28 Ekim 2023 Cumartesi
Türkeş Manga Kozan İlçe Milli Eğitim Müdürü Gazi Keleş'i Ziyaret Etti
Portakal Mevsiminde Kuran Dersleri
"VEFA"BİR SEMT ADI DEĞİLDİR
Anadolu’yu konuşturan usta bir yazar: AHMED HAMDİ TANPINAR
Kurban Nedir? Kurban’ın Dinimizdeki Önemi?
Bugün Benim Doğum Günüm...
Mehmet Hayati ÖZKAYA
KURTULUŞTAN KURULUŞA… YAŞASIN CUMHURİYET!
1900’lü yılların henüz başıdır. Mustafa Kemal, Harp Okulunun son sınıfındayken arkadaşlarıyla el yazısı bir dergi çıkarırlar. Derginin sorumlusu da kendisidir. Kurmay sınıflarında da dergiye devam ederler. Gizlice elden ele servis edilen bu derginin ömrü, bir gün sarayın hafiyelerinden birinin jurnaliyle sona erer. Okul müdürünün, gerçi Falih Rıfkı Atay “okul nazırı”nın diyor,[1] vicdanlı, merhametli olması sayesinde bu vartayı “Ne diye başka şeylerle uğraşıp derslerinize çalışmıyorsunuz” ikazıyla ucuz atlatmışlarsa da galiba pek rahat durmamışlar ki bir süre sonra Mustafa Kemal, hapse atıldığı okul zindanında Hafız Şaşı Osman Efendi’nin
“Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamını
Kerem itse ecel, alsa da halâs itse beni” gazelini terennüm eder.
Henüz 24 yaşındadır. Memleketinin sıkıntılarıyla boğuşmaktan o kadar yorulmuş ki gazelin sözlerinden medet umarak ölüm meleğine yalvarıp durmakta. İyi ki o günlerde ecel bu dileği duymamış, duymamış da bu cihandan Mustafa Kemal’i azat etmemiş. Şayet etseydi Ziya Gökalp’ın “Çobanla Bülbül”ünü kim duyacak, kim onların derdiyle dertlenecekti?
“Çoban kaval çaldı, sordu bülbüle:
“Sürülerim hani, ovam nerede? ”
Bülbül sordu, boynu bükük bir güle:
“Şarkılarım hani, yavrum nerede? ”
Ağla çoban ağla. Ovan kalmadı.
Gözyaşı dök bülbül, yuvan kalmadı.
Çoban dedi: ”Ülkeler hep gitse de,
Kopmaz benden Anadolu Ülkesi,”
Bülbül dedi: ”Düşman haset etse de
İstanbul da şakıyacak Türk sesi”
Çalış çoban, kurtar öz yurdunu.
Şairlerden topla, bülbül bir ordu.”
Şiir devam eder ve beklenen çoban 19 Mayıs 1919’da “Karadeniz Karadeniz, Gelen düşman değil, biziz!” diyerek dalgaları yara yara, engelleri aşa aşa çıkagelir Anadolu’ya.
İşte böyle başlar İstiklâl destanımızın düğüm bölümü. Sonrasını destanımızın millî kahramanı ebedi Nutuk’unda bir bir anlatır:
“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Ülkenin genel durumu ve görünüşü şöyledir:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, I. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Savaş’ın uzun yılları boyunca millet yorgun ve fakir bir durumda. Milleti ve memleketi I. Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlar. (…)
İtilâf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyette. Nihayet, konuşmamıza başlangıç olarak aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919’da, İtilâf Devletleri’nin uygun bulması ile Yunan ordusu da İzmir’e çıkartılıyor.”[2]
Velhasıl gördüğünüz gibi durumumuz hiç de iç açıcı değildi. Bir yandan yılgınlık, yorgunluk; bir yandan yoksulluk ve ümitsizlik bizi çepeçevre sarmıştı. Türk milleti âdeta şairin dediği gibi koro halinde “Uçurumun kenarındayım Hızır, Muhteşem belaya nazır”[3] diyerek kaderine razı bir şekilde bekliyordu. Bu tabloyu seyreden içerdeki hainler ve dışardaki düşmanlar ise el avuç ovalayarak “Ha düştü, ha düşecek!” deyip büyük bir neşeyle atalarından kalma ateş dansına çoktan başlamışlardı…
Fakat o gün, 1919’un 19 Mayıs’ında muhteşem bir ışık, kuzeyden bir güneş gibi doğup bütün Anadolu’da pırıl pırıl parlamaya başlayınca, işin rengi ister istemez değişmişti. Çünkü Türk’ün mâkûs talihini değiştirecek olan Gazi Mustafa Kemal Paşa: “Hiçbir kuvvet mazlum Türk milletini kendi hakkını kendi eliyle istihsalden (elde etmekten) men edemeyecektir.” diyerek bir kere yola çıkmıştı. Bundan sonra yol ne kadar uzun ve sıkıntılı olursa olsun varılacak hedef belliydi: Türkiye’de kurtuluşun ve kuruluşun temeli atılacaktı.
Hiç vakit kaybetmeden işe koyulan Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Türk milletini düştüğü bu girdaptan çıkarmaya kararlıydılar. Takvimler 22 Haziran 1919’u gösterdiğinde önce Amasya’dan seslendiler dünyaya ve dediler ki: “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.” İşte bu cümle, alınan bütün kararların özeti ve bağımsızlığa giden yolun başıdır. Ardından Erzurum ve Sivas kongreleri ile şenlendi ortalık. Bir süre sonra Mustafa Kemal Paşa Ankara’dadır. Tarih 27 Aralık 1919…
Türk’ü Anadolu’dan söküp atmaya meraklı olan Emperyalist devletler de, bir zaman sonra başlarına geleceklerden habersiz, memleketimizi kendi aralarında keyiflerince parsellemişlerdi. Ellerini kollarını sallayarak girdikleri bu topraklarda, birilerinin bugünlerde dediği gibi bir misafir edasıyla gelip uslu uslu “konaklamamış”, akla gelmeyecek bin türlü vahşeti Türk insanına reva görmüşlerdi. İşte size Halide Edip Adıvar’ın “İstiklâl Savaşı Hatıraları”ndan bir tablo:[4]
“Fatma Nine ile konuştum.
— Ah evlâdım, dedi. Ne oturup da yazı yazıyorsun. Boğazları kesilmiş bir halk için yazı neye yarar? Bu köyün üç bin sığır ve koyunu vardı. Şimdi yaralı kocamla kızıma yedirecek yumurta bile bulamıyorum. Bir tek tavuk kalmadı. Tuz bile yok. Yaprakları, otları kaynatıp yerken insan içine bir parça tuz koyabilse. (…)Yunanlılara yalvardım, bilsen. Biraz yaşayanların başında bir dam bırakın, dedim. Köylülere:
— Bizi Avrope yolladı, dediler.
— Bana bak kızım, o Avrope denilen adama söyleyin, biz ona fenalık etmedik, biz zavallı köylüleri rahat bıraksın.”
Tabii Fatma Ninenin hâlini görmek, ahını vahını duymak istemeyen Avrupa o yıllarda bütün medeniliğini(!) sergileyerek zulme devam eder.
Durum böyleyken Osmanlı devletini idare edenler aciz ve zavallı, uzun zamandır rahat yüzü görmeyen Türk milleti ise üzgün ve öfkelidir. Hele İstanbul’un işgalinin hemen sonrası Misakı Millî Kararlarını alan Osmanlı Mebusan Meclisinin süresiz tatile girmesi, memleketin geleceğine dair en ufak bir ümit ışığı göremeyenleri şüphesiz büyük bir endişeye sevk eder.
Ancak 23 Nisan 1920’de bozkırın ortasında birdenbire bir fidan gibi yeşeren Türkiye Büyük Millet Meclisi, karanlığı parçalayarak bu kötü gidişe dur der ve boynu bükük milleti de yeniden heyecanlandırır. Artık binbir güçlükle de olsa hazan mevsimi, yerini ilkbaharın tazeliğine, coşkunluğuna bırakacaktır.
Nitekim Mehmet Akif de aynı inançla der ki:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Fakat bu muhteşem mısraları duydukları hâlde, hâlâ kendilerini dev gibi görenler karşımıza garip tekliflerle çıkmaktan bir türlü vazgeçmiyorlardı. Mesela, 1921 Haziranında Fransa’yı temsilen Ankara’ya gelen Fransa’nın eski bakanlarından Franklin Bouillon “Bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı, kamyonu yenemez.” diyordu. Ancak ne yazık ki bu sözün kendisi için sadece bir hayalden ibaret olduğunu çok değil, 15 ay sonra anlayacaktı. Çünkü o çok güvendikleri ve destekledikleri Yunan ordusu, Türk ordusunun karşısında Sakarya’da, Büyük Taarruzda dayanamayarak darmadağınık bir vaziyette kaçacaktı. Gerçek ise bütün güzelliğiyle İzmir’in dağlarında açan çiçeklerle kendini gösterirken ne garip tesadüftür ki Bay Franklin bir “Eylül” sabahı İzmir’de yeniden karşılaştığı Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Olacak iş değil! Kağnı, Kamyonu yendi!” demek zorunda kalacaktı. [5]
Hâlbuki o önemsemedikleri Kağnı’nın ordusu, doğuda Ermenileri, kuzeyde Pontus çetelerini, güneyde Fransızları ve Ermenileri, Anadolu’nun içlerinde İstanbul hükümetinin ve İngilizlerin kışkırttığı asileri ve batıda çok umut besledikleri Yunan cephelerini yerle bir etmeyi başarmış; Lozan’da imzalanan antlaşmayla yeni Türk devletin temelini atmıştı.
Hatta bunlarla da yetinmeyerek 4 yıl 10 ay 23 gün işgal altında kalan İstanbul’a 6 Ekim 1923’te yeniden hürriyeti getirmişti. Böylece Çobanla Bülbülün arzusu gerçekleşmiş, İstanbul’da Türk’ün sesi yeniden şakımaya başlamıştı.
Kurtuluştan kuruluşa, doğru yürüdüğümüz bu muhteşem yolcuğumuzun yeni başkenti Ankara, devletin adı da artık Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Gerçi bu yeni yönetim şekline geçiş TBMM’de ve bazı çevrelerde saltanat taraftarlarının ciddi muhalefetiyle karşılaşmışsa da bir kez karar verilmişti. Altı asırlık sistem değişecekti. Zaten hâli hazırda “Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti” bir Halk Hükümeti, yani hakikatte her manası ile bir “Cumhuriyet” idi.
