikastçılarından falan bahsetmeden,  sözün birinci cümlesini geride bırakıp hemen ikinci kısmına geçmek istiyorum.

Çünkü “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” sözü bir çekim merkezi gibi yıllardır hem bizi hem bizim gibi düşünmeyenleri oldukça yakından ilgilendirmektedir. Bizim gibi düşünenler derken kastettiğim, Türk devletinin ebet müddet ayakta kalacağına inananlar,  bu amaç doğrultusunda yaşamayı şeref ve namus bilenlerdir dersek; bizim gibi düşünmeyenlerin niyetlerini de bir çırpıda açıklamış olmaz mıyız? Elbette oluruz, ama ben yine de bu konuda sizi, mazi, hâl ve istikbal çizgisi içinde bulunduğumuz zamandan alıp yüz yıl öncesine götürmek istiyorum; yüz yıl sonrasına getirmek için…

Sene 1921 Mütareke yıllarındayız. Osmanlı’nın payitahtı işgal altında. Anadolu’ya geçmek için Sirkeci’den vapura binen Yakup Kadri’nin sesi çınlıyor kulaklarımızda.  “Vatan Yolunda”[1] anlattıklarını dinliyoruz. “Sirkeci’den vapura bindiğim zaman sanki bir hapishanenin kapısından çıkmış gibi oldum. Biraz sonra artık ne İngiliz askerinin kepini, ne Fransız subayının kasketini, ne İtalyan Carabineri’sinin şapkasını görecektim. Artık, sokakta dolaşırken herhangi bir yabancı harp gemisinin sarhoş tayfaları tarafından rahatsız edilmeyecektim. Tramvaydan inerken sözde nizama aykırı bir harekette bulundum diye Arapyan Hanına[2] tıkılmayacaktım ve her sabah, yazı masamın başına otururken Müttefikler arası sansürün korkusu kafam üstünde bir Demokles kılıcı gibi sallanmayacaktı.”

Yakup Kadrinin ağzından çıkan bu sözler, prangalarını kıran kürek mahkûmları gibi keyfince yol alırken o, artık  “Her istediğimi yazabilecek, her istediğimi söyleyip yapabilecektim.” diyordu. Haklıydı, çünkü yaşadığı ortam insanı kahreden bir özelliğe sahipti. Aynı havayı teneffüs eden Yahya Kemal de aynı tarihlerde İstanbul’da şahit olduğu bir başka manzarayı şöyle anlatıyordu:  “…Sabah Beyoğlu’ndan çıkarken kapılara, pencerelere bayrak asan, bağırıp çağrışan, âdetâ nümayiş eden insanlar gördüm. Senelerden beri görmediğimiz İngiliz, Fransız ve bilhassa Yunan bayrakları, mağazalara, apartman pencerelerine asılıyorlardı…”[3]

Öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmak denen durum, işte tam da böyle bir durumdu. Ne var ki bu durumdan kurtulmak öyle pek kolay olmasa da ümitsiz olmak bize göre bir şey değildi. Ne diyordu Ziya Gökalp:  “Yeis ruhları tahrip eden en tehlikeli düşmandır… Ferdin umutsuzluğu korkunçtur, fakat toplumun umutsuzluğu belki ondan yüz kere daha korkunçtur.”

Bu açıdan baktığımızda sanki “Türk milleti” ile “umut” ikiz kardeş gibidir. Çünkü tarih sahnesinde Türk milleti en kötü durumlarda bile umudunu yitirmeyen, öyle kolay kolay pes etmeyen, istiklâli için mücadele eden,  bir millet olarak rol almıştır. Çünkü Türk’ün evlatları böyle karanlık zamanlarda kendi içlerinden milletin makûs talihini değiştirecek nice efsanevi kahramanlar çıkarmayı başarmışlardır ki saymakla bitmez… Misal mi? İşte en uzak tarihimizden, Bilge Kağan’ın söylediklerinden birkaç kelam:

“…Tanrı buyurduğu için, devletim, kısmetim var olduğu için, ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli kıldım. Fakir milleti zengin kıldım… Az milleti çok kıldım.” der. Dediklerini de yapar ve yatıklarını da gelecek nesillerin kulağına küpe olsun diye ebedi taşa yazar.

