15 Mayıs 2024 Çarşamba
Avukat Şükrü Işık
ODTÜ Bilgisayar Matematik Mezunu, Üretim Planlamacısı, Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanı, Muhasebeci, Avukat, 68 Kuşağı, Yetmişlerin Devrimcisi, MHP Sempatizanı, Doğa Hayranı, Farklı Bir İnsan, Adam Gibi Adam.
Roportaj: Şeref IŞIK – KozanBilgi.Net Haber Müdürü
Ahmet Çavuş’un oğlu, Şükrü IŞIK
ODTÜ Bilgisayar Matematik Mezunu, Üretim Planlamacısı, Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanı, Muhasebeci, Avukat, 68 Kuşağı, Yetmişlerin Devrimcisi, MHP Sempatizanı, Doğa Hayranı, Farklı bir insan, Adam gibi adam Avukat Şükrü IŞIK evli ve iki erkek evlat sahibidir.
İsmini dedesi Şükrü Çavuş’tan almıştır. Ailede köklere saygı esastır. Amcasının oğlu da Şükrü Işık, ablasının oğlu da Şükrü Işık. Şükrü’lerin en büyüğü olduğu için köyde Koca Şükrü olarak bilinirdi avukat olana kadar.
Gerçekten Koca Şükrü. Yıl 1963-64, 7-8 yaşlarındayım. Yaz aylarında köye yaylaya çıkarız Kozan’dan. “Koca Şükrü gelmiş, gömleksiz atletsiz çıplak geziyor bağda. Kocaman adam. Kafasını da jiletle kazıtmış. Her sabah kafasına yumurta, sırtına (vücuduna) yağ sürüp güneşin altında öyle geziyormuş bağırarak (naralar atarak).” diyorlar, köyde çocuklar arasında. Bende biraz korku, biraz merak uyanıyor. Uzaktan da olsa görmek istiyorum Koca Şükrü’yü.
İlk gördüğümü şöyle hatırlıyorum. Bağaya üzüm yemeye giderdik Koca Şükrü’lerin evinin yanından. Evlerinden biraz yukarıda, arazide yanında birileri ile geziyordu. Gerçekten belden yukarısı çıplak, saçlarını usturayla kazıtmış, griye yakın toprak rengine çalan bir pantolon giymişti. İri yarı, şimdilerdeki Rambo gibi bir görüntüsü vardı. Yüksek sesle bağırarak konuşuyordu her şeyi. Bu durumundan ürküyor, uzak durmayı yeğliyordum o zamanlar. Koca Şükrü’yü ilk böyle tanıdım.
Şükrü Çavuş (D:1894-Ö:27 Mart 1941)
1914 yılında Şam’da şu anki harp okuluna tekabül eden askeri okul son sınıfta okurken çıkan savaş nedeniyle direk cepheye sevk edilmiş. Mısır cephesinde harp ederken İngilizlere esir düşer. 13 ay esir kaldıktan sonra yapılan mübadele ile serbest kalmış ve Tapan’a dönmüştür.
Hemen akabinde başlayan kurtuluş savaşında Hacın (Saimbeyli) cephesinde savaşmış Kirkot bölgesi komutanlığını yapmıştır..
Fransızların Hacın bölgesi Ermenilerine yardım göndermeleri sırasında olaydan haberi olan Postacı Cezmi Bey “Yusuf Ağa’ya haber salın önlem alınsın” diye Tapanlı biri ile haber gönderir. (Yusuf Ağa Halit Dağlı’nın dedesidir)
Yusuf Ağa yaptığı araştırmada Fransızların Ayıcık (Gedikli), Kargapazarı, Akçaluşağı yolu üzerinden Hacına gitmekte olduklarını tespit eder.