Gazi Mustafa Kemal Paşa Viyana’da çıkan Neu Freie Presse gazetesinin bir muhabirine verdiği beyanatta da Yeni Türkiye Devletinin Teşkilatı Esasiye Kanununun ilk maddelerini size tekrar edeceğim: ‘Hâkimiyet kayıtsız, şartsız milletindir. İcra kudreti, teşri salahiyeti (yetkisi), milletin tek hakikî temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde tecelli ve temerküz etmiştir. (toplanmıştır)’ Bu iki maddeyi bir kelime ile hülasa etmek kabildir: Cumhuriyet.” demişti.[6]
Ancak böyle olduğu hâlde, ilk zamanlarda bu gerçeğin niçin açıkça ifade edilmediğini Atatürk Nutuk’ta şöyle izah eder:
“Saltanattan, Cumhuriyete geçebilmek için bir intikal devresi yaşadık (1920- 1923). Bu devrede iki fikir; saltanat ve Cumhuriyet fikirleri durmadan çarpıştı. Ben Cumhuriyet taraflısı idim; fakat bunu açıkça söylemekte mahzur görüyordum. Yalnız, münasip zaman gelinceye kadar, saltanat taraflılarının fikirlerini, tatbik alanından uzaklaştırmaya ve TBMM’den daha büyük makam olmadığını telkinde ısrar ederek saltanat ve hilafet makamları olmadan da devleti idare etmenin mümkün olduğunu ispat etmeye çalıştım” [7]
Sonuçta ispat etmek istediği yönetim şeklini çok süratli bir şekilde işler hâle getiren Atatürk, aynı zamanda yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçilir. Şimdi sırada bu yeni kurulan devleti gerçekleştireceği devrimlerle geleceğe daha emin adımlarla yürüyecek bir sisteme kavuşturmak vardır. Hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. İşte tam da burada gelin Falih Rıfkı’nın Çankaya’sını açalım ve şu iki küçük paragrafı dikkatle okuyalım:
“3 Mart, devrimin başlangıcı idi.1924 Nisan’ında Şer’iye Mahkemeleri kaldırılarak öğretim birliği gibi adalet birliği de temin olunacaktı. 1925 Ağustos’unda şapka giyilecek, aynı yılın Kasım ayında tekkeler kapatılacaktı. Medenî Kanun, yeni cemiyetin temellerini atacaktı. Nihayet 1928’de Anayasa tadilleri ile devlet tamamıyla laikleşecek ve aynı yıl Latin yazısı kabul edilerek devrim eseri tamam olacaktı.
Demek ki inkılâp devri, eğer Cumhuriyetin ilanını başlangıç olarak ele alırsak 29 Ekim 1923’ten 3 Kasım 1928’e kadar beş yıl bir ay sürmüştür.”[8]
Evet, “on yılda her savaştan alnı açık çıkan” Türk, durmak nedir bilmiyor, büyük Ata’sının gösterdiği yolda ilerleyerek A’dan Z’ye müthiş atılımlar yapıyordu. Ülke baştan sona değişiyor, Cumhuriyet bir tohumdan bir filize, bir filizden bir fidana dönüşüyordu.
Bir gün Konya’da davet edildiği bir akşam yemeğinde, milletvekillerinden Refik Koraltan’ın övgü dolu sözlerinden rahatsız olan Atatürk, “Beyefendi” der, “bütün yapılanlar, herkesten evvel büyük Türk milletinin eseridir; onun başında bulunmak bahtiyarlığına ermiş bulunan bizler ise, ancak onun şuurlu fedakârlığı sayesinde ve fikir ve iman birliği içinde müşterek vazife görmüş, öylece başarı kazanmış insanlarız; hakikat bundan ibarettir.” Sonra sofradakilere dönerek
“Efendiler; size şunu söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla kaim zannedenler çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti; her manası ile büyük Türk Milletinin öz ve aziz malıdır. Kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek, ebediyen payidar olacaktır.” [9] diyerek bahsi kapatır.
Kendisini gayet yakından tanıma fırsatını bulmuş olan Fransız Büyük Elçisi Kont de Chambrun da hatıratında, Atatürk için şöyle der:
“Mustafa Kemal; hükümdar, diktatör, halife ve daha birçok şeyler olabilirdi, fakat büyük adam olmak için O’nun parlak unvanlara ihtiyacı yoktu. Hazırladığı ve kendi ölçüsüne göre kurduğu bir Cumhuriyetin Reisi olduktan sonra çizdiği medeniyet yolunda yürümeye başladı. Kendisi, şüphesiz, tahta çıkabilirdi. Fakat basireti buna mani oldu. Kibirsizdi; gösterişi sevmez, övünmesini bilmezdi. Her gün biraz daha filozoflaşıyor, halk arasında kıymeti artıyordu.”[10]
Elbette Fransız elçisinin bu sözleri hiçbir şüpheye yer vermeyen bir gerçekliği ifade etmektedir. Çünkü bugünlerde de Atatürk her gün biraz daha kıymeti artan ve aranan bir liderdir. Milletini seven, onu her bakımdan yüceltmek isteyen, memleketimizi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmayı gaye edinen bu büyük lider, aklın ve bilimin kapısını aralayarak şöyle demiştir: “Hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir; fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak dikkatsizliktir, bilgisizliktir, yanlışlıktır.”
E, o zaman bize düşen görev bellidir. İstikbale doğru yürürken aklın ve ilmin elinden sıkı sıkı tutacağız. Zaten başka bir şekilde hareket etmek ya bizi birtakım felaketlere ya da yıkılıp yok olmaya götürecektir.
Yazımızı bitirirken bu vatanı bize emanet edenleri, adı sanı bilinen bilinmeyen bütün kahramanlarımızı sevgi ve saygıyla anıyor ve on aydır yazmakta olduğum “1923’ten 2023’e Yüz Yıl Yazıları” başlıklı yazı dizisinin son bölümünü Cumhuriyetimizin ilan edildiği bu ayda, bu Ekim ayında noktalıyorum.
Bayramımız kutlu olsun!
Nice yüz yıllara diyerek Atatürk’ümüzün 10. yıl nutkundan aldığım şu birkaç cümleyi, büyük bir coşkuyla ve heyecanla Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına, bir demet kır çiçeği sunarcasına armağan etmek istiyorum.
“Türk Milleti!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık.
(…) Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.
(…) Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir.(…)
Ne mutlu Türk’üm diyene!”
—————————————————————–
[1] Falih Rıfkı Atay, “Çankaya” Pozitif Yay.İst.2012, s.35
[2] https://www.atam.gov.tr/nutuk/samsuna-ciktigim-gun-genel-durum-ve-gorunus
[3] Ömer Lütfi Mete’nin “Gülce” şiirinden.
[4] Halide Edip Adıvar “Türk’ün Ateşle İmtihanı” Can Yay. İst. 2007, s.228
[5] Turgut Özakman, “Cumhuriyet” Bilgi Yayınevi, Ank. 2009, s.20
[6] Hasan Rıza Soyak, “Atatürk’ten Hatıralar” YKY, 6.bsk. 2010, s.180
[7] Hasan Rıza Soyak, age. s.177
[8] Falih Rıfkı Atay, age. s.456
[9] Hasan Rıza Soyak, age. s.55-56
[10] Hasan Rıza Soyak, age. s.59
Mehmet Hayati ÖZKAYA
KURTULUŞ PAROLAMIZ: MUSTAFA KEMAL
“İnsan esirliği, memleketlere sığmaz.
Millet esirliği, yeryüzüne.”
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Oğuz Kağan, “Gün tuğ olsun gök kurikan!” diyerek asırlar öncesinden Türk milletinin kulağına şöyle fısıldayıvermiş: “Güneş bayrağınız, gökyüzü çadırınız olsun…” İşte o günden bugüne nice devletler kuran Türk, dur durak bilmeden atasının bu kutlu vasiyetini yerine getirmek için doğudan batıya, güneyden kuzeye “Kızılelma’ya hey, Kızılelma’ya!” diyerek bir büyük ideal üzre yürümüş de yürümüş… Lâkin milletler ve devletlerarası bir büyük mücadelenin hâkim olduğu yeryüzünde yürüdüğümüz yol da yapmış olduğumuz yolculuk da öyle her zaman pek de kolay olmamış.
Gün gelmiş kabarıp taşmış, nice sınırları aşmışız; gün gelmiş kendi girdabımızda kendi kendimizle oyalanıp durmuşuz. E, ne yapalım büyük milletler de büyük denizlere benzerler ve zaman zaman med-cezirler yaşarlar… Tıpkı şairin dediği gibi, “kâh çıkmışız gökyüzüne seyretmişiz âlemi, kâh inmişiz yeryüzüne seyretmiş âlem bizi”
En son maceramız ise iki bölümden meydana gelmiş: Birincisi, Osmanlının çöküşü ki bu durumu Necdet Sevinç şöyle anlatır: “XIX. asrın son çeyreğinde Osmanlı İmparatorluğu bir konfederasyon görünümündeydi. Tanzimat Fermanı’nın Osmanlı azınlıklarına getirdiği hukuki teminatlar, zaten iğreti bir görüntüsü olan Osmanlı mozaikini parçalamış, her parça gerektiğinde Osmanlı olduğunu iddia ve ifade etmesine rağmen Osmanlı’dan kopmanın ve hatta Osmanlıyı yıkmanın hazırlıklarına başlamıştı.”[1]
Bu kaçınılması mümkün olmayan bir sonuç gibiydi âdeta. “Hasta adam” dedikleri Osmanlı Devleti’nin çöküşü ile bizi yeryüzünden kaldırmaya niyetlenenler, işlerine sıkı sıkıya sarılmışlardı. Senelerce yedi cephede, yedi düvelle vuruşmak zorunda kalmıştık. 1. Cihan Savaşı’nın ardından gelen o kahredici Mondros antlaşması… Ardından işgal edilen vatan topraklarımız…
Artık bıçak kemiğe dayanmış maceramızın ikinci bölümünün perdesi aralanmıştı. Türk milleti çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek demeden hep birlikte sahnede yerini almıştı. Bu bir varlık, yokluk mücadelesiydi. Asırların ötesinden asırlara uzanan bir ses yankılanıyordu cihanda; lakin sağır sultanın bile duyduğu bu sese Batılı emperyalistler kulaklarını kapamışlardı. Fakat biz, haykırmaya devam ediyorduk:
Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti,
Tarihlere sorun ki bize “Ölmez Türk” derler.
Sözümüz senetti ve her daim geçerliydi. Lâkin içinde bulunduğumuz zaman, zemin ve şartlar pek de güzel değildi. Bin bir zorluk ve sıkıntı bizi bekliyordu. Ancak inançlıydık ve korkmuyorduk. Çünkü Türk anaları, milletinin kara talihini aydınlığa çevirecek öyle evlatlar yetiştirmişti ki vakti geldiğinde bütün dünya onların karşısında saygıyla eğilecekti.
Sakarya savaşı öncesinde 5 Ağustos 1921’de, TBMM’de ateşli görüşmelerin ardından oy birliği ile “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Başkumandanlık Tevcihi Hakkında Kanun” kabul edildi. Bu yasaya göre Mustafa Kemal, Meclis’in savaşa hazırlık ve savaşla ilgili tüm yetkilerini üç ay süreyle doğrudan kullanabilecekti. Yasanın kabul edilmesi üzerine Mustafa Kemal Paşa, düşmanın kesinlikle yenileceğini bildiren bir konuşma yaptı ve savaşın yönetimini doğrudan üstlendi. Türk ordusunun Kütahya-Eskişehir Savaşları’nda yenilmesinin esas nedeni, pek çok imkândan yoksun olarak savaşmak zorunda kalmasıydı. Ordunun ihtiyaçları karşılandığı takdirde, Yunan ordusu Anadolu’da yok edilebilirdi.
Göreve başlar başlamaz Başkomutanlık Karargâhını oluşturan Mustafa Kemal Paşa, yasanın kendine tanıdığı yetkiye dayanarak, 7–8 Ağustos 1921 tarihlerinde iki gün içinde, on buyruktan oluşan “Tekâlif-i Milliye Emirleri”ni (Millî Yükümlülükler Emirleri) yayımladı. [2]
Aslında yayımlanan bu emirlerle belki de dünyada eşine benzerine rastlanmayacak bir olay gerçekleşiyordu. O da şuydu: Milletini karanlıktan aydınlığa çıkarmak isteyen bir başkomutan, parası zaferden sonra ödenmek üzere milletinden borç istiyordu.
