admin

admin

09 Mayıs 2024 Perşembe

Sorularla Evrim Teorisinin Çöküşü

Sorularla Evrim Teorisinin Çöküşü
0

BEĞENDİM

ABONE OL

1. EVRİM TEORİSİ NEDEN BİLİMSEL VE GEÇERLİ BİR TEORİ DEĞİLDİR?

Evrim teorisi, yeryüzündeki canlılığın tesadüfler sonucunda, doğal şartlarla kendiliğinden meydana geldiğini savunur. Bu teori bilimsel bir kanun, ispatlanmış bir gerçek değil, bilimsellik kisvesi altında toplumlara empoze edilmeye çalışılan materyalist bir dünya görüşüdür. Modern bilim tarafından her alanda yalanlanan bu teorinin en büyük dayanakları ise birtakım hile, sahtekarlık, çarpıtma, aldatmaca ve göz boyamalardan oluşan telkin ve propaganda yöntemleridir.

19. yüzyılın ilkel bilim anlayışıyla hayali bir varsayım olarak öne sürülen evrim teorisi bugüne kadar hiçbir bilimsel bulgu veya deney tarafından doğrulanamamıştır. Tam tersine, teorinin iddialarını doğrulamak için başvurulan tüm yöntemler böyle bir teorinin geçersizliğini kanıtlamıştır.

Ancak, çoğu insan bugün bile bu teoriyi, aynen yerçekimi kanunu ya da suyun kaldırma gücü gibi ispat edilmiş bilimsel bir gerçek sanır. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, evrimin topluma yansıtılan yüzü gerçek yüzünden çok farklıdır. Pek çok kimse, son çırpınışlarla ayakta tutulmaya çalışılan bu teorinin ne kadar çürük temellere dayandığını ve bilim tarafından nasıl her aşamada yalanlandığını bilmez. Evrimcilerin desteksiz varsayımlar, taraflı, gerçek dışı yorumlar, çarpıtmalar, aldatmacalar, hayali çizimler, psikolojik telkin yöntemleri, sayısız sahtekarlık ve göz boyama tekniklerinden başka bir dayanakları yoktur.

Bugün biyoloji, paleontoloji, genetik, biyokimya, mikrobiyoloji gibi bilim dalları, canlılığın hiçbir şekilde tesadüfler ve doğa şartları sonucunda kendiliğinden meydana gelemeyeceğini kanıtlamıştır. Canlı hücresi, bilim dünyasının ortak kanaatiyle, insanoğlunun bugüne kadar karşılaştığı en kompleks yapı ünvanını korumaktadır. Modern bilim, tek bir canlı hücresinin dahi büyük bir şehirden çok daha kompleks bir yapıya ve içiçe geçmiş karmaşık sistemlere sahip olduğunu ortaya koymuştur. Böyle kompleks bir yapı, ancak bütün parçaları aynı anda ve eksiksiz olarak ortaya çıktığında işlev görebilir. Yoksa hiçbir işe yaramaz, zaman içinde dağılır, parçalanır ve yok olur. Evrimin iddia ettiği gibi milyonlarca sene diğer parçalarının “tesadüflerle” oluşmasını bekleyemez. Dolayısıyla sadece tek bir hücrenin kompleks tasarımı dahi, canlılığın Allah tarafından yaratılmış olduğunu açıkça göstermektedir. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Hücredeki Mucize, Vural Yayıncılık)

Ancak, materyalist felsefeyi savunan belli kesimler, çeşitli ideolojik çıkar ve beklentileri nedeniyle yaratılış gerçeğini kabul etmek istemezler. Çünkü Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda hak dinin insanlığa sunduğu güzel ahlakı yaşayan toplumların varolması ve yaygınlaşması bu materyalist kesimlerin işine gelmez. Kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilecekleri, suistimal edebilecekleri, maneviyattan soyutlanmış, dini ve ahlaki değerlerden yoksun nesiller her zaman için bu kesimlerin dünyevi beklentilerine daha uygun olacaktır. Dolayısıyla, insanlara yaratılmadıkları, tesadüflerle ortaya çıkıp hayvanlardan evrimleştikleri yalanını telkin eden evrim teorisini, her ne pahasına olursa olsun ayakta tutmaya ve toplumlara empoze etmeye çalışırlar. Bilimin, evrimi çürüten ve yaratılış gerçeğini doğrulayan tüm açık kanıtlarına rağmen, akıl ve mantığı bir kenara bırakarak her ortamda ve her fırsatta bu safsatayı gündeme getirir ve savunurlar.Oysa ilk canlı hücresinin, hatta bu hücrenin içindeki milyonlarca protein molekülünden tek bir tanesinin dahi kendiliğinden oluşmasının imkansız olduğu, akıl ve mantığın yanı sıra, ihtimal hesaplarıyla matematiksel olarak da kanıtlanmıştır. Yani evrim daha ilk aşamada, ilk canlı hücrenin varoluşunu açıklama aşamasında çökmüştür.

En küçük canlı birimi olan hücre -evrimcilerin iddia ettikleri şekilde- ilkel ve kontrolsüz dünya koşullarında rastlantılar sonucu asla oluşamadığı gibi, 20. yüzyılın en gelişmiş laboratuvarlarında bile sentezlenememiştir. Canlı hücresinin yapı taşı olan amino asitlerden ve bunların oluşturduğu proteinlerden yola çıkarak değil hücre, hücredeki mitokondri, ribozom, lizozom, hücre zarı, golgi aygıtı, endoplazmik retikulum, vs. gibi organellerinden tek bir tanesi bile oluşturulamaz. Dolayısıyla evrimin tesadüfen oluştuğunu iddia ettiği ilk hücre yalnızca hayal gücüne dayalı bir fantezi ürünü olarak kalmıştır.

Halen aydınlığa kavuşturulamamış pek çok sırrı içinde barındıran canlı hücresi, evrim teorisinin en büyük açmazlarından birini oluşturur.

Gerek hücre, gerekse hücrenin yapı taşı olan proteinlerden tek bir tanesi bile rastlantılar sonucunda oluşamayacak derecede kompleks bir yapıya sahiptir. Laboratuvar deneyleri ve olasılık hesapları, bu imkansızlığı gözler önüne sermiştir. Günümüzün en gelişmiş laboratuvarlarında, en son teknolojiyle bile canlı hücresindekine benzer bir verim ve başarıyla protein üretimi yapılamamaktadır.

