22 Ocak 2025 Çarşamba
İLHAN KARAÇAY
(Haberin Hollandacası en altta. Nederlandse versie is onderaan)
ENSCHEDE,- Hollanda’nın, Almanya’ya sınır olan Enschede kentinde aynı karakolda görev yapan iki Türk kökenli’nin 24 saat ara ile vefatları büyük üzüntü yarattı.
Geçtiğimiz Cuma günü 59 yaşındaki Necdet Tuluk’un ölüm haberinden 24 saat geçmeden, 51 yaşındaki Yusuf Öztaş’ın ölüm haberi geldi.
Meslektaşlarını çok üzen bu ölümler nedeniyle polis teşkilatındaki bayraklar yarıya indirildi.
Necdet Tuluk, Enschede’de polislik kariyerine sokak devriye memuru olarak başladı. Twente bölgesinde farklı görevlerde bulundu ve bir süre Zwolle’de çalıştı. Son yıllarda ise Enschede’de, temel ekipte mahalle operasyon uzmanı olarak görev yapıyordu. Birkaç hafta önce ciddi bir hastalığa yakalandığını öğrendi. Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalanmış olan Tuluk, kısa süren hastalığın ardından vefat etti.
Meslektaşları Tuluk için, “Teşkilatına ve topluma duyduğu samimi bağlılık onu özel kılan özelliklerden biriydi. Harika bir bağlantı kurma yeteneği vardı. İnsanları bir araya getirmek, bilgi paylaşmak ve başkaları için fırsatlar yaratmak onun hayatındaki en önemli şeylerden biriydi.” diyorlar.
Meslektaşları tarafından “kalbi polislik için atan bir adam” olarak tanımlanan Yusuf Öztas da, bir süre önce ağır bir hastalığa yakalandığını öğrendi. Amansız hastalıktan kurtulamayarak vefat eden Öztaş için arkadaşları şu bildiriyi yayınladılar:
“ Bu sabah, büyük bir üzüntüyle meslektaşımız Yusuf Öztaş’ın gece yarısından kısa bir süre önce hayatını kaybettiğini öğrendik. Yusuf Öztaş, Enschede’deki temel polis ekibimizde mahalle polisi olarak görev yapıyordu ve sadece 51 yaşındaydı.
Bir süre önce Yusuf’a ciddi bir hastalık teşhisi konmuştu. Hastalığı süresince mücadeleci bir ruh sergiledi ve asla pes etmek istemedi. Her zaman olumlu bir bakış açısına sahipti ve geleceğe umutla bakıyordu.
Yusuf, tam anlamıyla kalpten bir polis memuruydu. Her zaman Enschede’deki mahallesi ve sakinleri için hazırdı, aynı zamanda meslektaşları için de. Ona bir konuda yardım için başvurduğunuzda asla geri çevirmezdi. Başkaları hakkında kötü konuştuğunu hiç duymadık. İnsanların içindeki iyiliği görme yeteneğine sahipti ve çevresindeki herkese samimi bir ilgi gösterirdi.
Nezaketi ve yardımseverliği onu hepimiz için özel kılıyordu. Bu, Yusuf’un 50. yaş gününde de açıkça görülmüştü. O gün, iş arkadaşları, ailesi, tanıdıkları ve mahalledeki iş birlikçileri onun için mahalle merkezinde bir onur geçidi oluşturmuştu. Bu, onun mahallesine ve insanlarına nasıl bağlı olduğunu ve nasıl takdir edildiğini gösteren anlamlı bir jestti. Aynı şekilde, geçen yıl hastalığı duyulduğunda, yakın meslektaşları onun için bir bağış kampanyası başlatmıştı.
Düşüncelerimiz eşi, çocukları, ailesi ve sevdikleriyle. Bu zor zamanda onlara güç ve sabır diliyoruz.
Yusuf, ailesiyle birlikte son bir kez Türkiye’ye gitme hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Ancak, polisin ‘Mavi Aile’ olarak adlandırdığı bir oluşum, onu yalnız bırakmadı.
Meslektaşları Erna de Witte ve Niels Euren, gizlice bir bağış kampanyası düzenledi. Bir polis memuru şöyle dedi: “Yusuf için bir sonraki yılın gelip gelmeyeceği belli değil, bu yüzden hemen harekete geçtik.”
Yusuf’un savaşçı ruhunu bilen arkadaşları, ona destek olmanın tam zamanı olduğunu düşündüler. Türkiye’de iki kemoterapi tedavisi görmüş ve bu tedaviler sayesinde acıları bir nebze olsun hafiflemişti. Ancak yolculuğun hemen yapılması gerektiği açıktı.
Onun ne kadar sevildiğini gösteren bir gelişme daha yaşandı: Kısa sürede 7.000 Euro’dan fazla bağış toplandı. Bu para, Yusuf ve ailesinin güzel anılar biriktirebileceği bir tatil yapmasını sağlayacak. Meslektaşı Erna de Witte, “Bu onun için yeterli bir miktar,” dedi.
Yusuf’a yardım haberi şöyle verilmişti: Polis merkezine kahve içmek için davet edilen Yusuf, bir şeylerden şüphelenmeye başlamıştı. İçeri girdiğinde çok sayıda meslektaşını ve iki haftalık torunu da dahil olmak üzere ailesini görünce şaşkınlığı daha da arttı.
Ama en büyük sürpriz, meslektaşları Erna de Witte ve Niels Euren’in ona seyahat çeki vermesiyle yaşandı. Bu, onun için unutulmaz bir an oldu.
Yusuf’a yalnızca meslektaşları değil, çalıştığı mahallenin sakinleri de destek oldu. Enschede Belediyesi çalışanları, mahalle koçları, Alifa sosyal yardım kuruluşu, Mahalle Konseyi, yerel işletmeler ve alışveriş merkezinin güvenlik görevlileri de bağış yaptı.
Bu, Yusuf’un ne kadar sevildiğini gösteren en büyük kanıtlardan biriydi. O, her zaman başkalarına yardım eden bir polis olarak tanınıyordu.
Duygularını dile getiren Yusuf, bağışların en iyi şekilde değerlendirileceğini söyledi ve mücadeleye devam edeceğini belirtti: “Böyle meslektaşlara sahip olduğum için çok mutluyum!”
Yusuf’a yalnızca meslektaşları değil, çalıştığı mahallenin sakinleri de destek oldu. Enschede Belediyesi çalışanları, mahalle koçları, Alifa sosyal yardım kuruluşu, Mahalle Konseyi, yerel işletmeler ve alışveriş merkezinin güvenlik görevlileri de bağış yaptı.
Bu, Yusuf’un ne kadar sevildiğini gösteren en büyük kanıtlardan biriydi. O, her zaman başkalarına yardım eden bir polis olarak tanınıyordu.
Duygularını dile getiren Yusuf, bağışların en iyi şekilde değerlendirileceğini söyledi ve mücadeleye devam edeceğini belirtmişti: “Böyle meslektaşlara sahip olduğum için çok mutluyum!”
************************
Na het overlijden van Yusuf Öztaş en Necdet Tuluk, die in hetzelfde politiebureau werkten, binnen 24 uur na elkaar, werden de vlaggen halfstok gehangen.
ENSCHEDE,- In de Nederlandse stad Enschede, grenzend aan Duitsland, heeft het overlijden van twee politieagenten van Turkse afkomst binnen 24 uur veel verdriet veroorzaakt. Afgelopen vrijdag overleed de 59-jarige Necdet Tuluk en slechts 24 uur later werd het overlijden van de 51-jarige Yusuf Öztaş bekendgemaakt. Door deze tragische gebeurtenissen werden de vlaggen op het politiebureau halfstok gehangen.
Necdet Tuluk begon zijn politieloopbaan als straatpatrouilleagent in Enschede. Hij werkte in verschillende functies in de regio Twente en was enige tijd werkzaam in Zwolle. In de laatste jaren werkte hij als wijkoperatiespecialist binnen het basisteam in Enschede. Een paar weken geleden werd bij hem een ernstige ziekte vastgesteld. Omdat de ziekte ongeneeslijk bleek te zijn, overleed Tuluk na een korte periode van ziekte.
Zijn collega’s omschrijven hem als een toegewijde agent met een sterke betrokkenheid bij zowel het korps als de samenleving. “Hij had een groot talent om mensen te verbinden, informatie te delen en kansen voor anderen te creëren. Dat was het belangrijkste in zijn leven.”
Ook Yusuf Öztaş, door zijn collega’s omschreven als “een man wiens hart klopte voor
het politiewerk”, werd een tijdje geleden gediagnosticeerd met een ernstige ziekte. Ondanks zijn vechtlust kon hij de ziekte niet overwinnen en overleed hij. Zijn collega’s brachten de volgende verklaring uit:
Afbeelding met persoon, kleding, person, vrouw Automatisch gegenereerde beschrijving
“We zijn diep bedroefd om het overlijden van onze collega Yusuf Öztaş, die kort na middernacht is overleden. Yusuf was wijkagent bij ons basisteam in Enschede en slechts 51 jaar oud.
Enkele maanden geleden werd bij hem een ernstige ziekte vastgesteld. Tijdens zijn ziekteperiode bleef hij vechten en wilde hij nooit opgeven. Hij bleef altijd positief en keek hoopvol naar de toekomst. Yusuf was een agent met een groot hart. Hij stond altijd klaar voor zijn wijk en bewoners, maar ook voor zijn collega’s. Wanneer je hem om hulp vroeg, zei hij nooit nee. We hebben hem nooit slecht over anderen horen spreken. Hij had de gave om het goede in mensen te zien en toonde altijd oprechte interesse in iedereen om hem heen.
Zijn vriendelijkheid en behulpzaamheid maakten hem speciaal voor ons allemaal. Dit bleek ook op zijn 50e verjaardag, toen collega’s, familie, bekenden en samenwerkingspartners uit de wijk een erehaag voor hem vormden. Dit gebaar toonde hoezeer hij gewaardeerd werd en hoe verbonden hij was met zijn wijk en de mensen daar. Eveneens, toen vorig jaar bekend werd dat hij ziek was, startten zijn naaste collega’s een inzamelingsactie voor hem.
Onze gedachten zijn bij zijn vrouw, kinderen, familie en dierbaren. We wensen hen veel kracht en geduld in deze moeilijke tijd. We zullen Yusuf enorm missen en hem nooit vergeten.”
Afbeelding met persoon, kleding, groep, overdekt Automatisch gegenereerde beschrijving
Yusuf moest zijn droom om nog één keer met zijn familie naar Turkije te reizen opgeven. Maar de politieorganisatie, die zichzelf de ‘Blauwe Familie’ noemt, liet hem niet in de steek.
Collega’s Erna de Witte en Niels Euren organiseerden in het geheim een inzamelingsactie. Een politieagent zei: “Het was onzeker of Yusuf nog een volgend jaar zou halen, dus we moesten snel handelen.”
Zijn vrienden, die wisten hoe strijdlustig Yusuf was, vonden het belangrijk om hem juist op dat moment te steunen. In Turkije onderging hij twee chemobehandelingen, die zijn pijn enigszins verlichtten. Maar het was duidelijk dat de reis onmiddellijk moest plaatsvinden.
Een ander teken van hoe geliefd Yusuf was: binnen korte tijd werd meer dan €7.000 ingezameld. Dit bedrag stelde hem en zijn familie in staat om mooie herinneringen te maken tijdens een vakantie. Zijn collega Erna de Witte zei: “Dit bedrag is genoeg voor hem.”
De verrassing werd op een bijzondere manier aan Yusuf bekendgemaakt. Hij was uitgenodigd voor een kop koffie op het politiebureau, maar begon argwaan te krijgen. Toen hij binnenkwam en daar veel collega’s en zijn familie, inclusief zijn twee weken oude kleinkind, zag, werd zijn verrassing nog groter.
Maar het grootste moment kwam toen zijn collega’s Erna de Witte en Niels Euren hem een reischeque overhandigden. Dit was een onvergetelijk moment voor hem.
Niet alleen zijn collega’s, maar ook de bewoners uit de wijk waarin hij werkte, steunden Yusuf. Medewerkers van de gemeente Enschede, wijkcoaches, de welzijnsorganisatie Alifa, de Wijkraad, lokale ondernemers en beveiligers van het winkelcentrum droegen bij aan de inzamelingsactie.
Dit was een van de grootste bewijzen van hoe geliefd Yusuf was. Hij stond bekend als een agent die altijd klaarstond om anderen te helpen.
Yusuf sprak zijn gevoelens uit en beloofde dat de donaties goed besteed zouden worden. Hij zei strijdvaardig: “Ik ben zo blij dat ik zulke collega’s heb!”
İLHAN KARAÇAY
*Çoğumuz ve naçizane şahsım, çocukluğumuzdan bu yana, selilözden yapılan, sadece, bugünkü A4 kağıdını parşömen olarak bilirdik.
*Kaldı ki, ilk parşömen, M.Ö. İkinci yüzyıldan itibaren, papirüs kamışından yapılan çok dayanıklı bir kağıt olarak imal edilmiş.
*Dördüncü yüzyılda, Bergama kütüphanesini kıskanan Mısır Kralı, papürüs ihracatını yasaklayınca, Bergamalılar, hayvan derisini işleyip incelterek yeni bir parşömeni yaratmışlar.
*Bergama’dan eğitimci ve sanatçı Uğur Ural, üç evrimde değişiklikler geçiren, bugün hâlâ çeşitli sanat dallarında kullanılan sert ve dayanıklı parşömeni anlattı.
Bana, “Kara cahil” diyecek olanlara hak verebilirim. Zira, günümüzde ‘parşömen’ dendiği zaman, bunun üç unsur taşıdığını çoğu kişi bilmektedir. Ama günümüzde…
Bizim gençliğimizde, ‘parşömen’in, sadece A4 kâğıt olduğunu bilirdik.