İşte böyle başlamıştı Anadolu’da esaretten hürriyete doğru amansız bir koşu… Peki, yayımlanan bu emirlerle halktan neler talep ediliyordu gelin birkaç maddeye kısaca bir göz atalım:
Mesela, 3 No’lu Tekâlif-i Milliye Emriyle; yünden, tiftikten, bezin her çeşidinden, köseleden, kunduraya, dikilmiş, dikilmemiş potine; yem torbasından, yulara, kaşağıya kadar halktan her şey isteniyordu…
4 No’lu Tekâlif-i Milliye Emriyle; buğdaydan samana, una, arpaya; fasulyeden bulgura, nohuta; şekerden tuza, gaza, pirince; çaydan muma kadar, iğneden ipliğe birçok şey talep ediliyordu.
7 No’lu Tekâlif-i Milliye Emrinde ise şunlar vardı: Halkın elinde bulunan, savaşta işe yarayacak bütün silah ve cephanenin üç gün içinde Tekâlif-i Milliye Komisyonlarına teslim edilmesi…
Ve yine mesela, 10 No’lu Tekâlif-i Milliye Emriyle: Halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla kağnı arabalarının, bütün donanım ve hayvanlarıyla birlikte ve binek ve top çeken hayvanlar, katır ve yük hayvanlarının ordu adına komisyona emanet edilmesi isteniyordu.
Bazı maddelerine kısaca değindiğimiz bu emirlerin harfiyen uygulanması sonucunda Türk milleti 23 Ağustos 1921- 13 Eylül 1921 tarihleri arasında 22 gün ve 22 gece devam eden Sakarya Meydan Savaşı’ndan büyük bir zaferle çıkarken Batılı emperyalist devletlerin maddi ve manevi desteğini alan Yunan ordusu ise meydanı boynu bükük bir şekilde terk ediyordu.
Fakat Türk için henüz tam bir istiklâl kazanılmamıştı. Daha yapılacak çok şey vardı.
Canını, malını, mülkünü hatta canından aziz sevdiklerini seve seve bu vatana feda eden Türk milleti bıkmadan, yorulmadan gecesini gündüzüne katarak Sakarya zaferinden bir yıl sonra, “Büyük Taarruz” için harekete geçer. Tarihler 26 Ağustos 1922’yi gösterdiğinde Başkomutanlık Meydan savaşı başlar. 30 Ağustos’ta ise Mustafa Kemal Paşa o muhteşem emrini verir: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”
Bundan sonrasını tarihler şöyle kaydetmiştir: 1919’dan 1923’e kadar süren ölüm kalım mücadelesini Türk milleti kahramanlığı, üstün cesareti ve muhteşem fedakârlığı sayesinde kazanmıştır.
Bakın işte, bir İngiliz diplomatın eşi olan Mary Dolling Lady Sandres “Ann Bridge” takma adı ile 1952 yılında yayımlanan “The Dark Moment”[3] adlı romanında Mehmetçiğe cephane taşıyan Türk kadınının fedakârlığını nasıl anlatır:
“… Sonsuz bir insan selini andıran bir manzaraydı. Birbirlerinden bir buçuk metre mesafelerle ve tek sıra halinde akın akın geliyorlardı. İnsanlar taşıdıkları tüfeklerin, cephane kutularının ve top mermilerinin ağırlığı altında öne doğru eğilmişlerdi. Daha şaşırtıcı olanı, bu insanların dörtte üçünden fazlasının kadın olmasıydı. Çoğunluğu pembe eteklikli yöresel kıyafetler ve parlak çiçekli kiraz rengi şalvarlar giyen kadınların bazıları, sırtlarına sarılı yükle beraber kucaklarında emzikli bebeklerini taşıyorlar, bazılarının arkasında ise kaygan çamurda kısa adımlarla yürüyen iki ve üç küçük çocuk bulunuyordu. İşte bu şekilde bir gece önce İstanbul’dan kaçak olarak gemi ile gelen askeri malzeme, Küre Dağlarını aşıyordu…”[4]
Bu yol, İnebolu’dan başlayıp Ankara’ya ulaşan “İstiklâl’e giden” yoldu. Bu yolda yürümek, karda kışta dağları, tepeleri aşmak, yokuşlarla savaşmak, düz ovada yürümeye hiç benzemiyordu. Zaten yürüyenler de bunu gayet iyi biliyorlardı; fakat inadına hürriyet, inadına istiklâl diyerek yürüyorlardı. Hatırlayın Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın o muhteşem şiirini, Mustafa Kemal’in Kağnısını… Hatırlayın Elif’i,
Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden heceden.
Mustafa Kemal’in kağnısı derdi, kağnısına
Mermi taşırdı öteye, dağ taş aşardı.
Çabuk giderdi, çok götürürdü Elifçik,
Nam salmıştı asker içinde.
Bu kez yine herkesten evvel almıştı yükünü,
Doğrulmuştu yola önceden önceden.
Sadece Elifcik miydi yürüyen, sadece Elifcik miydi cepheye koşan, değildi elbet… Türk kadını, bağımsızlık uğruna hem cephede hem de cephe gerisinde kendine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirerek dillere destan olan kahramanlıklara imza atıyordu. Mesela, bir Kara Fatma namlı, Fatma Seher Hanım vardı, bir Nezahat Onbaşı, bir Aydınlı Emir Ayşe Kadın, bir Tayyar Rahmiye, bir Kılavuz Hatice, Şerife Bacı, Halide Onbaşı (Halide Edip Adıvar) ve daha niceleri erkekleriyle birlikte yan yana hatta yana yana cephelerde vuruştular; yeri geldi meydanlarda, kürsülerde konuştular:
“Çelik gibi kollu, tunçtan ayaklı/ Türk hiç yılar mı, Türk hiç yılar mı?/ Cihan yıkılsa, Türk yılmaz!” diyerek binlere, on binlere, bütün cihana seslendiler.
İşte size o günlerden bir sahne:
Tarih 22 Mayıs 1919, yer Kadıköy-İstanbul,
Vatan topraklarının işgal edilişini protesto etmek üzere 15-20.000 kişinin katıldığı mitingde konuşanlar arasında Üniversite öğrencisi Münevver Saime Hanım da vardı ve
“… Ben kendimi hürriyeti gasp edilmiş bir milletin kızı tutarak istiklâlime nasıl yürüyeceğimi söyleyeceğim. Bu beyanat kollarımızı bağlamak isteyenler için dikkate şayan olmalı. Oğlum bana, ‘Ben neyim?’ diye ilk sorduğu gün ona semalardan haykıran bir melek gibi ‘Büyük tarihli bir Türk’sün!’ diye hitap edeceğim. Bu nida, bu sihirli ses onun ruhunda ne fırtınalar hazırlayacak. Ninnisini söylerken, bu nutukları yanık sesimle ruhuna serpeceğim… Az söylemek, çok iş görmek zamanı hulûl etmiştir (gelip çatmıştır). Biz yalnız ağlıyoruz. Ağlamakla kazanılmış hak, hıçkırıklarımızı dinleyecek kalp yoktur. Teşkilata, nihayet fiiliyata mübaşeret (girişme), harekete geçmek zamanı gelmiştir.” diyordu.
Kürsüden indikten sonra İngilizlerin kontrolündeki polis güçleri, Münevver Saime Hanım’ı halkı savaşa davet eden bir çağrıda bulunduğu için tutuklamak istemişse de, Saime Hanım bir yolunu bulup Anadolu’ya geçmiş, daha sonra da Kurtuluş Savaşı’nda sol kalçasından yaralanmış ve İstiklâl Madalyası’yla onurlandırılmıştır.[5]
İstanbul’daki mitingleri Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan mitingler ve faaliyetler takip etmiştir. Bu faaliyetlerde rol alan kadınlarımız ise milli mücadelemizin en ön saflarında yer almıştır. Mesela, 10 Aralık 1920’de Kastamonu’da Kız Muallim Mektebi’nin bahçesinde Müdâfaa-i Hukuk Kadınlar Şubesi’nin hazırladığı bir toplantı yapılmış ve bu toplantının ardından da Urfa, Antep ve Maraş’ın işgallerini protesto etmek amacıyla 19 Aralık 1920’de bir miting düzenlenmiştir. Bu mitingde alınan kararlar doğrultusunda Halife’ye, Sadrazama, İngiltere ve İtalya kraliçelerine, ABD ve Fransa Cumhurbaşkanlarının eşlerine ve Hindistan İmparatoriçesine işgalin ve zulmün durdurulması için telgraflar çekilmiştir.
Ve yine mesela, 12 Temmuz 1920 günü, Adana Kız Öğretmen Okulu öğrencileri de, okul müdüriyetine bir dilekçe sunarak öğretmenlerinin riyaseti altında, vatan toprakları uğruna vuruşan Mehmetçiklerin yaralarını sarmak ve dikişlerini dikmek üzere geceli gündüzlü çalışmaya hazır olduklarını bildirmişlerdir…[6]
Evet, tarih böyle büyük bir hazinedir. İhaneti de kahramanlığı da kaydeden çok değerli bir hazine… O hazinenin sayfalarında gezinirken bazen insanın hafızalarından silinmeyecek kareler göze çarpar. Tam da bu noktada İngiliz yazar Ann Bridge’nin anılarına tekrar bir dönelim:
“…Çuha Doruğu mevkiinde bir handa dinlendikleri sırada karşılarındaki ikiz bebeği olan bir Türk anasının cepheye 6’ncı kez cephane taşıdığını ve nasıl güçlükler çektiğini aktarır. Sonra da kadının, “İnsan, memleketi için bu kadar da yapmasın mı?” deyişi ve yeniden yola koyulurken ikizlerini göstererek “Onlara öğreteceğim ilk kelime Mustafa Kemal olacaktır!”[7] deyişi bir millet için esaretten kurtulmanın parolası gibidir. Dün dillerden düşmeyen “Mustafa Kemal” ismi bugünlerde ve yarınlarda da kesinlikle Türk milletinin ebedî parolası olacaktır.
Cepheye sırtında bebeğiyle silah ve erzak taşıyan fedakâr Türk kadınını gören Fransız diplomat, Franklin Bouillon de büyük bir şaşkınlıkla dönemin Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek’e:
“…Öncelikle size şunu haber edeyim. Siz bu savaşta mutlaka başarı elde edeceksiniz. Her ne vakit ki bir millet böyle kadını, genci, ihtiyarı, hatta çoluk çocuğu ile bir işe sarılırsa onu mutlaka başarır. Geçtiğim yerlerde gördüklerim bunu anlatıyor…” [8]demiştir.
Türk olmayı en büyük şeref ve şan sayan Atatürk’ümüz ise 21 Mart 1923’te Konya’da Hilâl-i ahmer Kadınlar Şubesinin tertip ettiği çay ziyafetinde,
“Çift süren, tarlasını eken, ormandan odununu kesen, mahsulatı pazara götürerek paraya kalbeden (dönüştüren), aile ocaklarının dumanını tüttüren, bütün bunlarla beraber kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin mühimmatını taşıyan hep onlar, hep o ulvî fedakâr İlahî Anadolu kadını olmuştur. Binaenaleyh hepimiz bu büyük ruhlu, büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle ebediyen taziz ( sevgiyle analım) ve takdis edelim.(saygı gösterelim)”[9]
diyerek Millî Mücadelede büyük sıkıntılara katlanan ama hiçbir zaman yılmayan, yıkılmayan asil Türk kadınının hakkını böyle teslim etmiştir.
