Uzeyir Lokman ÇAYCI
09.08.1978 tarihinde Niğde’nin Bor ilçesinde tertiplerle, iftiralarla karşılaştım. Babamım ruhsatlı tabancasıyla, okul projelerime ait resimlerle, deniz yedek subay elbiselerimle, arama izni olmadan, arandığı da belirtilmeden babama ait attariye ve ruhsatlı satışı yapılan av malzemeleri dükkanından alınan malzemelerle suçlandım.
Gece yarısı yapılan aramalarda evlilik yüzüğüme kadar anneme, babama ve bana ait kıymetli eşyalarımız, ve Zorki marka fotograf makinem gasbedildi. bunların sonucunda üzerinde yüzlerce isim bulunan bir liste ile tertip tutanağına imza atmam
için çok feci bir şekilde 4 emniyet görevlisi tarafından gece yarısı işkenceye tabi tutuldum. Evrakları işkenceye rağmen imzalamadım. İşkence sonrası öldü diye Niğde Merkez Karakolu kömürlüğüne atıldım. Buradan baygın halde ambulansla Niğde Devlet Hastanesine kaldırılmışım. İşkenceci polisler burada da beni rahatsız etttiler.
Hastanenin penceresinden atarak intihar süsü vermek için tertiplere giriştiler, bu sözlü olarak orada bulunan hastalar, hastabakıcılar ve refakatçı olan annem tarafından farkedilerek polisler oradan uzaklaştırıldı. 16 Ağustos 1978 tarihli Aksaray
Hasandağı Gazetesi benimle ilgili olarak zulmü : «Hemşehrimiz Üzeyir Lokman ÇAYCI Niğde’de bir hafta işkence görerek hastahaneye kaldırıldı» başlığıyla duyurdu.
Benzer bir haber 28 Eylül 1978 tarihli Hergün Gazetesi’nde yer aldı. Bir başka gazetede : «Ayakları patlayıncaya kadar dövüldü : Karakola düşen işkence görmeden kurtulamıyor» şeklinde yer aldı.
33 gün Niğde Kapalı Cezaevinde kaldım. Sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım.
Hapishaneye gönderildiğim günden itibaren hapishaneye köylerimizden, kasabalarımızdan ve ilçemizden yüzlerce insan benim için selelerle, karpuz, kavun, üzüm, meyve taşıyarak, beni ziyaret etmişlerdi. Benim haksızlığa uğradığıma adeta şahitlik yapmışlardı. Din adamları, önemli kişiler oraya gelerek sahip çıktılar. ALLAH (C.C.) hepsinden razı olsun.
Ben bütün safhalarııyla yaşadıklarımı Karar isimli kitabımda anlattım. 12 Eylül 1980 darbesinden çok önce İşkence sonrası bünyemde oluşan rahatsızlık sebebiyle tedavi için yurt dışına çıktım. Önce Almanya’ya, sonra Fransa’ya geçtim.
Fransa’da Forbach’da bir ameliyat geçirerek sıhhate kavuştum. Ben «Sebeplere takılanlar» başlıklı yazımda karşılaştıklarımı ayrıntılarıyla dile getirdim. Avrupa’da iken 10 yıl Türkiye’ye gidemedim. Strasbourg T.C. Başkonsolosluğu Kenan Evren’in emriyle pasaportuma el koydu ve Fransa’ya iltica etmem tavsiye edildi. Ben ise bütün sıkıntılarıma rağmen Fransa’ya iltica etmedim.
Bir hakim her görev yaptığı yerden bana bir çok mektup yazdı. Telefon açtı. Babamı ve annemi ziyaret etti. Ablamla konuştu : «Bana polisler baskı yaptı. Bunun dosyasını, Niğde Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönder dediler. Senin mutlaka cezalandırılman için ısrarcıydılar… Niğde Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı polislerin bu baskı ve tehditleriyle senin dosyanı bir suçluymuşsun gibi
Niğde’ye gönderdim. Sen suçsuzdun. Ben verdiğim karardan dolayı vicdan azabı duyuyorum ve uyuyamıyorum… Bazı gecelerimde seni unuttuğum halde, aklımdan çıkarttığımı düşündüğüm anlarda dahi sen masumiyetinle düşlerime
girdin… Uykularım bana azap vermeye başladı…» dedi.
Ceza Hakimi İsmail Bakırcı’nın bana telefon haricinde gönderdiği mektuplardan bir kaçının tarihleri 20.11.1989 (Merzifon), 22.12.1989, 14.05.1990 (Merzifon), 30.07.1990 (Merzifon) idi.