Doğru yazmam gerekirse:
‘Parşömen’in, hayvan derisini işleyip incelterek yapılan bir yazım nesnesi olduğunu bilmiyordum.
‘Parşömen’in daha önceleri, ‘saz’ olarak bilinen ‘papirüs’ten yapıldığını da bilmiyordum.
‘Parçömen’in, selilözden yapılan, bugünkü A4 kağıdı olduğunu biliyordum.
Taaa ki, Bergama’dan Hollanda’ya gelen ve benimle özel olarak görüşmek isteyen eğitimci Uğur Ural ile konuşana kadar…
‘Amsterdamlı Akbulut’ olarak ün yapmış dostumun misafiri olarak Hollanda’ya gelen
Uğur Ural ile yaptığım uzun konuşmadan sonra öğrendiğim gerçeği, sizlere de sunmak istiyorum.
Parşömenci ve eğitimci Uğur Ural’a göre, parşömen kağıdı, M.Ö. 2’nci yüzyılda, antik Mısır ve Mezopotamya’da kullanılmaya başlanmıştır. İlk parşömenler, halk dilinde ‘saz’ olarak bilinen papirüsün yerini alarak daha dayanıklı ve daha kaliteli bir yazı malzemesi olarak tercih edilmiştir.
Parşömen kağıdının hikayesi konusunda pek çok farklı inanç olsa da, bunlardan en yaygını parşömeni bir kütüphane müdürü olan Krastek’in bulmuş olduğudur. Antik Yunan efsanesinde anlatılana göre, o dönemlerde Bergama Kütüphanesi giderek genişliyordu. Bunun üzerine Mısır Kralı Bergama Kütüphanesi’nin dönemin en geniş kütüphanelerinden olan İskenderiye kütüphanesini geçmesinden korkarak Bergama’ya yapılan papirüs ihracatına son verdi. O zamanlar Pergamon’un krallığını yapan II. Eumenes, halkından bir kağıt icat etmelerini istedi. Kağıdı icat eden kişiye büyük ödüller vaat edilmişti. Bunun üzerine Krastek deri parçalarını kurutup üzerine yazı yazılmaya ve çizim yapılmaya hazır hale getirmiş ve krala sunmuştur.
İlk bulunma yeri Bergama olsa da M.Ö II. Yüzyıldan itibaren bütün dünyaya yayılan parşömen kağıdı, IV. Yüzyıla kadar papirüs ile birlikte yaygın bir şekilde kullanılmaya devam etmiştir. Parşömen kağıdı, yırtılamaması, yanmaması, çok dayanıklı olması ve hayvanların bulunduğu her yerde kolayca üretilebilmesi gibi özellikleri göz önünde bulundurularak kısa sürede çok hızlı bir şekilde dünyaya yayılabilmiştir. Günümüzde de farklı şekillerde bile olsa parşömen kağıdı hâlâ karşımıza çıkabilmektedir. Parşömen hangi uygarlığa aittir ve parşömen nerede icat edildi sorularına cevap olarak, parşömenin Mısır’ın Bergama kentinde icat edildiğini söylemek yeterli olacaktır.
Aşağıda okuyacağınız haberin kahramanı olan eğitimci Uğur Ural, Bergama’daki uğraşlarını bana anlatırken, hayvan derisinden yapılmış bir parşömene işlenmiş Atatürk resmini bana hediye etti.
Parşömen’in tarihçesini anlatmaya başlamadan önce, sizlere Uğur Ural’ın, çalışmakta olduğu okuldaki faaliyetlerini aktarayım.
Bergama’ya yaklaşık 20 kilometre mesafede bulunan Ayaskent İrfan Kırdar Ortaokulu, özellikle 2017’de uygulanan geri ve ileri dönüşüm ile sıfır atık temalı eğitimlerle dikkatleri üzerinde topladı.
Dönüşüme kazandırılabilecek her atığın değerlendirildiği okulda lastik, teneke ve konserve kutusu atıklarından geri dönüşüm bahçesi, sebze meyve atıklarından biyogaz, atık yağlardan sabun, geri dönüşüm serası ve kütüphanesi yapıldı.
“Geleceğe Sıfır Atık Bırak” isimli Erasmus+ Projesi kapsamında İspanya, İtalya ve Litvanya’dan gelen öğrenciler okuldaki geri dönüşüm çalışmalarına katıldı. Bergamalı öğrenciler de bu çalışma sayesinde yurt dışına çıkma fırsatı buldu.
Son olarak “Ayasköy” isminin patenti alınarak marka oluşturulan okulda, öğrenci ve öğretmenler lavanta yetiştiriciliği, kuru meyve ve zeytinyağı satışları gerçekleştirip okulun bütçesine katkıda bulunuyor.
Okul, aynı zamanda akademik başarısıyla da tercih ediliyor. Geçen yıl sınava giren 17 öğrenci, başta fen ve anadolu lisesi olmak üzere istedikleri okullara yerleştirildi.
Projeleri ve çeşitli üretim modelleriyle kent merkezi ve çevre ilçelerden de dikkati üzerine çeken okula, veliler de çocuklarının eğitim alması için kayıt dönemlerine yoğun ilgi gösteriyor.
İlginin artması nedeniyle duruma çözüm arayan okul yönetimi, sınıflardaki boş kontenjanlar için İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü koordinesinde kura yöntemiyle öğrenci alımı gerçekleştirdi.
Uğur Ural, okula duyulan ilgiden mutlu olduklarını söyledi.
Kura sürecinde farklı taleplerle karşılaştıklarını anlatan Ural, “Kimi velilerimiz okula konteyner sınıf yaptırmayı önerdi. Bazıları da buradan ev alıp çocuklarını okutmak istediğini bizimle paylaştı. Bu süreç bizi gülümsetti, gururlandırdı. Taleplerin üstesinden gelebilmek ve hakkaniyetli olması için bir kura sürecine girdik. Kurada da velilerimizi okula çağırdık. Velilerimizin çocukları da kuralarını çekerek, bir biçimde kendi kaderlerini çekmiş oldular. Böylece okula kayıt sürecini tamamladık.” diye konuştu.
Okul mevcudunun 106’dan 136’ya çıktığını, gelecek senenin öğrencileri için de ön başvuru almaya başladıklarını aktaran Ural, şöyle devam etti:
“Özellikle 5’inci sınıflara talep oluyor. Elbette önceliğimiz mahallemizde yaşayan ailelerin çocukları. Bu dönem 5’inci sınıf için dışarıdan gelecek öğrenciler için 5 kontenjan ayırabildik. Başvuru 20 olunca, kura çekerek öğrencilerimizi belirlemiş olduk. 6, 7 ve 8. sınıflar için de dışarıdan öğrenci aldık ancak onlar için kontenjanımız olduğu için kuraya gerek kalmadı. Eğitim sürecimizin temel prensibi mutlu çocuk yetiştirmek. Bu çocuklarımız eğitimin dışında üretim süreçlerinde de yer alıyor. Üretim süreçlerinin içerisinde kurutulmuş meyve, kendi markamızla ürettiğimiz zeytinyağı gibi hem marka değerini hem de üretimi nasıl yapacağını, hangi yollarla üretim sürecinin içerisinde olacağını öğreterek okulumuzdan gönderiyoruz. Mezun olan çocuklarımızı da bırakmayıp halen takip ediyoruz. Dediğim gibi temel prensibiz mutlu çocuk yetiştirmek.”
Ayaskent Mahallesi Muhtarı Barış Güngör da okula ilgi nedeniyle yoğunluk yaşadıklarını dile getirdi.
Okulun başarısıyla gurur duyduklarını anlatan Güngör, “Özellikle ikametgah konusunda talepler artmaya başladı. Yer bakıyorlar, kiralık ev arıyorlar. Burada kiralık evimiz, yerimiz kalmadı. Öğretmenlerimiz okulumuzu başarıdan başarıya götürüyorlar. Bunun bize kazandırdıkları da olmaya başladı. Belediyemiz halı saha, düğün salonu yaptı. Çevre köylerden de aşırı destek geliyor. Başarı artıkça bizler de çok mutlu oluyoruz.” dedi.
Bergama’da yaşayan Ahu Geç, çocuğunu geçen sene kayıt yaptırmak istediklerini ancak kendilerine sıra gelmediğini belirtti.
Bu yıl çocuğunu kurayla okula kayıt yaptırdığını anlatan Geç, “Geçtiğimiz yıl oğlum özel bir okulda eğitim gördü. Burayı tercih etmemizin sebebi, akademik başarının yanı sıra sosyal etkinliklere önem verilmesi, değerler eğitiminin burada çocuklara iyi lanse edilmesi. O yüzden tercihimizi buradan yana kullandık.” diye konuştu.
Velilerden Özge Sevinç de çocuğunu özel okula gönderdiğini, okulu takip edip yapılan çalışmaları görünce kuraya katıldıklarını anlattı.
Öğrencilerden Esma Komşu ise, “İlkokul ve 5’inci sınıfta derslerim çok iyi değildi. Öğretmenlerim sayesinde disipline girdim ve derslerim daha iyi olmaya başladı. Ekimde İtalya’ya gideceğim. Önceden bunun hayalini bile kuramazdım. Bunu da öğretmenlerim ve okuluma borçluyum.” dedi.
Öğrencilerden Eslem Özerin de okulunu çok sevdiğini, gelecek sene yurt dışına gitmeyi planladığını kaydetti.
Bergama’da ortaokul öğrencileri, tarihî parşömeni kendi elleriyle üretip görsel sanatlar derslerinde kullanıyor. Milattan önce 2. yüzyılda Bergama Kralı II. Eumenes döneminde keşfedilen ve Bergama kültürünün simgelerinden biri haline gelen parşömen, bugün genç nesillerin elinde yeniden hayat buluyor.
Parşömen, papirüsün Mısır’dan Bergama’ya satışının yasaklanmasıyla ortaya çıkan bir ihtiyaç doğrultusunda, oğlak derisinin işlenmesiyle üretilmiş ve “Charta Pergamena” adıyla dünyaya tanıtılmıştır. 2005 yılında Bergama Kültür ve Sanat Vakfı’nın öncülüğünde yeniden üretilmeye başlanan Bergama parşömeni, 2021 yılında Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından coğrafi işaretle tescillenmiştir.
Bergama Ayaskent İrfan Kırdar Ortaokulu, 2017 yılında uyguladığı geri ve ileri dönüşüm ile sıfır atık temalı projelerle dikkat çekmiş bir okul olarak, bu yıl görsel sanatlar öğretmeni Uğur Ural’ın liderliğinde, parşömenin yaşatılması için bir projeye imza attı. Öğrenciler, oğlak derisinden orijinal yöntemlerle parşömen üretip derslerde tuval olarak kullanıyor; üstelik Gazi Mustafa Kemal Atatürk temalı eserler hazırlayarak sergilemek için çalışmalara başladı.
Projenin başındaki isim olan Uğur Ural, parşömenin Bergama’nın önemli kültürel değerlerinden biri olduğunu ve bu değerin yeni nesillere aktarılmasını amaçladıklarını belirtti. Ural, “Başlangıçta zorlansak da artık haftada 5-6 parşömen üretebiliyoruz. Ürettiğimiz bu parşömenleri derslerde malzeme olarak kullanıyoruz,” ifadelerini kullandı.
Ural, parşömen üretim sürecine ilişkin detayları da paylaştı. İlçedeki dericilerden temin ettikleri oğlak derilerini işleme aldıklarını belirterek, “Deriyi önce tuzdan arındırıyoruz, ardından kireçle fermente ediyoruz. 4-5 gün süren bu işlemin sonunda tüy dökülmesi gerçekleşiyor ve germe işlemi ile deri kağıt inceliğine getiriliyor. 3-4 günlük kuruma sürecinin ardından derslerde kullanıma hazır hale geliyor,” diye ekledi.
Öğrenciler, Atatürk’ün vefatının 86. yılı anısına hazırladıkları resimleri sergilemeyi planlıyor.
8. sınıf öğrencisi Zeliha Karakuran, parşömen üzerinde resim yapmanın zorlu, ancak etkileyici bir deneyim olduğunu belirterek, “Küçüklüğümden beri resim yapıyorum. Parşömen üzerinde çalışmak farklı ve çok güzel,” dedi.
8.sınıf öğrencilerinden Memduh Özkan ise parşömenle Uğur öğretmen sayesinde tanıştığını ve üzerinde resim yapmanın heyecan verici olduğunu söyledi. Kınık’tan Bergama’ya gelen Zeynep Gökçen Güzeller de parşömen üretmekten ve Atatürk’ün resmini yapmaktan duyduğu mutluluğu ifade etti.
İkinci yüzyıldan itibaren yazı materyali olarak kullanılan ve bütün dünyada hüküm süren parşömen, Çin’in devreye girmesi ve günümüz kağıdı olan selüloz kağıdı bulması ile yok olmaya başlıyor. Parşömen üretimi zahmetli, pahalı ve uzun vakitler alması nedeniyle de tarih sahnesinden tamamen siliniyor ta ki Macit Gönlügür’ün bu mirasa sahip çıkmasına kadar. Bergama Kültür ve Sanat Vakfı (BERKSAV) kurucularından Macit Gönlügür 2006 yılında anadolunun son kara tabak Ustası İsmail Araç’la anlaşarak Bergama Parşömen’i kuruyor ve parşömen tekrar anayurdu olan Bergama’da canlanıyor ve somut hale geliyor. Kara tabak kelimesi ise eski usullerle deriyi tabaklayan ve parşömeni yapan kişi demektir.