Evet, yazımıza son noktayı koymadan meraklısı için son bir not bırakalım şuraya: Hani demiştik ya, Tekâlif-i Milliye Emirleriyle milletini karanlıktan aydınlığa çıkarmak isteyen bir başkomutan, parası zaferden sonra ödenmek üzere milletinden borç istiyordu. İşte o borcun tamamı aşağıda belirtildiği şekilde İstiklâl Savaşı’mızdan sonra ödenmiştir efendim.
*Tekâlif-i Milliye Komisyonları tarafından parası sonradan ödenmek üzere alınan mal ve malzemenin toplam tutarı: 6.003.663 TL olarak hesaplanmıştır. Devlet, bu miktarın 4.340.508 TL (%72,3’ünü)’sini 1923 yılında olmak üzere, 1929 yılı sonuna kadar tamamını ödemiştir.[10]
——————————————————-
[1] Necdet Sevinç, “Osmanlının Yükselişi ve Çöküşü” Hamle Yay. İst. 5.bs. s.444
[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/tekâlif-i-milliye-emirleri
[3] Bu roman 1962 yılında Milliyet Yayınları tarafından “İzmir Ateşler İçinde” adıyla Türkçe olarak da yayımlanır.
[4] Haz. Aynur İslam, “Milli Mücadelede Kadın Kahramanlarımız” Bingöl Ü. Sosyal Bil. Ens. 2021,s.95
[5] Ferhat Uyanıker, “Milli Mücadelede Türk Kadını” Genel Kurmay Baımevi, Ank. 2009,s.26
[6] Aynur İslam, age, s.94
[7] Kastamonu Ü.”https://istiklalyoludijitalmuzesi.kastamonu.edu.tr/index.php/hakkimizda/genel-bilgiler
[8] Aynur İslam, age, s.94
[9] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu I-III, Ankara 2006, s. 317
[10] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/tekâlif-i-milliye-emirleri
Mehmet Hayati ÖZKAYA
VAR OL KOCA TÜRK!
Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Meydan Savaşı’ndan sonra 20 Eylül 1921’de yayımladığı “Orduya Beyanname ”de, komutanlara, subaylara ve erlere tek tek teşekkür eder ve der ki:
“Kurtuluş için yaptığımız bu savaştan çok daha önce sizi başka muharebe meydanlarında da tanımıştım. Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatinle hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı nihayet alt eden büyük gayretin için minnet ve şükranımı söylemeyi kendime en aziz bir borç bilirim.”
İşte, Mustafa Kemal Paşa’nın teşekkürünü hak eden askerlerden biri de Karacasu’dan Jandarma Çavuşu Gazi Osman Akhan’dır. İstiklâl madalyasını ömür boyu göğsünde taşımaktan mutlu olan Gazi Osman Akhan, I. Dünya Savaşında ve İstiklâl Savaşında rol almıştır.
Sözlü tarih konusunda çalışmalar yapan Hüseyin Kuruüzüm’ün gayretiyle kitaplaşan Gazi Osman Akhan’ın anılarında anlatılanlar, aslında bir cepheden bir cepheye giden yüz binlerce Mehmet’in hikâyesidir. [1]
Henüz 18-19 yaşlarındayken 1916’da askere çağrılır Osman Akhan.
Romanya’dan Filistin’e…
Osmanlı ordusunun mensubu olarak Romanya Cephesinde savaşmaya gider. Savaş bu, emirler ve eylemler belli: Önce “Hücum!” Sonra, “Yere yat, ateş et, geri çekil!” Göğsünden yaralanır Osman Akhan. Epeyce acılı ve maceralı bir yolculuktan sonra Pazarcık’a(Bulgaristan) getirilir. Burada gördüğü tedavi yeterli olmadığından İstanbul’a sevk edilir. Hastanede geçen günlerin ardından tekrar Romanya Cephesine gitmek istese de sevk kâğıdındaki fırka numarasındaki yanlışlıktan dolayı kaçak duruma düşer. Tekirdağ’da savaş mahkemesine çıkarılır. Hâkim sorar:
“-Nereden gelip nereye gidiyorsun asker?
-Romanya’dan İstanbul’a yaralı geldim. Tedaviden sonra Romanya’ya sevk ettiler. Tuvalete gideyim derken treni kaçırdım. Gitmek için her yere başvurdum. Beni yollayın, yanlışlıkla 26.Fırka yazılmış. Ben de 25. Fırka olduğumu sonradan öğrendim. 26’yı 25 yazıverin dedim, yazmadılar…
-Yine mi savaşa gidecektin?
-Gidecektim.
-Sen askerlikten korkmuyor musun?
-Niye korkayım, yaralanırsam gazi, ölürsem şehit olurum. Nasıl olsa gazi kaldım.
-Hadi çık.
-Konuştuklarım hoşuna gitti herhâlde, gülüştüler. Oradan çıktık. Bölük tayin oldu.”[2]
Evet, birkaç zaman sonra bölük tayin olur ama Romanya’ya değil, Filistin Cephesine doğru yola çıkarlar. Bundan sonrası malum hikâyedir: İngiliz-Arap işbirliğinin zirve yaptığı, Türk’ün de kanını, canını ve topraklarını kaybettiği ıstıraplı zamanlardır… Osman Akhan bir çatışmada Araplara esir düşer. Araplar, esirleri beş lira bahşiş karşılığında İngilizlere teslim ederler. İngilizler esirleri bir süre Şam’da kampta bekletirler. Her türlü eziyet, cefa ve perişanlık diz boyu değil, adam boyu âdeta! Etraf kır, taşlık… Hava sıcak, yaz günü. Gündüzleri taşlık yerde güneşin altında, akşamları zeytinliklerde tutarlar. Bir süre sonra Mısır’a esir kamplarına götürülürler. Sene 1919, Yunan İzmir’e girmiştir. İngilizler “Avanak Türk” diye dalga geçerler. “Yunan İzmir’de bom bom, size gitmek yok!” derler. Derken Mısır’da ihtilâl olur. İhtilâli yapanlar, İngilizlere “Ya bu esirleri bana teslim et ya da bırak memleketine” derler. Bunun üzerine İngilizler esirleri Süveyş Kanalı’na getirip vapurla İstanbul’a gönderirler. Gelenler Selimiye Kışlasına doldurulur. Orada da pek rahat değiller. Bir paşa gelir: “Arkadaşlar Anadolu’da caniler, çeteler türemiş. Halife’nin ordusuna karşı geliyorlar. Gönüllü yazılacak varsa, savaşa gitmek istiyorsa o askere 40 lira maaş vereceğiz. ”der… Sonra bir paşa daha gelir: “Arkadaşlar sakın ha! O çete dedikleri insanlar bizi kurtaracaklar” der… İki arada bir derede kalırlar sonunda “Biz memleketimize gitmek istiyoruz.” derler.
Böylece Gazi Osman Akhan 1916’da ayrıldığı Aydın’ın Karacasu kazasına 1919’un sonunda binbir zahmetle döner.
Karacasu’dan Elli Süvari
Memleketine döndükten kısa bir zaman sonra, Mustafa Kemal’in ordusuna Karacasu’dan elli süvari istenir. Gazi Osman hemen kendini yazdırır ancak bir sıkıntı vardır: “Silahınızı da atınızı da kendi paranızla alacaksınız.” derler ve altı gün düşünme payı verirler. Durumu babasına anlatır Gazi Osman, “Bana da bir at, bir silah alıver” der. Babası her ne kadar “ıngır zıngır” etse de oğlunun istediğini yapar. Karacasu’da tam elli kişi olurlar. İki ay kadar talim yaparlar, sonra Mustafa Kemal ister onları. Sandıklı’ya giderler Yunan da Afyon’dadır.
Sonra… Sonrası üç yıl geçer aradan, 9 Eylül 1922’de İzmir’e giren Türk ordusunun en ön saflarında Gazi Osman’ı görürüz. Ardından işgal edilen topraklarımızı İngilizlerden bir bir teslim almak için İzmir’den, Uzunköprü’ye kadar yürümeye devam ederler… Sene 1923’tür vakit gelir, askerlik biter. Tezkerelerini alırlar.
“Yaslı gittim, şen geldim;
Aç koynunu ben geldim.
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.”
diyerek atlarını hayvan pazarında satıp dönerler memleketlerine…
Ancak gerçekte ne kadar şen ve sağlam dönmüşlerdir bilinmez. Lâkin yine de şükrederler hallerine, çünkü gidip de bir daha yurduna dönemeyenler var ki onların hikâyesi ise bambaşkadır…
Bu hikâyelerden birini “Batış Yılları” kitabında Falih Rıfkı şöyle anlatır:
“Hasta ağabeyim memleketin böyle gününde izin alınmaz demiş. Çerkeş’ten (Çankırı) beraber geldiği taburu ile ateşli ateşli cepheye gitmeye hazırlanmıştı. Sirkeci garında bir akşamüstü onu uğurlamıştım. Bir yasemin çubukla cigarasını içiyor, vagonun içinde süngü takma talimleri yapan redifleri göstererek:
-Bazıları silah kullanmayı da yolda öğrenecekler, diyordu.
O akşam yola çıktılar. Ertesi gün hemen hemen cephe içinde trenden indiler ve başlarında ağabeyim ve subayları olmak üzere hepsi ölüp gittiler.”[3]
Evet, Trablugarp’la başlayan Balkan ve I. Dünya Savaşlarıyla devam eden cepheden cepheye gidişimiz nihayet İstiklâl Savaşımızla sonuçlanır. Ancak bu süre içerisinde yitirdiğimiz topraklar ve yitirdiğimiz canlar o kadar çok ki bunları birtakım istatistiki verilerle anlatmak; ansiklopedik bilgilerle açıklamak bizi pek tatmin etmeyecektir. Çünkü vatan ne sadece toprak ne sadece candır; vatan aslında dünden bugüne ve yarına yürüyecek olan hatıralar demetidir. Yani vatan, bir başka deyişle mazidir.
Cemal Kurnaz, “Bahar Kandilleri”[4] adlı yazısında Rumeli’den Anadolu’ya göçmek zorunda kalan bir Çiçek Nine’den bahseder. Bu Nine’nin vatanına ve yavuklusuna olan hasretini dindiren tek bir şey vardır; o da yavuklusunun sevdiği çiçek tohumlarını bahçesine ekip ömür boyu onlarla oyalanmasıdır… Çiçek Nine’nin her baharda yeniden yeniden yaşadığı hatıralar, bir çiçek bahçesinden vatan sevdasına dönüşürken Arif Nihat Asya’nın o içli duası Türk’ün ezelden ebede ulaşan sedası olur:
“Bizi sen sevgisiz, susuz, havasız
Ve vatansız bırakma Allah’ım!”