Ceza Hakimi İsmail Bakırcı’nın 20.11.1989 tarihli Merzifon’dan gönderdiği mektubunda bahsettiği bir kaç husus : «1978 – 1984 yılları arasında Bor Ceza Hâkimi olarak sizin Bor ilçenizde çalışmıştım. 1984’de Nevşehir ve 1988 Mayısında da Merzifon’a naklen geldim. Sizin olayla ilgili Niğde eski Emniyet Müdürü görevden ihraç edildi. Ayrıca işkence yapan Komisere de 1 sene hapis vermiştim. Kardeşim Üzeyir Bey, eğer Paris’teki adresinizi daha önce bilseydim. 2 ay önce gezmek için Almanya, Belçika ve Hollanda’ya izinde iken gitmiştim. Belki size de uğrayabilirdim, fakat kısmet değilmiş. Belki bu adresiniz de tam değil ve mektubum geri gelebilir kuşkusu içinde yazıyorum.»
Burada mektuplarından bahsettiğim Ceza Hakimi İsmail Bakırcı’nın trafik kazası sonucunda öldüğünü duydum.
Ben yazımın başında uğradığım haksızlıklardan sözetmiştim. Cenab-ı ALLAH’ın (C.C.) adaleti; işlemeyen, yozlaştırılan dünyevî adaletten önce tecelli etti. Kötülük sahipleri birer birer döküldüler.
Bana kötülük ve işkence yapanların başında bulunan Zülkifli Akbaba’yı «işkence cezası da almasına rağmen» düzen emniyet müdürlüğüne kadar terfi ettirdi. Sonuçta, geçen yıllar içinde o bunalıma girdi… Eşini ve çocuklarını öldürerek intihar etti. Bu
kişinin yaraladıklarından, onu cinayete ve intihara sürükleyen sebeplerden hiç kimse bahsetmedi. Geçmişine, kusurlarına ve vicdanına bakmadan onun için üzülenler, ona acıyanlar oldu.
İşkencecilerden biri felç oldu. Bir diğerinin de trafik kazasında hayatını kaybettiği
bana duyuruldu. Sadece bunlar değil… Perde arkasında kalanlar da vardı. Benim
kendilerinden haberimin olmadığını sananlar. Düşenler, düşüp de kalkamayanlar, her
birisi aynı kara sayfaların içlerinde kaldılar.
Sebeplere takılanlar peşlerinde sürüklendikleri ihtirasların, içlerinde besledikleri
kinlerin, beyinlerinde urlaşan siyasi kirlerin, bir araya gelip benim seslerimi izledikleri
anların manevi resimlerini ne yazık ki göremediler.
13.12.1987 tarihli mektubuyla Almanya Tercüman Gazetesi’nden Serhat ILICAK
09.11.1987 tarihli yardım isteğime dair mektubuma cevap verdi : «Mektubunuzda
bahsettiğiniz üzücü olayları biz de hayret ve üzüntüyle karşıladık. Allah haklının
yanındadır. Bu inancınızı hiçbir zaman yitirmeyin…..» şeklinde uzunca bir cevap
verdi.
16 Ocak 1988’de Kemal ILICAK da gönderdiğim mektubuma cevap verdi :
«Başınızın durduk yerde derde girdiği, büyük haksızlıklara uğradığınız anlaşılıyor….»
şeklinde teferruatlı cevap verdi.
Bana yapılan tertiplerin hukuksuzluğunu dile getirmek için başvurmadığım yol
kalmadı. O zaman darbe sonrası 06.02.1988 tarihli Türkiye Gazetesi’nde yer alan
T.C. Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Kenan Evren dahil devletin bütün
kurumlarına isim isim yazarak bir duyuruyla hukuksuzluklara ismimle dikkat çektim.
Hürriyet Gazetesi köşe yazarlarından Emin ÇÖLAŞAN da kendisini Fransaya davet
ederek görüşme isteğime 23.02.1988 tarihinde cevap verdi : «Sevgili Üzeyir Çaycı,
Mektubun için teşekkürler… Gerçekten büyük bir haksızlığa uğramışsınız… Ancak bu
konuda benim elimden bir şey gelmez, çünkü uzaktayım. Bu gibi işler yüz yüze
konuşularak ortaya çıkarılır. Oralara gelmem de zaman açısından mümkün değil.
Sanırım en iyisi, bu işi oradaki Türk gazetecileriyle konuşmak olacak. Çok selam ve
sevgiler…»
Velhasıl 3217 adet mektup yazdım. Bu 10.03.1988 tarihli Türkiye Gazetesi’nde :
«Üzeyir Lokman ÇAYCI, suçsuzluğunu ispatlamak için 3 bin 217 mektup yazdı :
Rekorlar kitabına girecek Türk» başlığıyla dile getirildi.