Parşömenin son temsilcileri Demirel çifti Parşömeni tamamen eski usullerle ürettiği için dünyanın tek orjinal Parşömen üreten dükkanı olma özelliğine de sahipler.
2014 ise Bergamalı olan o dönemde üniversite eğitimi gören Meltem Demirel’in yolu Macit Gönlügür ile kesişiyor ve 2018’e kadar Bergama Parşömen’de çalışıyor. 2018’de ise bir üniversite öğrencisiyken çalışmaya başladığı Bergama’nın köklü mirası Bergama Parşömen’i devralıyor. Meltem Demirel’in 2014’te başlayan parşömen serüvenini ise şu an devraldıkları dükkanda eşiyle birlikte sürdürüyor.
Parşömenin serüvenin son durağı olan Bergama’daki 25 metrekarelik dükkanda parşömen geçen binlerce yıla adeta acı bir tebessüm ile hala yıkılmadım ayaktayım der gibi yaşam mücadelesi veriyor. Dünyada eski usullerle parşömen ürettiği için tek olan bu dükkan 25 metrekarede içinde kalmıyor ve bütün dünyaya hitap ediyor. 23 yüzyıllık parşömenin şu anki en yakın dostları olan ve bu köklü mirasın son sahibi Meltem Demirel ve Sinan Demirel çifti ise Bergama’da 2018 yılında kirayla devraldıkları bu küçük dükkanda koskocaman bir tarihi yaşatıyorlar.
Bergama’nın merkezine biraz uzak olan şehir içi yolunu takip ettikten sonra sağ tarafta büyük bir Bergama Parşömen yazsını görünce merak edenler için heyecanlanmamak elde değil tabi ki. Tarihte yazının gelişmesinde büyük rol oynamış, binlerce yıl bütün dünyada hüküm sürmüş bir mirasın hem anayurdunda olmak, hem de son temsilcileri ile buluşmak büyüleyici bir duygu. Biraz heyecan ve meraklı gözlerle parşömenin yeni durağı olan Bergama Parşömen’e girdim. İyi günler diye başlayan ve tanışma faslıyla devam eden samimi ve koyu muhabbetimizin ardından parşömenin son vârislerinden Meltem Demirel ile röportaja başlamış bulunduk ve Meltem hanıma parşömen ile olan hikayesin sonrasında ise parşömenin akıbetinin ne olacağı sorularını yönelttik.
-Meltem Hanım Bergama’nın köklü mirası olan parşömen kağıdı ile serüveniniz nasıl başladı?
Ben doğma büyüme Bergamalıyım. Üniversite eğitimimi Karadeniz Teknik Üniversitesi turizm bölümünde tamamladım. Üniversite okuduğum yıllarda tatil döneminde evime yani Bergama’ya dönmüştüm. O dönemler iş arıyorum ve yolum Macit Gönlügür ile kesişti. O yıllarda parşömen yeni olduğu için oldukça ilgi görüyor her kesimden insanların ilgisini çekiyordu. Benim de ilgimi çekti parşömen çünkü el işçiliğine yetenekliydim, çizim ile de aram iyi ve sanata ilgi duyuyordum genel olarak. Eğitim gördüğüm bölümünde turizm olmasının etkisi yüksek oldu çünkü parşömene çok sayıda turist akın ediyordu. 2014 yılında çalışmaya başladığım parşömen dükkanını 2018 yılında eşimle beraber devraldık. Bir dönem çalışmaya hayal ettiğim parşömen artık benim hayatımın bir parçası oldu. Eşimle beraber her gün aynı heyecanla ve aynı istekle bu tarihi mirası yaşatmaya çalışıyoruz.
-Parşömen için “Hayatımın bir parçası oldu” dediniz. İlk başladığınızda parşömen ile bu kadar uzun bir yolculuk hayal ediyor muydunuz? diye sordum ve eskiyi yâd eden bir tebessümle anlatmaya başladı.
Açıkçası ilk başladığım zaman uzun süreli bir şey düşünmüyordum. Bu kadar uzun soluklu olacağını hayatımı etkileyeceğini tahmin etmemiştim. 2018’de eşim Sinan ile evleniyoruz ve oda işini bırakarak beraber parşömen dükkanın başına geçiyoruz ve artık bu küçük dükkan bizim 2. Evimiz oluyor. Eşimle beraber her sabah aynı heyecan ve istekle dükkanın kapılarını açıyoruz, akşam olunca da aynı heyecan ve istekle evimize dönüyoruz ama parşömenle ilişkimiz bitmiyor. Evde çalışma odalarımızda devamlı parşömen ile ilgili araştırma yapıyoruz. Masamızın üstünde her zaman parşömen var ve biz bu şekilde çok mutluyuz.
-Meltem Hanım parşömenin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz, Bergama’nın Köklü Mirası parşömenin akıbeti ne olacak?
Biz parşömeni yaşatmak için elimizden geldiğince kendi çabalarımızla mücadele ediyoruz. Her akşam araştırıyoruz gelen misafirlere, turistlere bilgi vermek için. Maddi bir para elimize geçer geçmez parşömen için ne yapabiliriz, daha çok insanın ilgisini nasıl çekebiliriz, daha çok nasıl tanıtabiliriz diye düşünüyoruz. Mesela dekoratif olarak parşömende kullandığımız çivileri at nalının mıh çivisinden kullanıyoruz. Nasıl daha çok dikkat çekerde adını duyurabiliriz yaşatırız tek kaygımız. Dükkanımıza gelen insanları hiçbir zaman eli boş göndermiyoruz bir şey satın almasa bile parşömen hediye ediyoruz bu eşsiz tarihle bağ kurması için vesile oluyoruz. Çocuklarımıza bu kültürü tanıtmak Bergama Kozakta ki bütün okulları dolaştık çuval çuval parşömen götürdük çocuklara üzerine resim çizsin, kültürlerini tanısın öğrensin diye.Okulların yıl sonunda diplomalarını parşömenden yapıyoruz, hediyelik eşyalar, özel günler için parşömene resimler yapıyoruz. İncil’de geçen 7 kiliseden biri olan Kızıl Avlu’ya turizm için gelen turistlere hitap edecek 7 Kiliseye Mektupları parşömene yazıp tanıtıyoruz. Her kültüre her kesime hitap ediyoruz Bergama’nın eşsiz kültürü parşömeni yaşatabilmek için. Oğlumuz var 1.5 yaşında ona da ufaktan öğretmeye başlıyacağız. Bergama’nın eşsiz mirası parşomen yüzyıllarca daha serüvenine devam edecektir.
-Meltem Hanım parşömen eğitiminiz nasıl oldu, süreç nedir anlatır mısınız?
4-5 yıl gibi bir süreçte gerçekleşiyor eğitim. Ben hala öğrenciyim pat diye hemen ben ustayım diyemiyorsunuz! Çünkü zor bir iş emek isteyen, zaman alan, sabır gerektiren. Başlayan çoğu insan uzun süre devam edemiyor, dayanamayıp bırakıyorlar çünkü derinin kılını ayıklamak, etini sıyırmak, kirece yatırmak kolay iş değil. Ben ilk bu sürece geldiğimde ustam son kara tabak Ustası İsmail Araç bana nasıl olması gerektiğini anlatıp gösterdikten sonra yapmam için eldivenleri verdi. İlk eldivenleri giydim ve yapmaya başladım. Eldivenlerle yaparken çok eğlenceli geldi ve merakım daha da çok arttı. Tuhaf gelebilir ama merakım daha da artmasıyla deriye ellerimle temas etmek istedim ve eldivenlerimi çıkarak çalışmaya devam ettim. 4 yıldan beri parşömen yapıyorum ve hala çırağım ustamızdan ders alıyoruz. Ustamız İsmail amca ne zaman tamam siz oldunuz derse ve bizde kendimizi hazır hissedersek öğrenimimizi tamamlayacağız. Öğrenimimizi tamamladığımızda ise Ahilik töreni ve Peştemal atma töreni ile artık usta olacağız. Usta olunca biz öğrenci yetiştirmeye başlayacağız ve bu durumdan çok heyecanlıyız.
Bergama, antik dönemde Pergamon olarak bilinen, bugün Türkiye’nin İzmir iline bağlı bir ilçedir. Pergamon, Helenistik dönemde önemli bir Yunan şehri olarak bilinir, ancak aynı zamanda çeşitli kültürel etkilerin de kesişim noktasında yer almıştır. Bu nedenle, Bergama’nın hem Yunan hem de diğer kültürel unsurlarla ilişkilendirilmesi doğaldır.
Helenistik Dönem: Pergamon, MÖ 4. yüzyılın sonlarına doğru Büyük İskender’in generallerinden biri olan Lysimachos’un kontrolüne geçti. Lysimachos’un ölümünden sonra şehir, MÖ 3. yüzyılda Attalos Hanedanı tarafından yönetilmeye başladı ve Pergamon Krallığı’nın başkenti oldu. Bu dönemde şehir, önemli bir kültür, sanat ve bilim merkezi haline geldi. Büyük bir kütüphane inşa edildi, ki bu kütüphane, İskenderiye Kütüphanesi’yle rekabet eder durumdaydı.
Parşömen İcadı: Pergamon, parşömen üretimi ile ünlüdür. Geleneksel papirüsün yerini alan bu yazı malzemesi, hayvan derisinden üretiliyordu. Parşömenin icadının, Mısır’ın İskenderiye Kütüphanesi’ne papirus ihracını yasaklamasıyla bağlantılı olduğu ve bunun üzerine Pergamon’da alternatif bir yazı malzemesi olarak parşömenin geliştirildiği anlatılır.
Mısır Kültürel Etkileri: Bergama’nın bir Mısır şehri olduğuna dair iddia, büyük olasılıkla şehrin Mısır ile olan kültürel etkileşimlerinden kaynaklanmaktadır. Pergamon Krallığı, Helenistik dünyada önemli bir güçtü ve bu dönemdeki şehirler arasında kültürel alışverişler oldukça yaygındı. Pergamon’da Mısır tanrılarına adanmış tapınaklar bulunmuş, Mısır dini ve kültürü de buraya nüfuz etmiştir. Bununla birlikte, Pergamon hiçbir zaman bir Mısır şehri olmadı, ancak Mısır kültürünün etkisi altında kalmıştır.
Muhteşem bir hikayeye sahip olan ve dinleyenleri, okuyanları etkisi altına bırakan parşömenin hikayesi, insanları tarihte uzun ve eşsiz bir yolculuğa çıkarıyor ve o yolculukta önemli bir ders de veriyor. Antik bir söylenceye göre bilime sanata yazıya çok önem verildiği bir dönemde, en zor anda keşfediliyor parşömen. Mısır Kralının Pergamon Krallığına papirüsü yasaklaması ile doğuyor parşömenin icadı. MÖ 2. yüzyıllarda Neleus adında ünlü bir koleksiyoncu kendi koleksiyonunu açık arttırma ile satışa çıkarıyor. Bu açık arttırmaya Pergamon Krallığının Akropol Kütüphane müdürü Sardesli Krates ve Mısır krallığının İskenderiye Kütüphane müdürü de katılıyor. Pergamon Krallığı ise 2. Eumenes ile en görkemli dönemini yaşıyor ve oldukça varlıklı bir krallık. Pergamon kralı 2. Eumenes ise sanata bilime, yazıta, sanata çok önem veren bir kral. O dönemlerde de Pergamon kütüphanesi ile İskenderiye kütüphanesi arasında bilgi ve sanat için kıyasıya mücadele veriliyor. İki büyük kütüphaneye sahip olan krallıkların katıldığı açık arttırma da Pergamon krallığının Akropol Kütüphane müdürü Sardesli Krates’ten şaşırtıcı ve beklenmedik bir teklif sunuyor. Akropol Kütüphane müdürü Sardesli Krates koleksiyon sahibi Nelaus’a sunuduğu teklifte ne kadar yazıt eser varsa ağırlığınca altın teklif ediyor. Akropol Kütüphanesinin bu teklifinden sonra İskenderiye kütüphane müdürü ise bu teklifin üstüne çıkamıyor ve oradan hiçbir şey almadan eli boş ayrılıyor. Pergamon Krallığı ise bütün eserlere materyallere sahip oluyor. İskenderiye Kütüphane müdürü Mısıra dönünce yaşadıklarını anlatıyor ve o dönemde büyük yankı yaratıyor. Mısır krallı ise bu olayı kabullenemiyor ve Pergamon krallığının bilimde sanatta gerilemesi için papirüs ihracatını yasaklıyor. Mısırın bu ambargosundan sonra Pergamon Krallığı bir dönem kağıtsız kalıyor. Yazı materyali için çözüm arayan Pergamon kralı 2. Eumenes ise yanına hemen o dönemin sanatçıları ve aynı zamanda bilim insanları olan Sardesli Krates ve Eradikosu çağırttırıyor. Kral 2. Eumenes huzuruna gelen iki sanatçıdan üzerine yazı yazılabilecek bir materyal bulmalarını istiyor. Kısa bir süre sonra iki sanatçı krala keçi ve oğlak derisinden gerilip kurutularak hazırlanmış yazı mataryali parşömeni getiriyorlar. Yazı yazmaya elverişli bu materyale Bergama ağıdı “Pergamie Charte” adını veriyorlar. Bu şekilde bilgilerin korunmasına ve kitap sayısının artırılmasına önem veren Pergamon’un İskenderiye Kütüphanesi ile olan bilgi ve en çok kitaba sahip olma mücadelesi parşömen kağıdının doğuşuna vesile oluyor. Kağıtçılık tarihi için bir dönemeç noktası olan ve yazı tarihinde yeni bir dönemin kapılarını açan parşömen kültürel gelişiminde başlıca adımlarından oluşmuştur. Parşömenin parçalarının birbirine bağlanması ile Roma kodeksi oluşmuş ve bu şekilde sayfalardan oluşan kitabın doğuşuna sebep olmuştur.