İşte bu duanın Türk milleti için millî bir yakarışa döndüğü zamanlarda yani 16 Mayıs 1919’da, Bandırma vapuruyla İstanbul’dan Samsun’a hareket etmeden önce Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya bir haber gelir:
“İngilizlerin bindiğiniz gemiyi takip etmek, hatta batırmak ihtimali vardır.” Bu haber üzerine Mustafa Kemal Paşa:
“Burada esir gibi yaşamaktansa, Karadeniz’de batmayı tercih ederim!” der. [5]
Zaten Gazi’den başka türlü bir cevap beklemek mümkün müdür? Elbette hayır, fakat işin asıl önemli tarafı Paşa’ya bu haberi kimin gönderdiği ve kimin getirdiğidir? Evet, bu haberi gönderen o yıllarda Osmanlı Bankası’nın müdürlüğünü yapan Berç Keresteciyan isimli bir Ermeni vatandaşımızdır. Avukat Saadettin Ferit Bey (Talay) ise bu haberi getiren kişidir. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa gerekli tedbirleri alarak vapurun kıyıya yakın bir şekilde yoluna devam etmesinin emreder. Sonuç bellidir, Samsun istiklâle açılan ilk kapıdır.
Keresteciyan’dan Türker’ine dönüşmek…
Berç Keresteciyan’ın takdiri hak eden bu güzel davranışı, bununla kalmaz. Kurtuluş Savaşı’mızda Hilâli Ahmer Cemiyeti’nin (Kızılay’ın) ikinci başkanı olarak Anadolu’ya takalarla ilaç sandıkları gönderme işini bizzat organize eder. Sakarya Savaşı’nın en kritik anlarından birinde de, Mustafa Kemal’in ricası üzerine top ateşleme mekanizmaları satın almak için aynı gün şahsi hesabından 15 bin lira çeker ve gereken yere teslim eder…
Savaştan sonra, Beyaz şeritli İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilir.[6] 1936’da Berç Keresteciyan’a Atatürk tarafından “Türker” soyadı verilir. Afyon bağımsız milletvekili olarak 1935’te TBMM’ye girer. Parlamentoya giren ilk Ermeni milletvekili olur ve görevini layıkıyla yerine getirir.
Sekiz dil bilen Berç Keresteciyan Türker’in TBMM’de dikkatleri üzerine toplayan konuşmalarından bazı pasajlar aktardığımızda hiç kuşkusuz sizler de karşınızda Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinin en çarpıcı örneklerinden birini bulacaksınız.
Mesela, 1935 ‘te Maarif Vekâleti bütçesi üzerine söz alan Berç Keresteciyan Türker, milletin ilerlemesini ve her milletten üstün olmasını arzu ettiğini belirterek niçin çocuklarımız senelerden beri Robert Koleje, Firerler Mektebine, Sen Jeanlara gönderildiğini meclise sormuş, ardından maarif bakanından yeni okulların açılmasını rica etmiştir. Zenginlerin de çocuklarını Cambridge, Oxford üniversitelerine değil kendi üniversitemize göndermelerini, boş yere paranın Avrupa’ya gitmemesini temenni etmiştir.[7]
1945 yılında Klâsik Türk Müziğinin radyolarda yasaklanması konusunda yapılan bir tartışmada; “Millî Türk Mûsikîsi memleketten asla kalkmamalıdır fikrindeyim. Çünkü her milletin kendine mahsus millî bir
mûsikîsi vardır. Evet, Garp mûsikîsi fevkalâde güzel bir musikidir, bendeniz de öğrenmişimdir, fakat bu millî mûsikî değildir. Eğer biz millî mûsikîmizi kökünden baltalarsak bu bizim için ayıptır ve züldür” [8]
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15 Mart 1923 tarihinde Adana’yı ziyaret ettiğinde “Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!” diye ifade ettiği Hatay için TBMM’nin 5. Dönem, 8. Birleşiminde yapılan görüşmelerde söz alan Berç Türker şöyle der:
“Sayın arkadaşlar, bugün İskenderun ve Antakya’daki 300 000 Türk kardeşlerimiz anavatana kavuşmak için gözyaşları döküyorlar. Ve bugün, 18 milyon Türk yurttaşın bu sevgili kardeşlerinin feci vaziyetini görerek, kalpleri helecan içindedir. Bunları kurtarmak hepimizin mukaddes vazifesidir. Mesele, teahhür (gecikme) kabul etmeyecek derecede önemlidir. Hak, mantık, siyaset bizim lehimizedir. Biz, daima haklı işlerde metanet gösteririz, taleplerimizi dostane surette halletmek isteriz. Dostumuz Fransa’nın hakşinaslığından (haktanırlığından) eminiz. Ancak, bu dost devlete anlatmak lazımdır ki, İskenderun ve Antakya meselesi bizim için hayati ve müstacel bir meseledir.”
Hatay’ın Misak-ı Millî sınırları içine dâhil edilmesi konusunda yaptığı bir başka konuşmada ise şunları ifade eder:
“Sayın arkadaşlar, Türklerin, büyük bir ekseriyet ile asırlardan beri hâkim oldukları vatan parçası Hatay’ın, ana; vatana merbut (bağlanmış) bulunmasını her Türk yurttaşı gibi ben de görmek isterdim. Hatay davası, Türkü ta canından alakadar eden milli bir varlık meselesi olmuştur. Bu gün Hatay’ın tam bir istiklâlini temin etmek sureti ile elde ettiğimiz siyasi muvaffakiyetle, Türkiye Cumhuriyetinin ne kadar sulhperver olduğunu parlak bir surette göstermiş olduk. Fakat sulhperverlik zaaf alameti değildir. Sulhu muhafaza etmek için çok kuvvetli olmak gereklidir. Bu gün kahraman Türk ordusu yenilmez, yılmaz bir kuvvettir.”
Hatay’ın bizim için bir millî mesele olarak gündemde olduğu o günlerde şair Emin Bülent Serdaroğlu da “Hatay’a Selam” diyerek Türk milletinin duygularına tercüman olur:
“Ey mutlu Hatay bölgesi, ey Türkeli, âh ey
Bağrında güneşler yaşatan kutlu büyük şey…
Aç göğsünü aç… Kanlar akar bağrına yurdun
Türk’ün yüreğinden gelen aslan sesi dolsun…
Ey zorlu Hatay genci, kızıl dağları yıktın…
Var ol koca Türk, Ergenekon’dan gene çıktın…”
Türk için “Var ol koca Türk!” diyen Emin Bülent de Balkan Savaşlarında yer almış, I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde savaşmış Osman Akhan gibi bir gazidir… Serdaroğlu soyadını dedesinin sahip olduğu unvandan almıştır. Baba tarafından dedesi olan Ömer Lutfi Paşa Macar asıllıdır. Asıl asıl adı Michel Lattas olan Ömer Lutfi Paşa 1827’de Osmanlı’ya sığınmış ve Osmanlı ordusunda uzun yıllar görev yaparak Serdar-ı Ekrem (Başkomutanlığa) kadar yükselmiştir.[9]
Evet, dünü unutmak, yarını unutmaktır; çünkü tarih gelecektir, diyerek başladığımız “1923’ten 2023’e Yüz Yıl Yazıları” başlıklı yazı dizimizde amacımız; hem dünü daha iyi anlamak ve kavramak hem de bu vatanı bizlere emanet eden adı sanı bilinen, bilinmeyen kahramanlarımıza teşekkür etmek, onları rahmetle ve saygıyla yâd etmektir.
İşte bu amaç çerçevesinde Türklüğe hizmet eden yakın tarihimizdeki şahsiyetlerden birkaçını daha sizlere tanıtmanın mutluluğuyla yazımızı bitirirken sizleri yazımızın özüne uygun düşen sosyolojik bir tanımla baş başa bırakıyorum.
Büyük Türkçü N. Atsız diyor ki:
“ Türkler… Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertler topluluğudur.”[10]
———————————————————————
[1] Hüseyin Kuruüzüm, “Gazi Osman Akhan’ın Savaş Anıları” Kolalı Matbaası, Aydın, 2006
[2] Hüseyin Kuruüzüm, age. s.43
[3] Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları” Pozitf Yay. İst. 2012, s.65
[4] Prof. Cemal Kurnaz, “Türk Olmak” Post Yay. İst. 2020, s. 123
[5] Falih Rıfkı Atay,” Babanız Atatürk” Pozitif Yay. İst. 2014,s. 66
[6] Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Biçici, GAZÜ “Kadim Dostlukta Bir Çınar: Berç Keresteci Türker” Türk – İslam Dünyası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2019, s.85-97
[7] Doktora Öğrencisi Yüksel Yıldırım, “1935 Genel Seçimlerinde Afyonkarahisar Bağımsız Milletvekili: Berç Keresteciyan Türker” Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi / Cilt: 24, Sayı: 4, Aralık 2022 s.1600
[8] Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Biçici, age, s.90
[9] İslam Ansiklopedisi, İst. 2007, C.34, s.74
[10] Atsız, “Makaleler- Türkçülük ve Siyaset” İrfan Yay. İst. 1997, s.27
Mehmet Hayati ÖZKAYA
Dört Davul – Bir Süvari ve Yeni Türk Devleti…
“Kutlu şehirlerden, kutlu ovadan
Neydi yabanların alacakları…
Ki bir zaman hoyrat ayaklarıyla
Gelip çiğnediler bu toprakları…”
Arif Nihat Asya
26 Ocak 1699 Karlofça antlaşmasıyla başlayan Osmanlı Devleti’nin gerileme süreci ağır adımlarla da olsa bizi sonunda Mondros ve Sevr Antlaşmalarıyla tanıştırır. Bu isimleri ve bu isimleri hatırlatan o kapkara tarihleri yani 30 Ekim 1918’i ve 10 Ağustos 1920’yi hiç unutmadık, unutmayacağız. Çünkü tarih gelecektir diyerek dünü bugüne, hatta yarına taşımaya devam edeceğiz.
Evet, çok kısa bir hatırlatmayla başlayalım anlatmaya. 30 Ekim 1918’de imzalamak zorunda kaldığımız Mondros Ateşkes Antlaşmasının hemen ardından 3 Kasım 1918’de İtilaf devletlerinden İngiltere Musul’u işgal eder… Sonra işgal edilen yerlerin ve işgal devletlerinin sayısı çoğalıverir. Osmanlı Devleti âdeta iştah kabartan bir sofra gibi İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Ermenilerin ve hatta kısa bir süre sonra Yunanların önüne serilir.
Altı asırlık koca devlet doğudan batıya, kuzeyden güneye, paylaşılırken Türk milleti bu acı ve elem verici tabloyu sadece gözleriyle değil, bin parçaya bölünen yüreğiyle izler ama asla ümitsizliğin ağına düşmez. Çünkü “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir lidere ve zaferlerle dolu bir tarihe sahiptir.
Antakya yakınlarında Afrin’de bulunan 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra aldığı bir telgraf emriyle hemen Adana’ya hareket eder. Adana’da Murat Palas Otelinde Alman Kumandan Liman von Sanders’den 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Kumandanlığını devralan Mustafa Kemal Paşa, kısa sürecek olan bu görevi üslenirken “Biz Türkler için mücadele şimdi başlıyor.” diyerek ya istiklâl ya ölüm parolasının yankısını Çukurova’dan bütün Türkiye’ye yayar.