Vatan hasreti, ana, baba, kardeş hasreti beni kavururken Ahmet Güçlü isimli Konya’lı
bir vatandaşımız kamerasıyla çekerek sevdiklerimin görüntülerini bana getirdi.
Türkiye, Tercüman, Milliyet, Hürriyet gibi büyük gazetelerden olumlu bir cevap
alamayınca bu kez Zaman Gazetesi’nden hukuksuzlukların dile getirilmesi için
yardım istedim. Zaman Gazetesi Genel Yayın Müdürü Uğur ÖZTAŞ da 01.09.1988
tarihli bir mektupla bana cevap verdi : Muhterem Kardeşim, Mektubunuz elimize
geçti. Derdinizi ve ıstırabınızı anlıyorum. Fakat yapacağımız yayınla pek birşey elde
edemeyeceğimiz gibi, ismini verdiğin kişilerin de tazminat davası açması gibi
olaylarla karşı karşıya gelebiliriz. Eğer hapiste falan olsaydın yapılan haksızlıkları
ortaya kor, sonuna kadar mücadele ederdik. Biz pekçok meselelerde, TRT
mevzuunda bu kadar yayın yaptık hâlâ bir netice yok. Onun için, sevaba intikal etmiş
işkenceli ve sıkıntılı halinizi «Yaşasın Zalimler için Cehennem» diyerek ahirete
bırakıp, sizden okuyucularımıza faydalı olacak haber ve resimler bekliyoruz (….)
Selam ve hürmetlerimle. Allah’a (C.C.) emanet olunuz.»
Benim bu cevaptan sonra Zaman Gazetesi’nde 02.03.1989 tarihinden itibaren
İnancımdan, ilkemden taviz vermeden şiir, makale, haber gibi yazılarım
yayınlanmaya başlandı. 1995 yılına kadar bu gazetede yazılarım yer aldı. Bu sırada
gazetede çalışanlardan bir vatandaşımız bana telefon açtı : «Üzeyir Ağabey Zaman
Gazetesi, eski Zaman değil, burayı şu an yabancı ajanlar yönetiyor, senin ve
senin gibi ağabeylerin yazıları çekmece boşluklarına atılıyor, Zaman;
okuyuculara ve cemaate farkettirilmeden geleceğe dönük olarak yeniden
şekillendirilmeye çalışılıyor», denildi.
O günlerde bana açılan telefon konuşmasını doğrularcasına, bugün Zaman
Gazetesi’nin geçmişteki yayınlarına göre çok önemli bir değişikliğe girdiğini ibretle
görüyorum. Ve çok tehlikeli bir yola koyulduğunu farkediyorum. Bunu ağız birliği
yaptıkları gazetelerin yansımalarıyla, kimlikleriyle ölçerek, kıyaslayarak hissetmek hiç
zor değil! «Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım» diyen insanların
gırtlaklarına kadar kirli siyasetin içerisine gömüldüklerini gördüm. MHP’lilerle,
ülkücülerle, Türk Silahlı Kuvvetleriyle, vatanseverlerle, tehdit ederek, şantaj yaparak
mücadele ederek Allah’a kulluk yaptıklarına inanan bir topluluk haline dönüştüler.
Yeni doğmuş çocuklarından koparılan insanlar sırf AKP’ye muhalefet ettikleri için, ya
da Recep Tayyip Erdoğan karşısında ayağa kalkmadı denilerek masum insanlar
Silivri Hapishanesine dolduruldular. Her birisinin ALLAH’ın kulu olduğu unutularak
yakınlarının, eşlerinin, çocuklarının çektikleri acılar, sıkıntılar, ayırmalar, koparmalar,
yakınlarının hastalanmaları ve ölümleri umursanmayarak AKP’nin zulmüne destek
oldular. Günahta, hakkaniyetten uzaklaşmada, zıtlaşmada, nefret tesis etmede,
ayırmakta, yıkmakta; ölüme sebebiyet vermede destek olarak çok ileriye gittiler.
Kendilerine manevi olarak, insanî olarak, ahlakî olarak «dur» diyen olmadı.
Nefislerinin peşlerinde koştururlarken kime ve neden hizmet ettiklerini de
bilemeyecek hâle girdiler.
Bakın Türkiye’nin çeşitli vilayetlerinden mesajlar alıyorum. Geçmişte Türkiye’nin
çeşitli vilayetlerine izine giden gurbetçilere Zaman okurları esnaflar beni sorarak onu
tanıyor musunuz diyorlar ve verdikleri malların parasını almıyorlardı. Bugün onlar ne
diyorlar biliyor musunuz? Geçmişte isteğimizle abone oluyorduk, şimdi başımıza bir
şey gelmesin diye korkumuzdan abone oluyoruz. Zaman eski zaman değil, diyorlar.