Parşömenin yapımında deriyi kağıt haline getirilen süreçte 6 malzeme kullanılıyor bunlar kavele sehpası, kavelete bıçağı, kireç, germe tahtası, deri sıyırma kılıcı ve zımparadır. Uzun işçilik ve emek isteyen parşömenin yapımında hayvan derisi kullanılmaktadır. Hayvanlardan alınan deri öncelikle temizleme işlemine tâbi tutulmaktadır. Bu işlem sırasında deri öncelikle kirece yatırılır ve ardından yağ, kıl ve fazlalık etlerinden arındırılır. Temizlenen deri yazıma uygun hale getirilebilmesi için gerilerek kurumaya bırakılır. Kuruyan ve gerilen deri son olarak zımparalanarak yazıma uygun hale getirilir. İlk başta sarı olan deri köklerinden iyice sıyırıldığı zaman beyaz kağıt rengini almaktadır. Zor ve yorucu bir iş olan parşömen kağıdının yapım süresi ise 20-25 gün civarındadır.
Eski Mezopotamya uygarlıklarında yazı malzemesi olarak kil tabletler (levhalar) kullanılmıştır. Çiviyazısı olarak adlandırılan yazı, üçgen kesitli tahta veya metal bir çubuk yardımıyla yüzeyi düzleştirilmiş ince bir yaş kil levha üzerine bastırılarak yazılır ve ardından tablet güneşte kurutulur veya pişirilirdi. Çok sayıda kil tabletten oluşan kitap niteliğinde tablet dizileri de oluşturulmuştur. Kullanılan yazı malzemesi pişmiş toprak olduğundan binlerce yıl bozulmadan kalmış ve eski Mezopotamya uygarlıklarına ilişkin çok sayıda tablet günümüze kadar ulaşmıştır.
Eski Mısır uygarlıklarında yazı malzemesi üretmek için Nil Nehri kenarında yetişen bir kamış türü olan papirüs (Cyperus papyrus) bitkisi kullanılmıştır. Bu bitkinin gövdesinin dış kabuğu soyulduktan sonra iç kısımdan kesilen ince şeritler düzgün bir yüzey üzerine yan yana ve bitişik bir biçimde dizildikten sonra bunun üzerine dik yönde ikinci bir sıra eklenir. Daha sonra üzerine basınç uygulanır ve bitkinin yapışkan özsuyu iki katmanı birbirine yapıştırır. Elde edilen papirüs yüzey pürüzler gidermek için tokmakla dövülür, gerektiğinde birkaç kez zamk çözeltisine batırılarak tutkallanır ve sürtme ile cilalandıktan sonra yazı malzemesi olarak kullanılır. Papirüs yüzeyler istenilen ende ve boyda üretilebildiği gibi yan yana yapıştırılarak elde edilen uzun papirüs şeritleri üzerine yazılan kitaplar rulo haline getirilerek saklanırdı. Ünlü İskenderiye Kütüphanesi papirüs üzerine yazılmış kitap rulolarından oluşmuştu.
Papirüsler organik kökenli olduğundan zaman içinde çürüyerek bozulmuş ve erken Mısır dönemine ilişkin örneklerin büyük bir çoğunluğu günümüze ulaşamamıştır.
Kâğıdın esas bileşeni bütün bitkilerin temel yapıtaşı olan selülozdur. Kâğıt, selüloz esaslı bitkisel liflerin dövülmesi sonucunda elde edilen “kâğıt hamuru”nun bir süzgeç üzerinde keçeleşmesi ve sonra da bu yaş tabakanın kurutulmasıyla elde edilen düzgün bir levhadır. Buna göre ilke olarak her türlü bitkisel liften kâğıt elde edilebilir. Selülozik bitkisel liflerden yola çıkılarak ilk kâğıdın 105 yılında Çin’de Leiyang kentinde Ts’ai Lun tarafından elde edildiği kabul edilmektedir. Ts’ai Lun ağaç kabuklarını uzun süre kaynatıp bir havan içinde döverek elde ettiği hamuru kumaştan bir süzgeç üzerine yayıp suyu süzüldükten sonra elde ettiği tabakayı güneşte kurutarak ilk kâğıdı elde etmiştir.
Kâğıt dutunun yıllık sürgünleri sonbaharda kesilip demetlenir ve işlenecekleri yere taşınır. Bitkilerin kabuklarının yumuşaması için dallar su ile kaynatılır veya birkaç gün suda bekletilir. Bunun ardından kabuklar keskin bir bıçakla soyularak güneşte kurutulur ve demetlenerek kullanılacakları güne kadar saklanır. Kabuklar işleneceği zaman akarsuda yumuşatılır ve işe yaramayan dış kabuklar soyularak atılır. Daha sonra kâğıt üretimine yarayan lifsel yapılı iç kabuklar şerit biçiminde soyulur, kül suyu (kalevi) ile ıslatılır ve çubuklara asılarak kurutulur.
Kuruyan iç kabuklar akarsuda yeniden yıkanır ve kül suyu ile kaynatılarak lifsel hücrelerin birbirinden ayrılması sağlanır. Kaynatılan ve yarı hamur durumuna gelen kabuklar, içi kumaş kaplı sepetlere konularak akarsuda yıkanır ve bu sırada kabuk parçaları ve sert lifler gibi safsızlıklar elle ayıklanır. Daha sonra taş veya kalın meşe masalar üzerinde ağır sopalarla veya tokmaklarla dövülerek hamur haline getirilir.
Hazırlanan kâğıt hamuru bir tekne içinde sulandırılır. İç tutkallayıcı olarak bitki köklerinden elde edilen ve “neri” adı verilen madde katılıp iyice karıştırılır. İnce bambu tellerinden yapılmış sığ bir elek kâğıt hamuruna daldırılıp kaldırılır, su süzülür ve elek üzerinde kâğıt tabakası oluşur. Oluşan kâğıt tabakaları süzgeçten alınarak bir tahta üzerine yığılır. Ertesi günü üzerine ikinci bir tahta konulup preslenerek fazla suyu giderilir. Yaş kâğıt tabakaları eğimli bir kurutma tahtası üzerine fırça ile yapıştırılarak güneşte kurutulur. Kuruyan kâğıtların kenarları kesilerek düzeltilir ve yüzeyleri perdahlanır. Kuruyan ve yüzeyi perdahlanan kâğıtlar satış için paketlenir.
Talas Savaşı’nda esir alınan Çinli kâğıt ustalarının eliyle 751’de Semerkand’da kâğıt üretimine başlandı. Kâğıt buradan batıya doğru yoluna devam etmekle birlikte Semerkand yüzlerce yıl önemli bir kâğıt üretim merkezi olma özelliğini sürdürdü. Kâğıt üretimi İslam dünyasında yaygınlaştı ve buradan Avrupa’ya doğru yayılmayı sürdürdü. Semerkand’ın ardından 10. yüzyılda Ortadoğuda ve Mısır’da bol miktarda kâğıt üretilmeye başlandı ve kâğıt gündelik yaşamın bir parçası haline geldi. İranlı gezgin Nâsır-ı Hüsrev 1035’de Kahire’yi ziyaret ettiğinde kâğıdın alışverişte paketleme için kullanıldığını ve daha sonra bunların geri dönüşüme sokulduğunu görmüştür.
Ortadoğuda kâğıt üretimine önemli yenilikler getirildi. Bunlar: (1) Batıda Çin’deki kâğıt dutu gibi bitkilerin bulunmaması nedeniyle hammadde olarak önce keten, kenevir ile pamuk artıklarının ve ardından keten ve pamuktan yapılmış eski paçavraların kullanılmaya başlanması, (2) keten, kenevir ve pamuk liflerinin veya bunlardan yapılmış paçavraların önce ıslak olarak mayalanmaya bırakılıp ardından kül suyu veya kireç suyu gibi bir alkali ile kaynatılarak beyazlatılmasının ve yumuşayarak liflerinin ayrışmasının sağlanması, (3) hamur hazırlamada yağ çıkarmak için eskiden beri bilinen dikey taşlı değirmenlerin kullanılmaya başlaması ve (4) yazı yazmak için daha iyi bir yüzey sağlamak üzere nişasta ile yüzey tutkallamasının ve ardından aharlama işleminin yapılmasıdır.
Türkçedeki kâğıt sözcüğünün kaynağı konusunda çeşitli görüşler vardır. Bunlardan birine göre Orta Asya’daki çeşitli Türk dillerinde ağaç kabuğu anlamına gelen kagat, kagas, kagaz, kağaz gibi sözcüklerden kaynaklanmıştır. Başka bir görüşe göre Uygurlar ipek liflerini tokmaklayarak elde ettikleri safihaya kakmak fiilinden türeyen ve vurmak veya tokmaklamak anlamına gelen kakat adını vermişlerdir. Bu sözcük zaman içinde değişerek kagat ve kâğıt biçimine gelmiştir.
Kâğıt yapımı bir yandan Avrupa’da yayılırken öte yandan da üretim yöntemleri ile kâğıthanelerin yapısı kalıplaşmış ve üretim 14-19. yüzyıllar arasındaki dönemde hemen hemen hiçbir değişikliğe uğramadan sürmüştür. Kâğıt üretimi temel olarak üç aşamadan oluşur.
Birinci aşaması pamuklu paçavraların bir dibek içinde ve su akımı altında bir tokmakla uzun süre dövülerek kâğıt hamurunun hazırlanmasıdır. Başlangıçta dövme işlemi taş dibekler içinde tahta tokmaklarla ve elle yapılırken zamanla tokmakların çalıştırılması için değişik yöntemler geliştirilmiştir.
Bunun için hem Doğuda ve hem de Avrupa’da yaygın olarak kullanılan esas yöntem su çarklarıdır. Burada dikey bir su çarkı tarafından çevrilen ve üzerinde tırnaklar (kamlar) bulunan uzun bir mil vardır. Birer eksene bağlı olan tokmaklar mil üzerindeki tırnaklar (kamlar) tarafından kaldırılırlar ve kol tırnaktan kurtulunca tokmak düşer. İkinci aşama kâğıt tabakasının elde edilmesidir. Bunun için dibeklerden alınarak sulandırılan kâğıt hamuru hafifçe ısıtılır. Bundan sonra birbiriyle uyum içinde çalışan üç kişilik ekip tarafından kâğıt tabakaları elde edilir. Tekneci elindeki eleği tekneye daldırarak uygun miktarda hamuru eleğe aldıktan sonra ileri geri ve sağa sola sallayarak kâğıt hamurunun düzgün bir biçimde yayılmasını sağlar. Bu sırada hamuru içindeki su süzülürken selüloz lifleri de keçeleşerek kâğıt tabakasını oluşturur. Tekneci eleği çalışma arkadaşına aktarır ve kendisi başka bir elekle işlemi tekrarlarken çalışma arkadaşı elekte oluşan kâğıt tabakasını bundan biraz daha büyük bir keçe üzerine bastırarak aktarır, eleği yıkar ve tekneciye geri verir. Böylece aralarında keçeler olmak üzere biriken “kâğıt mengenesi” adı verilen preste sıkılır. Üçüncü kişi olan presçi ve ayırıcı, preslenen kâğıtları keçelerden ayırır ve bunlar yeniden preslenir. Ardından kâğıtlar birbirinden ayrılarak kâğıthanenin üst katındaki iplere asılarak kurutulur. Üçüncü aşama ise yüzey tutkallamasıdır. Kâğıt ilk elde edildiği haliyle çok emicidir ve düzgün bir yüzeye sahip değildir. Bu nedenle üzerine mürekkep ile yazı yazıldığında mürekkep dağılır. Bunu önlemek için kurutulan kâğıt tabakalarının yüzeylerine dış tutkallama yapılır.
Avrupa’da üretilen kâğıdın çok büyük bir bölümü baskı için kullanıldığından yüzeyin emiciliği fazla bir önem taşımamakla birlikte, yazma kitapların yaygın olduğu Doğuda kâğıdın yüzeyinin emici olmaması hem kamış kalemin kolayca hareket ederek kayması hem de yanlış yazılan harf veya sözcüklerin silinerek düzeltilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu amaçla kâğıt yüzeyine uygulanan işleme “aharlama” ve ardından yapılan parlatmaya da “mühreleme” adı verilir.
Matbaanın gelişimi kâğıt talebini hızla artırmış, artık geleneksel yöntemlerle elde edilen kâğıt miktarı talebi karşılayamaz duruma gelmiş ve bu durum kâğıt üretiminin makineleşmesine yol açmıştır. Fransa’da Léger Didot’nun kâğıthanesinde çalışan Nicolas Louis Robert, istenilen uzunlukta kâğıt yapabilen sonsuz süzgeçli bir makine yaparak 1798’de patentini aldı. Makinenin süzgeç uzunluğu 260 cm ve eni de 61 cm idi. Patentini gerçekleştirme olanağı olmayan Robert bunu 1800’de patronu Léger Didot’ya sattı ve o da İngiltere’ye giderek kayınbiraderi John Gamble aracılığı ile makinenin yapımını Londralı Henry ve Sealy Fourdrinier kardeşlerin fabrikasına havale etti. Makine burada usta Bryan Donkin tarafından geliştirildi ve eni 80 cm’ye çıkartıldı. Fourdrinier, firması adına inşa ettiği ilk makineyi 1804’de ve ikincisini de 1807’de kurarak çalıştırdı. 1850’ye gelindiğinde İngiltere’de 322, İskoçya’da 58, İrlanda’da 33, Fransa’da 210 ve Almanya’da 140, Avusturya’da 49 ve Rusya’da 24 tane kâğıt makinesi çalışıyordu. Kâğıt makinelerinin enleri giderek genişlediği gibi boyları da giderek uzamış, 1833’de buharla ısıtılan sıcak kurutma silindirleri ve kâğıdın kalınlığını homojen bir hale getirip kırışıklıkları gidermek için kalenderleme silindirleri eklenmiştir.