Evet, biz şimdi yeniden uzak tarihimizden yakın tarihimize dönelim ve Yakup Kadri’yle başladığımız yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edelim.

Sevinçten içim içime sığmıyordu. Benimle beraber vapura binen bir aile de aynı sevinç içinde gibiydi. Fakat bu vapurda en coşkun mutluluk gösterilerine asıl Karadeniz’ e açıldıktan sonra şahit olacaktım. Birdenbire üst güverteyi milli türküler söyleyen bir alay genç kaplayacaktı. Yaşları on altı ile on sekiz arasında bu gençler, tehlike bölgesini geçer geçmez, kamaralarda veya ambarda saklı bulundukları köşelerden fırlayıp meydana çıkmışlar, aramıza katılmışlardı.

Yanlarına yaklaştığım zaman içlerinden birkaçının beni tanıdığını anladım. Sonra hepsi birden etrafımı aldılar. Heybeliada Deniz Mektebi’nden imişler. Bu yolculuğa kimseye haber vermeden çıkmışlar. Samsun’daki talimgâha gidiyorlarmış. Yegâne “ideal”leri -bu kelimeyi söyleyen onlardı- ne şekilde ne suretle olursa olsun Milli Mücadele’ye katılmakmış.”[4]

Hani deriz ya millet yediden yetmişe ayaklanmıştı. İşte o günlerde Türk milleti “İstiklâl Yolu”nda tam da böyle bir tablo meydana getirmişti. Cephede dövüşen Mehmetçiğin ardından gözünü kırpmadan giden ve ona destek olan Türk’ün ihtiyarı, genci, kadını hatta çocuğu bir kahramanlık destanı yazıyordu ki anlatmakla bitmez. Ama biz yine de bir parça anlatalım.

İstiklâl Yolu denilen yol, İnebolu- Kastamonu-Ilgaz- Çankırı- Kalecik- Ankara hattıydı. Bu hat üzerindeki yerler düşman ayaklarının basmadığı topraklardı. Karadeniz’deki limanlarımız ise düşman kontrolündeydi. Fakat İnebolu sahilinde bir liman olmadığı için burası işgal altında değildi. Halkı da Millî Mücadeleye büyük bir aşk ve heyecanla destek veriyordu. Yakup Kadri’nin yıllar sonra “Vatan Yolunda” adlı kitabında yer verdiği kahramanlık menkıbeleri de burada başlıyordu. İşte onlardan birini Nevzat Çeliker’den dinleyelim:

“9 Haziran 1921 gününü, bugün gibi bütün tazeliği ve canlılığıyla hatırlıyorum. Henüz dokuz yaşında bir çocuktum. Anadolu’nun kalbine, Ankara’ya tek muvasala (ulaşan) yolu İnebolu’dan geçmekteydi… İlkokulumuz denize dik inen sert bir yamacın üzerinde bir kartal yuvası gibi. Çoluğu çocuğu, ninesi ve dedesiyle herkesin gözü ufuklarda. Herkes sahil ve plajlara dökülmüş. Ara sıra hocamız sınıfın penceresinden Kerempe burnuna doğru ta uzakları gözlüyor. Herkesin bir tek düşüncesi var. Hepimiz sonsuz ufuklardan bir gemi bekliyoruz. Biraz sonra, hocamız büyük bir heyecanla: “Çocuklar, vapur göründü. Haydi, yar başına” diyor. Evet, biraz sonra gemi sahile yaklaşacaktı. Hepimiz o dik bayır ve yamaçlardan birer bayram çocuğu sevinciyle sahile koşarak Anadolu’da çarpışan kahraman Mehmetçiklerimize ulaştırılacak cephaneyi tahliye etmek üzere yarı belimize kadar sular içerisinde hasretle bekliyoruz.

