Mehmet Hayati ÖZKAYA
Dört Davul – Bir Süvari ve Yeni Türk Devleti…
“Kutlu şehirlerden, kutlu ovadan
Neydi yabanların alacakları…
Ki bir zaman hoyrat ayaklarıyla
Gelip çiğnediler bu toprakları…”
Arif Nihat Asya
26 Ocak 1699 Karlofça antlaşmasıyla başlayan Osmanlı Devleti’nin gerileme süreci ağır adımlarla da olsa bizi sonunda Mondros ve Sevr Antlaşmalarıyla tanıştırır. Bu isimleri ve bu isimleri hatırlatan o kapkara tarihleri yani 30 Ekim 1918’i ve 10 Ağustos 1920’yi hiç unutmadık, unutmayacağız. Çünkü tarih gelecektir diyerek dünü bugüne, hatta yarına taşımaya devam edeceğiz.
Evet, çok kısa bir hatırlatmayla başlayalım anlatmaya. 30 Ekim 1918’de imzalamak zorunda kaldığımız Mondros Ateşkes Antlaşmasının hemen ardından 3 Kasım 1918’de İtilaf devletlerinden İngiltere Musul’u işgal eder… Sonra işgal edilen yerlerin ve işgal devletlerinin sayısı çoğalıverir. Osmanlı Devleti âdeta iştah kabartan bir sofra gibi İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların, Ermenilerin ve hatta kısa bir süre sonra Yunanların önüne serilir.
Altı asırlık koca devlet doğudan batıya, kuzeyden güneye, paylaşılırken Türk milleti bu acı ve elem verici tabloyu sadece gözleriyle değil, bin parçaya bölünen yüreğiyle izler ama asla ümitsizliğin ağına düşmez. Çünkü “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyen bir lidere ve zaferlerle dolu bir tarihe sahiptir.
Antakya yakınlarında Afrin’de bulunan 7. Ordu Kumandanı Mustafa Kemal Paşa, antlaşmanın imzalanmasından bir gün sonra aldığı bir telgraf emriyle hemen Adana’ya hareket eder. Adana’da Murat Palas Otelinde Alman Kumandan Liman von Sanders’den 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Kumandanlığını devralan Mustafa Kemal Paşa, kısa sürecek olan bu görevi üslenirken “Biz Türkler için mücadele şimdi başlıyor.” diyerek ya istiklâl ya ölüm parolasının yankısını Çukurova’dan bütün Türkiye’ye yayar.
Ancak bu sözün ezelî ve ebedî gücünü anlamayan Fransızların kudretli Albayı Bremond. 1 Şubat 1919’da Adana’ya gelip Hükümet konağında bir konuşma yapar ve der ki:
…Fransızlar Türklerin pek eski dostudur. Asırlarca önce bu dostluk, cihan harbinin başlamasından biraz evvel Osmanlı’ya 500 milyon frank borç vermek suretiyle ispatlanmıştır. Ne var ki Türkler bu iyiliği unuttular ve bizi arkamızdan hançerlediler. Ama bugünkü durumda buna üzülmemelidir. (…) Adana’daki Müslüman ahali, Fransa’nın adaletine güvenebilir. Ermeniler ise öteden beri Fransa’nın himayesine mazhar olduklarından bütün hakları teminat altındadır. Herkes hürdür. Bütün mezhepler ve dinler serbesttir… Barış yapılıncaya kadar burada kalacağız. Dürüstleri ve çalışanları koruyacağız…”[1]
Ancak Adana’da kaldığı 18 ay içinde, söylediklerinin hiçbirini, Ermenileri baş tacı yapmak hariç, yerine getirmez. Aksine Mart 1919’dan itibaren tam bir baskı ve sömürü düzeni kurmaya başlar. Türkçe resmi dil olmaktan çıkarılır. Türk okulları kapatılarak öğretmenler sürgün edilir. Fransızca ana dil olur. Mektup ve telgraflara sansür uygulanır. Polis ve jandarmaların kıyafetleri değiştirilir. Kalpaklardaki Ayyıldız çıkarılır. Komiteci Ermeni Vahan Adana Emniyet Müdürlüğünün başına getirilir.