Artan kâğıt tüketimi karşısında başlıca hammadde olan paçavranın sağlanması konusunda önemli sıkıntılar ortaya çıktı ve bu durum yeni arayışlara yol açtı. Bu arayışlar sonucunda iki yol ortaya çıktı. Bunlardan birincisi odunun doğrudan doğruya öğütülüp elde edilen liflerden kâğıt hamuru elde edilmesi ve ikincisi de odunda ve bitkilerde bulunan selüloz dışındaki maddelerin kimyasal yoldan çözülüp alınarak selülozun elde edilmesidir.
Alman Friedrich Gottlob Keller 1845’de doğrudan odundan elde edilen mekanik odun hamurundan kâğıt üretimine ilişkin patentini aldı. Kısa bir süre sonra 1852’de Heinrich Voelter’in fabrikasında mekanik odun hamurunun üretimine başlandı.
Kimyasal yoldan selüloz elde edilmesine ilişkin çalışmalar da ilerledi. Fransız Charles Mellier 1852’de samanı, kapalı ve döner bir kazan içinde yüksek sıcaklıkta ve yüksek buhar basıncında sodyum hidroksit ile pişirerek samanın içinde bulunan selüloz dışındaki maddeleri çözüp alarak “saman selülozu”nu elde etti.
Restorasyon ve koruma planı, geleneksel zanaat, kimyasal analiz ve restorasyon tekniklerini birleştiren sekiz aşamalı bir süreç olarak tasarlanmış.
(Halının Türkiye’ye taşınma hikâyesini, daha önce yazmış olduğum haberi, altta bulacaksınız.)
‘Uluslararası Yüksek Adalet Divanı’ olarak da anılan Saray yönetiminden şahsıma gönderilen açıklamada aynen şöyle yazılıyor:
Barış Sarayı’nın inşasına katkıda bulunmak için 40’tan fazla ülke sanat eserleri veya yapı malzemeleri bağışlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından 1911 yılında hediye edilen ve Türkiye dışında bulunan en büyük el dokuması halı, doğduğu yerde bilim ve geleneksel zanaatı birleştiren kapsamlı bir restorasyon sürecinden geçti. Yaklaşık iki yıl süren yokluğun ardından 160 metrekarelik bu halı, Barış Sarayı’na geri dönüyor.
Barış Sarayı’nın halısı, kendine özgü geometrik Hereke desenine sahiptir ve 13.704.480 Türk “Gördes” düğümünden oluşmaktadır. Yaklaşık 160 m² boyutunda ve 700 kilogram ağırlığındaki bu halı, sarayın en görkemli odalarından biri olan Japon odasının zeminini süslemektedir. Bu oda, özellikle Daimi Tahkim Mahkemesi’nin birçok konferans ve duruşmasına ev sahipliği yapmaktadır. Hereke halıları uzun ömürlü ve dayanıklı olarak bilinse de bu konferans odasının yoğun kullanımı nedeniyle Barış Sarayı’ndaki Hereke halısı restorasyona ihtiyaç duymuştur. Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, halıyı Türkiye’de uzmanlar tarafından restore ettirmeyi cömertçe teklif etmiştir.
Barış Sarayı’nın sahibi ve yöneticisi Carnegie Vakfı ile Türk hükümeti arasında Ocak 2023’te bir protokol imzalanmasının ardından, karmaşık lojistik planlamalar yapılmış ve halı Mart 2023’te yola çıkmıştır. İlk olarak, Kuzey Hollanda’daki Cruquius şehrinde bulunan Icat firmasına detaylı bir temizlik için götürülmüştür. Daha sonra Sultanhanı, Aksaray’a taşınmıştır. Kasım 2023’te bir Hollanda heyeti, restorasyon süreci hakkında daha fazla bilgi almak üzere Aksaray’a bir ziyaret gerçekleştirmiştir.
Restorasyon ve koruma planı, geleneksel zanaat, kimyasal analiz ve restorasyon tekniklerini birleştiren sekiz aşamalı bir süreç olarak tasarlanmıştır. Halı, dijital bir ortamda 280 eşit parçaya (yarım metrekarelik) bölünmüş ve hasar en son teknolojiyle belgelenmiştir. İncelemeler sırasında 15 farklı hasar türü tespit edilmiş ve en ciddi bozulmanın mobilya ve insan trafiği nedeniyle oluştuğu belirlenmiştir.
Halının dokunmasında kullanılan iplik türlerini ve renkleri belirlemek amacıyla, uzman ekip Ankara’daki Türk Enerji Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’nun (TENMAK) analiz laboratuvarlarından destek almıştır. Halının farklı bölgelerinden alınan mikron boyutundaki örnekler üzerinde yapılan analizler doğrultusunda, halının orijinal iplik türlerine uygun onarım iplikleri temin edilmiştir. Halının renkleri yerinde yapılan kolorimetrik ölçümlerle belirlenmiş ve iplikler, geleneksel yöntemlerle bitkiler ve köklerden elde edilen doğal pigmentlerle boyanmıştır.
Buckingham Sarayı’ndaki halıları da restore eden, son derece yetenekli ve deneyimli bir zanaatkâr ekibi, ardından restorasyon çalışmalarına başlamıştır.
Barış Sarayı’nın kültürel mirasının önemli bir parçası olan halı üzerinde yaklaşık bir yıl süren çalışmanın ardından, halı Ocak 2025’te sarayın Japon salonundaki yerine geri dönecektir. 9 Ocak 2025 Perşembe günü düzenlenecek bir törenle halı resmi olarak sergilenecektir. Törende Carnegie Vakfı Başkanı Piet Hein Donner, Türkiye Cumhuriyeti Hollanda Büyükelçisi Selçuk Ünal, Daimi Tahkim Mahkemesi Genel Sekreteri Dr. Hab. Marcin Czepelak ve Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy kısa konuşmalar yapacaktır.
Hollanda’nın Lahey kentinde bulunan Barış Sarayı, adaletin ve barışın küresel bir sembolüdür. 1913 yılında kapılarını açan saray, o tarihten bu yana “Hukuk Yoluyla Barış” idealine hizmet etmektedir. Bugün Daimi Tahkim Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı, Uluslararası Hukuk Akademisi ve Barış Sarayı Kütüphanesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Barış Sarayı, Carnegie Vakfı’na aittir ve vakıf tarafından yönetilmektedir.
1907 yılında Barış Sarayı’nın temel taşı atıldığında, ülkelerden sarayın inşasına katkıda bulunmaları istenmiştir. 40’tan fazla ülke bu çağrıya yanıt vermiş, resimler ve vazolar gibi sanat eserleri veya ahşap ve mermer gibi yapı malzemeleri bağışlamıştır. Bu nedenle Barış Sarayı sadece dünya için değil, aynı zamanda dünyadan bir yer olma özelliği taşımaktadır.
****************************************************************************
Minister van Cultuur en Toerisme Mehmet Nuri Ersoy en onze ambassadeur in Den Haag, Selçuk Ünal, zullen de ceremonie op 9 januari bijwonen.
Het verhaal van hoe het tapijt naar Turkije werd overgebracht, kunt u hieronder lezen in mijn eerder geschreven nieuwsbericht.
In een verklaring die ik ontving van het paleisbestuur, ook wel bekend als het ‘Internationaal Gerechtshof’, staat het volgende:
Meer dan 40 landen hebben bijgedragen aan de bouw van het Vredespaleis door kunstwerken of bouwmaterialen te schenken. Het grootste handgeweven tapijt buiten Turkije werd in 1911 geschonken door het Ottomaanse Rijk en is nu uitgebreid gerestaureerd op de plaats van herkomst, waarbij wetenschap en traditioneel vakmanschap worden gecombineerd. Na een afwezigheid van bijna twee jaar keert het 160 vierkante meter grote tapijt nu terug naar het Vredespaleis.
Het tapijt van het Vredespaleis heeft een kenmerkend geometrisch Hereke-patroon en bestaat uit 13.704.480 Turkse “Gördes”-knopen. Het heeft een grootte van ongeveer 160 m² en weegt ongeveer 700 kilogram. Het tapijt siert de vloer van de Japanse kamer, een van de statigste kamers van het paleis. Veel conferenties en hoorzittingen, met name van het Permanente Hof van Arbitrage, worden in deze kamer gehouden. Hoewel Hereke-tapijten bekend staan als lang meegaand en duurzaam, was het Hereke-tapijt in het Vredespaleis toe aan restauratie vanwege het intensieve gebruik van deze conferentieruimte. Het Turkse ministerie van Cultuur en Toerisme bood genereus aan om het tapijt te restaureren door specialisten in Türkiye.
Nadat in januari 2023 een protocol was getekend tussen de Carnegie Foundation, als eigenaar en beheerder van het Vredespaleis, en de Turkse overheid, werd de complexe logistiek gepland en begon het tapijt in maart 2023 aan zijn reis. Het werd eerst naar het bedrijf Icat in Cruquius in het noorden van Nederland gebracht voor een grondige reiniging. Het Hereke-tapijt werd vervolgens per vrachtwagen naar Sultanhanı in de Turkse provincie Aksaray vervoerd. Kort na aankomst reisde een Nederlandse delegatie in november 2023 naar Aksaray om meer te weten te komen over het aanstaande restauratieproces.
Er werd een conservatie- en restauratieplan opgesteld in acht fasen, waarbij verschillende gebieden zoals traditioneel vakmanschap, chemische analyse en restauratietechnieken werden gecombineerd. In een digitale omgeving werd het tapijt verdeeld in 280 gelijke stukken van een halve vierkante meter en werd de schade gedocumenteerd met behulp van de nieuwste technologie. Tijdens deze onderzoeken werden 15 verschillende soorten schade geïdentificeerd en werd duidelijk dat de ernstigste achteruitgang werd veroorzaakt door slijtage door het gebruik van meubels en menselijk verkeer.
Om te bepalen welke garens meer dan 100 jaar geleden werden gebruikt om het tapijt te weven en welke kleuren werden gebruikt, kreeg het team van experts ondersteuning van de analyselaboratoria van het Turkse Ministerie van Energie (TENMAK – Turkish Energy Nuclear and Mineral Research Council) in Ankara. In overeenstemming met de analyseresultaten van micromonsters die van verschillende delen van het tapijtoppervlak waren genomen, werden reparatiegarens verstrekt die overeenkwamen met de originele garentypen van het tapijt. De kleuren van het tapijt werden bepaald door colorimetrische metingen ter plaatse en de garens werden vervolgens geverfd met behulp van natuurlijke pigmenten afkomstig van planten en wortels met traditionele methoden.
Een team van zeer vaardige, ervaren ambachtslieden, die ook tapijten voor Buckingham Palace in Londen hebben gerestaureerd, begon vervolgens met de restauratiewerkzaamheden.
Nadat er ongeveer een jaar aan het tapijt is gewerkt, dat een belangrijk onderdeel is van het culturele erfgoed van het Vredespaleis, zal het in januari 2025 terugkeren naar zijn plaats in de Japanse hal van het paleis. Het zal worden onthuld tijdens een feestelijke ceremonie op donderdag 9 januari 2025. Tijdens de ceremonie zullen Piet Hein Donner, voorzitter van de Carnegie Foundation, HE Selçuk Ünal, ambassadeur van de Republiek Turkije in Nederland, Dr. Hab. Marcin Czepelak, secretaris-generaal van het Permanente Hof van Arbitrage, en HE de heer Mehmet Nuri Ersoy, minister van Cultuur en Toerisme van de Republiek Turkije, korte toespraken houden.
Het Vredespaleis in Den Haag, Nederland, is het wereldwijde symbool van rechtvaardigheid en vrede. Het opende zijn deuren in 1913 en dient sindsdien het ideaal van “Vrede door Recht”. Tegenwoordig herbergt het het Permanente Hof van Arbitrage, het Internationaal Gerechtshof van de Verenigde Naties, de Haagse Academie voor Internationaal Recht en de Bibliotheek van het Vredespaleis. Het Vredespaleis is eigendom van en wordt beheerd door de Carnegie Stichting.
In 1907, toen de eerste steen van het Vredespaleis werd gelegd, werd aan landen gevraagd om bij te dragen aan de bouw van het paleis. Meer dan 40 landen gaven gehoor aan deze oproep en doneerden kunstwerken zoals schilderijen en vazen, of bouwmaterialen zoals hout en marmer. Zo is het Vredespaleis niet alleen een plek voor de wereld, maar ook van de wereld.
****************************************
*Türk-Yunan anlaşmazlığı davasına bakan ve yetkisizlik kararı veren Yüksek
Adalet Divanı’ndaki Türk halısını 50 yıl önce fotoğraflamıştım.
*112 Yıl önce Osmanlı tarafından hediye edilen halı, tarafların anlaşması ile
restore edilmek üzere Türkiye’ye götürüldü.
*Hollandalılar’ın ‘Barış Sarayı’ (VredesPalais) diye adlandırdıkları sarayda
dört kuruluş yer alıyor.
Bizim, “Lahey Yüksek Adalet Divanı” olarak söz ettiğimiz “Barış Sarayı”na, Hollandalılar “VredesPleis” diyorlar. Bu yeri ilk gördüğüm an, 50 yıl kadar öncesine dayanıyor.
O yıl, Türkiye ile Yunanistan arasındaki deniz sahanlığı ihtilafı, “Yüksek Adalet Divanı”a taşınmıştı.