Ancak bu sözün ezelî ve ebedî gücünü anlamayan Fransızların kudretli Albayı Bremond. 1 Şubat 1919’da Adana’ya gelip Hükümet konağında bir konuşma yapar ve der ki:
…Fransızlar Türklerin pek eski dostudur. Asırlarca önce bu dostluk, cihan harbinin başlamasından biraz evvel Osmanlı’ya 500 milyon frank borç vermek suretiyle ispatlanmıştır. Ne var ki Türkler bu iyiliği unuttular ve bizi arkamızdan hançerlediler. Ama bugünkü durumda buna üzülmemelidir. (…) Adana’daki Müslüman ahali, Fransa’nın adaletine güvenebilir. Ermeniler ise öteden beri Fransa’nın himayesine mazhar olduklarından bütün hakları teminat altındadır. Herkes hürdür. Bütün mezhepler ve dinler serbesttir… Barış yapılıncaya kadar burada kalacağız. Dürüstleri ve çalışanları koruyacağız…”[1]
Ancak Adana’da kaldığı 18 ay içinde, söylediklerinin hiçbirini, Ermenileri baş tacı yapmak hariç, yerine getirmez. Aksine Mart 1919’dan itibaren tam bir baskı ve sömürü düzeni kurmaya başlar. Türkçe resmi dil olmaktan çıkarılır. Türk okulları kapatılarak öğretmenler sürgün edilir. Fransızca ana dil olur. Mektup ve telgraflara sansür uygulanır. Polis ve jandarmaların kıyafetleri değiştirilir. Kalpaklardaki Ayyıldız çıkarılır. Komiteci Ermeni Vahan Adana Emniyet Müdürlüğünün başına getirilir.
Bütün bunlar olurken birkaç ay sonra “İntikam Alayları” ya da “Öç Alayları” denilen Ermeni fedailer ortaya çıkar. Ayrıca Kamavor adı verilen, deri ceketler giyip göğüslerini haç şeklinde çapraz fişeklerle ve armalarla süsleyen Ermeni eşkıyalar da meydanlarda keyiflerince dolaşmaya başlar. Fransızlara ve Ermenilere göre artık kan, gözyaşı ve işkence Müslüman Türk’ün hayatının bir parçası olarak kabul edilir…
Adanalılara korku ve dehşet salmak için yapılan zulümler, insanlıktan nasibini almayan bu caniler için küçük bir eğlencedir âdeta. Mesela, evinin duvarına ata yadigârı olarak astığı bir hançerden dolayı Adana’nın eski Belediye Başkanının oğlu Tevfik Kadri, üstü açık bir kamyonda ağaçtan yapılmış bir çarmıha gerilir. Elleri ayakları bağlanır. Üstü başı çıkarılır ve tel kırbaçlarla kendinden geçene kadar kırbaçlanır.[2] Bu vahşet, sözde Batı medeniyetinin ve onun kuklası olan Ermenilerin zalimliğin bir timsali olarak kayıtlara geçerken bu olaylar esnasında sessiz kalıp Fransızlarla, Ermenilerle işbirliği yapan Adana Belediye Başkanı Hafız Mahmut gibi bazı hainler de vardır.
Fakat bütün bunlara rağmen vatanseverleri yıldırmak mümkün değildir. Bunun en güzel örneğini o günlerde Adana’da Tanyeri gazetesini çıkaran İhsan Altay vermiştir. “ Türkün kanıyla yoğrulan bu bereketli topraklar Afrika çölü değildir ve sömürge olamaz!” diyerek yiğitçe bir manşet atar. Ardından Torosların eteklerinde Türk’ün hürriyet sevdasını, dosta düşmana bir kez daha anlatan tarihî bir olay yaşanır.
Karboğazı baskını…
Çin sarayını basan Kürşat’ın kırk çerisi gibi 44 Kuvayı Milliyeci’nin 27 Mayıs 1920’de Fransız taburunu Karboğazı’nda teslim alışı Türk İstiklâl Savaşı’nın unutulmaz olaylarından biridir. Çukurova’yı işgal eden Fransız kuvvetlerinin başına gelen bu hadise pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.
Tekir yaylası üzerinden Karboğazı vadisine girerek yol almaya çalışan Binbaşı Menil ve taburu kendilerine kılavuzluk yapan Gülek köyünden Hasan Ağa’nın hanımı Hatice ile aynı köyden Tırmık Mehmet ve Kumcu Veli’nin oyununa gelerek dere içindeki çıkmaz bir yerde âdeta hapsolur. Bu durumdan faydalanan Hatice bir fırsatını bulup Gülek köyünü harekete geçirir. Sonuç, Kuvayı Milliye Kumandanı Sinan Tekelioğlu’nun Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafla özetlenir:
“Cesur ve fedakâr millî kuvvetlerimiz Pozantı’dan çıkış yapan düşmanı, Karboğazı ilerisinde Süneder boğazında sıkıştırarak bir süre muharebeden sonra teslime mecbur etmişlerdir.
100 kişisi ağır ve hafif yaralı olmak üzere 650 er ve bir binbaşı 23 subay teslim alınmıştır. (…) Düşmanın iki yüzden fazla ölüsü vardır. İki top, sekizi makineli tüfek, bin kadar çeşitli silahlar, on üç kadana ve doksan katır ele geçirilmiştir.”[3]
Bu olayın ardından çok nazik, çok medeni, çok insancıl Fransız Generali Dufyo “Adana ahalisi” için bir beyanname yayımlar. 31 Mayıs 1920 tarihli beyannamede kısaca şunlar vardır:
“… Birkaç günden beri Adana’nın bazı mahallelerinde çetelerin bulunduğunu biliyorum Yeni felaketlere mahal vermemek üzere onları şehri terke mecbur etmek asayişi arzu edenlerin vazifesidir. Eğer aklı başında olan ahali bunları defetmekte bizzat kendisi teşebbüs etmezse Osmaniye’de olduğu gibi kuvvete müracaat etmeye karar vermişimdir.
…
Sizin basiretiniz şehrinizi büyük felaketten kurtaracaktır. Sırf asayişi ihlal etmek maksadıyla buraya gelmiş olan çeteleri bizzat defedeceksiniz. Eğer siz bunu yapmazsanız benin kararım kesindir. İmha etme müthiş olacaktır. “[4]
Tabii bu tehdit dolu beyanname Adana’yı ve Adanalıyı perişan etmeye kararlı Fransızları ve onların himayesindeki Ermenileri pek memnun ederken 5 Temmuz 1920’de şehir merkezinde sıkıyönetim ilan edilir. Toroslarda ve şehre yakın yerlerde Millî kuvvetler karşısında çaresiz kalan işgal güçleri, kinlerini ve öfkelerini silahsız zavallı halktan çıkarmayı büyük marifet sayarlar… Fransızca ve Ermenice yayımlanan gazetelerde her gün Türklere hakaretler edilmeye başlanır.
Ve Adana’da Kaç Kaç günleri…
10 Temmuz günü Ermeniler Komite başkanları Şişmanyan’ın emirleri doğrultusunda önceden planladıkları eylemleri sokaklarda uygulamaya başlarlar. Türklerin yaşadıkları mahallerde katliamlarını gerçekleştirmek için harekete geçerler. Baskınlar ve yağmalar yaparlar. Suçsuz ve silahsız insanları sokak ortalarında kurşun yağmuruna tutarlar.
Bu zalimlerden canını kurtarmaya çalışan halk, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç Adana’nın güneyindeki obalara, genellikle Arap vatandaşlarımızın yaşadıkları yerlere doğru akın akın kaçarlar. Bu kaçışta Türklere kucak açan Şeyh Cemil Efendi bir yandan gelenleri konağında barındırır diğer yandan kardeşleriyle ve Akkapılı hemşerileriyle birlikte silahlı bir birlik kurar. Şeyh Cemil Nardalı’nın komutasındaki “Obalar Müfrezesi” tüm çevreyi kontrol altına alarak, Fransız ve Ermeni kuvvetlerine karşı koyar. Adana’dan kaçıp gelenlerin Millî kuvvetlerin kontrolündeki Toroslara ve Karaisalı’ya sağ salim geçmelerini sağlar.
İki gün süren bu kaçış şairin dediği gibi “10 Temmuz ne kara gündü / Obalar göçtü, ocaklar söndü”[5] şeklinde Adanalıların hafızasına yerleşirken, Cemil (Nardalı) Efendi’nin kurduğu Obalar Müfrezesinin kurtuluş mücadelemizde gösterdiği vatanseverlik tarihe şanla, şerefle yazılır. Yaşadığı konak ise bugün “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olarak hizmet vermektedir.
Şeyh Cemil Efendi’nin “Nardalı” soyadını almasının da acı bir öyküsü vardır: Ermeni eşkıyalar, Şeyh Cemil’in iki kardeşini bir ağaca bağlayıp nar dalıyla kamçılayarak öldürmüşlerdir. İşte bu hazin olayı unutmamak için Cemil Efendi “Nardalı” ismini soyadı olarak kullanmıştır.
Büyük Kilikya Cumhuriyeti
Mustafa Kemal Paşa’nın 5 Ağustos 1920’de Pozantı’ya gelerek Pozantı Kongresini toplaması, yeni bir teşkilatlanmayla Adana vilayetini kurması, Toroslarda millî direnişin ateşini yakan millî kuvvetleri tebrik ve takdir etmesi, hiç kuşkusuz kuvvet komutanlarını ve mücahitleri daha büyük bir aşkla ve heyecanla işgalcileri Adana’dan defetmeye sevk eder.
Aynı tarihte Adana şehir merkezindeki Ermeniler ise Mustafa Kemal Paşa’ya nazire yaparcasına dünyanın en kısa süreli devletini, Büyük Kilikya Cumhuriyeti’ni, Adana’da kurarlar. Asuri, Rum ve Ermenilerden oluşan bu devletin başına Damatyan cumhurbaşkanı, Şişmanyan başvekil olarak geçer. 16 da bakanı bulunan bu Cumhuriyetin temsilcileri Adana Hükümet Konağı’na gelerek valiyi makamından kovarlar ve kurdukları cumhuriyeti ilan ederler. Ancak Fransız General Garo’nun “Böyle bir devletin kurulması zamansız ve mevsimsizdir.” demesi üzerine Fransız askerleri hükümet konağını basıp ömrü “iki saat on beş dakika süren” bu hükümetin temsilcilerini Adana’dan uzaklaştırırlar. [6]
Dört Davul, Zurna ve İbo Osman
Pozantı kongresinin ardından harekete geçen Kuvayı milliyeciler Adana’nın merkezine doğru ilerlemeye başlarlar. Fransızların bir grup çete diyerek küçümsedikleri Millî kuvvetler, girdikleri çatışmalarda Fransız ordusuna ve onların maşası olan Ermenilere büyük kayıplar verdirirler.
Bu kurtuluş mücadelesinde rol alan her bir askerin, komutanın, mücahidin, çetebaşının anlatmakla bitirilemeyecek müthiş hizmetleri vardır. Mesela, bunlardan biri Karaisalı’nın yiğit evladı İbo Osman Özçete’dir. Millî kuvvetler içinde cesaretiyle nam salan İbo Osman’ın savaşta gösterdiği kahramanlıkların yanı sıra savaşa gidişi de apayrı bir âlemdir.
Mehteran takımıyla savaşa giden Osmanlı ordusu gibi İbo Osman da dört davulla, zurnayla cenge gidermiş. Önde Türk bayraklı bir süvari, ardından dört davulla, zurna ve Köroğlu havasıyla yürüyen yiğitler; dosta güven, düşmana korku verirken zaman zaman da Gazi Osman Paşa marşıyla bir sel gibi coşup taşarlarmış.