Bu konuda din adamları dahil bir çok kişiden mesajlar ve mektuplar alıyorum.
Zaman Gazetesi’nde şu an çalışanlardan bazılarının da suskunluklarına aldanmayın.
Onlar da Türkiye’yi yıkıma götüren süreçte gafilleri işbirlikçileriyle birlikte ibretle
izliyorlar.
Kendi kendinizi aldatmayın, kendinize, özünüze dönün!
Yıllar önce Fehmi Koru’yu Japonya’dan Turgut Özal gelirken havaalanında ben
karşılamış ve arabamla Argenteuil’deki evime ben getirmiştim. Yanında şu an
Milletvekili olan gazeteci Ahmet Tan da vardı. Yani ikisini evimde o zamanlar ben
misafir ettim.
Dostluk, vefa, vatanseverlik, kul hakkı bu kadar ucuz mu?
Ben, Fehmi Koru dahil, sizlere ve sizlere destek olanlara haklarımı helâl etmiyorum.
Referandumdaki söylemleriniz dikkatimi çekti. Gerekirse ölüleri kaldırarak oy
kullandırın sözleriyle içine girdiğiniz alanı itiraf etmiştiniz. Pekiyi canlıları,
oldüren ve dirilten tek bir kudretten bana bahsedebilir misiniz? Yani diriltme
makamına geçtiğinizi ilân ettiğinize göre şirke girdiğinizin bu şirke destek çıkıp
günahkâr olduğunuzun farkında mısınız? Yoksa beyinlerini yıkadığınız insanları
birer ceset, bir iskelet olarak mı gördüğünüzü açıklamak istiyorsunuz. İslâm’ı
İslam dışındaki unsurların içerisinde eritmeyiniz! Bu tür siyasi hırslar manen
size çok şeyler kaybettirecektir. Anadolunun temiz kalpli insanlarının,
ülkücülerin, vatanseverlerin ve şerefli Türk Silahlı Kuvvetlerinin üzerlerinden
ALLAH (C.C.) rızası için ellerinizi çekiniz! Sizi uyarıyorum.
Dün ne diyordunuz bugün ne haldesiniz size bir kaç örnek
vereceğim?
¤ Bosna yine ihanete uğradı : Sırp vahşetini görmezlikten gelen dünya, NATO ağzı
ile verdiği müdahale sözünü de tutmadı. Nato, Clinton, Yeltsin ağız birliği etti. (Zaman
Gazetesi, 22.02.1994)
Zaman dün CIA’nın Türkiye’deki faaliyetlerine dikkat çekiyordu,
bugün Amerikan çıkarlarınına hizmet ediyor
¤ Mehmet Kahraman: Türkiye’de darbeler ve CIA
Darbeler öncesinde çok sayıda ABD elçilik görevlisi (CIA ajanı) Anadolu’yu karış
karış gezerek ihtilâl zemini hazırlamak için meçhul faaliyetlerde bulundu. İçteki
birtakım işbirlikçiler de ülkeyi darbe ortamına sürüklemede adeta yarış ediyordu :
Darbeler CIA’nın eseri (Zaman Gazetesi, 02.04.1994)
Zaman dün Irak’ı savunurken bugün Irak’ı bölenlerle, Irak’ta 2
milyon insanı katleden Amerikan askerlerine dua eden Recep
Tayyip Erdoğan’la işbirliği içerisinde! Ekonomideki, tarımdaki,
hayvancılıktaki çöküş ise hiç önemsenmiyor!
¤ Emekli Büyükelçi Olgaçay : Batının Irak’ın bölünmezliği konusundaki sözlerine
güvenmek safdillik olur : Irak’a Sevr planı
«Batı, kendi menfaatleri sözkonusu olduğunda herşeyi yapar.»
«Bir kere Türkiye’nin astronomik seviyelere çıkmış dış borcu, dış politikada serbest
hareket etme imkanını büyük oranda sınırlandırmaktadır.»
«İkinci ipotek, Türkiye’nin silah sanayiindeki Batı’ya bağımlılığıdır.»
«Üçüncü ipotek ise artık politikacılarımızı kendi irademizle belirleme
özgürlüğümüzün yavaş yavaş elimizden alınmasıdır. Artık siyasilerimizi biz mi
seçiyoruz, yoksa dışarıdan tayin edilip önümüze mi konuyor, bu hususta ciddi
tereddütlerim var»
«Musevilere karşı uyanık olmalı» (Zaman Gazetesi, Abdülhamid Serdarlı,
01.02.1994)
Zaman dün Kıbrıs’la ve dış Türklerle ilgili ihanetlere dikkat
çekerken bugün Kıbrıs’ı, Rauf Denktaş’ı, Kıbrıs’ın çıkarlarını,
Türkmenleri, Kuzey Irak’taki vb. çıkarlarımızı dışlıyor!