Evrim açısından benzer bir açmaz da canlı hücresinin çekirdeğinde bulunan ve yaklaşık 3.5 milyar birimlik bir şifreleme sistemiyle canlının tüm bilgilerinin kodlu olduğu DNA molekülüdür. 1950’lerde elektron mikroskobunun icadıyla yapısı keşfedilen DNA, muhteşem bir plan ve tasarıma sahip dev bir moleküldür. Uzun yıllar evrim teorisine inanan Nobel ödüllü bilim adamı Francis Crick bile DNA’yı keşfettikten sonra, yaşamın kaynağının rastlantı ve tesadüfler olamayacağını şöyle itiraf etmek zorunda kalmıştır:

Alıntı:

Darwin’in teorisinin bilim dünyasına hakim olmasından bu yana, paleontoloji (fosil bilimi) bu teori temel alınarak yürütülmektedir. Ancak buna rağmen dünyanın pek çok farklı bölgesinde yapılan fosil kazıları, teoriyi destekleyen değil, çürüten sonuçlar vermiştir. Fosiller, farklı canlı gruplarının yeryüzünde özgün yapılarıyla aniden ortaya çıktıklarını, yani yaratıldıklarını göstermektedir.
Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayatın kökeni mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır.1

Ülkemizdeki evrimcilerin en tanınmışlarından olan Prof. Dr. Ali Demirsoy da protein ve DNA’nın meydana gelmesi hakkında şu itirafı yapmaktadır:

Esasında bir proteinin ve çekirdek asidinin (DNA-RNA) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılıktır. Hatta belirli bir protein zincirinin ortaya çıkma şansı astronomik denecek kadar azdır.2

Ünlü Amerikalı mikrobiyolog Homer Jacobson ise canlılığın tesadüfen oluşumunun ne derece imkansız olduğunu şöyle ifade etmektedir:

İlk canlı ortaya çıktığı zaman, üreme planlarının, çevreden madde ve enerji sağlamanın, büyüme sırasının ve bilgileri büyümeye çevirecek mekanizmaların tamamına ait emirlerin o anda birarada bulunmaları gerekmektedir. Bunların hepsinin kombinasyonu ise tesadüfen gerçekleşemez.3

Evrim teorisinin bir diğer büyük hezimeti de fosil kayıtlarındadır. Yıllar süren arkeolojik çalışmalarda bulunan fosiller arasında, evrimin öne sürdüğü gibi, canlıların basit türlerden kompleks türlere kademe kademe evrimleştiğini göstermesi gereken ara geçiş formlarına bir türlü rastlanamamıştır. Eğer gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin sayılamayacak kadar çok olması gerekir. Daha da önemlisi, bu ucube canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Çünkü bu ara geçiş formları gerçekten var olmuş olsa, bunların sayısı bugün bildiğimiz hayvan türlerinden bile fazla olmalı ve dünyanın dört bir yanı fosilleşmiş ara geçiş formu kalıntılarıyla dolup taşmalıdır. Evrimciler 19. yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında yaptıklarıhummalı fosil araştırmalarındabu ara geçiş formlarını aramaktadırlar. Oysa, 150 yıla yakın bir süredir büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.

Kısacası fosil kayıtları da canlı türlerinin, evrimin iddia ettiği gibi ilkelden gelişmişe doğru bir süreç izlediğini değil, bir anda ve en mükemmel halde ortaya çıktıklarını göstermektedir.

Evrimciler, yüz elli yıla yakın bir süredir büyük bir gayretle teorilerine delil toplamaya çalışırlarken, kendi elleriyle evrim diye bir sürecin yaşanmış olamayacağını bizzat kendileri ispatlamışlardır. Sonuçta modern bilim şu tartışılmaz gerçeği ortaya koymuştur: Canlılar kör tesadüfler sonucu evrimle oluşmamış, Allah tarafından yaratılmışlardır.

Alıntı:

Amber içinde bulunmuş 25 milyon yıllık termit fosilleri. Günümüzde yaşayan termitlerden tümüyle farksız.
2. EVRİM TEORİSİNİN ÇÜRÜTÜLMESİ YARATILIŞ’IN DOĞRULUĞUNU NASIL GÖSTERİR?

Canlılığın yeryüzünde nasıl ortaya çıktığı sorusunu sorduğumuzda, karşımıza iki farklı cevap çıkar:

– Bu cevaplardan birincisi, canlıların evrim yoluyla ortaya çıktıklarıdır. Bu iddiayı savunan evrim teorisine göre canlılık tesadüflerle ortaya çıkan bir ilk hücreyle başlamıştır. Bu canlı hücre de yine tesadüfler sonucunda gelişip evrimleşmiş ve çeşitlenerek dünya üzerindeki milyonlarca farklı türü oluşturmuştur.

– İkinci cevap ise “Yaratılış”tır: Bütün canlılar tüm evrene hakim olan bir Yaratıcı’nın yaratmasıyla var olmuşlardır. Hiçbir şekilde tesadüfle meydana gelmesi mümkün olmayan canlılık ve milyonlarca canlı türü, ilk yaratıldıklarında da bugünkü gibi eksiksiz, kusursuz ve üstün bir tasarıma sahiplerdi. En basit gibi görünen canlı türlerinin dahi, kendi kendine, doğal şartlarla ve rastlantılarla oluşamayacak derecede kompleks yapı ve sistemlere sahip olması, bunun açık bir kanıtıdır.

Bu iki seçenek dışında, canlılığın nasıl ortaya çıktığı konusunda bugün ortaya konabilecek üçüncü bir iddia, bir teori hatta herhangi bir varsayım bile yoktur. Mantık kurallarına göre cevabı iki seçenekli bir sorunun cevap seçeneklerinden birinin kesin yanlış olduğu ortaya konursa, diğer seçeneğin kesin doğru olduğu da anlaşılır. En temel mantık kurallarından biri olan bu kurala “ayrık çıkarım” (modus tolendo ponens) adı verilir.

Yani eğer yeryüzündeki canlı türlerinin, evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüflerle evrimleşerek ortaya çıkmadığı ispatlanırsa, bu durum canlıların bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarını kesin olarak ispatlar. Evrim teorisini savunan bilim adamları da “üçüncü bir alternatif” olmadığını kabul ederler. Bunlardan biri olan Douglas Futuyma bunu şu sözleriyle ifade etmektedir:

Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır ya da kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek meydana gelmişlerdir. Eğer eksiksiz ve mükemmel biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde üstün bir akıl tarafından yaratılmış olmaları gerekir.4

Evrimci Futuyma’nın bu sözlerinin cevabını fosil bilimi verir. Fosil bilimi (paleontoloji) tüm canlı gruplarının farklı zamanlarda, birdenbire ve mükemmel biçimleriyle yeryüzü sahnesine çıktıklarını göstermektedir.

Yüzyılı aşkın bir süredir sürdürülen arkeolojik kazılarda ve araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine, canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya çıktıklarını, yani “yaratıldıklarını” göstermiştir. Bakteriler, omurgasız deniz canlıları, balıklar, yumuşakçalar, eklembacaklılar, amfibiyenler, sürüngenler, kuşlar veya memeliler aniden, kompleks organ ve sistemleriyle yeryüzünde belirmişlerdir. Aralarında birbirine sözde bir geçiş olduğunu gösteren fosiller de yoktur. Fosil bilimi de diğer bilim dallarının verdiği mesajı vermektedir: Canlılar evrimleşmemişler, yaratılmışlardır. Sonuçta evrimciler, gerçek dışı teorilerini kanıtlamaya çalışırken, kendi elleriyle yaratılış gerçeğinin delillerini ortaya çıkarmışlardır.