O sırada Evereğ’e (Develi) silah almaya giden Şükrü Çavuş oradan Kayseri’ye geçerek Mustafa Kemal Paşa ile görüşür; dönüşte Everek’ten mühimmat ve silah alan Şükrü Çavuş tam Tapan’a girerken “Kargapazarına gâvur geldi yetişin” haberi üzerine direk oraya yönelir. Tam harbin başladığı sırada yetişen Tapan kolu ile diğer kuvvetler Fransızları püskürtürler ve Kozan’a kadar geri çekilmeye mecbur bırakırlar.
Sonra, o sıralarda 17.000 hane Ermeni’nin oturduğu Hacın bölgesine intikal ederler ve oradaki savaşa katılırlar.
Ermeniler yenileceklerini anlayınca önce Kirkot tarafına sonra Hamurcu gediği (Himmetli) tarafına kaçıyorlar. Hacın savaşından sonra Tapan bölgesine geliyorlar. Buradaki savaşta Şükrü Çavuş başından yaralanıyor. Gizzik Duran Pağnık cephesi komutanı iken Şükrü Çavuş Kirkot cephesi komutanlığını yapıyor.
Savaştan sonraki cumhuriyet döneminde Şeyh Sait isyanına giden kuvvet içerisinde bulunuyor. Çok iyi atıcı idi. Tavşanı mavzerle tek atışta vururdu. .
Tapan bölgesinde herkesin sorunlarını çözerdi kimse mahkemeye gitmezdi. Sorunlar Şükrü Çavuş tarafından çözülürdü. Ölene kadar muhtarlık yaptı. Feke den gelen tüm devlet erkânı onun misafiri olurdu.
1941 yılında bir geyik avı sırasında aşırı ıslanması ve üşütmesi neticesinde yakalandığı zatürree hastalığından vefat etti. Çok aydın bir kişilikti. 1938 yılında okul inşaatını başlattı. Murtaza hoca ile birlikte kendi imkânları ile 1939 da öğretime açtılar. Cenazesinde Murtaza hoca o gün şartlarında devlet töreni yaptırdı. Naaşı okulda merasim yapılarak önde Türk bayrağı eşliğinde uğurlandı
Soyadı Kanunu çıkması ile Topallı Sülalesine “Işık” soyadını Şükrü Çavuş almıştır.
Okul Yılları…
Bazen sohbetlerde bahsi geçer, yorumlar yapılır yaşı üstüne. Ama kimse sormaz, soramaz istemediği bir cevap almaktan korktuğu için. Ben kendimi her cevabı alabileceğime şartlandırarak üstüne üstüne gidiyordum. Kolay değil Avukat Şükrü Işık’tan her istediğin cevabı usulüne göre almak.
-Kaç doğumlusun abi? Nerede doğdun, Feke mi Kozan mı? Diye sorunca:
-1944 Sulooyak doğumluyum yaz. Sulooyak’da doğmuşum. Biliyon mu Sulooyağı? Yaylada doğmuşum ben. Öyle yaz dedi.
Sulooyak bizim yayla diye tabir ettiğimiz köye bağlı yazın gidilebilen mezralardan biridir. Köy yerleşim yerine 3-4 saatlik yürüyüş mesafesindedir. O yıllarda köye araba yolu yok, en yakın araba yolu da on beş kilometre mesafededir. Doktor yok, ebe yok. Dağın başında doğuruvermiş Gostur Ebe Koca Şükrü’yü. Kim bilirdi o zaman ne olacağını. Gostur Ebe’nin gözü gibi baktığı üzüm bağlarını çam, sedir, ceviz ormanı yapacağını. Bilse Gostur Ebe belki sıkıp atardı boğazını doyurunca.
Şükrü Çavuş’un asaletinden gelen aydınlığı çocuklarına da sirayet etmiş. Erken yaşlarda köyden şehire göç etmişler. Ticarete atılmışlar. Dükkân işletmişler. O zamanki dükkânlarda bakkaliyeden, nalburiyeye, manifaturadan, zücaciyeye her şey satılırmış. Ellili-atmışlı yıllarda otobüs işletmişler Kozan-Saimbeyli hattında. Gençler ne var ki bunda diyebilirler. O yıllarda radyo çok lüks nadir bulunan bir iletişim aracıydı. Bilgisayarlar hak getire, televizyon yoktu Türkiye de.