Gemi sahilden 1 mil uzaktadır. Gözlerini budaktan esirgemeyen sert bakışlı, yağız yüzlü, cesur, vefakâr İnebolu kayıkçısının gür sesi erkekçe gürlüyor: “Kürek başına! ” Bir anda denize açılan yüzlerce kayık korkunç dalgalar arasındadır. Bin bir müşkülatla kayıklara boşaltılan ağır cephane sandıkları, günlerce açlık ve uykusuzlukla mücadele eden kahramanların omuzlarına yüklenecek, oradan soluk benizli, yalın ayak on yaşına bile basmamış kız ve erkek köylü çocuklarının sürdüğü cefakâr ve mecalsiz öküzlerin çektiği kağnı arabalarına yüklenecektir. Dumanlı dağ başlarında yabani meyve ve otlarla beslenen bu kahraman Türk çocukları bu cephaneyi Ankara’ya, ölmez ve kahraman Mustafa Kemal’in tunç ordusuna teslim edecektir.”

İşte cephenin gerisindeki bu “Karınca ordusu” kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla hatta çoluk çocuğuyla yeni bir destan yazarken milli şairimiz Mehmet Emin Yurdakul da

“Biz devlerin, fillerin,

Diz çöktüğü kuvvetiz;

Eski yeni dillerin

Anlattığı milletiz!” diyordu.

 

Milli şairimizin bahsettiği bu millet, o günlerde nihayet Türklüğünün farkına varmış ve asırlar sonra kendi kimliğini önce kendi insanına sonra da bütün dünyaya anlatmıştı. Gerçi bütün dünya bizim kim olduğumuzu gayet iyi biliyordu da bizim insanımız kendinden bihaberdi. İşte size Yakup Kadri’nin Yaban’ romanından bir sahne:

“Bekir Çavuş: -Biliyorum beyim sen de onlardansın emme.

-Onlar kim?

-Aha, Kemal Paşa’dan yana olanlar…

-İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan yana olmaz?

-Biz Türk değiliz ki, beyim.

-Ya nesiniz?

-Biz İslam’ız, elhamdülillah… ”[5]

Evet, o yıllarda mektep medrese yüzü görmemiş olan bu Anadolu köylüsü Bekir Çavuş’un neden böyle söylediğini, niçin Türklüğünden habersiz kaldığını bir takım bahanelere sığınarak belki hoş görebiliriz. Ancak Falih Rıfkı Atay’ın “Batış Yılları” adlı kitabında anlattıklarını okuyunca, içinde bulunduğumuz durumun ne kadar vahim olduğunu nasıl izah edebiliriz? Ne diyordu Atay: “Okullarda Arap’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, Ermeni’ye Ermeni, fakat sıra bize gelince kendimize Osmanlı derdik.”[6]

İşte bundan dolayı “İstiklal Yolunda” yürümek oldukça güç, sıkıntılı ve zahmetliydi. Çünkü biz bu yolda hem düşmanı yenecektik hem de kimliksizliğimizi. Fakat bütün bunlara rağmen Ankara’ya ulaşmak ve bozkırın ortasında yeşeren Türk adlı bu fidanın yükselişine şahit olmak her şeye değerdi. Hele bu fidanın asırlar sonra kendi adını taşıyan bir devlet olarak anılması ayrı bir gurur kaynağıydı.

Bu gurur kaynağımıza yüz yıl evvel şahit olan bir Batılı yazarın söylediklerine bakın: “Dünyada bazı yerler vardır ki, orada bir ilahî nefha(güzel koku) eser, Vahdânîler için, Kudüs, Mekke; Cihangirler için Roma, Kartaca; Sosyalistler için Leningrad, Moskova bu neviden yerler olsa gerekir. Mazlum ve mağdur milletler için de ilahî nefhanın estiği yer Anadolu’nun en harap bir kasabası olan Ankara’dır.”[7]

Bozkırın ortasında yeşeren bu şehir için “Dikmen Yıldızı” nın yazarı Aka Gündüz de şöyle der:

Ankara, Ankara güzel Ankara,

Seni görmek ister her bahtı kara.