¤ BM nezdinde, New York’ta yapılan görüşmade KTHY’yi kapama kararı alındı :
Kıbrıs ihanet çemberinde
Rum’un ekmeğine yağ
Problemler sona ermez
Kimler, niçin yapıyor?
Kararın büyük ihanetler ihtiva ettiğini belirten bir yetkili, «Bağımsız devlet olmanın en
bariz göstergeleri; toprak, bayrak, milliyetini taşıyan vatandaşlar, hava sahası ve
hava yolu sahibi olmaktır. Fakat bugün Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı bir anlaşma
taslağına dayanarak (dosya ve kayıt numaraları belli kendisi ortada yok) Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti’nin varlık sebeplerinden biri olan millî havayolunu kendi elimizle
kapatmak hainlik olur» şeklinde konuştu.
KTHY kapatılırsa ne olacak?
1 – KTHY’nin kapatılmasıyla, Kıbrıs davası için verilen mücadele yarım kalacak
2 – KKTC’nin bayrağı indirilmiş olacak. Dünya kamuoyunda «KKTC’yi Türkiye bile
tanımıyor yorumları yapılacak.
3 – Bağımsız bir devlet, Rum’a bağlı hale gelecek.
4 – Kuzey Kıbrıs hava ulaşımı Rum ipoteği altına alınacak, denetimler onların eline
geçecek.
5 – Yeni havayolu kurmada KKTC yetkili olamayacak. Kıbrıs havacılığının devlet
olarak temsili Rum tarafına geçecek
6 – KKTC ile birlikte Türkiye’nin de milletlerarası platformda prestiji sarsılacak
7 – KTHY’nin kapatılmasıyla bazılarının maddi ihtiraslarına alet olunurken Kıbrıs
davası da derin bir yara alacak.
(Zaman Gazetesi, 20.01.1994)
Dün televizyonlarda hassasiyet gösterilen konular bugün Recep Tayyip
Erdoğan’ın ağzından çıkan ahlâka, eğitime uygun olmayan sözlere karşı
gösterilmiyor ! Recep Tayyip Erdoğan’ın «Edepsiz, şerefsiz, alçak,
ahlaksız…» sözlerini bugün küçük çocukların annelerine ve babalarına
söylediklerini biliyor musunuz? Bu mu Müslümanlık?
¤ İsmail Yediler : Televizyonda televizyon tartışmaları
Bazıları diyor ki; «Eski, güzel dostluklar ve güzel komşuluklarımız yerine evimize TV
diye yeni bir dost ve komşu geldi. Geldi ama bunun hırlı mı hırsız mı olduğunu
bilmiyoruz. Yani ne idüğü belirsiz. Şimdi artık tek yönlü bir haberleşme mevcut. TV
veriyor, siz alıyorsunuz. O konuşuyor, siz dinliyorsunuz. O aktif, siz pasifsiniz.»
……..
Zaman Gazetesi, 24.02.1995
Dün reklâmlara, millî unsurlara hassasiyet gösteriliyordu, bugün
millî çıkarlar ayaklar altına alınıyor !
¤ Asuman Özgürel : Utandıran reklam
Televizyonlarda gösterilen bir reklam var. Seyrederken utanıyorum. Türk
yemeklerinin satıldığı küçük bir lokanta, lokantada muhtemelen aşçı yamağı olarak
çalışan bir genç ve kasada fiş kesen lokantanın sahibi…
Her ikisi de ha bire saatlerine bakıp bir an önce çıkmak istiyorlar. Yemek (!) yemeğe
gidecekler. Mc Donalds’ta, kuyrukta sıra bizim aşçı yamağa geliyor ve gayet güzel
konuşan, güleryüzlü bir genç kıza, düzgün olmayan Türkçesiyle «Bir bigmenü ve bi
de elmalı tatlu» diyor.
Hanburgerini ısırdığı sırada çalıştığı lokantanın sahibi ile göz göze geliyor ve onu hiç
görmemiş gibi yaparak sırtını dönüp yemeye devam ediyor. Lokanta sahibi de tabii…
Ben bu mesajı bir yerden hatırlıyorum. (Yapı Kredi reklamlarının ünlü müdürü de
başka bir bankada yanında çalışan memura yakalanmamış mıydı?
Şövenist olduğum söylenemez; ama bu reklam filmi, bir Türk olarak beni rencide
ediyor. Bir Amerikan last – food firmasının reklamını, Türk yemeklerini ve
lokantalarını aşağılamadan yapamayan reklamcıları da kınıyorum.