Ünlü İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın evrim teorisinin tüm iddialarını geçersiz kılan bu açık gerçeği şöyle itiraf eder:

Sorunumuz şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz.5

KAMBRİYEN DEVRİ, EVRİM TEORİSİNİ YIKMAK İÇİN YETERLİDİR

Canlılar alemi, biyologlar tarafından bitkiler, hayvanlar, mantarlar gibi temel “alemlere” ayrılır. Bunlar da kendi içlerinde ilk olarak farklı “filum”lara bölünürler. Bu filumlar belirlenirken, her birinin tamamen farklı vücut planlarına sahip oldukları göz önünde bulundurulmuştur. Örneğin artropodlar (eklem bacaklılar) kendilerine has bir filumdur ve filuma dahil edilen tüm canlılar temelde benzer bir vücut planına sahiptir. Chordata olarak adlandırılan filum ise, merkezi bir sinir ağına sahip olan canlıları barındırır. Bizim için tanıdık olan balıklar, kuşlar, sürüngenler, memeliler gibi hayvanların tümü, Chordata’nın bir alt sınıfı olan omurgalılar kategorisine dahildir.

Hayvanların farklı filumları arasında, ahtopotlar gibi yumuşak bedenli canlıları barındıran Molluska filumu ya da yuvarlak solucanları barındıran Nematoda filumu gibi çok farklı kategoriler vardır. Bu kategorilerin en önemli özelliği ise, başta da belirttiğimiz gibi tamamen farklı vücut planlarına sahip olmalarıdır.

Peki bu farklı canlılar nasıl ortaya çıkmıştır?

Önce evrim teorisinin bu konudaki varsayımını ele alalım. Bilindiği gibi teori, canlılığın tek bir ortak atadan geldiğini ve küçük değişimlerle farklılaştığını öne sürmektedir. Bu durumda, canlılığın, ilk başta birbirine çok benzer ve basit formlarda ortaya çıkmış olması, sonra zamanla gelişip çeşitlenmesi gerekir.

Yani evrim teorisine göre, canlılık tek bir kökten gelen, ancak sonra dallara ayrılan bir ağaç gibi olmalıdır. Nitekim bu varsayım Darwinist kaynaklarda ısrarla vurgulanır ve “hayat ağacı” kavramı sık sık kullanılır. Bu hayat ağacına göre, önce tek bir filum oluşmalı, sonra diğer filumlar küçük küçük değişimlerle ve uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş belirmelidir.

Evrim teorisinin iddiası budur. Peki ama gerçekten böyle mi olmuştur?

Kesinlikle hayır. Aksine, hayvanlar, ilk ortaya çıktıkları dönemden itibaren çok farklı ve kompleks yapılara sahiptirler. Bugün bilinen tüm hayvan filumları, yeryüzünde aynı anda, Kambriyen devri olarak bilinen jeolojik dönemde ortaya çıkmışlardır. Kambriyen devri, yaşı 530-520 milyon yıl olarak hesaplanan 10 milyon yıllık bir jeolojik dönemdir. Bu devirden önceki fosil kayıtlarında, tek hücreli canlılar ve çok basit birkaç çok hücreli dışında hiçbir canlının izine rastlanmaz. Kambriyen devri gibi son derece kısa bir dönem içinde ise (10 milyon yıl, jeolojik anlamda çok kısa bir zaman dilimidir) bütün hayvan filumları, tek bir eksik bile olmadan bir anda ortaya çıkmışlardır!

Kambriyen kayalıklarında bulunan fosiller, salyangozlar, trilobitler, süngerler, solucanlar, denizanaları, denizyıldızları, yüzücü kabuklular, deniz zambakları gibi çok farklı canlılara aittir. Bu tabakadaki canlıların çoğunda, modern örneklerinden hiçbir farkı olmayan, göz, solungaç, kan dolaşımı gibi kompleks sistemler, ileri fizyolojik yapılar bulunur. Bu yapılar hem çok kompleks, hem de çok farklıdır. Evrimci literatürün popüler yayınlarından Earth Sciences dergisinin editörü Richard Monestarsky, Kambriyen Patlaması hakkında şu bilgileri vermektedir:

Bugün görmekte olduğumuz oldukça kompleks hayvan formları aniden ortaya çıkmışlardır. Bu an, Kambriyen devrin tam başına rastlar ki, denizlerin ve yeryüzünün ilk kompleks yaratıklarla dolması bu evrimsel patlamayla başlamıştır. Günümüzde dünyanın her yanına yayılmış olan omurgasız takımları erken Kambriyen devirde zaten vardır ve yine bugün olduğu gibi birbirlerinden çok farklıdırlar.6

Darwinizm’in dünya çapındaki en önemli eleştirmenlerinden biri olan Berkeley Üniversitesi profesörü Philip Johnson, paleontolojinin ortaya koyduğu bu gerçeğin, Darwinizm’le olan açık çelişkisini şöyle açıklamaktadır:

Darwinist teori, canlılığın bir tür “giderek genişleyen bir farklılık üçgeni” içinde geliştiğini öngörür. Buna göre canlılık, ilk canlı organizmadan ya da ilk havyan türünden başlayarak, giderek farklılaşmış ve biyolojik sınıflandırmanın daha yüksek kategorilerini oluşturmuş olmalıdır. Ama hayvan fosilleri bizlere bu üçgenin gerçekte başaşağı durduğunu göstermektedir: Filumlar henüz ilk anda hep birlikte vardır, sonra giderek sayıları azalır.7

Philip Johnson’ın belirttiği gibi, filumların kademeli olarak oluşması bir yana, tüm filumlar bir anda var olmuşlar, hatta ilerleyen dönemlerde bazılarının soyu tükenmiştir. Çok farklı canlıların bir anda ve kusursuz şekilde ortaya çıkmalarının anlamı ise, evrimci Futuyma’nın da kabul ettiği gibi, yaratılıştır.

Görüldüğü gibi eldeki bütün bilimsel bulgular evrim teorisinin iddialarını geçersiz kılmakta ve yaratılış gerçeğini gözler önüne sermektedir.

3. İNSANA AİT BULGULAR NE KADAR ESKİYE GİDER? BU BULGULAR NEDEN EVRİMİ DESTEKLEMEZ?

İnsanın yeryüzündeki varoluş zamanıyla ilgili sorunun cevabını bulmak için fosil kayıtlarına başvurmak gerekir. Fosil kayıtları insanla ilgili bulguların milyonlarca yıl öncesine uzandığını göstermektedir. Bu bulgular iskelet ve kafatası parçaları ve çeşitli dönemlerde yaşamış insanlara ait kalıntılardan oluşmaktadır. İnsana ait kalıntıların en eskisi, ünlü fosil bilimci Mary Leakey tarafından 1977 yılında Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde bulunmuş “ayak izleri” dir.