Güvenlik Konseyi, uyuşmazlığa taraf olan Türkiye ve Yunanistan arasında bir tercih yapmaktan kaçınmış, bir yandan tarafların uyuşmazlığı doğrudan görüşmeler yoluyla çözmeleri önerilirken, diğer taraftan da, uyuşmazlığın giderilebilmesinde, Uluslararası Adalet Divanı’nın olası katkılarını dikkate almaya davet etmişti.
O zamanlar tüm dünyada sitayişle söz edilen “Barış Sarayı”nda, görenlerin gözlerini kamaştıran kocaman bir halı dikkat çekiyordu. İşte orada, bu halının Osmanlılar tarafından hediye edilmiş olduğunu öğrenmiştim. Türk-Yunan davasının önemi yanında, böylesi dünyaca ünlü bir yerdeki Türk halısının mevcudiyeti benim için çok önemliydi.
Malumdur, o zamanlar “Haber atlatma” yarışı revaçtaydı. O halının fotoğrafını çektikten sonra Hollanda’nın ANP Ajansına gitmiş ve fotoğrafımın Hürriyet gazetesine telefoto ile gönderilmesini sağlamıştım. Ertesi günkü Hürriyet’in manşet başlığı “Türk-Yunan” davası değil, Barış Sarayı’ndaki Türk halısı idi.
Böylesi ilginç bir halı hikâyesi, Hürriyet’te birkaç gün konu olmuş ve nasibimize düşen övgüleri kazanmıştık.
İşte o halının hikâyesi, bu kez 50 yıl sonra yeniden gündeme geldi.
Halının hikâyesi aslında daha eskiye, yani 112 yıl öncesine dayanıyor.
112 Yıl öncenin yılı 1911 idi.
Lahey’deki Barış Sarayı inşa edilirken, 1907 yılında devletlere yapılan katkı çağrısı üzerine, 1911’de Osmanlı İmparatorluğu tarafından, kocaman bir Hereke halısı hediye edilmişti.
Şimdi, restore (tadilat) edilmesi için Türkiye’ye gönderilen halı hakkında, Lahey Büyükelçimiz Selçuk Ünal şunları söyledi:
“Hollanda Krallığı’na armağan edilen ve 112 yıldır Barış Sarayı’nı süsleyen Hereke Halısı, restorasyon amacıyla geçici bir süre için ülkemize gidiyor. Barış Sarayı’nın yönetimini deruhte eden Carnegie Vakfı ile Kültür ve Turizm Bakanlığımız arasında imzalanan Protokol uyarınca, Türkiye dışındaki en büyük olduğu düşünülen, 160 m2 boyutunda ve 700 kg ağırlığındaki Hereke halısı, restorasyon işlemlerine başlanması Barış Sarayı’ndan çıkarıldı.”
Halının, Barış Sarayı’nda sayısız müzakerelerin sürdürüldüğü Japon Odası’ndan çıkarılması töreninde, Büyükelçi Selçuk Ünal, Hollanda Dışişleri Bakanlığı’nın Türkiye’den de sorumlu Avrupa Direktörü Erik Weststrate ve Carnegie Vakfı Direktörü J.P.H. Donner de hazır bulundu.
Büyükelçi Selçuk Ünal, Hereke halısının Barış Sarayı’ndan çıkarılarak kamyona yüklenmesi sırasında düzenlenen belgesel çekimine de, Hollanda Dışişleri Bakanlığı Avrupa Direktörü Erik Weststrate ve Carnegie Vakfı Direktörü J.P.H. Donner ile katıldı.
Büyükelçi Selçuk Ünal şöyle devam etti: “Ecdadımızın 1907’deki davete icabetle 1911’de armağan ettiği tarihi Hereke halısı 112 yıldır, sayısız önemli barış antlaşması, müzakere ve görüşmeye şahitlik etti. Aslında, tek başına, yalnız ve hüzünlü, 112 yıl tarihe tanıklık etti.
Ecdadımızın uluslararası barışa desteğini o tarihte uzun vadeli bir öngörüyle ve bu şekilde göstermiş olması, bugün hepimiz için önemli bir mesajdır. Hereke halısı, bir İmparatorluktan diğer bir İmparatorluğa hediye edilirken düşünüldüğü gibi, bugün de yarın da Türk-Hollanda dostluğunun ölümsüz nişanelerinden birini teşkil edecektir. İnsanlar yaşadıkça ve insanlık yaşadıkça, buradan sonsuzluğa kadar uluslararası dostluk ve barış mesajını verecektir.”
İşte, hepimizi onurlandıran ve bundan sonraki gelişmeler ile bizi onurlandırmaya devam edecek olan Hereke Halısı’nın hikâyesi böyle. Ama tabii ki ‘Hereke Halısı’ deyip geçemeyiz.
İntihal (aşırma) yapmayacağım ama, Google Amca’da yaptığım araştırmada bakınız bu konuda ne buldum.
(Bunun arkasından, ‘Barış Sarayı’ hakkında da bilgi vereceğim)
180 yıldır sarayları renklendiren fabrika: Hereke halı dokuma fabrikası
Kocaeli‘de 1843 yılında kurulan Osmanlı emaneti “Hereke Fabrika-i Hümayunu” dokuma fabrikası, 180 yıldır adından söz ettiriyor. Özel olarak milli saraylara dokunan ipek halılar, metrekaresindeki 1 milyon düğümü ve Osmanlı dönemindeki desenleriyle göz kamaştırıyor. El emeği göz nuru halıları dokuyan kadınlar, bir halıyı en az bir yılda bitiriyor.
Körfez ilçesine bağlı Hereke bölgesinde, 1843 yılında iki kardeş tarafından geniş bir atölye olarak kurulan fabrika, 1845 yılında Osmanlı Devleti‘nin sanayi atılımları ile saraya bağlandı. 1845 yılından sonra, “Hereke Fabrika-i Hümayunu” ismiyle faaliyetini sürdürmeye başlayan fabrikada, ilk olarak sarayların perdelik ile döşemelik talebi karşılanırken, daha sonra halı da dokunmaya başladı.
Osmanlı’nın değerli kurumları arasında yer alan ve imparatorluk yaşantısını renklendiren Hereke Fabrika-i Hümayunu, 19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da bir markaya dönüştü. Prestijli bir marka haline gelen fabrikanın ürünleri, çeşitli ülkelerde de ödüllere layık görüldü.
Hereke Fabrika-i Hümayun da birçok halı dokundu. Bunlardan en devasa olan Sultan II. Abdülhamit döneminde Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm’in ziyareti vesilesiyle 1897 tarihinde Yıldız Şale Köşkü Muayede Salonu için yaptırılan 468 metrekare boyutunda, 3 ton ağırlığındaki halıydı. Ayrıca Beyler Beyi Sarayı Mavi Salonu, Dolmabahçe Sarayı Muayede Salonu, Lahey Yüksek Adalet Divanı ve Beyaz Saray‘ında bulunan halılarda Hereke Fabrika-i Hümayun’da dokundu. 180 yıldır faaliyetini sürdüren, şu anki ismiyle Hereke İpekli Dokuma ve Halı Fabrikası’nda hala milli saraylara halı dokumaya devam ediyor.
Hereke halısının özelliği, ilmeği, çift düğüm olması, iplik özelliği ve sağlamlığıdır
19. Yüzyıl Osmanlı Halıcılık Eğitiminde Hereke Fabrika-i Hümayunu Modeli
Türk halı sanatının Osmanlı dönemi, Altaylardan Anadolu’ya uzanan tarihî süreci ve kültürel birikimi yansıtır. Bu bağlamda devletin ilk dört yüz yıl boyunca devam eden yükselişine paralel olarak, hah sanatı gelişme göstermiş ve çeşitliliği artmıştır. Ancak Batı dünyasında bilim ve tekniğe dayalı olarak gelişen yeni medeniyet, her alanda olduğu gibi Osmanlı sanatlarını da zor durumda bıraktı. Bilhassa sanayi devrimi ile dokumacılık sektörü yeni bir sürece girdiği için, OsmanlI halıcılığı derinden etkilendi. Bu sebeple, 19. yüzyılda sürdürülen modernleşme çabalarına dokumacılık da dâhil edildi. 1843’de Hereke’de açılan fabrika ile dokuma ve hah sanayi teşekkül ettiği gibi, zamanla sektör açısından bir eğitim merkezi hâline geldi. Yürütülen çabalar neticesinde taşrada birçok halıcılık merkezi ortaya çıktı. Verimliliğini yitiren bazı eski merkezler ihya edildi. Kız Sanayi Mektepleri ile Kız Rüştiyelerinde yapılan halıcılık eğitimi desteklendi. Ayrıca halıcılık sanatında başarılı ve üstün hizmetleri olan kimselere, hükümet tarafından Sanayi Madalyası verildi. Böylece Hereke Fabrika-i Hümayunu merkez alınarak, öğrencilere, erişkinlere, özel teşebbüs personeline halıcılık eğitimi veren, kaliteyi artıran ve istihdam imkânı yaratan bir model oluştu.
Uluslararası Adalet Divanı, Birleşmiş Milletler‘in başlıca yargı organıdır. Uluslararası Adalet Divanı’nın merkezi Hollanda‘nın Lahey kentindedir. Genel Kurul ve Güvenlik Konseyi’nden seçilen 15 yargıçtan oluşur. Yargıçlar değişik ülkelerden seçilir, böylece dünyadaki değişik hukuk sistemlerinin temsil edilmesi amaçlanır.
Divanın yetki alanı, bir uluslararası uyuşmazlıkta taraf olan ülkelerin kendisine getirdikleri davalar ile BM Antlaşması‘nda ya da yürürlükteki uluslararası antlaşmalarda özellikle öngörülmüş konuları içine alır. Uluslararası Adalet Divanı Statüsü, BM Antlaşması’nın (BM Şartı) ayrılmaz bir parçasıdır ve Adalet Divanı’nın çalışma esaslarını belirler.
Saray’da, Daimi Tahkim Mahkemesi, Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı, Lahey Uluslararası Hukuk Akademisi ve Barış Sarayı Kütüphanesi bulunuyor.
Daimi Tahkim Mahkemesi
Bir anlaşmazlığı tahkim yoluyla çözmek isteyen taraflar Daimi Tahkim Mahkemesine (PHA) başvurabilirler. PHA’ya sunulan anlaşmazlıkların çoğu en az bir eyaleti içerir. Ancak uluslararası kuruluşlar, şirketler ve kişilerle olan uyuşmazlıklar da ileri sürülebilir. Çoğu durumda, her iki tarafın da bir hakem atadığı üç üyeli bir mahkeme kurulur ve bu hakemler birlikte bir başkan atar. Böylece oluşturulan mahkeme dava hakkında karar verir. Taraflar ayrıca kararlaştırılacak hukuki meseleyi, kullanılacak dili ve gizlilik derecesini birlikte belirler. Hakemlerin kararları her durumda tarafları bağlar. PHA ayrıca arabuluculuk gibi bağlayıcı olmayan uyuşmazlık çözümü biçimleri sunar.
Uluslararası Adalet Divanı (IGH), Birleşmiş Milletler’in (BM) ana yasal organıdır ve iki yönlü görevi vardır.
Birincisi, devletler tarafından getirilen uyuşmazlıkları uluslararası hukuka uygun olarak çözer. Uyuşmazlıklar temel olarak kara ve deniz sınırları, toprak egemenliği, güç kullanımı, uluslararası insancıl hukukun ihlali, devletlerin iç işlerine karışmama, diplomatik ilişkiler, rehin alma, sığınma hakkı, tabiiyet, vesayet, geçiş hakları ile ilgilidir. ve ekonomik haklar.
İkinci olarak, BM organları ve bunu yapmaya yetkili uzman kuruluşlar tarafından sunulan hukuk meseleleri hakkında istişari görüşler yayınlar. Görüşler, bu kurum ve kuruluşların hukuka uygun olarak nasıl işleyebileceklerini veya inatçı devletler karşısında otoritelerini nasıl güçlendirebileceklerini gösterebilir.
Uluslararası Adalet Divanı, farklı ülkelerden 9 yıllığına seçilen ve yeniden seçilebilen 15 yargıçtan oluşur. Mahkeme üyelerinin üçte biri her üç yılda bir seçilir. Başkan, her üç yılda bir akranları tarafından seçilir. Mahkemenin şu anki Başkanı ABD’den Joan E. Donoghue’dur. Mahkeme duruşmaları her zaman halka açıktır. Fransızca ve İngilizce, Mahkemenin daimi dilleridir.
Uluslararası Adalet Divanı (ICJ)
Uluslararası Teşkilat Künyesi
Teşkilatın Amacı:
Birleşmiş Milletler’in ana organlarından biri olan Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD/ICJ) temel görevi, devletlerce önüne getirilen uyuşmazlıkları uluslararası hukuka uygun olarak çözmektir. Divan ayrıca, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurulun yetkili kıldığı BM’nin diğer organları ve uzmanlık kuruluşları tarafından talep edilen konularda tavsiye görüşü verebilmektedir.
Kuruluş Tarihi:1945 Merkezi: Lahey
Türkiye’nin Üyelik Durumu:
BM üyesi devletler, BM Antlaşması uyarınca ipso facto (kendiliğinden) UAD Statüsüne de taraf oldukları için, UAD önündeki davalara da taraf olabilmektedirler.
Türkiye, UAD’nin zorunlu yargı yetkisini kabul etmemektedir.
Teşkilatın Tarihi :
UAD, BM Şartı ile BM’nin asli “adalet organı” olarak kurulmuştur. UAD’nin kuruluşundan önce, Milletler Cemiyeti bünyesinde kurulan Uluslararası Sürekli Adalet Divanı (USAD) bulunmaktaydı. Divan Statüsü, BM Şartı’nın ayrılmaz parçası olarak Şart ile birlikte 1945 yılında yürürlüğe girmiş ve USAD feshedilmiştir. UAD’nin ilk yargıçları 6 Şubat 1946’da seçilmiş, Divan’ın resmi açılışı ise 18 Nisan 1946’da yapılmıştır.