(Zaman Gazetesi, 16.10.1997)
Dün kültür, sanat, tarih bağlarımız ve haysiyet gözetiliyordu bugün hiç
umursanmıyor! Aksine geçmişte eleştirilenlerin yaptıkları yapılıyor!
¤ Mustafa Yazgan : Lawrence of Arabia…
…..
Yahudi’nin «sinemayı» ne korkunç bir ihtirasla istismar ettiğini, «siyonizmin»
hedeflediği plan ve protokollar istikametinde, bu müthiş etki (tesir) ve cazibeye sahip
«sanat alanına» ne denli kötü oyunlarına «sempati alanı» haline getirmek istediğini
biliyorduk. Ama bu kadar yüzsüz, küstah ve pervasız bir noktaya düşeceğine ihtimal
vermiyorduk, bu da oldu.
«Lawrence of Arabia» filmi, tam bir Osmanlı düşmanı film. Türkiye’deki 1995’in sahte
Kuvva-yı Milliye’cileri, filmde Osmanlı kahramanları aziz Mehmetçiklerimiz’in
Akabe’de, çöllerde, Hicaz demiryolu güzergâhında yaylım ateşleri, baskın, yağma ve
katliam ile şehid etmelerini görüp, şifa bulmaz bir Osmanlı’ya kin duygusu ile, tıpkı
filmdeki Lawrence gibi, kan ve katliam şehveti ile dişlerini gıcırtatabilirler. Ama bu
sahte devrimbazlar, yerlere düşen, Bedevi atlıların ayakları altında çiğnenen, dağılan
sandıkların arasında parçalanan, muazzez bayrağımızı, hilal ve yıldızlı sancağımızı
gördülerse neler hissettiler acaba?
…Ve «Kanal D» bu filmi ekranlara getirmekle, millî, dinî, tarihî, kültürel ve ahlâkî
yapımıza ne katmış oldu? Yazık… vallahi çok yazık… Ayıp ki, ne ayıp…
……
Bu filmin sinsi teşvikçisi şüphesiz ki, dünyanın en korkunç politikasını güden
İngiliz’dir. İşin taşeronu David Lean adlı muhtemelen fanatik bir Yahudi’dir.
Türkiye’nin içte ve dışta «kritik» bir noktada yürüdüğü bugünlerde, her zamandan
fazla dikkatli olmak mecburiyetindeyiz.
Anti-tez : 18
(Zaman Gazetesi, 18.07.1995)
Dün yolsuzluklara, yoksulluklara, haksızlıklara duyarlılık
gösteriliyordu, bugün destek çıkılarak Deniz Feneri gibi
görünenlere(!), bilinenlere(!) dahi tepki gösterilmiyor
¤ İlhan Murad : Hırsızların devleti ve İslam…
Türkiye’yi hırsızlar yönetiyor…
Savcıların hemen harekete geçmesine gerek yok… Bu sözü ben söylemiyorum. TV
ekranlarına çıkan sayın Hasan Celal Güzel sarfetti bu sözü, pazar günü. Örnekler
verdi. Bir devrin en yetkili sorumlusu olarak yaşadıklarını ve yaptığı mücadeleyi
anlattı ve ilave etti :
«Bu rejimin adı demokrasi değil, kleptokrasi’dir». Kullandığı cümle bu. Kleptokrasi
hırsızlık rejimi demektir. Hayret. Bu köşede 6 Temmuz 1994 Çarşamba günü
yayınladığım yazının başlığı da şu imiş : «Kleptokrasi». Sayın Güzel ile aylar sonra
aynı noktada buluşmuşuz. Garip bir teşhis tesadüfü.
…..
(Zaman Gazetesi, 05.10.1994)
Libya, Suriye, Irak, Afganistan gibi Müslüman ülkelerde AKP ile
Türkiye’nin emperyalistlerle işbirliği yaptığı milyonlarca
Müslümanın katledilmesine sebep olunduğu, bu ülkelerde
100’den fazla caminin cemaatleriyle birlikte yerle bir edildiği,
binlerce Müslüman kadına tecavüz edildiği halde, içinde
bulunduğumuz zaman içerisinde Zaman Gazetesi AKP’nin ve
emperyalistlerin yanında yer aldı! Bu işbirliğini süreklileştirmek
için de hâlen yoğun bir şekilde günah dolu yollara başvuruluyor!
¤ Hekimoğlu İsmail : Libya Örneği
Libya kimyevi silahlar yapıyor diye başta Amerika olmak üzere, Hıristiyan dünyası
ayağa kalktı. Halbuki Libya yetkilileri defalarca açıkladılar ki «Kimyevi silah
yapmıyoruz, ilaç fabrikası kurduk.»
