Ahmet Hakan Coşkun

Ahmet Hakan Coşkun

ABONE OL
Aralık 26, 2023 18:03
Ahmet Hakan Coşkun
0

BEĞENDİM

ABONE OL

HAKKINDA YAZILANLAR

“Televizyondan iğreniyorum”
MURAT MENTEŞ
Gerçek Hayat
Sayı 24

Evet, sayın seyirciler! Türkiye’nin en canayakın haber programcısı Ahmet Hakan Coşkun’la derin mevzulara girdik ve Ahmet Hakan sarsıcı açıklamalarda bulundu. Gerilim-macera türünde röportajlardan hoşlananlar, bu sıkı muhabbeti kaçırmayın…

Sizden bahsedelim, televizyon öncesi çağlarınızdan.
Yozgatlı’yım. Doğum yerim Yozgat, fakat babam müftü yani memur olduğu için, Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde dolaştık. Ağrı, Amasya, Çanakkale, Balıkesir gibi illerde geçti çocukluğum. Lisedeyken, Mavera dergisine aboneydim. Kitaplara, özellikle edebiyata çok meraklıydım. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bir süre okudum. Sonra, İstanbul’a geldim bir süre de burada okudum. Üniversitedeyken hikayeler yazardım; birkaçı Yedi İklim dergisinde yayınlanmıştı. Hep İslamî çevreler içinde yer aldım. Edebiyatla uğraşanlar siyaseti küçümserler; ben de küçümserdim ama yine de siyasete ilgisiz kalmazdım. Böyle yani…

Sonra?
1993-94 yıllarında muhabir olarak TGRT’de çalışıyordum. ‘Yankı’ isimli bir haber programı yapıyorduk. Kanal 7 diye bir televizyon kurulacağı söyleniyordu. Mustafa Çelik’le temas kurdum ve kadroya dahil oldum. Bir süre muhabir olarak çalıştım. O sıra bir haber müdürü boşluğu doğdu ve “Sen yapar mısın” dediler bana. Geçici olarak razı oldum. Sonra bu iş üzerime kaldı.

Anchorman’liğe nasıl geçtiniz?
Biz haber metinlerini hazırlıyoruz ve spikere veriyoruz, o da çıkıp okuyor. Fakat bir türlü umduğumuz etkiyi uyandırmıyordu. Canlı yayın konukları alabilecek, canlı bağlantılar kurabilecek bir adam lazımdı bize. Aradık. Sonra bana “Bulamadık, onu da sen yap” dediler. Yapabilir miyim, yapamaz mıyım derken kendimi stüdyoda buldum. Zaruretten, şartlar gereği başladım bu işe yani. İlk dönemlerde prompter cihazımız bile yoktu. Ben haberleri ezberleyerek ya da irticalen sunuyordum. Çok teklediğim oluyordu… Medyada o dönemde desenformasyon, manipülasyon artmıştı ve o haberlere bir karşılık verilmeliydi. Haberleri saat 21.00’da sunuyorduk. Bütün haberler bittikten sonra bambaşka, farklı bir ses olmalıydı. Oldu da. Sağcı, solcu, İslamcı… ayırmadan herkesle konuşuyor, her türlü konuya cesaretle giriyorduk; büyük bir ilgi uyandırdı ve bu böylece sürüp gitti…

‘Bizim camia’nın elemanlarını yetersiz saydığınız söyleniyor bu doğru mu?
Tam da öyle aslında, evet. Bu çok üst perdeden bir bakış gibi görünebilir, ama öyle değil. Ben, kendimi bir entelektüel saymıyorum. Fakat televizyon haberciliğiyle uğraşan bir adam olarak, soru sorduğumda, karşımda bu soruların cevabını verebilecek, insanlar görmüyorum maalesef.

Biraz açıklar mısınız?
Türkiye’deki İslamî entelektüel faaliyetlerin, 28 Şubat’la birlikte daha da geri çekildiğini, teslim olduğunu ya da sapmaya uğradığını farkediyoruz. Bütün bunlar beni büyük bir karamsarlığa sevkediyor. İslamcıyım, yazarım diye ortaya çıkanların çoğu, topluma doğru dürüst mesaj veremiyorlar. Televizyon açısından düşünüldüğünde de, bir insana bir soru sorulur ve o sorunun dört başı mamur üç cümlelik bir cevabı vardır; ne zaman bir İslamcıyla konuşmaya kalksak o dört başı mamur cevap yerine uzuuun bir bildiri dinliyoruz. Hepsi mi böyle? Hayır. Mutlaka çok iyi isimler de var. Fakat genel bir boşluk söz konusu. Ben bundan yakınıyorum.