Karboğazı baskınında, Fadıl taarruzunda, Kurttepe saldırısında İbo Osman’ın düşmana korkusuzca saldırışı, girdiği çatışmalardan hep zaferlerle dönüşü, halkın hayal dünyasında onu efsanevi bir karaktere dönüştürmüştür. Öyle ki İbo Osman’ın atıyla geçtiği derelere İbo Osman deresi, silah çatıp ateş yaktığı yerlere İbo Osman’ın ocağı, pusu kurduğu yerlere İbo Osman’ın gâvuru kırdığı yer denilirmiş. [7]
İstiklâl savaşımızda esarete hayır diyen, bağımsızlık meşalesi yakmaktan bir adım geri atmayan Çukurova’nın, Torosların adı sanı bilinen, bilinmeyen nice İbo Osmanları, Adil Menemencioğluları, Emin Ağaları vardır. Nice Sinan Tekelioğlu gibi komutanları, Mehmet Efendi gibi müftüleri ve Gamalı Fatma gibi nice kahramanlık destanı yazan kadınları vardır ki onlar Adana’da Fransızların belini kırdıktan sonra dur durak bilmeden Batı Cephesi’ne koşarlar…
Aralarında İbo Oman ile bölüğündeki elli mücahitin de yer aldığı Sinan Tekelioğlu komutasındaki Adana Alay’ı, Afyon Cephesine doğru harekete geçer. Hedeflerinde yıllardır işgal ettikleri yerleri yakan, yıkan, yağmalayan; Türk milletine zulüm yapmaktan zevk alan İtilaf devletlerinin maşası Yunan vardır. Dudaklarında ise büyük bir ihtimalle Şair Emin Bülent Serdaroğlu’nun Yunan’a seslendiği o unutulmaz mısraları:
“Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni,[8]
Türk’üm ve düşmanın sana, kalsam da bir kişi!”
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti
Evet, vatanın kanlı gözyaşlarını silmek için yurdun dört bir tarafından yollara düşen kahraman Mehmetler artık Sakarya’da, Dumlupınar’da ve İzmir’in dağlarındadır. 1922’in 9 Eylül sabahı güneş pırıl pırıl parlarken aydınlık bir kapı açılır önümüzde…
Ve biz tarihin her döneminde, en zor şatlar altında bile,
Bu gök, deniz nerede var?
Nerede bu dağlar taşlar?
Bu ağaçlar güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar,
diyerek her zaman yaptığımız bir şeyi, uğruna can verdiğimiz toprağı, yeniden vatan kılıyor; yeni bir devlet kuruyorduk…
Böylece 1914-1918 Birinci Dünya Savaşının mağlubu ilan edilen Osmanlı devletiyle, Mondros ve Sevr Antlaşmalarını büyük bir mutlulukla imzalayan İtilaf devletleri, 1919-1922 tarihleri arasında yeni Türk devleti karşısında aynı sevinci yaşayamayarak bundan tam yüz yıl önce, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşmasını imzalamak zorunda kalır.
4 Ekim 1923’te ise İtilaf devletlerinin başını çeken İngilizlerin son askeri birliği, Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’u terk eder. Bir İngiliz bandosu “Auld Lang Syne” parçasını çalmaktadır. Bu parça bazen cenazelerde de çalınan bir vedâ şarkısıdır.[9]
Oysa hemen hemen aynı tarihlerde Ankara’dan bütün dünyaya yayılan bir marş vardır:
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.[10]
——————————————————–
[1] Yusuf Delikoca, İbo Osman, Ekrem Yay. Adana, 2022 s.56
[2] Yusuf Delikoca, age, s.71
[3] Cezmi Yurtsever, Bir Destandır Adana’nın Kurtuluşu, Ekrem yay. Adana, 2022,s.221
[4] Cezmi Yurtsever, age, s.352
[5] Yusuf Delikoca, age, s.218
[6] Yusuf Delikoca, age, s.231
[7] Yusuf Delikoca, age, s.241
[8] Garbın cebin-i zalimi: Batı’nın korkak zalimi
[9] Rahmi Çiçek, “Türk Devletinin Kurucu Antlaşması Lozan” Türkiye Günlüğü 153/ Kış 2023 Ank. s.100
[10] Nigâhban: Gözcü, bakıcı, bekçi
Mehmet Hayati ÖZKAYA
GALATALI MİRALAY ŞEVKET BEY VE KARAKOL CEMİYETİ
İlhami Soysal, Ankara Merkez Komutanlığı Tutukevi’nden Attilâ İlhan’a gönderdiği 20. 12. 1981 tarihli mektubunun bir yerinde şöyle der:
“Bilirsin, benim, yazmaktan okumaktan başka yapabileceğim pek bir şeyim yoktur. Dolayısıyla okuyorum. Ne var ki okuma olanaklarım da oldukça sınırlı. Çünkü tutukevi yönetmeliği gereğince içeriye gazete ve dergiler dışında Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgili kitaplardan başka bir şey girmiyor.
(…)
Niyetim iki kitap ortaya çıkarmak. Vaktiyle de seninle konuşurduk ya, biri Atatürk’ün çevresi… Bu çevrede kimler vardı. Atatürk’le birlikte nereye kadar yürüyebildiler, neler dediler, neler yaptılar, Atatürk bunlar için neler dedi, vb.
İkincisi daha uzun süreli bir çalışma… Başından sonuna kadar Kurtuluş Savaşı süresince adları şu ya da bu biçimde kitaplara geçmiş kişiler kılavuzu… Öyle çok bilinenler değil.
Örneğin bir Galatalı Şevket diye miralay var. İstanbul’da Anadolu ile irtibat sağlayan kilit adam. Kimdir, nedir, kurtuluştan sonra ne oldu? Bir Köprülü Hamdi Bey var. Akbaş Cephaneliğini basıp Anadolu’ya kaçıran… Bir Keskinli Rıza Bey var. Antep savunmasında bir Yörük Selim Bey var, Silifke’de Emin Aslan Bey… Doğu cephesinde bir Eyüp Ağa var…”[1]
Evet, var da var… Saymakla bitmez. Açın bakın, Türk Kurtuluş Savaşı’nın her sayfası adı bilinen, bilinmeyen nice kahramanın hikâyesiyle doludur. Şair de böyle demiyor mu?
“türkiye türkiye ay’lı yıldız’lı türkiye
sen mehmed’sin omuzlarında anadolu yaylası
aladağlar toroslar dev gibi gövden
sen şehit oğlu şehit babası
sana selam olsun dünyadan hürriyetten”
Bu şiirin imlasından şiirin kime ait olduğunu yüzde yüz anlamışsınızdır diyerek şairin selamını alıp yazımıza devam etmek istiyorum ama serde öğretmenlik olduğundan mıdır nedir yine de bir küçük açıklama yapmadan duramıyorum.
Efendim kimi rivayetlere göre, Rus yazarı Plekhanov’un estetiğinin yanında, Fransız şair Apollinaire’ın şiiriyle tanışması onu (Attilâ İlhan’ı) imgeye yaklaştırmış. Küçük harfle ve noktalama işareti kullanmadan, sadece özel isimlere gelen ekleri ayırmada kesme işareti kullanarak yazma tekniği buradan gelen bir esinlenmeymiş. Bir başka rivayete göre ise şair, harfler arasında hiyerarşinin olmasını kesinlikle reddedermiş… Neyse asıl konumuza dönelim.
İlhami Soysal’ın Kurtuluş savaşının öncesi ve sonrası ile ilgili merak ettiklerini doğrusu zaman zaman biz de merak edip araştırdık. Hatta Köprülülü Hamdi Bey’in Akbaş Cephaneliğini nasıl bastığını Ayarsız’da anlattık.[2] Bu yazımızda da,
“Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.
Parçalandı bir kıtanın toprakları,
Aslan payını aslan olmayan aldı…
Kalk yiğidim, yine dağ başını duman aldı.”[3]
diyerek perdeyi açıyoruz. Dekor, Balkan Savaşlarının ve I. Dünya Savaşı’nın yorgun düşürdüğü Osmanlı devletinin uçuruma sürüklenişin izlerini taşıyor. Altı asırlık koca devlet boynu bükük, yorgun, bitkin bir insan gibi sessizce ufka bakıyor. Ufukta ise anadan, yardan, serden geçerek sahnenin ortasına doğru yürüyen adsız kahramanlar görünüyor. İşte o kahramanlardan biri Galatalı Miralay Şevket Bey.[4]
Askerî mektep diplomasındaki tarife göre Galatalı Şevket Bey; orta boylu, buğday benizli ve ela gözlüdür. İlköğrenimini tamamladıktan sonra Soğukçeşme Askerî Rüştiyesinde eğitimine devam eder. Bir birini takip eden yıllar içerisinde üsteğmenlik rütbesini kazanır. 1902’de Galatalı Şevket Bey’e, mülazım-ı evvellik(üsteğmen) rütbesi verilirken âdet olduğu üzere din ve devlete ve Sultan II. Abdülhamid’e sadakatle hizmet edeceğine ve gerekirse bu uğurda canını feda etmekten çekinmeyeceğine dair yemin ettirilir. Aradan iki yıl geçer. Galatalı Şevket Bey, Erkan-ı Harbiye Yüzbaşısı olarak Mekteb-i Harbiye’den (Harp Okulu) mezun olur.
Tercüme-i Hâl Kâğıdında (biyografisinde): “Fransızca ve İngilizce görüşür ve okur ve yazarım yani bilirim. Biraz Rusça, Arapça ve Kürtçe anlarım. Asıl dilim Türkçedir.” der. Bu çok dilli Şevket Bey’in bir başka özelliği ise Sultan II. Abdülhamid’e sadakatle hizmet edeceğine dair yemin etmiş olmasına rağmen Meşrutiyet ve hürriyet sevdalısı bir asker olmasıdır. Gerçi bu özelliği onun başına yeni tayin edildiği görevinde birtakım dertler açar ya, pek aldırış etmez.
1904’te Edirne’de Bölük Komutanlığı görevini yürütürken meşrutiyet ve hürriyet yönünde çalışmalar içerisinde bulunduğu ve süvari zabitanından(subaylarından) bazılarıyla piyade kışlasında gizli toplantılar yaptığı iddiasıyla altı arkadaşıyla birlikte tevkif edilir.
Edirne’de on bir gün hapsedildikten sonra askerlik mesleğinden tart (uzaklaştırmak) ve kalebent edilmek kaydıyla ( bir kaleye kapatılmak cezasıyla ) irade-i seniyye ( padişahın emriyle) ile Divan-ı Harb-i Mahsusta (Yüce mahkemede) muhakeme edilmek üzere İstanbul’a gönderilir. 105 gün Merkez Kumandanlığında hapsedilir. Divan-ı Harb-i Mahsus tarafından yapılan muhakemede suçsuzluğu tespit edilince beraatına ve askerlik mesleğine iadesine karar verilir. Artık Şevket Bey’in yeni adresi Erzincan’dır. Buraya gönderilişi bir çeşit sürgündür. Bu sürgün döneminde, II. Meşrutiyetin ilanına kadar, Muş’ta ve Van’da görev yapar. 1908’de yeniden İstanbul’dadır. Sonrası ise birçok askeri görev ve kazanılan rütbelerle geçen zamandır.