Libya’nın ilaç fabrikası kurması, kimyevi silahlar yapmasından daha hafif bir suç
değildir. Evvela kimya sanayiini elinde tutmak isteyenlere göre suç işlemiştir. Sonra
bugün ilaç yapabilen yarın, kiyevi silahlar yapabilir…
Önemli olan İslam ülkelerinin ayağa kalkmamasıdır. Afganistan’ı Rusya yerle bir etti.
Pakistan’ın tepesine şiddetli bir yumruk vurdular. Şah devrinde kalkınmış İran’ın
yerinde şimdi viran, yoksul bir ülke var. Irak, içler acısı. Suriye, ayranı yok içmeye,
Rusya’ya sırtını dayayıp her işe burnunu sokmakta. Filistin her gün dövülmekte,
öldürülmekte… Lübnan kan ve ateş içinde. Mısır, Yahudilerle yaptığı savaştan sonra
bir daha kendini toplayamadı. Bengaldeş açlıkla mücadele ediyor.
Bunlar güya bağımsız devletler. Bir de Türkistan gibi esir İslâm ülkelerini düşününüz.
Şu sonuca varırız. İslâm ülkeleri bağımsız olabilir fakat sosyalist veya kapitalist
ülkelere pazar oldukları müddetçe hayat hakları var, aksi halde bugünleri arayacak
duruma düşerler.
İnsan hakları, demokrasi, medeniyet, onlar laf. Formül şudur : İslâm ülkeleri iktisaden
güçlenmemeli…
Libya’da petrol yatakları azalıyor. Bunun için Kaddafi su kanalları yaptırarak ziraata
önem vermeye başladı. Halk çok cahil ve bilgisiz olduğundan
sosyalizm diye bir şey icat etti, göçebelere ev verdi, onları iş sahibi yapmaya
çalışıyor. Bilim ve teknik seviyesini yükseltmek istiyor. Bunları yapabilmek için Arap
milliyetçiliğini körükledi, onları evvelâ ruhen ayağa kaldırdı, sonra birşeyler
yaptırmaya çalışıyor.
Metod üzerinde durmayacağız, yalnız kalkınan bir Libya olduğunu kimse inkâr
edemez. İşte Amerika’nın Libya’ya saldırmasının sebebi budur.
(Zaman Gazetesi, 08.01.1989)
«Dün misyonerlere dikkat çekiyorlardı, bugün misyonerlere dikkat çekenleri
suçlayarak mağduriyetlerine sebep oluyorlar.» Size soruyorum «Prof. Dr.
Zekeriya Beyaz’a neden, hangi konuda taciz yapıldı? Niçin ona destek olmadılar ? »
Dün dünya ülkelerinde bulunan camileşen kiliseleri yazıyorlardı, bugün AKP
yöneticileri elleriyle Türkiye’de kiliseleştirilen camiler karşısında hiç gıkları dahi
çıkmıyor.
Bir zamanlar evimin bulunduğu İstanbul Haznedar’da bir çok defa kendisiyle bizzat
konuştuğum Ahmed Şahin’e ve Hekimoğlu İsmail’e, Abdullah Aymaz’a (İsmail
Yediler’e) sesleniyorum, bir saniye dahi durmadan Zaman’dan ayrılınız !
Avrupa’ya gönderdikleri bazı kişilerin kötü örnek olarak bir çok kişinin çoluk
çocuğuyla yuvalarını dağıttıklarını isim isim biliyoruz ? Bunların herbirisiyle ben
yakından görüşüyorum. Şu an sefilleri oynuyorlar. Ayrıca bizim yuvamızın
yıkılmasına sebep oldular diye onlara beddua yağdırıyorlar.
Fransa’da Diyanete bağlı camilerde bir kaç imamla görüştüm. İmamlar : «Cemaate
mensup kişiler, allem edip, kallem edip bizim ders verdiğimiz çocukları bizden
kopardılar. Üç dört ay sonra çocuklar annelerine babalarına isyan etmeye
başlayınca bu farkı gören aileler çocuklarını onların ellerinden kurtararak bize
tekrar geri getirdiler. Çocuklar bizim öğrettiklerimizi tamamen unutmuşlar,
isyankar başka bir kimlikle bize getirildiler. Bu, düşünün 80 – 90 kişinin
beddualarıyla karşılık buldu» diyorlar.
Hiç bir Müslüman kusur meydanlarında, tezgah kuramaz. Kendilerini sık sık savunma
konumuna da giremezler. Bizim ecdadımızda lisanla değil, kalple konuşan din
adamları vardı. Henüz gariplere, masumlara, günahsızlara dokunduklarının
karşılıklarını almadılar, insanların sahibi yüce ALLAH’ı (C.C.) unutanların akıbetlerini
de hiç iyi görmüyoruz.