UAD, başta UAD Statüsüne taraf olan devletlere açıktır. Bu bağlamda, BM üyesi devletler, BM Antlaşması uyarınca ipso facto (kendiliğinden) UAD Statüsüne de taraf oldukları için, UAD önündeki davalara da taraf olabilmektedirler. BM üyesi olmayan bir devletin UAD Statüsüne taraf olabilme şartlarının BM Güvenlik Konseyi’nin tavsiyesi üzerine BM Genel Kurulu tarafından tespit edileceği, BM Şartı’nda belirtilmiştir. Öte yandan, BM Şartı’na ve UAD Statüsüne taraf olmayan devletlerin, BM Güvenlik Konseyi tarafından belirlenecek koşullar uyarınca UAD önündeki bir davada taraf olma hakkı bulunmaktadır.
Ancak, UAD’nin esasa ilişkin yetkisini, devletlerin Divan önündeki davalara taraf olma hakkından ayırmak gerekir. Divan’ın yetkisi ihtiyari olup, UAD, sadece tarafların Divan önüne götürmeyi kabul ettikleri uyuşmazlıkları incelemeye yetkilidir.
UAD’nin zorunlu yargı yetkisini tanımayan devletler Divan’a bu yetkiyi şu yollarla tanıyabilirler: Tahkimname (uyuşmazlık tarafları, uyuşmazlığın konusunu ve taraflarını belirttikleri bir tahkimname ile aralarındaki uyuşmazlığı UAD’ye sunmayı kararlaştırabilirler), Anlaşma (devletler ikili veya çok taraflı anlaşmalarda, anlaşmadan doğan uyuşmazlıkların Divan’a havale edilmesini öngören bir hüküm getirebilirler), Tek taraflı bildirim/Beyan (Statü’ye taraf olan devletler “herhangi bir zaman, aynı vecibeyi kabul eden herhangi bir başka devlete karşı UAD Statüsü’nün 36(2) maddesinde düzenlenen hukuki mahiyetteki uyuşmazlıkların hepsi hususunda Divan’ın kaza yetkisini ipso jure ve özel bir anlaşma olmaksızın mecburi olarak tanıdıklarını” beyan edebilirler) ve Forum Prorogatum (bir devletin bir uyuşmazlığı Divan’a havale etmesi durumunda, diğer devletin, Divan’ın yargı yetkisini kabul ettiği anlamına gelecek bir tutum izlemesi).
Öte yandan, BM Şartı uyarınca, BM Genel Kurulu veya Güvenlik Konseyi hukuki herhangi bir mesele hakkında, Genel Kurulca yetkili kılınacak diğer BM organ ve uzmanlık kuruluşları ise çalışma alanlarında karşılarına çıkacak hukuki meseleler hakkında UAD’den tavsiye görüşü talep edebilirler.
UAD, ülkelerinde yüksek yargı görevlerinin icrası için gerekli şartları haiz bulunan veya uluslararası hukuk alanında tanınmış hukukçular arasından seçilen 15 hâkimden oluşmaktadır. Hâkimler, 9 yıl süreyle görev yapmaktadırlar ve yeniden seçilmeleri mümkündür.
İLHAN KARAÇAY
(Yorumun Hollandacsı en altta.
Nederlandse versie van het commentaar is onderaan)
Değerli Okurlarım,
Yorumuma başlamadan önce zaruri bir açıklamayı sizlere sunmayı yeğledim:
Aşağıda okuyacağınız yorumun sahibi şahsım Hatay’ın Samandağ ilçesinden Mersin’e göç etmiş bir ailenin çocuğuyum. Ailem ve yakınlarım, ‘Hatay’ın Fransızlar’dan Türkiye’ye mi yoksa Suriye’ye mi bağlanması gerektiği’ konusunda yapılan referandum sırasında, yığınlar halinde Hatay’a giderek Türkiye lehinde oy kullanmışlardır. Kökenleri Suriyeli olmasına rağmen, Atatürk’ün Türkiyesini tercih eden Alevi Arap kökenlilerin yanında, Sünni Arap kökenliler Suriye lehinde oy kullanmayı seçmişlerdir.
Mersin’de kök salan ailemiz, kendini hiçbir zaman Arap olarak hissetmedi ve hayatımızı ‘Türkoğlu Türk’ kimliğiyle sürdürdük.
Şahsıma gelince: Gazetecilik kariyerim boyunca, tarafsızlık ilkesine sadık kalmayı, olaylara yalnızca objektif bir pencereden bakmayı temel bir prensip edindim. CHP’li bir ailenin çocuğu olmama rağmen, hiçbir CHP yandaşlı derneğe üye olmadım. Alevi mezhebine mensup olmama karşın, Alevi derneklerinin kuruluşlarına yardımda bulundum ama üye olmadım.
Konuyla bir ilgisi olmamakla birlikte, Beşiktaş taraftarı olmama rağmen, Hollanda’da kurulan Beşiktaşlılar Derneği’ne de üye olmadım.
Bu bakış açısıyla, Ortadoğu ve özellikle Suriye üzerine yazdığım yorumumu sizlerle paylaşmak istiyorum. Hatay’ın Türkiye’ye katılmasının tarihî bağlamından, günümüzde Suriye ve çevresinde yaşanan olaylara kadar, geniş bir çerçevede değerlendirdiğim bu yazı, hem tarihten gelen bir perspektifi, hem de güncel olayların analizini içermektedir.
Benim için hem tarihsel hem de kişisel açıdan derin anlamlar taşıyan bu konuyu, mümkün olan en tarafsız ve objektif şekilde sizlere aktarmaya gayret ettim. Umarım bu yazıyı, aynı titizlikle okur ve değerlendirirsiniz.
Suriye’de Esad rejiminin çöküşü ve Esad’ın ülkeyi terk etmesi, hem bölgesel hem de uluslararası ölçekte ciddi yankılar uyandırdı. Ancak bu gelişme, sadece bir hükümet değişikliği veya bir diktatörün devrilmesi meselesi değil. Esad’ın devrilmesi, bölgedeki dengeleri yeniden şekillendirecek derin bir sürecin başlangıcı olarak değerlendiriliyor.
Peki, dün belliyken bugün neden bu kadar belirsiz?
Ve yarın Ortadoğu için neyi getirecek?
Esad rejiminin yıkılışı, bazı kesimlerde bir zafer duygusu uyandırsa da, bu durumun mezhepçi bir pencereden değerlendirilmesi, bölgesel gerçekliklerin göz ardı edilmesine neden oluyor. Suriye’deki kriz, yalnızca bir iç savaş değil, aynı zamanda uluslararası bir hesaplaşmanın parçası. Türkiye’deki bazı gruplar, Esad’ın Alevi kökenini ön plana çıkararak, durumu mezhepsel bir sorun gibi lanse ediyor. Ancak meseleye bu dar açıdan bakmak, hem Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hem de bölgesel barışa zarar veriyor.
Türkiye’nin komşu bir ülke olarak bu süreçteki pozisyonu hayati önem taşıyor. Mezhepsel önyargılar yerine, Türkiye’nin çıkarlarına odaklanan bir perspektif benimsenmediği sürece, hem içeride hem dışarıda daha büyük sorunlarla karşılaşma riski var. Bu tür yaklaşımlar, bölgesel sorunlara çözüm üretmek bir yana, yalnızca kutuplaşmayı derinleştiriyor.
Esad’ın devrilmesi, bir zafer mi yoksa bir felaketin başlangıcı mı?
Bu sorunun cevabı, sürecin nasıl yönetileceğine bağlı.
Şu anda Suriye, büyük bir belirsizliğin ortasında. Esad’ın gitmesiyle birlikte, ülkenin geleceği üzerinde hak iddia eden farklı gruplar arasında bir güç mücadelesi yaşanıyor. Özgür Suriye Ordusu, cihatçı gruplar ve diğer yerel milislerin yanı sıra, uluslararası güçler de Suriye’nin geleceği üzerinde etkili olmaya çalışıyor.
Ancak unutulmamalıdır ki, Suriye’deki bu süreç bir yerel dinamik meselesi olmaktan çok uzak. ABD, İsrail ve diğer Batılı ülkeler, bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirme çabasındalar. Bu plan, 2000’li yıllarda açıkça dile getirilen Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bir parçasıdır. Bu proje, yalnızca Suriye’yi değil, Ortadoğu’daki pek çok ülkeyi hedef alarak sınırların yeniden çizilmesini ve küçük, kontrol edilebilir devletler yaratılmasını amaçlıyor. İsrail’in güvenliği ve bölgedeki hegemonyasını artırma amacı, bu planın temel motivasyonudur.
Bu süreçte Türkiye’nin de risk altında olduğunu görmek zor değil. Suriye’de yaşananların Türkiye’ye etkisi yalnızca göç dalgaları ya da ekonomik maliyetlerle sınırlı kalmayabilir. Türkiye, bu büyük oyunun bir parçası haline gelme riskiyle karşı karşıya. İçeride artan kutuplaşma ve siyasal İslamcı yaklaşımlar, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını tehdit edebilir.
Öte yandan, bu durum Türkiye için bir fırsata da dönüşebilir. Suriye’de istikrarın sağlanması ve bölgesel dengelerin korunması adına aktif ve bağımsız bir dış politika geliştirmek, Türkiye’yi bölgesel bir güç olarak daha da ön plana çıkarabilir. Ancak bu, mezhepçi ve ideolojik yaklaşımlardan uzak, tamamen akılcı ve ulusal çıkar odaklı bir politika ile mümkün olabilir.
Bugün Suriye’deki belirsizlik, yalnızca bölge ülkelerini değil, küresel aktörleri de endişelendiriyor. Esad sonrası süreçte, Suriye’deki güç boşluğu yeni çatışmaların ve ayrışmaların zeminini hazırlayabilir. Eğer bu süreç doğru yönetilemezse, Suriye’nin geleceği, Irak ve Libya örneklerinde olduğu gibi uzun süreli bir kaos ve istikrarsızlık dönemi olabilir.
Türkiye için bu süreçte sorulması gereken soru şudur:
Bölgesel gelişmelere nasıl bir yön verebiliriz?
Sadece bir seyirci olarak kalmak mı, yoksa etkin bir aktör olmak mı?
Bu sorunun cevabı, yalnızca bugünü değil, yarını da belirleyecek.
Sonuç olarak, Esad rejiminin çöküşüyle başlayan bu süreç, bölge için yeni bir dönemin kapılarını aralamış durumda.
Dün belliydi, bugün belirsiz ve yarın ise büyük ölçüde alınacak kararlarla şekillenecek.
Türkiye’nin bu süreçteki duruşu, yalnızca bölgesel değil, küresel ölçekte de etkili sonuçlar doğurabilir.
*************************
Beste lezers,
Voordat ik mijn analyse begin, wil ik graag een noodzakelijke toelichting geven:
Ik, İlhan Karaçay, de auteur van dit artikel, ben een kind van een familie die vanuit Samandağ in Hatay naar Mersin is gemigreerd. Mijn familie en naasten reisden tijdens het referendum over de vraag ‘of Hatay zich bij Turkije of Syrië moest aansluiten’ massaal naar Hatay om hun stem uit te brengen ten gunste van Turkije. Hoewel zij van Syrische afkomst zijn, kozen de Alevitische Arabische afstammelingen de kant van Atatürk’s Turkije, terwijl de Soennitische Arabische afstammelingen de voorkeur gaven aan Syrië.
Onze familie, geworteld in Mersin, heeft zich nooit Arabisch gevoeld en heeft ons leven geleid met een identiteit als ‘Echte Turk’.
Wat mij betreft: Gedurende mijn journalistieke carrière heb ik altijd het principe van onpartijdigheid nageleefd en gebeurtenissen uitsluitend vanuit een objectieve invalshoek benaderd. Hoewel ik uit een CHP-achtergrond kom, ben ik nooit lid geweest van een CHP-gelieerde vereniging. Ondanks mijn Alevitische achtergrond heb ik bijgedragen aan de oprichting van Alevitische verenigingen, maar ik ben geen lid geworden.
Hoewel het niet gerelateerd is, ben ik, ondanks mijn Beşiktaş-supporterschap, ook geen lid geworden van de Beşiktaş-fanvereniging in Nederland.
Met dit perspectief wil ik mijn analyse van het Midden-Oosten en in het bijzonder Syrië met u delen. Dit artikel, dat ik in een brede context heb beoordeeld, van de historische context van Hatay’s toetreding tot Turkije tot de gebeurtenissen die zich vandaag in Syrië en de omliggende regio voordoen, omvat zowel een historische als een actuele analyse.
Dit onderwerp, dat voor mij zowel historisch als persoonlijk van diepgaande betekenis is, heb ik geprobeerd op de meest onpartijdige en objectieve manier aan u over te brengen. Ik hoop dat u dit artikel met dezelfde zorg leest en beoordeelt.
De val van het Esad-regime en Esad’s vertrek uit het land hebben zowel regionaal als internationaal veel opschudding veroorzaakt. Maar deze ontwikkeling gaat niet alleen over een regeringswissel of de val van een dictator. De val van Esad wordt beschouwd als het begin van een diepgaand proces dat de machtsverhoudingen in de regio opnieuw zal vormgeven.