Bu kalıntılar bilim dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Yapılan çalışmalar bu ayak izlerinin, 3.6 milyon yıllık bir tabakada yer aldığını gösteriyordu. İzleri inceleyen Russell Tuttle şunları yazmıştı:

Bu izler, çıplak ayaklı bir Homo sapiens (insan) tarafından bırakılmış olmalıdır. Yapılan tüm morfolojik incelemeler, bu izleri bırakan canlının ayağının, modern insanlarınkilerden farklı olmadığını göstermektedir.8

Yapılan araştırmalarla, ayak izlerinin sahipleri de tanımlanabildi. 10 yaşında modern bir insanın 20 tane ve daha küçük bir insanın 27 tane fosilleşmiş ayak izi mevcuttu. Mary Leakey’in bulduğu izleri inceleyen Don Johanson ve Tim White gibi ünlü paleoantropologlar da bu sonucu teyidettiler. White bu fikrini şu sözlerle açıklıyordu:

Hiç kuşkunuz olmasın… Bunlar günümüz insanının ayak izlerinden tamamen farksız. Eğer bu izler bugün bir California plajında olsalardı ve bir çocuğa bunların ne olduğu sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden burada bir insanın yürüdüğünü söylerdi. Bunları, kumsalda yer alan diğer yüzlerce insan ayak izinden ayırt edemezdi. Dahası siz de ayırt edemezdiniz.9

Söz konusu ayak izleri evrimci bilim adamları arasında önemli bir tartışmayı başlattı. Çünkü bu izlerin bir insana ait olduğunu kabul etmeleri, maymundan insana doğru çizdikleri hayali sıralamalarının artık savunulamaz hale gelmesi anlamına gelecekti. Ancak bu noktada dogmatik evrimci mantık bir kez daha kendini gösterdi. Evrimci bilim adamlarının birçoğu bir kere daha ön yargıları uğruna bilimden vazgeçtiler. Laetoli’de bulunan izlerin maymunumsu bir canlıya ait olması gerektiğini iddia ettiler. Bu iddiayı savunmaya çalışan evrimcilerden biri olan Russell Tuttle şunları yazıyordu:

Sonuçta, Laetoli bölgesindeki 3.6 milyon yıllık ayak izleri bugünkü günümüz insan ayak izlerine çok benzemektedir. Bulgu, bu izleri bırakan canlıların bizden daha kötü ya da farklı yürüyen bir canlı olduğunu göstermemektedir. Eğer bu izler bu kadar eski olmasalardı, bunların da bizim gibi bir homo (insan) tarafından bırakıldıklarını hiç tartışmasız kabul edebilirdik… Ama yaş sorunu nedeniyle, bu izlerin Lucy fosili ile aynı türe, yani Australopithecus Afarensis (Evrimcilerin yarı insan-yarı maymun olarak göstermeye çalıştıkları, gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türü) türüne ait bir canlı tarafından bırakıldığı varsayımını kabul etmek durumundayız.10

İnsanla ilgili en eski kalıntılardan biri de Louis Leakey tarafından 1970’lerin başında Olduvai George bölgesinde bulunan taş bir kulübenin kalıntılarıdır. Kulübenin kalıntıları 1.7 milyon yıllık bir katmanda bulunmaktaydı. Afrika’nın bazı bölgelerinde benzerleri bugün de kullanılan bu tarz yapıların sadece Homo sapiens, yani günümüz insanı tarafından yapılmış olabileceği bilinmektedir. Kalıntının önemi, insanın, evrimciler tarafından atası olarak gösterilen sözde maymunumsularla aynı tarihte yaşadığını ortaya koymasıdır.

Alıntı:

Tanzanya Laetoli’de bulunan 3.6 milyon yıllık insan ayak izleri
Etiyopya’nın Hadar bölgesinde bulunan 2.3 milyon yıllık modern insan çenesi de yine modern insanın yeryüzünde evrimcilerin öngördüğü tarihten çok daha önce var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.11

İnsanla ilgili bulunan en eski ve en eksiksiz fosillerden biri de KNM-WT 15000 veya diğer adıyla “Turkana Çocuğu” iskeletidir. 1.6 milyon yıllık bu fosili evrimci Donald Johanson şöyle tarif eder:

Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalıları’nınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu.12

Yapılan araştırmalar fosilin 12 yaşında bir çocuğa ait olduğunu ve büyüyebilmiş olsaydı 1.83 m. boyuna ulaşabileceğini göstermiştir. ABD’li paleoantropolog Alan Parker “sıradan bir patoloğun bu çocuğun iskeletiyle, günümüz insanına ait bir iskeleti birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler.13

İnsanla ilgili bulunan kalıntılardan en çok yankı getirenlerden biri de 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosildi. İspanya’nın Atapuerca bölgesindeki Gran Dolina mağarasında yapılan araştırmalarda ortaya çıkarılan 800 bin yıllık fosil 11 yaşında bir insana aitti ve onu bulan araştırmacıları şaşırtmıştı. Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropologdan oluşan araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras şunları söylüyordu:

Etiyopya’nın Hadar bölgesinde bulunan 2.3 milyon yıllık modern insan çenesi de yine modern insanın yeryüzünde evrimcilerin öngördüğü tarihten çok daha önce var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.11

İnsanla ilgili bulunan en eski ve en eksiksiz fosillerden biri de KNM-WT 15000 veya diğer adıyla “Turkana Çocuğu” iskeletidir. 1.6 milyon yıllık bu fosili evrimci Donald Johanson şöyle tarif eder:

Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalıları’nınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu.12

Yapılan araştırmalar fosilin 12 yaşında bir çocuğa ait olduğunu ve büyüyebilmiş olsaydı 1.83 m. boyuna ulaşabileceğini göstermiştir. ABD’li paleoantropolog Alan Parker “sıradan bir patoloğun bu çocuğun iskeletiyle, günümüz insanına ait bir iskeleti birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler.13

İnsanla ilgili bulunan kalıntılardan en çok yankı getirenlerden biri de 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosildi. İspanya’nın Atapuerca bölgesindeki Gran Dolina mağarasında yapılan araştırmalarda ortaya çıkarılan 800 bin yıllık fosil 11 yaşında bir insana aitti ve onu bulan araştırmacıları şaşırtmıştı. Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropologdan oluşan araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras şunları söylüyordu:

Etiyopya’nın Hadar bölgesinde bulunan 2.3 milyon yıllık modern insan çenesi de yine modern insanın yeryüzünde evrimcilerin öngördüğü tarihten çok daha önce var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.11

İnsanla ilgili bulunan en eski ve en eksiksiz fosillerden biri de KNM-WT 15000 veya diğer adıyla “Turkana Çocuğu” iskeletidir. 1.6 milyon yıllık bu fosili evrimci Donald Johanson şöyle tarif eder:

Uzun ve zayıftı. Vücut şekli ve uzuvlarının oranları bugünkü Ekvator Afrikalıları’nınkiyle aynıydı. Uzuvlarının ölçüleri, bugün yetişkin beyaz Kuzey Amerikalılarla tamamen uyuşuyordu.12