Yine Cemaatin Fransa’ya gönderdiği S isimli bir imam Lyon Türk Kültür Ocağına müracat ediyor. Bu teşkilat yetkilileri imamız yok, gel burada görev yap diye onu bağırlarına basıyorlar. Sonra Paris’te bulunan Kayseri’li bir vatandaşımızın kızıyla da
evlendiriyorlar. O bir gün büyük bir mağazadan parfüm çalıyor, bu mağazanın güvenlik kameraları ve görevlileri tarafından tespit ediliyor. Parfümle birlikte kasadan çıkarken yakalanıyor ve polise teslim ediliyor. Lyon Türk Kültür Ocağı yöneticileri
kefaletle onu kurtarıyorlar ve teşkilatlarından da uzaklaştırıyorlar. Sadece bu mu, bir kaç kişiden para alıp vermediği de ortaya çıkıyor. O bu kez cemaate ait Paris bölgesindeki Saint Gratien Mescidine geliyor, Mescidin kamerasını, televizyonunu ve
bazı eşyalarını gizlice evine götürdüğü tespit ediliyor. Bu Mescidin Almanya’dan gelen imamı onu ikaz ederek derhal götürdüklerini geri getirtiyor. Sadece bunlar mı, Hollanda’ya uzanan ahlâkî olmayan davranışlar zinciri oluşuyor. Ben bunları bütün teferruatıyla Abdullah Aymaz’a bildirdim. Bana cevap vermedi.
Sonra’dan Zaman Gazetesi’ne Genel Müdür olan İlhan İşbilen bir gün Paris’e geldi. Fransa gümrüğünde şüpheli olarak karşılanmış ve büyük kamerasına el konulmuştu. Onun şimdi AKP’den milletvekili adayı olduğunu duydum. Zaman AKP yöneticilerinin Türkiye’ye yaşattıkları olumsuzlukları umursamıyor ve çeşitli şekillerde destek olmayı da sürdürüyor.
Bana Zaman’da yayınlanan yaklaşık 500 kadar yazıma rağmen maaş ödenmedi. Sigorta da yaptırılmadı. Benim yazılarımın Zaman’da yayınladığı sırada Avrupa’dan haber, yazı ve makale gönderen gurbetçilerin bugün birçoğunun Zaman’la iribatları yok! 1990 yılında anneme, babama ve sevdiklerime kavuştum. 1991 yılında da babamı kaybettim. Sonra annemi geçici de olsa, buraya getirtmek için başvuruda bulundum. Vize almak oldukça güçtü. Paris, Cidde, Brüksel gibi bir çok yerde toptan tekstil
mağazaları bulunan cemaate de büyük miktarlarda paraca yardımda bulunduğu bilinen M.H.’nin İstanbuldaki bürosunun adresini vererek annemi ve ablamı gönderdim. «Bu insan, dindar, beni tanıyor, ayrıca büyükelçilerle arası çok iyi, vize
konusunda yardımcı olması için gidin ona ricada bulunun, benim de selamımı söyleyin» dedim. (Bu arada unutmadan söyleyeyim, Hüseyin Gülerce’nin de bu kişinin Paris bürosunda çalıştığını duymuştum. Sonra Mehmet Özen isimli bir
vatandaşımız Paris’deki şirketin başına getirildi. Bu şirketin geçen yıllarda kriz nedeniyle kapatıldığını da bizzat Mehmet Özen’den öğrendim.)
Annem ve ablam bu M.H.’nin bürosuna dışardakilere benim ismimi de vererek rahatlıkla girdiler. Ne görsünler, muhterem, dindar M.H. kucağına yarıçıplak bir kadın oturtmuş, gözleri hiç bir şey görmüyor, kendilerinden geçmişler, yani fuhuş yapıyorlar.
Annem ve ablam kendilerini dışarıya zor atmışlar. Annem ablama bak kardeşinin dindar dediği adama, bundan gelecek yardım orda kalsın diyerek, orayı süratle terkediyorlar. Bana da başlarından geçenleri bildirdiler. Cenab-ı ALLAH (C.C.) çok
geçmeden yerinde işlerimizi kolaylaştırdı, vizeyi aldık, bir kaç ay da olsa annemi buraya getirttim. Annem ise 3 yıl önce vefat etti, ablam sağ.
Ve işte içlerinden çok akıllı birinin hâl itirafı :
İşte bazı vicdanlarda İslâm, ahlâk ve insanlık böyle yaşanıyor. Daha fazla yorum yapmayacağım.
Paris, 05.06.2011
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.