Şükrü ve kardeşleri şehirde olmanın avantajıyla okudular. Şükrü ilkokulu Kozan Gazi İlkokulunda, ortaokulu ise şimdiki Kozan Lisesinin futbol sahası yerindeyken yıkılan Kozan Ortaokulunda, liseyi ise Adana Erkek Lisesinde okudu.
Lise yıllarının sonunda ekonomik sıkıntılar başlamıştı. Dürüstlük ve dost severlik malından mülkünden etmiş Şükrü’nün babası ve amcalarını.
Liseden sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Kimya Mühendisliğini kazanan Şükrü bir yıl okuduktan sonra parasızlık nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalır. Köyünün okuluna vekil öğretmen olarak görevlendirilir. O yıllarda yörenin tek okulu olan Tapan İlkokuluna (1938’de açılmış) Feke’ye ve Kozan’a bağlı köylerin öğrencileri geliyordu. Öğrenciler uzak yerlerden geldiği için, o zamanlar ulaşım aracı da yok ortaokul, hatta lise seviyesinde çocuklardı. Kız öğrenciler çok nadirdi. İlkokullu erkek öğrenciler sakal traşı olarak geliyorlardı okula.
Şükrü hep farklıydı. Öğretmenliği de farklı oldu. Hemen hemen kendi yaşında öğrencileri vardı. Bazan öğrencileriyle güreş tutuyorlar, kıran kırana güreşiyorlardı.
Bir seferinde okul müdürü merhum Hasan Kızıltepe okul bahçesinde gezerken, bakmış sınıfın birinin penceresinden dumanlar çıkıyor. Yangın mı var diye koşmuş sınıfın kapısını açmış ki ne görsün. Öğretmen Şükrü ve öğrencileri sınıfta tütün sarmışlar içiyorlar.
Bu arada derslerini de ihmal etmiyor, ne pahasına olursa olsun okumak istiyordu. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Matematik Bölümünü kazandı. Çok zor şartlarda okudu. Kitap alacak para bulamıyordu.
Bir gün okul kampüsüne çok önemli bir tiyatro gelmişti. Okulun hepsi tiyatroya gitti. Gidemeyen iki kişi vardı. Biri parası olmadığı için Şükrü, diğeri ise kütüphaneden ayrılamayan kütüphane memuru. Şükrü kütüphane memuruna “Tiyatroya gitmek istersen git, ben kütüphaneyi beklerim senin yerine” demiş. Kütüphaneci çok memnun olmuş ve hemen o da koşmuş tiyatroya. Şükrü binlerce kitabı olan kütüphane de derslerine yakın bir çuval dolusu kitabı ayırmış ve dolabına götürüp görevinin başına geri dönmüş. “Kitap alamıyordum, çok işime yaradı o kitaplar. O kitapların sayesinde okulu bitirdim” dedi.
Üniversite anılarını anlatırdı zaman zaman. “İri yarı olmamın, Adana’lı olmamın, konuşma tonumun sertliğinin de çok faydasını gördüm. Eğer zayıf olduğunu hissetseler ezerler adamı. Atmışsekiz kuşağı bu.
ODTÜ (Orta Doğu Teknik Üniversitesi), Türkiye’de atmış sekiz kuşağının merkezi.
Deniz Gezmiş’ler, Hüseyin İnan’lar, Yusuf Aslan’lar, Mahir Çayan’lar, Ulaş Bardakçı’lar. Bunların arasında benim ismimin olmaması için hiçbir neden yoktu. Aslında hiç sevmem ama bende var olduğu zannedilen bir kabadayılık, yokluk, parasızlık bu tür işlere girmem için ortam müsait. Yukarıda isimlerini saydığım devrimciler hep arkadaşlarım. Birlikte toplantılar yapıyoruz. Bir iki ufak eylemin içinde de olduk beraber.