1996’da Hakan Albayrak’a Kanal 7’nin, otogardaki kıraathaneden Etiler’deki malikaneye kadar ilgiyle izlendiğini söylemiştiniz. Şimdi Ingmar Bergman ve Orson Welles gitti Jhackie Chan ve yanan motosikletler geldi. Yayın politikasındaki bu kayma neden?
28 Şubat denen müdahaleden sonra İslamcılar arasında ‘üç tarz- ı siyaset’ ortaya çıktı. Birincisi tam bir dejenerasyon ve teslimiyet; bir diğeri mantığı bir kenara fırlatmış tam bir hırçınlık tavrı; kimisi de kendisine çekidüzen verdi. Şimdi bunların hangisinde bir doğru yaklaşım var? Bu yeterince tartışılmadı. Şu savruluş döneminde Kanal 7 aslında tamamen ekonomik nedenlere dayalı bir değişim yaşadı. Burası bir kurum, 500 kişi her ay maaş bekliyor. Televizyonculuk acayip masraflı, büyük harcamalarla yürüyen bir iş. Bağımsızlığını koruyabilmesi için kendi ayakları üstünde durması; bunun için de reklam alması gerekiyor. Türkiye’deki reklam düzeni, size üstün nitelikli yapımları yayınlama imkanı vermiyor. Ya bu kurumun kapısına kilit vuracaksınız, ya bu düzene teslim olacaksınız, ya da arada birşeyler yapacaksınız. Çünkü AGB verilerine bakılıyor ve AGB verilerinde esaslı filmler sıfırken berikiler çok büyük reyting alıyor.

Herkes böyle düşünmüyor fakat?
Bazıları diyorlar ki, bize bundan söz etmeyin. E bundan söz etmeyeceksek neden söz edeceğiz? Bu çok önemli, yaşamsal bir şey, bunu es geçemeyiz. Ayrıca, Kanal 7’nin haber ve genel yayın politikasında hiçbir değişiklik olmadı. Şimdi bir ters örnek var: TGRT. Adamlar yayın politikalarını % 100 değiştirmiş durumdalar; tam bir dejenerasyon içerisindeler, bütün iddialarından vazgeçmişler. Bizde küçücük bir değişiklik olunca “Haaa TGRT’leşiyorsunuz” gibi bir olumsuz sıfatla nitelendiriliyor.

Bu da sizi kızdırıyor?
Kızdırıyor tabii, çünkü öyle değil. Biz nasıl 1995 yılında başörtüsü sorununu en önemli sorun kabul ediyorsak, bugün de aynı şekilde; değişen bir şey yok. İzleyici bundan yeterince memnun olmayabiliyor evet. Ana haber bülteni bütünüyle başörtüsü sorununa ayrılsa, hiçbir şikayeti olmayacak, yani ‘Böyle bir haber bülteni olabilir mi?’ demeyecek.

Bu yüzden de Bergman ve Welles’i terkedip Dolph Lundgren ve Michael Dudikof’un aksiyon filmlerini gösteriyorsunuz, öyle mi?
Ne yapılabilir? Yani yapılabilecek bir şey yok, Türkiye’de böyle.

‘Maalesef’ diyor musunuz peki?
Kuşkusuz. Yani ben izlemiyorum o filmleri, fakat insanlar izliyor.

Kanal 7’nin başlangıçta sanki popüler unsurları hesap dışı bırakan ve belli bir çapa ulaşıldığında…
Çap map yok. Ortada bir televizyon kanalı var ve bu televizyonun aylık masraf çizelgesi var: Realite bu. Çapı ne olursa olsun uyduya her ay belli bir para ödemeniz gerekiyor. İster, Orson Welles filmi gösterin ister Bruce Lee filmi oynatın aynı şey, değişmiyor. Sanatsal yoğunluk, personel maaşlarını etkilemiyor.

1996’da Kanal 7’nin entel bir kanal olduğunu, söylemiştiniz. Entellikten biraz taviz verildi anlaşılan.
Evet, bu söylediklerim ona işaret ediyor.