Yapılan araştırmalar fosilin 12 yaşında bir çocuğa ait olduğunu ve büyüyebilmiş olsaydı 1.83 m. boyuna ulaşabileceğini göstermiştir. ABD’li paleoantropolog Alan Parker “sıradan bir patoloğun bu çocuğun iskeletiyle, günümüz insanına ait bir iskeleti birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu” söyler.13

İnsanla ilgili bulunan kalıntılardan en çok yankı getirenlerden biri de 1995 yılında İspanya’da bulunan bir fosildi. İspanya’nın Atapuerca bölgesindeki Gran Dolina mağarasında yapılan araştırmalarda ortaya çıkarılan 800 bin yıllık fosil 11 yaşında bir insana aitti ve onu bulan araştırmacıları şaşırtmıştı. Madrid Üniversitesi’nden üç İspanyol paleoantropologdan oluşan araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras şunları söylüyordu:

Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800.000 yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü… Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz bir şeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina’da kasetçalar bulmak gibi bir şey. Böyle bir şey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık “modern” bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık.14

Görüldüğü gibi fosil bulguları, “insanın evrimi” iddiasını yalanlamaktadır. Bu iddia bazı medya kuruluşları tarafından topluma sanki ispatlanmış bir gerçek gibi sunulur, oysa ortada sadece hayali teoriler vardır. Nitekim evrimci bilim adamları da bu gerçeği kabul etmekte ve “insanın evrimi” iddiasının bilimsel delillerden yoksun olduğunu itiraf etmektedirler.

Örneğin evrimci paleontologlar Villie, Solomon ve Davis, “biz insanlar fosil kayıtlarında aniden beliriyoruz” diyerek, insanın yeryüzünde aniden, yani hiçbir evrimsel atası olmadan ortaya çıktığını kabul etmektedirler.15

Collard ve Wood ise 2000 yılında kaleme aldıkları bir makalede “insan evrimi hakkındaki mevcut filogenetik (evrimsel) hipotezler hiç güvenilir değil” demek zorunda kalmışlardır.16

Elde edilen her yeni fosil bulgusu -bazı ciddiyetsiz gazetelerde “Evrimin Kayıp Halkası Bulundu” gibi uydurma başlıklarlaaktarılsadahi- evrimcileri daha da fazla çıkmaza sokmaktadır. 2001 yılında bulunan ve Kenyanthropus platyops adı verilen kafatası fosili bunun son örneğidir. George Washington Üniversitesi Antropoloji bölümünden evrimci paleontolog Daniel E. Lieberman, Nature dergisinde yazdığı makalesinde, Kenyanthropus platyops hakkında şu yorumu yapmıştır:

 

“İnsanın evrim tarihi çok karmaşıktır ve çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllıkbaşka bir türün bulunması ile durum daha da karışacak gibi görünüyor… Kenyanthropus platyops’un yapısı genel olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı konuları hakkında birçok soruyu beraberinde getiriyor. Örneğin neden alışılmışın dışında olarak, küçük bir çene dişine ve öne doğru kavisli çene kemiği olan büyük düz bir yüze aynı anda sahip? Büyük yüzü ve benzer şekilde yerleştirilmiş çene kemiği olan tüm diğer insanımsı türlerin büyük bir dişi var. K. Platyops’in önümüzdeki birkaç yıl içindeki en başlıca rolünün, birlikleri bozucu ve insanımsılar arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan kargaşayı vurgulayıcı bir rolü olacağını düşünüyorum.”17

Görüldüğü gibi eldeki bulguların sayısının artması, evrim teorisi lehinde değil aleyhinde sonuçlar ortaya koymaktadır. Oysa eğer geçmişte bir evrim süreci yaşanmış olsaydı, bunun çok fazla kanıtı olmalı ve elde edilen her bulgu teoriyi biraz daha güçlendirmeliydi. Nitekim Darwin, Türlerin Kökeni adlı kitabında bilimin bu yönde gelişeceğini iddia etmişti. Ona göre teorisinin fosil kayıtları açısından tek sorunu, yeterince fosil bulgusu olmamasıydı. Yapılacak araştırmalarda teorisini ispatlayacak sayısız fosil çıkacağını ümid ediyordu. Oysa bilimsel bulgular, Darwin’in bu hayalini tamamen boşa çıkardı.

4. EVRİM TEORİSİ NEDEN “BİYOLOJİNİN TEMELİ” DEĞİLDİR?

Evrimciler tarafından sık sık tekrarlanan bir iddia vardır: Evrim teorisinin bilimin temeli olduğu yalanı… Bu iddiayı ortaya atanlar, evrim teorisi olmadan biyoloji biliminin gelişemeyeceğini, hatta var olamayacağını iddia ederler. Aslında bu iddia çaresizlikten kaynaklanan bir demagojiden ibarettir. Türkiye’nin bilim alanında yetiştirdiği önemli isimlerden biri olan bilim felsefecisi Prof. Dr. Arda Denkel bu konuyu şöyle yorumlamaktadır:

Örneğin, “Evrim Kuramı’nı reddetmek biyolojik bilimlerin, yer bilimlerinin, fizik ve kimyanın bulgularını da reddetmek anlamına gelir” düpedüz yanlış bir önerme. Çünkü iddia edilen türden bir çıkarım (burada bir modus tollens) elde edebilmek için, önce kimya, fizik, jeoloji ve biyolojinin bulgularını dile getiren kimi önermelerin evrim kuramını içeriyor (implication) olması gerekirdi. Oysa bulgular ya da onların ifadeleri kuramları içermezler; ayrıca onları kanıtlamazlar (demonstration/proof) da.18

Alıntı:

Sovyetler Birliği’nde Stalin dönemindeki tüm bilimsel çalışmalar Marx ve Engels’in ortaya attığı “diyalektik materyalizm”e zorla uydurulmuştu. Darwinizm’i biyolojinin temeli gibi gösterenler, aynı dogmatik zihniyeti taşımaktadırlar.
Evrimin bilimin temeli olduğu’ iddiasının ne denli geçersiz ve saçma bir iddia olduğu, sadece bilim tarihinin incelenmesiyle bile anlaşılabilir. Eğer bu iddia doğru olsaydı, evrim teorisinin ortaya atılmasından önce dünya üzerinde bilimsel bir gelişme olmaması, bütün bilimlerin de evrim teorisinin ortaya atılmasından sonra doğmuş olmaları gerekirdi. Oysa biyoloji, paleontoloji (fosil bilimi) gibi bilim dallarının hepsi, evrim teorisinden önce doğmuş ve gelişmişlerdir. Evrim ise bu bilim dallarına sonradan sokulmak, zorla kabul ettirilmek istenmiş bir varsayımdır.