Bir defasında Mahir Çayan’ın da içinde olduğu bir grupla İstanbul’a eylem yapmaya gittik. Yaz günü arazide yatıyoruz. Uyurken Mahir’e el hareketi yaptım. Belinden hemen silahı çekti. “Bana bir daha el hareketi yaparsan vururum seni dedi.” Yine bir gece eylem için yaya yol alıyorduk, birden bir kireç çukuruna düştüm. Bu düşmede kolum kırıldı. Ben eyleme katılamadım.
Türkiye’de ki eylemler yurt dışından da dikkatle takip ediliyordu. Ziya abim de Almanya’dan takip ediyordu. Bana telefonla ulaşabilirse telefonla, yoksa mektupla “Sakın olaylara girme, sizin düşündüğünüz gibi masum bir olay değil, çok kötü görünüyor olaylar buradan” diyordu. Kolumun kırılması da o günlere denk geldi ve ister istemez eylemlerden uzak kaldım. O dönemi bu şekilde ucuz atlattım.
Lafta iyi düşünceler gibi görünüyor da bizim yapımıza ters işlermiş onlar. İyi ki uzak kalmışım. O düşünceleri tasvip etmiyorum şimdi. Ülkeyi bölmeye, parçalamaya götürecek bir düşünceydi. Ben şimdi MHP’nin görüşünü takdir ediyorum. Bizim için en iyisi bu.” “Peki siyasete aktif olarak girmeyi düşünür müsün?” dediğimde ise “Hayır, siyaset bana göre değil; ama, 12 Eylül sonrası oluşturulan Danışma Meclisine çağırdılar gitmedim, pişmanım. Kendim için pişman değilim. Fakat o dönem de Danışma Meclisine girseydim Tapan için çok şeyler yapardım. Çevreme çok faydam olurdu. Ufkunuz açılırdı hepinizin. Ben siyaseti sevmiyorum; Ama yaparsanız destek olurum.
1971 yılında ODTÜ’den mezun oldum. 1974 yılına kadar Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisinde Üretim Planlaması mastırı yaptım. Devlet Yatırım Bankasında bir yıl Yatırım Projeleri Uzmanlığı eğitimi aldım. Ayrıca özel muhasebe kursu aldım. Bu eğitimlerim sırasında bir çok öğrenciye de özel kurslar verdim. Bunlar arasında kardeşlerim, yiğenlerim, kuzenlerim de var. Bir çok seçkin dostlar da edindim bu sayede.
-1981 yılında avukat oldum.
-Hukuk Fakültesini hangi üniversite de okudunuz?
-Ben hiç Hukuk Fakültesi okumadım.
Aldığım cevaba çok şaşırmıştım. Bilmiyordum.
-Nasıl avukat oldunuz?
-ODTÜ’den sonra aldığım Devlet Yatırım Bankası Yatırım Projeleri Uzmanlığı eğitimi sonunda avukat oldum.
Doğa Hayranı…
Avukatlık mesleğine 1981 yılında Ankara’da başlar. Daha sonra evlilik nedeniyle mesleğini 3-4 yıl Mersin’de sürdürür. Ve nihayet seksenli yılların sonundan itibaren meslek hayatını Adana’da devam ettirir. Büyükşehir Belediye binası yanında Işık Hukuk Bürosu ve ayrıca Ankara’da yine bir Hukuk Bürosu var.
Adana’ya dönüşüyle birlikte, özlem duyduğu köyüne de kavuştu. Köyünü çok seviyordu. Doğal yaşamayı, doğayı çok seviyordu. Köyüne farklı bir şeyler yapmak istiyor, insanların bakış açısını değiştirmeyi hedefliyordu. Bu sebeple hafta sonlarında sık sık köye geliyordu.