Senden yardım umar her düşen dara

Yetersin onlara güzel Ankara.

 

Burcuna göz diken dik başlar insin,

Türk gücü orada her zoru yensin,

Yoktan var edilmiş ilk şehir sensin,

Var olsun toprağın, taşın Ankara.

 

Milli mücadelenin son kalesi olan bu şehir, 13 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yeni Türk devletinin başkenti olarak bütün dünyaya ilan edilir. Bu tarihten on altı gün sonra da bu şehirde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulur.

Ne var ki yoktan var olan bu devlet, bir asırdan beri daima Emperyalistlerin hedef tahtası olmaktan kurtulamadı. Çünkü onlar için Türkler bir “Şark Meselesi”dir. Bu mesele de ancak Türklerin Anadolu’dan Altay Dağları’nın ötesine, Orta Asya’ya geri gönderilmesiyle çözülecektir.  Fakat bu amaçlarına yıllardır içeriden ve dışarıdan tezgâhladıkları çok acayip oyunlara rağmen bir türlü ulaşamamışlardır. Ulaşamayacaklardır. Çünkü büyük kumandan, büyük devlet adamı Gazi Mustafa Kemal Atatürk 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Meçhul Asker Anıtı’nın temel atma töreninde yaptığı konuşmada Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşayacağının müjdesini vermekteydi.

“…Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk Devletinin, genç Türk Cumhuriyetinin temeli burada kuvvetlendirildi, ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu alanda akan Türk kanları, bu gökte uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî koruyucularıdır… Bu anıt Türk yurduna göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırışını, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır!” [8]

Konuşmasının ilerleyen paragraflarında ise Türk Devletini yönetenlere ve yöneteceklere tıpkı Bilge Kağan gibi seslenir ve der ki:

“Efendiler! Artık vatan imar istiyor; zenginlik ve refah istiyor; ilim ve marifet, yüksek medeniyet; hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, egemenlik, gerçek varlık; vatanın bu isteklerini tamamıyla ve süratle yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir surette çalışmayı emreder. Yüzyıllardan beri Türkiye’yi idare edenler, çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şey düşünmemişlerdir: Türkiye’yi! Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir tarzda giderebiliriz. O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka şey düşünmemek. Ancak, bu niyetle hareket ederek her türlü selâmet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz.”[9]

Demek ki Gazi’nin 1924’te Dumlupınar’da yaptığı bu konuşma, o günlerde Türk milleti için yeniden dirilişin ve yükselişin reçetesi bugünlerde ise hiçbir zaman vazgeçilmeyecek yol ve yöntemdir.

1923’ten 2023’e bu yoldan sapmadan nice yüz yıllara…

 

 

———————————————————————-

[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, İletişim Yay. İst. 1986, s.88

[2]  Dönemin cezaevi…

[3] Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim Siyasi ve Edebî Hatıralarım, İstanbul Fetih Cemiyeti Yay. 1976. s.140

[4] Yakup Kadri Karaosmanoğlu age. s. 89

[5] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, İletişim Yay. İst. 1984 s.158

[6] Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, Pozitif Yay. İst. 2012 s. 24

[7] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda s.103

[8]    Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, YKY. İst. 2010 s.141

[9]   Hasan Rıza Soyak, age. s.143

Devamını Oku

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI – I

1923’TEN 2023’E YÜZ YIL YAZILARI – I
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Mehmet Hayati ÖZKAYA

ALEMDAR

Şair Enis Behiç Koryürek 1916’da Budapeşte Başşehbender Vekili olarak görevlendirildiğinde bu şehirdeki Başşehbenderimiz(Konsolos) “Çağlayanlar” ın yazarı Ahmet Hikmet Müftüoğlu’dur.  Bu iki edebiyatçının buluştuğu diyar, 150’yıldan fazla bir süre Osmanlı devletinin hâkimiyetinde yaşamış bir beldedir ki bugün hâlâ bu topraklarda izimiz, sesimiz, sözümüz yankılanmaktadır… Öyle ki biri ne zaman bize Tuna’dan, Budin’den söz etse kulaklarımızda o yaman türkü hemen çınlamaya başlar:

