OKTAY EROL
“Kokuşma” baştan mı kaynaklanmaktadır, yoksa toplumun kendisinden mi? İlahiyatçı yazar Prof. Dr. Mustafa Öztürk, haftanın son günü Anakent Belediyesi’nin düzenlediği “Toplumsal Çürüme, Hukuksal Bozulma” etkinliğinde “bu sorunun” yanıtını arayarak konuşmasına başladığında, bu yaşanan olgunun “sistemsel yanı” olarak “dinsel inancı” gösterdi, “inancın” bile çıkar ilişkisi olduğunu vurguladı! Elbette “kokuşma” ya da “çürüme” uzaydan indirilmedi, bir bilinmezlik günün ışıması ile birlikte “alın bunu yaşayacaksınız/ bundan sonra buradan çıkamayacaksınız” demedi… Ama “sistem” denen bir olgu var, “sitemin” kuralları/ işleyişleri var! En yakın zamanda “komplo teorisi” adı verilse de “korona salgın süreci” buna bir örnek değil mi? “Sistem” istemediğine yaşam hakkı vermiyor; üstelik hem “bedelini” ödetiyor, hem de yaşamında “kalıcı hasar” bırakacak besinleri kolayca satabiliyor, çok olağan biçimde “yaşamına” son verebiliyor! Korona sürecini bunun dışında düşünebilir misiniz; insanlar hapsedildi, yalan görseller dayatıldı, inanmayanlar cezalandırıldı!
***
“Kokuşma”, toplumun “tercihi” olarak değil, “işbirlikçi yönetimin/ sistemin” benimsemesiyle gerçekleşir! Tarihten üç/ beş örnek vererek bunun tersini ileri sürmeniz olası, ancak onlarca/ yüzlerce örnek göstererek “sistemin” yaptırım gücünü ortaya koymak da olası! Örneğin son yirmiüç yılda yurttaşların “bugün yaşadıklarını” benimser duruma gelmesinin sıkça ele alındığını görüyorum! Bana sorulduğunda şu yanıtı veririm özellikle; “yirmi yıl boyunca bu ülkenin eğitimini bana verin, size bambaşka/ her şeyiyle yenileşmiş/ geleceğe umutla bakan/ yanlışlarını sorgulayan/ değerlerini benimseyen/ biat etmeyen/ yaşıyorum diyen bir toplum oluşturayım!”
Kimsenin bana “eğitimi al, senin sorumluluğunda” demesini beklemiyorum! O, “sistemin” işleyişine aykırı! “Sen benim kim olduğumu biliyor musun” sorusunu baştan “müfredatın” için çıkacağımı bildiklerinden alanlarından uzak tutacaklardır; kendilerince haklı olduklarını ileri sürerek! Asıl bekledikleri şey “kim olduklarını” sıkça öne çıkarma kibirlerinden değil mi?
**
Her yılın kasım ayında “sistemin” firmaları çıldırmış gibi reklam/ tanıtım yaparlar medyada… Sanırsınız ki “alana” reyonları yerleştirmişler, “herkes gereksindiğini seçerek alsın” deniyor! “Bulunmadık fırsat” olarak ortaya çıkıyorlar, “bir daha olmayacak” denilerek uyarmayı savsaklamıyorlar, “hiçbir bedel ödemeden” dağıtıyorlar gibi ürünleri ortaya seriyorlar! Daha önceden üçe/ beşe katlayarak şişirdikleri fiyatı, yarıya indirerek “zorla tükettirme” çılgınlığı bu! “Nasıl oluyor bu” denilebiliyor mu; neden?
İnsanlar bu ülkede onikibinbeşyüz lirayla bir ay geçinmek zorunda bırakılırken; bir ayakkabı, bir elbise, bir kazak, bir elektronik eşya, bir yüzük/ küpe için “daha da” üzerinde fiyatların “ucuzluğundan” söz ediliyor! Gençliğin içini “gıcıklayan” mankenlerin “sırtaran” bakışlarıyla! “Kokuşmadan/ çürümeden” söz ediyoruz, değil mi? Daha besin olarak tüketilen ürünlerin “denetimini” yapmakta zorlandığımız gibi, tüketilen ürünlerin “taklit-tağşiş” olup/ olmadığı konusunda inandırıcılığı olan bir kurum da bulamıyoruz! Kime soracaksınız? Sokaklar, çocuk yaşta olanların kemerinde silah taşıyanından geçilmiyor! İnsanlar pazar atıkları arasından yiyecek seçecek denli yoksulluk içinde ayakta durmaya çalışırken, “sistemin” doymazları da kasım ayının “çılgın günlerinde” yurttaşı “kendinden” tükettirmeye çağırıyor; üstelik bir avuç “şımarık” patron çocuklarının ilgisini, tüm gençliğin “ilgisi gibi” göstererek! Sanki “bu” olgu, tüketici haklarına saygısızlık değil gibi; haydi karşı koyun!
Sürecek…