Size dönelim. Çok popüler ve ünlü birisiniz, sizi herkes tanıyor…
Kanal 7’de çalışmaya başladığım dönemdeki düşünsel çabalarımla, yaşam tarzımla bugünküler arasında derin bir fark yok. Tabii ki küçük farklar herkesin hayatında olur, 7 yıl önemli bir süre.

Kravat takmak gibi mi?
Yoo, ben yine gündüzleri spor giyiniyorum, haberleri sunarken kravat takıyorum. Şu anda kravatlıyım fakat bu istisnaidir. Bizler televizyona çıkıyoruz ve insanlara gezegende, memlekette olup bitenleri anlatıyoruz. Sonuç itibariyle ciddi bir iş yapıyoruz, fakat Türkiye’deki televizyon düzeni gereği, bunu yapan kişi, oturaklı bir adam olması gerekirken artistik bir tipe dönüşmüş durumda. Yani haberleri sunan vatandaş, artistik numaralar yapıyor, program bitince “Hayatı paylaşmak için” filan gibi gösterişli laflar ediyor; “Her nerede yaşanıyor ve yaşatılıyorsan” gibi garip, tuhaf şeyler söylüyor. Yani bir şov adamı gibi davranıyor.

Fakat siz de teatral bir edayla “Evet sayın seyirciler!…” diyorsunuz.
Benim yaptığım tamamen sunduğum habere yönelik bir vurgudur. Haberi izlenir kılmak adına, kendime değil, sunduğum habere yaptığım vurgudur. Bir gerilim yarattığımın farkındayım; bunu özellikle yapıyorum. Haber sunarken, mesela şu anda sizinle konuştuğum gibi konuşmam beklenemez. Bir sunuş yapıyorum ve ilgiyi çekmek zorundayım. Fakat ilgiyi habere çekiyorum. Bunda bir problem yok; herkes haberine ilgi toplasın.

Fakat insanlar, durun, önemli bir şey anlatıyor diyor tamam da, bunu coşkuyla aktaran kişiyi de büsbütün kenara itemezler ki. Kim coşuyor? Ahmet Hakan Coşkun!
Ben işte buna karşıyım. Bu karışıklığa yol açıyor. A kişisi, B kişisi kendisine vurgu yaptığı, ilgiyi kendisine topladığı için, benim yaptıklarım da öyle algılanıyor olabilir. Fakat bu çok tuhaf bir şey. Biz artist değiliz, şarkıcı, bilmem ne değiliz. Biz topluma haber veren insanlarız. Ünlülük meselesine gelince. Ben ünümü test edebileceğim yerlere gitmiyorum. Mecburen veya doğal olarak birileriyle görüşüyor, rastlaşıyor, buluşuyoruz. O vakit genel bir beğeniyle karşılaştığımı söyleyebilirim fakat bazen imza filan istiyorlar, bunu da çok yadırgıyorum.

İmza atmıyor musunuz?
Atmıyorum.

‘Sivil, Dayanılmaz Bir Yürek’ adlı bir kitabınız var. Yeni kitaplar yazmayı düşünüyor musunuz?
Ben aslında o yazıları kitaplaştırmayı düşünmüyordum fakat yayıncı Mahmut Balcı’nın müteşebbis ruhuna uzun süre direndikten sonra evet dedim. Yazmak ayrı bir konsantrasyon gerektiriyor, televizyon haberciliği ayrı. İkisi arasında denge kurmak zor. İskele Sancak’ta yaptığımız önemli konuşmaları kitaplaştırmayı planlıyoruz. Mehmet Eymür, Orhan Gencebay, Yaşar Nuri Öztürk gibi kişilerle yaptığımız söyleşileri derleyip toplayacağız.

Onun dışında, mesela hikaye yazmaya devam etmeyecek misiniz?
Mevcut hikayelerim kitaplaşacak durumda değil. Yeni hikayeler de yazamıyorum. Artık sadece okuyabiliyorum.