Evrimcilerin bu yönteminin bir benzeri, Stalin döneminde SSCB’de de uygulanmıştı. O dönemde Sovyetler Birliği’nin resmi ideolojisi olan komünizm, “diyalektik materyalizm” olarak bilinen felsefeyi tüm bilimlerin temeli saymıştı. Bunun bir sonucu olarak Stalin tüm bilimsel çalışmaların diyalektik materyalizme uydurulmasını emretmişti. Böylece SSCB’de yazılan tüm biyoloji, fizik, kimya, tarih, siyaset, hatta sanat kitaplarının başına, “bu bilimlerin diyalektik materyalizme, Marx’ın, Engels’in, Lenin’in görüşlerine dayandığı”na dair giriş bölümleri eklenmişti.

Ama SSCB çökünce bu zorlama yorumlar kitaplardan çıkarılmış ve kitaplar yine aynı bilgileri içeren teknik, bilimsel kitaplar olarak kalmışlardır. Diyalektik materyalizm gibi bir safsatadan vazgeçilmesi asla bilimi gölgede bırakmamış, aksine bilimin üzerindeki baskı ve zorlamaları ortadan kaldırmıştır.

Bugün de çağdaş bilimi evrime bağlı kalmaya zorlayan hiçbir neden yoktur. Bilim gözlem ve deneye dayanır. Evrim ise, gözlemlenemeyen geçmiş hakkında ortaya atılmış bir varsayımdır. Dahası bu varsayımın iddia ve önermeleri her defasında bilimin ve mantığın kuralları tarafından yalanlanmıştır. Bu varsayım terk edildiğinde elbette ki bilim hiçbir kayba uğramayacaktır. Amerikalı bir biyolog olan Harper bu konuda şu yorumu yapar:

Sık sık Darwinizm’in modern biyolojinin temeli olduğu iddia edilir. Oysa aksine, eğer Darwinizm’e yapılan bütün göndermeler ortadan kaldırılsa, biyoloji biliminde hiçbir değişiklik olmayacaktır…19

Hatta tam tersine bilim, dogmatizm, ön yargı, safsata ve uydurmalarla dolu böyle bir teorinin dayatmasından kurtulduğu için çok daha hızlı ve sağlıklı bir biçimde ilerlemeyi sürdürecektir.

Alıntı:
1 Francis Crick, Life Itself: It’s Origin and Nature, New York, Simon & Schuster, 1981, s. 88
2 Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, Ankara: Meteksan Yayınları, 1984, s. 39
3 Homer Jacobson, “Information, Reproduction and the Origin of Life”, American Scientist, Ocak 1955, s. 121
4 Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon Books, 1983. s. 197
5 Derek A. Ager, “The Nature of the Fossil Record”, Proceedings of the British Geological Association, cilt 87, no. 2, (1976), s. 133
6 Richard Monestarsky, “Mysteries of the Orient”, Discover, Nisan 1993, s. 40
7 Phillip E. Johnson, “Darwinism’s Rules of Reasoning”, Darwinism: Science or Philosophy, Foundation for Thought and Ethics, 1994, s. 12
8 I. Anderson, New Scientist, cilt 98, 1983, s. 373.
9 D. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981, s. 250
10 R. H. Tuttle, Natural History, Mart 1990, s. 61-64
11 D. Johanson, Blake Edgar, From Lucy to Language, s.169
12 D. Johanson, Blake Edgar, From Lucy to Language, s.173
13 Boyce Rensberger, The Washington Post, 19 Kasım 1984
14 “Is This The Face of Our Past”, Discover, Aralık 1997, s. 97-100
15 Villee, Solomon and Davis, Biology, Saunders College Publishing,1985, s. 1053
16 “Hominoid Evolution and Climatic Change in Europe” Volume 2 Edited by Louis de Bonis, George D. Koufos, Peter Andrews, Cambridge University Press 2001 Bölüm 6
17 Daniel E. Lieberman, “Another face in our family tree”, Nature, 22 Mart 2001
18 Arda Denkel, Cumhuriyet Bilim Teknik Eki, 27 Şubat 1999
19 G. W. Harper, “Alternatives to Evolution”, School Science Review, cilt. 61, Eylül 1979, s. 26
5. DNA’NIN “TESADÜF”LE AÇIKLANMASI NEDEN İMKANSIZDIR?

GÜNÜMÜZ bilimiyle ulaştığımız bilgi seviyesi, canlıların asla tesadüflerle ortaya çıkamayacak kadar kusursuz bir tasarım ve son derece kompleks bir yapıya sahip olduklarını gösterir. Örneğin son dönemde, ‘İnsan Genomu Projesi’ sayesinde, insan genindeki mükemmel ve kusursuz yapı gözler önüne serilmiştir.

Bu proje çerçevesinde, Amerika’dan Çin’e kadar birçok ülkeden bilim adamları, 10 yıl boyunca DNA’da yer alan 3 milyar kimyasal şifreyi tek tek belirlemek için uğraştılar. Bunun sonucunda, insan geninde yer alan bilgilerin tamamına yakını doğru olarak dizilebildi.

Bu heyecan verici önemli gelişme, ‘İnsan Genomu Projesi’nin başında bulunan Dr. Francis Collins’in, “insanın kullanım kılavuzunda ilk defa bir bölümü tamamlayabildik” dediği gibi, DNA’daki sırların anlaşılması yolunda henüz başlangıç aşamasıdır.

Bu bilgiyi oluşturan şifrelerin ortaya çıkarılmasının neden 10 yıl sürdüğü ve yüzlerce bilim adamının emeğine mal olduğunu anlayabilmek için DNA’ya sığdırılan bilginin büyüklüğünü anlamak gerekir.

DNA SONSUZ BİLGİ KAYNAĞININ VARLIĞINI GÖSTERİR

İnsanın tek bir hücresinin DNA’sında tam 1 milyon ansiklopedi sayfasını doldurabilecek miktarda bilgi bulunur. İnsan kendi bilgisini okumaya kalkışsa buna ömrü yetmez. Her gün, 24 saat boyunca, hiç durmadan, her bir saniyede insanın DNA şifrelerinden bir tanesi okunacak olsa, bu işlemin tamamlanması için 100 yıl geçmesi gerekmektedir. Çünkü yapılan tespitlere göre, bu dev ansiklopedi yaklaşık 3 milyar farklı şifreye sahiptir. Eğer DNA’daki bilgileri kağıt üzerine yazılı hale getirseydik, kağıtların uzunluğu Kuzey Kutbu’ndan Ekvator’a kadar uzanacaktır. Bu miktar, büyük bir kütüphaneyi fazlasıyla doldurabilecek sayıda, yaklaşık 1000 büyük cilt kitap anlamına gelmektedir.

Bundan daha da önemlisi, bu uçsuz bucaksız bilgi deposunun her hücrenin çekirdeğinde bulunmasıdır ki, yaklaşık 100 trilyon hücreden oluşan bir insanda bu kütüphaneden 100 trilyon kopya vardır.