“Estergon kalası bre dilber aman, subaşı durak
Kemirir gönlümü bre dilber aman bir sinsi firak”

Nefes aldığımız sürece gönlümüzü kemiren bu ayrılık türküleri bazen terk ettiğimiz toprakları bazen kendi vatanımıza olan hasreti dile getirir. İşte o günlerin birinde şair Enis Behiç Koryürek de Tuna nehrinin kıyılarında dolaşırken burnunda tüten memleketini “Tuna Kıyısında” isimli şiirinde şöyle anlatır:

Tuna’nın üstünde güneş batarken
Sevgili yurdumu andırır bana.
Bir hayal isterim Boğaziçi’nden
Bakarım “İstanbul! ” diye her yana.

Oysa İstanbul o günlerde çok çalkantılı bir dönem yaşamaktadır. Büyük harbin getirdiği bir yığın dert, içeriden ve dışarıdan gelen baskılar, vaziyeti idare edip bir süre daha ayakta kalmaya çalışan altı asırlık koca çınarın dalını, budağını koparıp onu kökünden sarsmaya başlarken karanlık bir kâbus gibi çöker memleketin üstüne. Şair Enis Behiç Koryürek ise suda hayalini gördüğü Boğaziçi’nin lacivert dalgalarına kapılarak kahraman Türk denizcilerinin hikâyesini anlatır:

“Biz dalgalar, fırtınalar kahramanı yiğitleriz.

Ufuklardan ufuklara haber sorar, gezeriz.

Güneşlerde uyuklayan yamaçları,

Kalbi durgun tarlaları bıraktık.

Gölge veren ağaçları

Sevmiyoruz biz artık.

Sevgilimiz,

Ey deniz!

İşte biz;

Nihayetsiz

Mavilikler yolcusu!

Ruhumuzun kardeşidir

Güneşlerde parlayan bu yeşil su.

Bayrağımız yeşil sular ateşidir.

Biz bayrağın fedaisi sayısız Türk genciyiz.”

Şairin bahsettiği bu sayısız Türk genci, denizciler ta yüz yıl önce “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.” diyerek bir bozkurt gibi hürriyet şarkıları söylediler. Öyle ki işgal edilen vatanın, boynu bükük kalan milletin ve bayrağın umudu oldular…  Bu kınalı yiğitlerin yarattığı mucize hâlâ hafızlarda tazeliğini korurken gelin en iyisi biz Millî Mücadele yıllarına gidelim ve Karadeniz’in hırçın dalgalarıyla boğuşan Alemdar gemisinin hikâyesini okuyalım.

Tarih 23 / 24 Ocak 1921: Seyri Sefain İdaresi’nin (Deniz Yolları İşletmesi) tahliye (kurtarma) gemisi Alemdar, işgal altındaki İstanbul’dan bir avuç korkusuz Türk denizcisi tarafından kaçırılır.  Kaçırılışın kısa hikâyesi şöyledir:

“Kurtarma gemisi Alemdar, Bafra’da karaya oturan İdare-i Mahsusa’nın yolcu vapurlarından Tirimüjgan’ı kurtarmak için İstanbul’dan olay yerine intikal eder ve kurtarma çalışmalarına başlar. Bu sırada geminin Çarkçıbaşı Osman Efendi Samsun’a gider ve burada Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri ile sohbet eder. Bu sohbet esnasında söz İstanbul’a, devletin merkezine geldiğinde Osman Efendi işgal altındaki İstanbul’da yaşadıkları onur kırıcı davranışları yüreği kanayarak anlatır. Onu can kulağıyla dinleyen Samsun Müdaafa-i Hukuk Cemiyeti’nden Ömer (Karataş) ve arkadaşları Osman Efendi’nin vatansever biri olduğunu anlayınca, hiç çekinmeden Millî Mücadele için toplanan silah ve cephaneyi Karadeniz’de taşıyacak Alemdar gibi bir gemiye ihtiyaç duyduklarını anlatırlar. Hatta anlatmakla kalmaz Osman Efendi’den İstanbul’a dönünce Alemdar’ı kaçırıp getirmesini isterler. Bu arada karaya oturan Trimüjgan bütün gayretlere rağmen kurtarılamaz. Bunun üzerine sökmesi, taşıması kolay olan bölümleri Alemdar’a yüklenir ve İstanbul’a dönülür.