Severek yaptığınız işlerden, okuduğunuz kitaplardan, seyrettiğiniz filmlerden söz edelim. Belki de Ahmet Hakan evinde iguana besliyordur da haberimiz yoktur ha?
Hayır, iguana beslemiyorum. Son derece sıradan bir ev hayatım var. Edebi eserler, güncel kitaplar ve yakın tarih/anı kitapları okuyorum. Son zamanlarda, hacca gittim ve hacca giderken Martin Lings’in o güzel kitabı ‘Hz. Muhammed’in Hayatı’nı ve Muhammed Esed’in Mekke’ye Giden Yol’unu okudum. Amin Maoluf’un bütün romanlarını okudum. Gün Zileli’nin Yarılma adlı kitabını; Mehmet Çetingüleç’in Rahşan adlı kitabını, Cüneyt Arcayürek’in Etekli Demokrasi’sini okudum. Tanpınar, Oğuz Atay ve Dostoyevski döne döne okuduğum yazarlar. Şairlerden Sezai Karakoç, Cemal Süreya, İsmet Özel, Turgut Uyar, Asaf Halet Çelebi… Son günlerde sinemaya sık gidebildim. Vizontele’yi, Komser Şekspir’i seyrettim.

Beğendiniz mi?
Komser Şekspir’i beğenmedim. Çok kötü bir filmdi; çok dar, küçük beyinli bir adamın elinden çıktığı izlenimini bırakıyordu. Vizontele’yi de pek tutmadım. Evde DVD filmleri izliyorum. Frank Kapra filmlerini çok severek izledim. Yenilerden, Tarantino’nun filmlerini beğeniyorum.

Haccetmek için mi hacca gittiniz yoksa işle ilgili bir durum mu vardı?
Haccetmek için elbette. Artık hacıyım yani. Hacc çok etkileyici tabii. Kabe’yi ilk gördüğümde çok etkilendim. Çok müthiş bir şey, yaşamak lazım yani anlatarak o tabloyu insanların önüne koyamayız. Mekke, dünyanın en eski şehirlerinden biri, ‘Şehirlerin Anası’. Hz. Adem’le Hz. Havva’nın orada buluştukları söylenir. Hz. İbrahim’in inşa ettiği Kabe orada, insanlık tarihinin en eski mimarisi, Allah’ın Evi. Böyle bir şehre giriyorsunuz ve fakat sanki 20 yıllık bir şehre girer gibi oluyorsunuz. Çünkü tarih yok. O çok üzdü beni doğrusu. Yani, Bu olumsuzluğa rağmen, yine de etkilenmemek mümkün değil.

Hacc, bir nevi milat gibi. Sizin için de haccdan önce, haccdan sonra gibi bir farklılık oldu mu?
Ben haccın bir bir milat olduğunu kabul etmiyorum. O çok geleneksel ve yanlış bir anlayış.

Öyle mi?
Tabii ki. Çünkü insanlar haccdan önce türlü çeşitli günahlar işliyorlar, hacca gidiyorlar ve sonra bir daha günah işlemiyorlar. Güzel bir adet bu. Tamam bir itirazım yok. Fakat ben öyle bakmıyorum. Hacc bir ibadet. İnsan haccdan önce zaten normal hayatını yaşıyor, günahlardan sakınıyor haccdan sonra da benzer şekilde hayatını yaşıyor. Haccdan sonra günah işlenmeyecek diye bir kural yok. Haccdan önce günah işlenebilir diye bir kural da yok.

Fakat mezkur sosyolojik telakki bağlayıcılık taşır, herhalde.
Benim açımdan değil. Beni kimse bu anlamda bağlayamaz.

Kafama göre takılırım mı diyorsunuz?
Hayır, yani haccdan önce de kafama göre takılmıyordum, haccdan sonra da takılmayacağım.

Bekar olduğunuz için amcalar teyzeler size bakıp bu adamdan güzel damat çıkar diyorlar. Potansiyel bir damatsınız.
Ben bu tür şeyleri hissetmiyorum. Biz normal, sıradan hayatımızı yaşıyoruz.

Fakat haber programına çıkarken, bir nevi kız istemeye giderken giyilecek kıyafetlerle çıkıyorsunuz.
Hayır. Niye öyle düşünüyorsunuz ki yani çok saçma.