Bu bilgi hazinesini insanoğlunun ulaştığı bilgi seviyesiyle karşılaştırmak istesek, örnek verebileceğimiz benzer bir büyüklük bulamayız. Karşımıza inanılmaz bir tablo çıkar: 100 trilyon kere 1000 kitap! Bu yeryüzündeki kum tanelerinden daha fazla bir miktardır. Bir de bu sayıyı dünya üzerinde şu anda yaşayan 6 milyar insan ve beraberinde yaşayıp ölmüş milyarlarca insan sayısıyla çarparsak karşımıza aklımızın kavrayamayacağı büyüklükte, uçsuz bucaksız, sonsuza doğru uzanan bir bilgi çıkar.

Bu örnekler, ne kadar muazzam bir bilgiyle iç içe bulunduğumuzun göstergesidir. Günümüzde, büyük miktarlarda bilginin saklanabildiği en ileri teknoloji bilgisayarlardır. Ancak DNA ile bilgisayarı karşılaştırdığımızda, insan zekasının asırlardır edindiği bilgi birikimi ve yıllar süren çabaları sonucunda geliştirdiği bu son teknolojinin bile daha tek bir hücre çekirdeğinin bilgi saklama kapasitesine ulaşamadığını hayretle görürüz.

İnsan Genomu Projesini yürüten Celera Genomics şirketinin konu hakkındaki en önemli uzmanlarından biri olan Gene Myers’ın, proje sonucu hakkındaki şu sözleri, DNA’daki bu büyük bilgi ve tasarımı ifade etmektedir: “Beni asıl şaşırtan şey hayatın mimarisidir… Sistem olağanüstü derecede komplekstir. Sanki tasarlanmış gibidir… Burada (DNA’da) büyük bir akıl yer almaktadır.”62

İşin diğer bir ilginç yönü ise, yeryüzündeki tüm canlılığın bu aynı dille yazılmış şifreli tariflerle üretilmeleridir. Ne bir mikrop, ne bir bitki, ne de bir hayvan, DNA’sı olmadan oluşamamaktadır. Tüm canlılığın hep aynı kendine özgü dili kullanan, aynı bilgi kaynağından ulaşan tarifler sonucu ortaya çıktığı çok açıktır.

Bu da bizi açık bir sonuca götürmektedir: Dünyadaki tüm canlılar, tek bir akıl tarafından var edilmiş bir bilgiye göre yaşamakta ve çoğalmaktadırlar.

 

Bu gerçek evrim teorisini anlamsız hale getirmektedir. Çünkü evrimin temel dayanağı “tesadüf”tür, oysa tesadüf bilgi oluşturmaz.Bir gün bir kağıt üzerinde kanseri tedavi eden bir ilacın formülü yazılı bulunsa, bu bilim adamını bir an önce bulmak, hatta kendisine ödül vermek için tüm insanlık seferber olur. Kimse, “acaba bu yazı kağıda mürekkebin dökülmesi ile mi oluştu” diye düşünmez. Akıl sahibi, sağlıklı düşünen her insan bu yazıyı ancak kimya, insan fizyolojisi, kanser hastalıkları ve farmakoloji üzerine ihtisas sahibi olan birinin yazmış olacağını düşünecektir.

Evrimcilerin DNA’daki bilginin oluşumu ile ilgili “tesadüf” iddiaları ise, bu yazının tesadüfen oluştuğunu iddia etmekle kıyas dahi edilemeyecek derecede büyük bir mantık bozukluğudur. Çünkü DNA’da, hücrenin içinde üretilecek enerji için hangi moleküllerin atomlarının nasıl değiştirileceği, vücuttaki 100 bin çeşit proteinin her birine ait detaylı moleküler formüller ve bunların üretimi esnasında uyulacak hassas sıra yazılıdır. Bunun yanısıra diğer hücrelerle haberleşmede uyulacak haberleşme protokolleri ve bunun için kullanılacak mesajcı hormonların üretim planları ve bunlar gibi sayısız çeşitlilikteki bilgiler de DNA’da yazılıdır.

DNA’nın ve içerdiği uçsuz bucaksız bilginin kendi kendine oluştuğunu iddia etmek konuya uzak, DNA’nın niteliklerinden yüzeysel olarak dahi haberi olmayan kişilerin bilgisizliklerini yansıtır. DNA gibi muazzam bir bilgi içeren ve son derece kompleks yapıya sahip olan bir molekülü tesadüflerin eseri saymak, hiçbir şekilde ciddiye alınamaz bir iddiadır. Nitekim hayatın kökeni konusundaki evrimci tezlerde, diğer pek çok konu gibi, DNA’nın kökeni de “çözülememiş bir sır” gibi ifadelerle geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

EK:

YARATILIŞ İLE BİLİM ARASINDA NASIL BİR BAĞLANTI VARDIR?

Buraya kadar ele aldığımız tüm sorularda ortaya koyduğumuz gibi, evrim teorisi bilimsel bulgulara tamamen aykırı bir iddiadır. 19. yüzyılın ilkel bilim düzeyi içinde doğan teori, 20. ve 21. yüzyılda ardı ardına gelen bilimsel bulgularla çürütülmüştür.

Teoriye körü körüne bağlı kalan evrimciler ise, bilimsel dayanakları kalmadığı için, çareyi demagojilerde bulurlar. En çok başvurdukları demagojilerden biri ise, “yaratılış bir inançtır, bilimin alanına girmez” şeklindeki basmakalıp slogandır. İddialarına göre, evrim bilimsel bir teori, yaratılış ise bir inançtan ibarettir.

Oysa evrimcilerin yegane dayanakları olan bu “evrim bilimdir, yaratılış inançtır” tekerlemesi tamamen yanlış bir bakış açısından kaynaklanır. Bu tekerlemeyi tekrarlayanlar, bilim ile materyalist felsefeyi birbirine karıştırmaktadırlar. Bilimin, mutlaka materyalizmin sınırları içinde kalması gerektiğini, materyalist olmayan hiçbir açıklama yapamayacağını zannetmektedirler. Oysa bugün bilimin kendisi materyalizmi reddetmektedir.

MADDEYİ İNCELEMEK MATERYALİST OLMAK DEĞİLDİR

Konuyu incelemek için önce materyalizmi kısaca tanımlayalım. Materyalizm Eski Yunan’dan beri var olan bir felsefedir ve maddenin yegane varlık olduğu varsayımına dayanır. Materyalist felsefeye göre, madde sonsuzdan beri vardır, sonsuza kadar da var olacaktır. Madde ötesinde başka hiçbir varlık da yine bu felsefeye göre yoktur. Bu bilimsel bir iddia değildir, çünkü deneye ve gözleme tabi tutulamaz. Sadece bir inançtır, bir dogmadır.

Ancak 19. yüzyılda bu dogma bilime karıştırılmış ve hatta bilimin temeli haline getirilmiştir. Oysa bilimin materyalizmi kabul etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Bilim evreni ve doğayı inceler ve herhangi bir felsefi sınırlandırma olmadan sonuçlar çıkarır.