Kuruçeşme önlerinde Alemdar demir atar. Osman Efendi ise Samsun’da dinleyip öğrendiklerinden olsa gerek bir türlü kendini dizginleyemez. Ne yapıp edip Alemdar’ı Anadolu’ya kaçırmayı tasarlar. Durumu gemi kaptanı Trabzonlu Osman Efendi’ye açar. Kaptan kendisinin yaşlılığını öne sürerek kendi yerine geminin yağcısı ve lostromosu olan oğlu Hikmet’i götürmesini söyler.

İşte hikâyenin serim bölümü böyle başlar. Aslında bu hikâyenin serim bölümü Karadeniz’de 19 Mayıs 1919’da çoktan başlamıştı ya… Neyse biz dönelim Alemdar’ın hikâyesine. Çarkçı Osman Efendi yanına aldığı sekiz kahraman denizci ile tehlikeli bir yolculuğa yahut “ya istiklal ya ölüm” yolculuğuna çıkar.

Boğaz’da karakol bekleyen İngiliz savaş gemisini atlatarak 12 mil olan hızlarını, 14 mile kadar çıkartıp Ereğli’ye yol verirler.

24 Ocak 1921 sabahı erken saatlerde Karadeniz Ereğlisi’ne gelerek Çobançeşme önüne demirlerler. Karanlığı aydınlığa çeviren bu yiğit denizciler, karaya çıktıklarında artık çocuklar gibi şendiler. Fakat bir süre sonra Alemdar’ın Milli Mücadele saflarında yer aldığı Müttefik kuvvetler tarafından duyulması üzerine Boğaz’da keyif çatan Donanma komutanı İngiliz Amiral Galtrop, İngiliz ve Fransız donamasına her ne pahasına olursa olsun Alemdar’ın yakalanmasını, eğer bu başarılamazsa batırılmasını emreder.

Amiral Galtrop emirlerini yağdıra dursun Alemdar’ın Kuva-yi Millî’ye katılışı büyük bir sevinçle ve 25.1. 1921 tarihli şifre ile Ankara’ya bildirilir.

Bundan sonrası artık “Vatan sizden hizmet bekliyor. Uğurunuz,  yolunuz açık olsun!”  sözleri arasında ilk hedef Trabzon’a ulaşmaktır.  Geminin hemen yola çıkması ve sağ salim hedefe ulaşması için Alemdar’a takviye denizciler de bulunur. Hatta Ereğli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nce ekmek ve katık parası olarak 10’ar lira verilir.

Fransız donanmasının kontrolünde olan bu bölgeden kolayca çıkmanın pek mümkün olmadığı bildiklerinden Alemdar’ın subayları hem Trabzon’a gidişin rotasını hem de yol boyunca yapılması gerekenleri bir bir tespit ederler. Fakat her şeyi planlayan kahramanlar, Ereğli’de yaşayan Rumların yapacağı jurnali kestiremezler.