Saçma tabii ki de…
Ben belli kuralları olan bir insanım. Mesleğimiz icabı bazı görüşmeler yapıyoruz ve yaşam tarzımızı belli ölçüde etkiliyor bu iş, takdir edersiniz ki. Dolayısıyla bazıları çıkıp biraz da saptırarak ve abartarak, “Bu adam gevşek bir adam” filan diyor. Nereden biliyorsun kardeşim, benim gevşek bir adam olup olmadığımı? Herşeyden önce böyle bir dedikodu, ayıptır, günahtır ve ayrıca haramdır. Ben hiçbir zaman çıkıp da “Ey insanlar ben mükemmel bir Müslüman’ım, bana benzesenize” demedim. Dedim mi? Bazen laik cepheden de “Bunlar bir de Müslüman güya, bir de Müslümanlık propagandası yapıyorlar” gibi laflar ediliyor. Yok kardeşim, biz öyle bir şey yapmıyoruz. Zaten televizyon haberlerinde böyle bir propaganda yapılamaz; Müslüman olun, namaz kılın, hacca gidin gibi… Diyelim ki ben iş icabı kafeteryada bir kadınla oturup konuşuyorum. Bu şimdi günah mı, haram mı? Görüşmeyecek miyim? Siz mesela görüşmüyor musunuz, gidip bir kadınla röportaj yaparken?..

Ben görüşmüyorum, ayrı konu… Galiba bu durumlar sizin mesleğinizin zorlukları?
Hayır. Bu daha ziyade bizim camiamızın dar bir kesiminin İslam adı altında cehalet, kültürsüzlük ve dedikodu üretmelerinden kaynaklanıyor.

Geçtiğimiz haftalarda, aktüel dergisi için manken Deniz Akkaya’yla röportaj yaptınız?
Aktüel, ‘Onur Konukları’ diye bir köşe hazırlamış ve bir ünlüye bir başka ünlüyle röportaj yaptırıyorlar. Görüşmediğiniz biriyle konuşun dediler. Ben de Sezen Aksu’yla konuşayım demiştim. O olmayınca, bir manken önerdiler: Ebru Şallı. Onu da ben kabul etmedim. Daha sonra Deniz Akkaya’nın ne kadar kültürlü ve farklı olduğu söylendi. Eh ben de kabul ettim fakat açıkçası çok farklı olduğunu düşünmedim…

Sayın seyirciler, bugün Etiyopya’da 500 çocuk açlıktan öldü; gözaltında şu kadar genç kayboldu; Filistin’de insanlar sokakta kurşunlandı gibi yığınla ürkünç, üzücü olayı insanlara yansıtıyorsunuz. Bu sizi nasıl etkiliyor?
Beni en etkileyen görüntü Filistin’de, babasının yanında İsrail askerlerince vurulan küçük Muhammed’di. Geçen gün Makedonya’da baba oğulun yolda öldürüldüğü görüntüler ürperticiydi… Fakat, televizyonculukta zamanla insan biraz mesleki deformasyona uğruyor. Bu tür şeylere alışıyorsunuz, insanlığınızı kaybediyorsunuz. Hattâ daha çok “Bu haber çok çarpıcı”nın heyecanını duyuyorsunuz. Doğrusu biraz tuhaf bir durum tabii.

Ignacio Ramonet’nin Medyanın Zorbalığı adlı kitabında okumuştum; France 2 kanalında 23 haberlerini sunan Bruno Roger-Petit, sunduğu haber metinleri arkasına fırlatmış ve “Yarın akşam, sizinle alay eden bu dekor içinde yeniden buluşmak üzere” demiş. Sizin de bazen böyle bir isyancı bir hamle yapmak; mesela zırva bir futbol faciası olduğunda elinize bir futbol topu alıp “Alın kardeşim bunu ve ne yapacaksanız yapın” demek geliyor mu içinizden?
Çok iyi anlıyorum. Türkiye’deki televizyon haberciliği düzeni sizin kişisel olarak asla ciddiye almayacağınız, hattâ budalaca bulduğunuz birçok konuyu ortaya koymanızı gerekiyor… Bunu yapacak kadar cesur değilim fakat o duyguyu yaşadığımı söyleyebilirim. İncir çekirdeğini doldurmayacak siyasi kavgalar vardır. O şuna bunu dedi, şu buna onu dedi; dün o şöyle demişti de bugün beriki patladı gibi şeyler beni çok rahatsız ediyor, çok komik buluyorum. Genel olarak haberlere yansıtmamaya çalışıyorum. Gazetelerde sürmanşet olmuş bir konuyu ille de yansıtmam gerekmiyorsa yansıtmıyorum. Ama gene de o genel çerçevenin dışına çıkmak kolay değil.