De val van het Esad-regime wekt bij sommige groepen een gevoel van overwinning, maar het bekijken van deze situatie vanuit een sektarisch perspectief negeert de regionale realiteiten. De crisis in Syrië is niet alleen een burgeroorlog, maar ook onderdeel van een internationale confrontatie. Sommige groepen in Turkije benadrukken Esad’s Alevitische achtergrond en presenteren de situatie als een sektarisch probleem. Deze beperkte visie schaadt echter zowel de nationale belangen van Turkije als de regionale vrede.
De positie van Turkije als buurland in dit proces is van vitaal belang. Zolang er geen perspectief wordt aangenomen dat zich richt op de belangen van Turkije in plaats van op sektarische vooroordelen, bestaat het risico dat zowel interne als externe problemen toenemen.
Is de val van Esad een overwinning of het begin van een ramp?
Het antwoord op deze vraag hangt af van hoe het proces wordt beheerd.
Momenteel bevindt Syrië zich in een toestand van grote onzekerheid. Met het vertrek van Esad is er een machtsstrijd ontstaan tussen verschillende groepen die aanspraak maken op de toekomst van het land. De Vrije Syrische Leger, jihadistische groepen en andere lokale milities, evenals internationale mogendheden, proberen allemaal invloed uit te oefenen op de toekomst van Syrië.
Het mag echter niet worden vergeten dat het proces in Syrië verre van een kwestie van lokale dynamiek is. De VS, Israël en andere westerse landen proberen de regio opnieuw vorm te geven in overeenstemming met hun eigen belangen. Dit plan is een onderdeel van het zogenaamde Grote Midden-Oosten-project (BOP), dat in de jaren 2000 expliciet werd aangekondigd.
Dit project heeft niet alleen Syrië, maar ook veel andere landen in het Midden-Oosten als doel, met het streven om grenzen opnieuw te trekken en kleine, controleerbare staten te creëren. De motivatie achter dit plan is het vergroten van Israëls veiligheid en regionale hegemonie.
In deze periode wordt ook Turkije geconfronteerd met risico’s. De gebeurtenissen in Syrië hebben niet alleen gevolgen voor migratiestromen of economische kosten, maar kunnen ook leiden tot interne polarisatie en bedreigingen voor nationale belangen.
Daarentegen kan deze situatie ook een kans zijn voor Turkije. Het ontwikkelen van een actieve en onafhankelijke buitenlandse politiek gericht op stabiliteit in Syrië en het behoud van regionale evenwichten kan Turkije verder positioneren als een regionale macht.
De huidige onzekerheid in Syrië baart niet alleen de landen in de regio, maar ook mondiale actoren zorgen. In de periode na Esad kan het machtsvacuüm in Syrië de weg bereiden voor nieuwe conflicten en scheuringen. Als dit proces niet goed wordt beheerd, kan de toekomst van Syrië, net als in de gevallen van Irak en Libië, leiden tot een langdurige periode van chaos en instabiliteit.
De belangrijkste vraag die Turkije in dit proces moet stellen, is:
Hoe kunnen we richting geven aan de regionale ontwikkelingen?
Blijven we slechts toeschouwer, of worden we een actieve speler?
Het antwoord op deze vraag zal niet alleen het heden, maar ook de toekomst bepalen.
Samenvattend opent het proces dat is begonnen met de val van het Esad-regime de deuren naar een nieuw tijdperk voor de regio. Wat gisteren zeker was, is vandaag onzeker, en morgen zal grotendeels worden gevormd door de beslissingen die worden genomen.
De houding van Turkije in dit proces kan niet alleen op regionaal niveau, maar ook op mondiale schaal aanzienlijke gevolgen hebben.
İLHAN KARAÇAY
İlhan KARAÇAY haykırıyor…
(Haberin Hollandacası en altta.
Nederlandse versie van het nieuws is onderaan)
Savaşsız, barış dolu bir yıl dilemek ne güzel; ancak Gazze’de masum insanlar katledilirken ve kahpe dünya bu zulme duyarsız kalırken, adaletin ve insanlığın yokluğunda mutlu yıllar mümkün mü? Ne yazık ki, insanlık her geçen gün biraz daha kör, sağır ve duyarsız bir hale geliyor.
Antisemitizmden şikâyet edenler, Gazze’de masum çocuklar ve kadınları katlederken, bu sessizliklerini nasıl açıklayacaklar? Adalet ve vicdan, tüm insanlık için olmalıdır; aksi halde sadece zulmün başka bir yüzüne ortak olunur. Herkes kendi acısını en büyük görürken, başkalarının çığlıklarını duymazdan gelmek bir insanlık utancıdır.
Afbeelding met tekst, kleding, buitenshuis, mensen Automatisch gegenereerde beschrijving
Dünya sadece Gazze’deki zulümden ibaret değil. Suriye’de milyonlarca insan evlerinden edilirken, soğukta bir lokma ekmek bulma umuduyla mülteci kamplarında hayatta kalma savaşı verirken, insanlığın vicdanı nerede? İnsanlar, sınır kapılarında horlanırken ve botları Akdeniz’in karanlık sularında batarken, yeni yıl hangi yüzle kutlanabilir?
Afrika’da açlık ve susuzlukla boğuşan çocukların gözlerinde yanan umut nasıl söndürülür?
Milyonlarca insan temiz suya bile erişemezken, dünyanın bir köşesinde israfın zirve yapması, insanlık adına nasıl bir ironi oluşturuyor? Eşitsizlikler büyüdükçe, bazıları yılbaşı sofralarında ziyafet çekerken, diğerleri açlığın pençesinde kıvranıyor.
Adaletin yerle bir olduğu Myanmar’da, Rohingya Müslümanları’na yapılan etnik temizlik hangi vicdana sığar? İnsanların sadece kimliklerinden dolayı katledilmesi, göçe zorlanması ve dünyanın buna göz yumması hangi medeniyetin başarısı olabilir? Bu kahpe dünyada, insanlığın onuru çoktan unutulmuş gibi görünüyor.
Kadınlar… Kadınlar dünyanın her yerinde baskıya, şiddete ve ayrımcılığa uğrarken, yeni bir yıl nasıl mutlu olabilir? Afganistan’da kız çocuklarının eğitim hakkı ellerinden alınırken, kadınlar toplumdan dışlanırken, özgürlük talepleri kanla bastırılırken hangi umutla “yeni bir yıl” dileğinde bulunulabilir? Kadınların mücadeleleri, yalnızca birkaç anma günüyle sınırlı kalıyor; oysa bu, her gün hatırlanması gereken bir gerçek.
Irkçılık hâlâ can yakıyor. Amerika’da siyahilerin öldürülmesi, Avrupa’da göçmenlere karşı yükselen nefret, sadece birer örnek. Irk, din, dil, cinsiyet gibi kimlikler, insanları ayıran değil birleştiren unsurlar olmalıydı. Ama bu dünya, ötekileştirme üzerine kurulu bir düzeni ısrarla sürdürüyor.
Hollanda’da ise durum farklı değil. Zoraki bir koalisyon hükümetinin perde arkasındaki gizli başkanı Wilders ve onun bir kukla gibi hareket eden başbakanı, ırkçılığın ve insan hakları ihlallerinin daniskasını sergiliyor. Göçmenlere, Müslümanlara ve farklı etnik gruplara yönelik politikaları, yalnızca ayrımcılığı derinleştirmekle kalmıyor; aynı zamanda Hollanda’nın demokrasiye olan inancını da sarsıyor. Bu tür bir yönetim, temel insan haklarını görmezden gelerek toplumsal barışı zedeliyor. Wilders’in söylemleri ve politikaları, Hollanda’yı insan hakları açısından utanç verici bir noktaya taşıyor.
Doğa… İnsanlığın kendini yok etme süreci. İklim krizi artık kapımızı değil, penceremizi de kırarak içeriye girdi. Amazon ormanları yanıyor, kutup buzulları eriyor ve canlılar bir bir yok oluyor. Tüm bunlar olurken, insanoğlunun hırsı ve açgözlülüğü, doğanın kalbine saplanmış bir hançerden farksız.
Yeni yıl… Gerçekten neyi değiştirecek? İnsanlar iç hesaplaşmalarını yapmadan, adalet, barış ve vicdanı bir araya getirmeden, her yeni yıl sadece bir takvim yaprağının düşüşünden ibaret olacak. O yüzden dileğim sadece savaşsız, barış dolu bir yıl değil; aynı zamanda insanların gerçek anlamda insan olmayı hatırlayacağı bir yıl.
Daha eşit, daha adil, daha vicdanlı bir dünya için, hep birlikte mücadele etmek zorundayız. Yoksa, bu kahpe dünyada yeni yılların nasıl mutlu olmasını bekleyebiliriz ki?
Het is prachtig om een jaar zonder oorlog en vol vrede te wensen; maar terwijl onschuldige mensen in Gaza worden afgeslacht en de verraderlijke wereld deze wreedheid negeert, is geluk in een wereld zonder gerechtigheid en menselijkheid dan mogelijk? Helaas wordt de mensheid met elke dag die voorbijgaat blinder, dover en onverschilliger.
Degenen die klagen over antisemitisme, hoe zullen zij hun stilte verklaren terwijl zij in Gaza onschuldige kinderen en vrouwen vermoorden? Gerechtigheid en geweten moeten voor de hele mensheid gelden; anders wordt men slechts medeplichtig aan een ander gezicht van onrecht. Het is een schande voor de mensheid om het eigen leed als het grootste te beschouwen en de kreten van anderen te negeren.
Afbeelding met tekst, kleding, buitenshuis, mensen Automatisch gegenereerde beschrijving
De wereld bestaat niet alleen uit de wreedheid in Gaza. Terwijl miljoenen mensen in Syrië uit hun huizen worden verdreven, proberen ze in vluchtelingenkampen te overleven in de kou met de hoop op een stukje brood. Waar is het geweten van de mensheid? Terwijl mensen worden vernederd bij grensovergangen en hun boten zinken in de donkere wateren van de Middellandse Zee, met welk gezicht kunnen we het nieuwe jaar vieren?
Afbeelding met persoon, Menselijk gezicht, mensen, kind Automatisch gegenereerde beschrijving
Hoe kunnen we de hoop in de ogen van kinderen die vechten tegen honger en dorst in Afrika doven? Terwijl miljoenen mensen zelfs geen toegang hebben tot schoon water, hoe kan de overvloed aan verspilling in een ander deel van de wereld dan geen ironie zijn in naam van de mensheid? Terwijl ongelijkheden toenemen, smullen sommigen aan feestelijke tafels tijdens oud en nieuw, terwijl anderen lijden onder de klauwen van honger.
Afbeelding met hemel, persoon, kleding, buitenshuis Automatisch gegenereerde beschrijving
Welke moraliteit kan de etnische zuivering van de Rohingya-moslims in Myanmar rechtvaardigen? Het doden, uitzetten en negeren van mensen vanwege hun identiteit, wat voor soort beschaving kan dat als een prestatie zien? In deze verraderlijke wereld lijkt de eer van de mensheid al lang vergeten.
Vrouwen… Terwijl vrouwen overal ter wereld worden onderworpen aan onderdrukking, geweld en discriminatie, hoe kan een nieuw jaar gelukkig zijn? Terwijl het recht op onderwijs van meisjes in Afghanistan wordt afgenomen, vrouwen uit de samenleving worden buitengesloten en hun vrijheidsverzoeken met bloed worden onderdrukt, met welke hoop kunnen we “een gelukkig nieuwjaar” wensen? De strijd van vrouwen wordt beperkt tot slechts een paar herdenkingsdagen; terwijl dit een realiteit is die elke dag herinnerd moet worden.
Afbeelding met tekst, winkel, Bloemenontwerp, Bloemkwekerij Automatisch gegenereerde beschrijving
Racisme doet nog steeds pijn. Het doden van zwarten in Amerika, de toenemende haat tegen migranten in Europa, zijn slechts voorbeelden. Rassen, religies, talen en geslachten zouden verbindende elementen moeten zijn, geen scheidende. Maar deze wereld blijft vasthouden aan een systeem gebaseerd op uitsluiting.
Afbeelding met kleding, persoon, pak, groep Automatisch gegenereerde beschrijving
In Nederland is het niet anders. De geheime leider van een gedwongen coalitieregering, Wilders, en zijn premier, die als een marionet handelt, laten racisme en schendingen van mensenrechten in volle glorie zien. Hun beleid tegen migranten, moslims en verschillende etnische groepen verdiept niet alleen de discriminatie, maar ondermijnt ook het geloof in democratie in Nederland. Dit soort bestuur beschadigt de sociale vrede door fundamentele mensenrechten te negeren. De uitspraken en het beleid van Wilders hebben Nederland naar een beschamend niveau gebracht wat betreft mensenrechten.
Afbeelding met natuur, buitenshuis, berg, sneeuw Automatisch gegenereerde beschrijving
En tot slot, de natuur… Het proces van zelfvernietiging van de mensheid. De klimaatcrisis heeft niet alleen op onze deur geklopt, maar ook ons raam gebroken en is binnengekomen. Het Amazonewoud brandt, de poolkappen smelten en soorten sterven een voor een uit. Terwijl dit allemaal gebeurt, zijn de ambitie en hebzucht van de mens als een dolk die in het hart van de natuur is gestoken.
Het nieuwe jaar… Wat zal het werkelijk veranderen? Zonder innerlijke reflectie, zonder gerechtigheid, vrede en geweten samen te brengen, zal elk nieuw jaar slechts een bladzijde zijn die van de kalender valt. Daarom wens ik niet alleen een jaar zonder oorlog en vol vrede; maar ook een jaar waarin mensen zich echt herinneren wat het betekent om mens te zijn.
Voor een gelijkere, rechtvaardigere en meer gewetensvolle wereld moeten we samen vechten. Anders, hoe kunnen we verwachten dat nieuwe jaren gelukkig zijn in deze verraderlijke wereld.