26/ 27 Ocak gecesi sabaha karşı Sinop veya Trabzon’a gitmek üzere makinelerini harekete geçirip “tam yol ileri” diyen Alemdar’ın yolu kısa bir süre sonra avını bekleyen Fransız C-27 motorgambotu tarafından kesilir. Böylece İstanbul’dan kaçırılan Alemdar gemisi, Fransız kuvvetlerinin kontrolüne geçer.  Mürettebatı esir alınan Alemdar’ın önce Zonguldak’a sonra da İstanbul’a götürülmesi planlanır ve plan uygulanır.  Zonguldak’ta bir Fransız subayı silahlı bir mangayla Alemdar’ın komutasını eline alır. Her şey Fransızların istediği gibi gitmektedir. C-27, Alemdar’ı bir mil geriden izlemektedir. Şimdi istikamet İstanbul’dur. Ancak Fransızların hesap edemedikleri bir şey vardır. Esir aldıkları Türkleri pek yakın tarihte Çanakkale’de gördükleri halde hâlâ iyi tanıyamamışlardır.

Nitekim ölümü göze alan bu kahramanlar bir süre sonra kendi aralarında yaptıkları planı devreye koyarak bir çatışmaya girerler.  Alemdar’daki Fransız askerlerini de onları yakından takip eden hücum botunu da alt etmeyi başarırlar. C-27 ısrarla Alemdar’ı Ereğli’ye kadar kovalar ama bir türlü onu durduramaz. Hele Ereğli limanına yaklaştıklarında halktan aldıkları destekle Fransız hücum botunu şaşkına çevirişleri yok mu başlı başına bir film konusudur.

Nefesleri kesen bu iki saatlik mücadele sonunda bizim bir şehit üç yaralımız vardır. Fransızlar ise 2 ölü 3 yaralı, ayrıca biri yüzbaşı ve 4’ü er olmak üzere 5 de tutsak vermişlerdir.  Bu zafer Alemdar’ın ikinci başarısıdır.

Alemdar’ın silahlı bir karakol gemisinin elinden savaşarak kurtulması haberi İstanbul’da bomba gibi patlar.  Bunun üzerine Karadeniz’e çıkan Fransız filosu Ereğli limanına yaklaşır, toplarını kasabaya çevirerek üç maddelik kesin bir uyarı verir.

1)Esir edilen Fransız subayı ile erlerin geri verilmesi,

2) Alemdar’daki personelin kendilerine teslim edilmesi,

3)İstanbul hükümetinin malı olan Alemdar gemisinin verilmesi.

Bu notayı getiren Fransız subayına Ankara Hükümeti’nin bölge komutanı Muhittin Paşa kısa ve net şu cevabı verir: “Fransız esirlerini geri vermeye hazırız, fakat kahramanlar verilmez. Geleneğimiz değildir. Alemdar gemisi bize gereklidir.”

Bu cevap Fransızları memnun etmez. Yakarız, yıkarız nidalarıyla tehditler savurmaları da işe yaramaz. Uzun süren görüşmelerden sonra Fransızlar, Ankara Hükümeti’nin kararlı tutumu karşısında geri adım atarlar. Fransızlarla aramızda bir antlaşma imzalanır. Buna göre Alemdar Ereğli’den çıkmayacak, tutsaklar Fransızlara verilecek, Fransızlar da 10 mil açıklarına kadar gemilerimize dokunmayacak. Bu Alemdar’ın kazandığı üçüncü başarısıdır. Sonraki başarıları ise hareketsiz durduğu Ereğli limanından 24/ 25 Eylül 1921 gecesi fırtınalı bir günde sesiz sedasız uzaklaşıp Trabzon’a ulaşması ve oradan Rus limanına hareket edip cephane getirmesi ve Kuvayı Milliye’nin gücüne güç katmasıdır.”[1]

İşte size Enis Behiç Koryürek ’in denizcileri ve kahraman Alemdar gemisinin hikâyesi… Aslında hemen hemen aynı tarihlerde bir başka Alemdar daha vardır hayatımızda. Lakin onun mekânı işgal altındaki İstanbul’dur ve bu Alemdar mevcut durumdan hiç de rahatsız değildir. Hatta Damat Ferit Paşa hükümeti gibi o da Anadolu’daki Kuva-yı Millîyecilere fena kızmaktadır. Yalnız bu Alemdar bizim denizlerimizde yüzen bir gemi değil, Bâb-ı Âli’nin sularında yüzen bir gazetedir. Serdümeni yoksa da sermuharrirleri vardır. Onlardan biri ve gazetenin sahibi Refi Cevat Ulunay’dır.  Her yazısında İngiliz kuvvetleri gibi Kuvâ-yı Milliye’ye saldırır. Onları İttihatçılık, Bolşeviklik, sahte milliyetperverlik, fitne ve fesat ehli olmak, şakilik, dinsizlik vb. şekilde itham eder.