Bütün bunlar olurken birkaç ay sonra “İntikam Alayları” ya da “Öç Alayları” denilen Ermeni fedailer ortaya çıkar. Ayrıca Kamavor adı verilen, deri ceketler giyip göğüslerini haç şeklinde çapraz fişeklerle ve armalarla süsleyen Ermeni eşkıyalar da meydanlarda keyiflerince dolaşmaya başlar. Fransızlara ve Ermenilere göre artık kan, gözyaşı ve işkence Müslüman Türk’ün hayatının bir parçası olarak kabul edilir…
Adanalılara korku ve dehşet salmak için yapılan zulümler, insanlıktan nasibini almayan bu caniler için küçük bir eğlencedir âdeta. Mesela, evinin duvarına ata yadigârı olarak astığı bir hançerden dolayı Adana’nın eski Belediye Başkanının oğlu Tevfik Kadri, üstü açık bir kamyonda ağaçtan yapılmış bir çarmıha gerilir. Elleri ayakları bağlanır. Üstü başı çıkarılır ve tel kırbaçlarla kendinden geçene kadar kırbaçlanır.[2] Bu vahşet, sözde Batı medeniyetinin ve onun kuklası olan Ermenilerin zalimliğin bir timsali olarak kayıtlara geçerken bu olaylar esnasında sessiz kalıp Fransızlarla, Ermenilerle işbirliği yapan Adana Belediye Başkanı Hafız Mahmut gibi bazı hainler de vardır.
Fakat bütün bunlara rağmen vatanseverleri yıldırmak mümkün değildir. Bunun en güzel örneğini o günlerde Adana’da Tanyeri gazetesini çıkaran İhsan Altay vermiştir. “ Türkün kanıyla yoğrulan bu bereketli topraklar Afrika çölü değildir ve sömürge olamaz!” diyerek yiğitçe bir manşet atar. Ardından Torosların eteklerinde Türk’ün hürriyet sevdasını, dosta düşmana bir kez daha anlatan tarihî bir olay yaşanır.
Karboğazı baskını…
Çin sarayını basan Kürşat’ın kırk çerisi gibi 44 Kuvayı Milliyeci’nin 27 Mayıs 1920’de Fransız taburunu Karboğazı’nda teslim alışı Türk İstiklâl Savaşı’nın unutulmaz olaylarından biridir. Çukurova’yı işgal eden Fransız kuvvetlerinin başına gelen bu hadise pişmiş tavuğun başına gelmemiştir.
Tekir yaylası üzerinden Karboğazı vadisine girerek yol almaya çalışan Binbaşı Menil ve taburu kendilerine kılavuzluk yapan Gülek köyünden Hasan Ağa’nın hanımı Hatice ile aynı köyden Tırmık Mehmet ve Kumcu Veli’nin oyununa gelerek dere içindeki çıkmaz bir yerde âdeta hapsolur. Bu durumdan faydalanan Hatice bir fırsatını bulup Gülek köyünü harekete geçirir. Sonuç, Kuvayı Milliye Kumandanı Sinan Tekelioğlu’nun Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafla özetlenir:
“Cesur ve fedakâr millî kuvvetlerimiz Pozantı’dan çıkış yapan düşmanı, Karboğazı ilerisinde Süneder boğazında sıkıştırarak bir süre muharebeden sonra teslime mecbur etmişlerdir.
100 kişisi ağır ve hafif yaralı olmak üzere 650 er ve bir binbaşı 23 subay teslim alınmıştır. (…) Düşmanın iki yüzden fazla ölüsü vardır. İki top, sekizi makineli tüfek, bin kadar çeşitli silahlar, on üç kadana ve doksan katır ele geçirilmiştir.”[3]
Bu olayın ardından çok nazik, çok medeni, çok insancıl Fransız Generali Dufyo “Adana ahalisi” için bir beyanname yayımlar. 31 Mayıs 1920 tarihli beyannamede kısaca şunlar vardır:
“… Birkaç günden beri Adana’nın bazı mahallelerinde çetelerin bulunduğunu biliyorum Yeni felaketlere mahal vermemek üzere onları şehri terke mecbur etmek asayişi arzu edenlerin vazifesidir. Eğer aklı başında olan ahali bunları defetmekte bizzat kendisi teşebbüs etmezse Osmaniye’de olduğu gibi kuvvete müracaat etmeye karar vermişimdir.
…
Sizin basiretiniz şehrinizi büyük felaketten kurtaracaktır. Sırf asayişi ihlal etmek maksadıyla buraya gelmiş olan çeteleri bizzat defedeceksiniz. Eğer siz bunu yapmazsanız benin kararım kesindir. İmha etme müthiş olacaktır. “[4]
Tabii bu tehdit dolu beyanname Adana’yı ve Adanalıyı perişan etmeye kararlı Fransızları ve onların himayesindeki Ermenileri pek memnun ederken 5 Temmuz 1920’de şehir merkezinde sıkıyönetim ilan edilir. Toroslarda ve şehre yakın yerlerde Millî kuvvetler karşısında çaresiz kalan işgal güçleri, kinlerini ve öfkelerini silahsız zavallı halktan çıkarmayı büyük marifet sayarlar… Fransızca ve Ermenice yayımlanan gazetelerde her gün Türklere hakaretler edilmeye başlanır.