1. Dünya Savaşı’nda Yarbay olarak 11’nci Kolordu’nun 33’ncü Fırka Kumandanlığına tayin edilir. Köprülü Şerif İlden Bey’in ifadesiyle “Şevket bir avuçluk 33’ncü Tümen’iyle Rusların sağ kanatlarına o kadar sıkı bir biçimde yapıştı ki düşman bu kanadında her çekilişinde mitralyözlerini, tüfeklerini, atlarını, arabalarını bırakmaya, Şevket’e birçok esir teslim etmeye mecbur kalıyordu…”
Bu cesur komutan askerlik vazifesi boyunca çok kritik cephelerde görev başındadır. Kâh Kafkas Harekâtının bütün safhalarında kâh Filistin harekâtında üstün gayretler sergiler. Altın ve gümüş madalyalarla taltif edilir. Lakin takvimler 30 Ekim 1918’i gösterirken imzalanan Mondros Mütarekesinin hemen sonrası ordunun terhisi söz konusu olduğundan İstanbul’a gelir.
İstanbul’a geldikten sonra 12 Ocak 1919’da Bahr-i Sefid [Akdeniz] Müstahkem Mevkii Kumandanlığına tayin edilir. Ancak Nazım Paşa’nın Harbiye Nazırlığı döneminde yeniden tevkif edilen Şevket Bey, Temmuz 1919 sonu itibariyle kısa süre de olsa bir müddet Bekir Ağa Bölüğünde kalır. Daha sonra serbest bırakılıp tekrar mesleğine iade edilir…
Mütareke döneminde vatan, millet, hürriyet aşkıyla yanıp tutuşan Miralay Şevket Bey aynı sevdayla dolup taşan arkadaşlarıyla birlikte milli teşkilatlar oluşturmaya başlar. Bunlardan biri hatta en önemlilerinden biri olan Karakol cemiyetini Talat Paşa’nın talimatları doğrultusunda kurarlar. Bu bugünkü Milli İstihbarat Teşkilatının (MİT) başlangıcında bu ve diğer milli direniş örgütlerinin payı vardır.
Karakol Cemiyetinin kuruluşunda Kurmay Albay Kara Vâsıf, Kara Kemal, Emekli Yüzbaşı Bahâ Said, Miralay Galatalı Şevket ve Yenibahçeli Şükrü Beyler gibi İttihatçılar rol alırken bu teşkilat adını iki kurucu idari üyenin Kara Kemal ve Kara Vasıf’ın isminden alır… Başkanlığını ise Galatalı Miralay Şevket Bey üstlenir. Bu görevi alırken yaptığı teşekkür konuşmasında şöyle der: “Beni reis yaptığınızdan dolayı teşekkür ederim. Tuttuğumuz yol pek kanlıdır. Fakat kurtuluş yoludur. Tarihte bizim gibi acı günler yaşamış başka milletler de vardır bunlardan mücadeleyi göze alanlar, ölmesini ve öldürmesini bilenler kurtulmuştur.”
Anadolu’daki Milli Mücadeleye destek vermek için silah ve asker kaçırmasıyla ünlenen Karakol cemiyeti büyük işlere imza atar. İstanbul’dan Anadolu’ya geçişlerde Merdiven Köyündeki Bektaşi Tekkesi ve Sultan Tepesi’ndeki Özbekler Tekkesi menzil vazifesi görmekte, Anadolu’ya geçiş için tekkeye başvuranlar parola ile kabul edilmekteydiler. Mesela, Özbekler Tekkesine müracaat edenler “Bizi İsa yolladı” parolasını verdikten sonra içeriye kabul ve akabinde plan çerçevesinde Anadolu’ya geçirilmekteydiler. Burada bahsedilen “İsa” muhtemeldir ki Galatalı Şevket’tir. Zira Karakol Cemiyeti mensuplarının kod isimleri mevcuttur ve Galatalı Şevket Bey, “İsa” takma adını kullanmaktadır. Kara Vasıf’ın kod adı “Cengiz”, Mustafa Kemal Paşa’nın kod adı “Nuh”, Ali Fuat Paşa’nın “Musa”dır.
Bu kod adlarıyla ilgili olarak yapılan yazışmalardan bir örnek verelim: Musa kod ismini kullanan Ali Fuat Paşa’nın 20 Ağustos 1919’da, “Nuh Bey’e Verilecektir…” şifresiyle bizzat Sivas’a, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine yolladığı 4 maddeden meydana gelen telgrafın ilk üç maddesini atlayarak okuyalım:
“Nuh Beye Verilecektir,
…
4-İngilizlerin sizi meyyiten (ölü) veya hayyen(diri) derdest (ele geçirme)ve Rauf Bey’i de siyâseten elde etmek içün Dersaadetten (İstanbul’dan) Ankara üzerinden oralara bazı adamlar gönderdiği Dersadetten bildiriliyor. Bu husûsdaki tafsilât ayrıca bildirilecektir.” [5]
Evet, Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından Anadolu’da işgaller sürerken Karakol cemiyeti de halkın milli şuurunu harekete geçirmek üzere her alanda birtakım faaliyetler gerçekleştirir. Bu kapsamda Baha Sait Bey din adamlarıyla, Kemalettin Sami Bey aydınlarla, Galatalı Şevket Bey de gazetecilerle irtibat sağlamakla vazifelendirilir. Nitekim İzmir’in işgali üzerine Miralay Şevket Bey ve Karakol, İstanbul’daki mitinglerde de aktif rol oynar.
Karakol Cemiyeti, İtilaf Devletlerinin İstanbul’u işgaline kadar [16 Mart 1920] Anadolu’daki Millî Mücadele hareketi ile İstanbul arasındaki iletişimi sağlar; hatta Heyet-i Temsiliye’nin İstanbul’daki temsilcisi gibi hareket eder. Karakol’un bu ilişkilerinde kilit isim ise Galatalı Şevket Bey’dir.
Karakol liderlerinden ve Bahr-i Sefid (Akdeniz) Müstahkem Mevkii Kumandanı Galatalı Şevket Bey’in katkı sağladığı önemli bir icraat da Gelibolu’daki Akbaş cephaneliğine baskın yapılması ve buradaki cephanenin Anadolu’ya aktarılmasıdır. Bu konuda cephanenin taşınması için kendisinden talep edilen motoru, temin eden ve Köprülülü Hamdi Bey’e tahsis eden Galatalı Miralay Şevket Bey’dir. 26/27 Ocak 1920’de yapılan baskınla ele geçirilen silah, cephane ve haberleşme araçları millî kuvvetlere aktarılır.
Baskından haberdar olan İstanbul İşgal Yönetimi, bu durumdan fena halde rahatsız olur. İstanbul Hükûmetinden bu baskının sorumlusu olarak gördükleri komutanları yargılamak talebinde bulunurlar. Fakat istekleri yerine getirilmez. Ancak bir süre sonra 16 Mart 1920’de İstanbul resmî olarak İtilaf devletleri tarafından işgal edilir. Bu işgal ile Meclis-i Mebusan kapatılarak pek çok mebus tevkif edilir Tevkif edilenler arasında Karakol liderlerinden Kara Vasıf, Miralay Galatalı Şevket de vardır.
Tevkif edilen şahıslar, 18 Mart 1920’de Benbow gemisiyle İstanbul’dan alınıp 22 Mart’ta Malta’ya ulaştırılırlar… Miralay Şevket Bey, hem siyasî yönü yani Millî Mücadele taraftarlığı hem de Hıristiyan kırımı ile suçlanır. Rauf, Kara Vasıf ve Galatalı Şevket Beyler gibi isimlerin tevkif edilip Malta’ya sürgün edilmesiyle birlikte Karakol Cemiyetinin merkez komitesi dağılır. Geride kalan Karakol mensupları Nisan 1920’de Zabitan, Ekim 1921’de Yavuz adlarıyla teşkilatlanarak mücadelelerine devam etmeye çalışırlar.
1921 senesi Ekim ayının sonlarına kadar Malta’da sürgün hayatı yaşayan Miralay Şevket Bey 31 Ekim 1921’de Malta’dan İnebolu’ya gelir. Ekim 1922’de de emekliye ayrılır.
İşte size adları pek bilinmeyen ya da unutulan İstiklâl Mücadelemizin kahramanlardan biri olan Galatalı Miralay Şevket Bey’in hikâyesi. Peki, Şevket Bey emekli olduktan sonra ne yapar, nasıl bir hayat sürer? Ondan da kısaca bahsedeyim:
Şevket Bey’in 1928’de doldurduğu Tercüme-i Hâl Kâğıdında, annesi Hasibe Hanım’ın hayatta olup İzmir Gündoğdu’da Gayret Sokağı numara 9’da oturduğu belirtilmekte ve oğlunun eline baktığı ifade edilmektedir. Buradan, Şevket Bey’in sonraki senelerde bir müddet İzmir’de ikamet ettiği anlaşılmakta, emeklilik sonrası ise komisyonculukla meşgul olmaktadır. Nitekim Tercüme-i Hâl Kâğıdında “Beş sene evveline kadar ömrüm kıt’a idaresi ve harple geçti. Beş seneden beri de komisyonculukta ilerlemeye çalışıyorum” denilmektedir.
Galatalı Şevket Bey, hayatının son yıllarına kadar hiç evlenmez. Aslında yüzbaşı iken Şekibe Ali isimli bir hanımla evlenmek istemiş ancak kızın ailesi, subayların uzun süre evlerinden uzak kalmaları, cephelerde savaşmaları ve bazen de şehit olmaları nedeniyle eşlerinin dul kalabileceği gibi endişeler öne sürerek bu evliliğe karşı çıkmış. Ailesinin endişelerini dikkate alan Şekibe Hanım da evlilik talebini geri çevirmiş. Ancak Şekibe Hanım da hiç evlilik yapmamış. Yıllar sonra Kadıköy vapurunda karşılaştıklarında yeniden görüşmeye başlarlar. Galatalı Şevket Bey artık emekli bir asker, Şekibe Ali Hanım da tanımış bir eğitimci, aynı zamanda İstanbul Üniversitesi’nden diploma alan ilk kadındır. Kader böyleymiş dercesine Galatalı Şevket Bey ilk aşkına kavuşur ve Şekibe Ali Hanım’la evlenir. Kısa süre de olsa mutlu bir evlilik yaşar ve 1881’de “merhaba” dediği hayata 5 Şubat 1956’da “eyvallah” der.
———————————————————————————
[1] M. Hayati Özkaya, Bak Postacı Geliyor, Tün Yay. Ank. 2022 s.155
[2] Ayarsız- Türk Edebiyat dergisi- Nisan 2023, s.14
[3] Arif Nihat Asya, Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor, Ötüken Yay. İst. 2020 s. 22
[4] Doç. Dr. Hasan Ali Polat – Prof. Dr. Osman Akandere, Karakol Cemiyeti Liderlerinden Galatalı Şevket Bey’in Hayatı Ve Millî Mücadele’deki Hizmetleri, Tarih Araştırmalar Dergisi, 2021, C. 36 S. 2, s. 641-673
[5] Dr. Aslıhan Kılınç, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi , “Osmanlı İstihbaratı Karakol Cemiyeti’nde Kod Adı Kullanımına Örnekleri” Tarih Araştırmalar Dergisi, 2021, C. 40 S. 70,s.262
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.