Bu gerçek karşısında bazı materyalistler sıklıkla basit bir kelime oyununa sığınırlar. “Bilim sadece maddeyi inceleyebilir, demek ki maddeci, yani materyalist olmak zorundadır” derler. Evet bilim sadece maddeyi inceler, ama “maddeyi incelemek” ile “materyalist olmak” çok farklı şeylerdir. Çünkü maddeyi incelediğimizde, bu maddede, maddenin kendisi tarafından meydana getirilemeyecek kadar büyük bir bilgi ve tasarım olduğu sonucuna da varabiliriz. Bu bilgi ve tasarımın, kendisini hiç görmesek de, bir zihin tarafından meydana getirildiğini anlayabiliriz.

Örneğin bizden önce bir insanın girip girmediğinden emin olmadığımız bir mağara düşünelim. Bu mağaraya girdiğimizde eğer sadece toz, toprak, taşlar vs. bulursak “bu mağarada sadece gelişigüzel dağılmış maddeler var” diye düşünebiliriz. Ama eğer mağaranın duvarlarında çok büyük bir ustalıkla çizilmiş, göz kamaştırıcı resimler varsa, o halde “bizden önce burada akıllı bir varlık bulunmuş, burada eserler meydana getirmiş” diye düşünürüz. O akıllı varlığı hiç göremeyebiliriz, ama varlığını eserlerinden anlarız.
Alıntı:

Demokritos da günümüz materyalistleri gibi, maddenin ezeli olduğu ve maddeden başka bir varlık bulunmadığı yanılgısına sahipti.
BİLİM MATERYALİZMİ ÇÜRÜTMÜŞTÜR

Bilim de işte bu örnekteki yöntemle doğayı incelemektedir. Eğer doğada gerçekten sadece maddesel etkenlerle açıklanabilecek bir düzen olsaydı, o zaman bilim materyalizmi onaylayabilirdi. Ama çağdaş bilim, doğada asla maddesel etkenlerle açıklanamayacak bir düzen olduğunu, tüm maddeye hakim bir Yaratıcı tarafından var edilen bir tasarım bulunduğunu ortaya çıkarmıştır.

Eğer materyalistlerin iddia ettikleri gibi maddenin doğada kendi kendine canlılığı oluşturma gibi bir özelliği olsaydı, bunun laboratuarların kontrollü ortamında çok daha kolay gerçekleştirilebilmesi gerekirdi. Oysa bugün değil canlı hücresi, onun herhangi bir organeli bile laboratuarlarda suni olarak üretilememiştir.

Örneğin tüm gözlem ve deneyler, maddenin kendi kendine hayat oluşturamadığı, dolayısıyla hayatın metafizik bir yaratılıştan kaynaklandığını ispatlamaktadır. Bu yöndeki tüm evrimci deneyler başarısızlıkla sonuçlanmıştır.Asla cansız maddeden canlılık üretilememiştir. Amerikalı evrimci bir biyolog olan Andrew Scott, ünlü New Scientist dergisinde bu konuda şu itirafı yapar:

Biraz madde alın, karıştırın, ısıtın ve bekleyin. Bu, hayatın kökeninin modern versiyonudur. Yerçekimi, elekromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler gibi “temel” güçler gerisini halledecektir… Peki ama bu kolay hikayenin ne kadarı sağlam temellere oturmaktadır ve ne kadarı umuda dayalı spekülasyonlara bağlıdır? Gerçekte, ilk kimyasal maddelerden canlı hücrelere kadar giden aşamaların bütün mekanizmaları ya tartışma konusudur ya da tamamen karanlık içindedir.65

Hayatın kökeni spekülasyon ve tartışmaya dayalıdır çünkü materyalist dogma hayatı maddenin bir ürünü saymaktadır. Oysa bilimsel veriler maddenin böyle bir yeteneği olmadığını göstermektedir. Bu konuda ünlü bir isim, bilime olan katkıları nedeniyle İngiliz hükümetinden “Sir” ünvanı almış astronom ve matematikçi Prof. Fred Hoyle şu yorumu yapıyor:

Eğer gerçekten maddenin içinde, onu yaşama doğru iten bir iç-prensip olsaydı, bunun bir laboratuvarda kolaylıkla gösterilebilmesi gerekirdi. Örneğin bir araştırmacı, ilkel çorbayı temsil eden bir yüzme havuzunu deney için kullanabilirdi. Böyle bir havuzu istediğiniz her türlü cansız kimyasalla doldurun. Ona istediğiniz her türlü gazı pompalayın, ya da üzerine istediğiniz her türlü radyasyonu verin. Bu deneyi bir yıl boyunca sürdürün ve (hayat için gerekli olan) 2000 enzimden kaç tanesinin sentezlendiğini kontrol edin. Ben size cevabı şimdiden vereyim ve böylece bu deneyle zamanınızı harcamayın: Kesinlikle hiçbir şey bulamazsınız, belki oluşacak birkaç amino asit ve diğer basit kimyasal maddeler dışında.66

Aslında materyalizmin çıkmazı daha da büyüktür. Madde, bırakın kendi kendini oluşturmayı, insan bilinciyle birleştiği zaman bile hayat oluşturamamaktadır. Çünkü bugün insanlık, tüm bilgi ve teknoloji birikimine rağmen cansız maddeden hayat üretememektedir.

Burada kısaca özetlediğimiz gerçek, maddenin kendi kendine hiçbir tasarım ve bilgi oluşturamayacağı gerçeğidir. Oysa evrende ve canlılarda, olağanüstü derecede kompleks tasarımlar ve olağanüstü bir bilgi yer almaktadır. Bu da bize, evrendeki ve canlılıktaki bu tasarım ve bilginin, tüm maddeye hakim olan, maddeden önce de var olan, sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı’nın eseri olduğunu gösterir.

Dikkat edilirse, bu tamamen bilimsel bir sonuçtur. Bir “inanç” değil, evrenin ve canlıların gözlemlenmesiyle anlaşılan bir gerçektir. İşte bu yüzden, evrim teorisi savunucularının ortaya attığı “evrim bilimseldir, oysa yaratılış bilimin alanına girmeyen bir inançtır” şeklindeki iddia, yüzeysel bir aldatmacadan ibarettir.

19. yüzyılda materyalizmin bilime bulaştırıldığı, bilimin materyalizmin dogmalarına göre çarpıtıldığı doğrudur. Ama 20. ve 21. yüzyıldaki gelişmeler, bu köhne felsefeyi yerle bir etmiş ve materyalizm tarafından gizlenen yaratılış gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Ünlü Newsweek dergisinin 27 Temmuz 1998 tarihli sayısında kullandığı Science Finds God (Bilim Allah’ı Buluyor) başlığında ifade edildiği gibi, materyalist yanılgıların ardından, bilim, tüm evrenin ve canlıların yaratıcısı olan Allah’ı bulmuştur.

Sorularla Evrim Teorisinin Çöküşü

0

BEĞENDİM

ABONE OL