Ve Adana’da Kaç Kaç günleri…
10 Temmuz günü Ermeniler Komite başkanları Şişmanyan’ın emirleri doğrultusunda önceden planladıkları eylemleri sokaklarda uygulamaya başlarlar. Türklerin yaşadıkları mahallerde katliamlarını gerçekleştirmek için harekete geçerler. Baskınlar ve yağmalar yaparlar. Suçsuz ve silahsız insanları sokak ortalarında kurşun yağmuruna tutarlar.
Bu zalimlerden canını kurtarmaya çalışan halk, çoluk çocuk, kadın erkek, yaşlı genç Adana’nın güneyindeki obalara, genellikle Arap vatandaşlarımızın yaşadıkları yerlere doğru akın akın kaçarlar. Bu kaçışta Türklere kucak açan Şeyh Cemil Efendi bir yandan gelenleri konağında barındırır diğer yandan kardeşleriyle ve Akkapılı hemşerileriyle birlikte silahlı bir birlik kurar. Şeyh Cemil Nardalı’nın komutasındaki “Obalar Müfrezesi” tüm çevreyi kontrol altına alarak, Fransız ve Ermeni kuvvetlerine karşı koyar. Adana’dan kaçıp gelenlerin Millî kuvvetlerin kontrolündeki Toroslara ve Karaisalı’ya sağ salim geçmelerini sağlar.
İki gün süren bu kaçış şairin dediği gibi “10 Temmuz ne kara gündü / Obalar göçtü, ocaklar söndü”[5] şeklinde Adanalıların hafızasına yerleşirken, Cemil (Nardalı) Efendi’nin kurduğu Obalar Müfrezesinin kurtuluş mücadelemizde gösterdiği vatanseverlik tarihe şanla, şerefle yazılır. Yaşadığı konak ise bugün “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olarak hizmet vermektedir.
Şeyh Cemil Efendi’nin “Nardalı” soyadını almasının da acı bir öyküsü vardır: Ermeni eşkıyalar, Şeyh Cemil’in iki kardeşini bir ağaca bağlayıp nar dalıyla kamçılayarak öldürmüşlerdir. İşte bu hazin olayı unutmamak için Cemil Efendi “Nardalı” ismini soyadı olarak kullanmıştır.
Büyük Kilikya Cumhuriyeti
Mustafa Kemal Paşa’nın 5 Ağustos 1920’de Pozantı’ya gelerek Pozantı Kongresini toplaması, yeni bir teşkilatlanmayla Adana vilayetini kurması, Toroslarda millî direnişin ateşini yakan millî kuvvetleri tebrik ve takdir etmesi, hiç kuşkusuz kuvvet komutanlarını ve mücahitleri daha büyük bir aşkla ve heyecanla işgalcileri Adana’dan defetmeye sevk eder.
Aynı tarihte Adana şehir merkezindeki Ermeniler ise Mustafa Kemal Paşa’ya nazire yaparcasına dünyanın en kısa süreli devletini, Büyük Kilikya Cumhuriyeti’ni, Adana’da kurarlar. Asuri, Rum ve Ermenilerden oluşan bu devletin başına Damatyan cumhurbaşkanı, Şişmanyan başvekil olarak geçer. 16 da bakanı bulunan bu Cumhuriyetin temsilcileri Adana Hükümet Konağı’na gelerek valiyi makamından kovarlar ve kurdukları cumhuriyeti ilan ederler. Ancak Fransız General Garo’nun “Böyle bir devletin kurulması zamansız ve mevsimsizdir.” demesi üzerine Fransız askerleri hükümet konağını basıp ömrü “iki saat on beş dakika süren” bu hükümetin temsilcilerini Adana’dan uzaklaştırırlar. [6]
Dört Davul, Zurna ve İbo Osman
Pozantı kongresinin ardından harekete geçen Kuvayı milliyeciler Adana’nın merkezine doğru ilerlemeye başlarlar. Fransızların bir grup çete diyerek küçümsedikleri Millî kuvvetler, girdikleri çatışmalarda Fransız ordusuna ve onların maşası olan Ermenilere büyük kayıplar verdirirler.
Bu kurtuluş mücadelesinde rol alan her bir askerin, komutanın, mücahidin, çetebaşının anlatmakla bitirilemeyecek müthiş hizmetleri vardır. Mesela, bunlardan biri Karaisalı’nın yiğit evladı İbo Osman Özçete’dir. Millî kuvvetler içinde cesaretiyle nam salan İbo Osman’ın savaşta gösterdiği kahramanlıkların yanı sıra savaşa gidişi de apayrı bir âlemdir.