Kanal 7’nin Ali Kırca’sı deniyor sizin için, ne dersiniz?
Ben, Ali Kırca’nın haberciliğini beğenirim. Türkiye’de o kadar kaba saba manipülasyonlar yapılıyor ki televizyon haberlerinde, Ali Kırca, diğerleri içinde bu manipülasyonları daha incelikli yapan bir adam. En azından böyle bir ‘medeni’ tarafı var. Kırca’nın utanma duygusu olduğunu düşünüyorum. Bir de yıllardır bu işin içinde. Biz daha kısa pantolonla dolaşırken o TRT haber dairesi başkanıydı. İşin tekniğini iyi biliyor. Üslubunu iyi ayarlıyor. Dolayısıyla ona benzetilmekten çok da alınıyor değilim. Etkilenmiş miyimdir, bilmiyorum. Etkilenmiş de olabilirim. Ama her zaman şunu söylüyorum: Kendimi ona benzetmek için özel bir çaba sarfetmiyorum.

atv’ye transfer edilmeniz gündeme geldi.
Hayır gelmedi, böyle bir şey yok.

Olsa gider misiniz?
Gitmem. Büyük konuşuyorum, gitmem. Niçin gideyim ki atv’ye?

Para?
Bunun muhasebesini hiç yapmadım fakat yüksek meblağlar teklif edilse de kabul etmem. Çünkü bu benim için bir son olur. Bana verecekleri para, benim bir nevi emeklilik tazminatım gibi olur ve emekli olmaya da niyetli değilim henüz.

Mesleğinizi çok önemsiyor gibisiniz.
Gazetecilik mesleğinin kutsal bir meslek olduğunu filan asla düşünmedim. Tam tersine, hele bu televizyonculuk çok pis bir meslek, kötü, iğrenç bir meslek. Genel olarak televizyondan iğreniyorum. Şu bakımdan: Televizyon denen alet zararlı bir alet ve Türkiye’de özellikle İslamî çevrelerde bu alete haddinden fazla önem atfediliyor. Ve bu aletten çok şey bekleniyor. Yani bir akşam haberleri bülteninde ortalığı karıştırmanız, insanlığın ihtida etmelerine imkan hazırlamanız, Müslümanları birleştirmeniz filan bekleniyor. Böylesi işlevler yükleniyor. Geçmişte de mesela “Ah 1 milyon satan gazetemiz olsa biz de ortalığı sarssak” filan denirdi. Böylesi yanılsamalar içindeydi insanlar. Ben şunu biliyorum: Televizyon bunların hiçbirini sağlayacak bir alet değil, tam tersine dejenere edecek bir alet. Haberlerde de manipülasyon, saptırma ve kurgu yapılmadan, yalan söylemeden bu işi yapmanız imkansız. Diyeceksiniz ki, o halde sen niye bu işi yapıyorsun? Ben bu işi söz konusu zararlarını en aza indirgeyerek yapmaya çalışıyorum.

Ehven-i Şer Prodakşın sunar gibi mi yani?
Bir anlamda evet. Tabii ki böyle. Çünkü televizyonda kurgu imkanı var. Orayı kesip, burayı yapıştırarak bambaşka bir şey çıkarmak mümkün yani. Yapılmamış tv. röportajıyla ödül alan var.

Yani?
Televizyon zararlı bir şeydir.

Bu kıyak muhabbet için teşekkür ederim.
Ben de.

 

ESERLERİ

Ahmet Kabaklı
Neden Milliyetçilik? Ahmet Hakan Birey Y. İstanbul 2001

“Çok taviz verdik. Devlet çok küçültüldü. Adilik çok aldı yürüdü. Bir devir yaşadık ki son birkaç sene içerisinde. Hakikaten affedin, bu lafı ben söylüyorum. “Türk olmaktan utandım,
utandığım zamanlar oldu.”
(Arka Kapak)

Mehmet Eymür
Çeteler, Mafya ve Siyaset
Ahmet Hakan Birey Y. İstanbul 2001

“Sıkışmışlardı. Biraz o sıkışıklığın neticesi, zamanında verilen lüzumsuz sözler, bir mafya liderine verilen lüzumsuz sözler; onları sonradan o mücadelede de ortada bıraktı. Hem kendilerine yaramadı hem de son derece ağır bir suçla hükümetten ayrılmalarına sebep oldu.”
(Arka Kapak)

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.