Mesela, 12 Kanun-ı Sani 1336/1920’de Alemdar gazetesinde yazdığı “Mustafa Kemal Paşa’nın Nutku” isimli makalesinde şöyle der:

“Mustafa Kemal Paşa, ilk defa Teşkilat-ı Milliye’ye taraftar olduğu zaman biz bundan memleketin istifade edebileceğini ümit ediyorduk. Ve Teşkilat-ı Milliye’nin, sırf millî bir teşkilat olacağını zannediyorduk. Tamamen aksi çıktı. Yavaş yavaş gördük ki Teşkilat-ı Milliye’de at oynatanlar hep İttihatçılar oldu. Vaktiyle işkencecilik, sopacılık edenler Teşkilat-ı Milliye’de birer kahraman kesildiler…”[2]

Ve yine mesela o tarihlerde Alemdar gazetesinde kalem oynatanlardan biri de Refik Halit Karay’dır. O da 1920’nin Şubat’ında şunları yazar:

“Anadolu’da bir patırtı bir gürültü. Beyannameler, telgraflar… Sanki bir şeyler oluyor, bir şeyler olacak… Ayol şuracıkta her işimiz, her kuvvetimiz meydanda. Dört tarafımız açık. Dünya vaziyetimizi biliyor. Hülyanın, blöfün sırası mı? Hangi teşkilat, hangi kuvvet, hangi kahraman? Hülyanın bu derecesine, uydurmasyonun bu şekline ben de dayanamayacağım. Bari kavuklu gibi ben de sorayım: ne gücün var?

-Kuzum Mustafa, sen deli misin?”[3]

Evet, doğru; Mustafa Kemaller, biraz deliydiler, hırçındılar, çılgındılar pes etmediler, boyun eğmediler,  yeni, yepyeni bir devlet kurdular! Kurulmasına hizmet ettiler… Şimdi bize düşen görev, bu vatan için her türlü belayı göğüsleyenleri, canlarını, mallarını seve seve feda edenleri unutmamak, unutturmamaktır.

Bakın daha o günlerde, Atatürk Samsun’a çıkmadan önce, 1919’un Nisan’ında henüz 19 yaşında, bir Mülkiye öğrencisiyken Mülkiye marşını yazan Cemal Yeşil, hem kendi neslinden hem memleketin yarınından o kadar emin o kadar ümitlidir ki gayet rahat haykırır:

Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.[4]

Ha bu arada, ne tesadüftür ki şair Cemal Yeşil de bir vatansever devlet adamı olarak (1956- 1960 yılları arasında) Budapeşte’de Büyükelçi olarak görev yapmıştır.

Evet, Budapeşte’yle başladığımız yazımızı Budapeşte’yle bitirirken gelin yeniden Enis Behiç’e kulak verelim ve

“Geçsin günler, haftalar,
Aylar, mevsimler, yıllar…
Zaman sanki bir rüzgâr
Ve bir su gibi aksın…”

diyerek 1923’ten 2023’e, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını şimdiden kutlayalım!


 

[1] Erol Mütercimler, Bu Vatan Böyle Kurtuldu, Alfa Yay. İst. 1992, s. 399-421

[2] Osman Akandere, Damat Ferit Paşa Hükümetleri̇ Döneminde Kuva-yı Millî’ye Hareketine Yöneltilen İthamlar, 2006, Selçuk Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2006, s.8

[3] Turgut Özakman, Şu Çılgın Türkler, Bilgi Yay. İst. 2005, s.20

[4] Mehmet Çınarlı, Sanatçı Dostlarım, Ötüken Neşriyat, İst. 1979, s.302

Devamını Oku