Mehteran takımıyla savaşa giden Osmanlı ordusu gibi İbo Osman da dört davulla, zurnayla cenge gidermiş. Önde Türk bayraklı bir süvari, ardından dört davulla, zurna ve Köroğlu havasıyla yürüyen yiğitler; dosta güven, düşmana korku verirken zaman zaman da Gazi Osman Paşa marşıyla bir sel gibi coşup taşarlarmış.
Karboğazı baskınında, Fadıl taarruzunda, Kurttepe saldırısında İbo Osman’ın düşmana korkusuzca saldırışı, girdiği çatışmalardan hep zaferlerle dönüşü, halkın hayal dünyasında onu efsanevi bir karaktere dönüştürmüştür. Öyle ki İbo Osman’ın atıyla geçtiği derelere İbo Osman deresi, silah çatıp ateş yaktığı yerlere İbo Osman’ın ocağı, pusu kurduğu yerlere İbo Osman’ın gâvuru kırdığı yer denilirmiş. [7]
İstiklâl savaşımızda esarete hayır diyen, bağımsızlık meşalesi yakmaktan bir adım geri atmayan Çukurova’nın, Torosların adı sanı bilinen, bilinmeyen nice İbo Osmanları, Adil Menemencioğluları, Emin Ağaları vardır. Nice Sinan Tekelioğlu gibi komutanları, Mehmet Efendi gibi müftüleri ve Gamalı Fatma gibi nice kahramanlık destanı yazan kadınları vardır ki onlar Adana’da Fransızların belini kırdıktan sonra dur durak bilmeden Batı Cephesi’ne koşarlar…
Aralarında İbo Oman ile bölüğündeki elli mücahitin de yer aldığı Sinan Tekelioğlu komutasındaki Adana Alay’ı, Afyon Cephesine doğru harekete geçer. Hedeflerinde yıllardır işgal ettikleri yerleri yakan, yıkan, yağmalayan; Türk milletine zulüm yapmaktan zevk alan İtilaf devletlerinin maşası Yunan vardır. Dudaklarında ise büyük bir ihtimalle Şair Emin Bülent Serdaroğlu’nun Yunan’a seslendiği o unutulmaz mısraları:
“Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni,[8]
Türk’üm ve düşmanın sana, kalsam da bir kişi!”
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti
Evet, vatanın kanlı gözyaşlarını silmek için yurdun dört bir tarafından yollara düşen kahraman Mehmetler artık Sakarya’da, Dumlupınar’da ve İzmir’in dağlarındadır. 1922’in 9 Eylül sabahı güneş pırıl pırıl parlarken aydınlık bir kapı açılır önümüzde…
Ve biz tarihin her döneminde, en zor şatlar altında bile,
Bu gök, deniz nerede var?
Nerede bu dağlar taşlar?
Bu ağaçlar güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar,
diyerek her zaman yaptığımız bir şeyi, uğruna can verdiğimiz toprağı, yeniden vatan kılıyor; yeni bir devlet kuruyorduk…
Böylece 1914-1918 Birinci Dünya Savaşının mağlubu ilan edilen Osmanlı devletiyle, Mondros ve Sevr Antlaşmalarını büyük bir mutlulukla imzalayan İtilaf devletleri, 1919-1922 tarihleri arasında yeni Türk devleti karşısında aynı sevinci yaşayamayarak bundan tam yüz yıl önce, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşmasını imzalamak zorunda kalır.
4 Ekim 1923’te ise İtilaf devletlerinin başını çeken İngilizlerin son askeri birliği, Türk bayrağını selamlayarak İstanbul’u terk eder. Bir İngiliz bandosu “Auld Lang Syne” parçasını çalmaktadır. Bu parça bazen cenazelerde de çalınan bir vedâ şarkısıdır.[9]
Oysa hemen hemen aynı tarihlerde Ankara’dan bütün dünyaya yayılan bir marş vardır:
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız,
Tufanları gösteren, tarihlerin yâdıyız,
Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,
Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.[10]
——————————————————–
[1] Yusuf Delikoca, İbo Osman, Ekrem Yay. Adana, 2022 s.56
[2] Yusuf Delikoca, age, s.71
[3] Cezmi Yurtsever, Bir Destandır Adana’nın Kurtuluşu, Ekrem yay. Adana, 2022,s.221
[4] Cezmi Yurtsever, age, s.352
[5] Yusuf Delikoca, age, s.218
[6] Yusuf Delikoca, age, s.231
[7] Yusuf Delikoca, age, s.241
[8] Garbın cebin-i zalimi: Batı’nın korkak zalimi
[9] Rahmi Çiçek, “Türk Devletinin Kurucu Antlaşması Lozan” Türkiye Günlüğü 153/ Kış 2023 Ank. s.100
[10] Nigâhban: Gözcü, bakıcı, bekçi
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.