Köyün en büyük üzüm bağı Gosturlu’ya aitti. Rahmetlik annesi (nur içinde yatsın) Fatma Ana (Namı diğer Gostur Ebe) tam bir Anadolu Hanım Ağası idi. Esmer, yanık tenli, eli nasırlı bir kadındı. Namını bırakmıştı köye. Köyde Şükrü Çavuş’tan gelen aileye Gosturlu ve mülkiyetlerine de Gosturlu bağı, Gosturlu bahçesi, Gosturlu tarlası, Gosturlu ineği, Gosturlu eşeği, Gosturlu koyunu, Gosturlu kuzusu, Gosturlu tavuğu vs. denir. Heybetli bir kadındı. Gür sesi ile emirler yağdırırdı etrafına. Herkes çekinirdi ondan. Çok çalışkan bir insandı. Hiç sevmezdi boş durmayı.
Baktığı inekler de heybetli idi. O zamanlar köyde küçük küçük yerli inekler olurdu. Ama Gostur Ebe’nin inekleri kocaman kocaman. Üzüm bağları da kocaman olurdu. Bağ kazma zamanı köyün genç insanları günlerce bağ kazardı. Haftalarca üzüm pekmezi pişirilirdi bağ bozumunda. Damadı Ahmet Emminin günleri üzüm kesmek, taşımak, tepelemekle geçerdi. Damadına da namını bırakmıştı. Ona da Gostur Ahmet derler köyde; ama eşine bu namını bırakamadı.
Ahmet Çavuş, Ahmet Çavuş olarak ebediyete göçtü. Çok iyi bir insandı. Kimse hakkında kötü bir şey düşünmezdi. İnsanları severdi. Yemeyi de yedirmeyi de severdi. Paylaşırdı insanlarla. Çocukları sevindirirdi. Çocukların Giggo (Şişko) Dedesi idi o. Köy camisinin yerini, ormancıların lojmanlarının yerini Ahmet Çavuş vermiş hayrına. Eşe dosta ev yeri, çardak yeri vermiş. Köyde toprak çok değerlidir. Kimseden alamazsın öyle kolay kolay. Büyük insanların işi toprağı bedava gözden çıkarmak. Kolay değil Gostur Ebe’nin yanında Ahmet Çavuş olarak kalmak.
O üzüm bağları mı?
Yerinde yeller esiyor derler ya. İşte öyle.
Gostur Ebe’nin erken vefatıyla harabeye yüz tutmuş üzüm bağları Şükrü Çavuşun torununu bekliyordu. Şükrü’yü bekliyordu. Asmalar, tevekler mahsun kalmıştı Gostur Ebe’den sonra. Onlarda böyle yaşamak istemiyorlardı. Gitmek istiyorlardı arkasından.
Ve Şükrü geldi. Bambaşka hayalleri vardı. Yemyeşil ağaçlarla donatmak istiyordu bağları, bahçeleri ve ekilen tarlaları hep. Çeşit çeşit fidan getirmek istiyor, köyde hiç olmayan meyveleri dikiyordu. Dağlardan kekikler, ada çayları, kaya sarımsakları getirtiyordu.
Bizim köyde üzüm ve duttan başka meyve olmaz sanılırdı. Köydeki ceviz ağacı parmakla sayılırdı. Bir de yaban eriği, yaban armudu ve kızılcık kirazı olurdu bağda bahçede. Köyde kavak ağacı dahi çok nadirdi.
Tapan, önceleri Nahiye (yani belde) imiş. Tüm Tapan’ı Nahiye Müdürü yönetirmiş. Müdür bakmış köyde hiç meyve ağacı yok, kupkuru. Meyve fidanı getirtip köylülere dağıtmış. Köylüler bu fidanlar olursa bizden fidan vergisi alırlar diye, incir ve üzümü dikmiş ama kaynar su ile sulamış bitmesin diye. Kimileri fidanı tersine sokmuş toprağa; ama inadına biten fidanlar olmuş bunlardan.
Ceviz ağaçları, çam ağaçları, sedir ağaçları boy boy olmuştu Şükrü’nün bahçelerinde.
Babasından kalan tarlalara amcalarından satın aldıklarını da eklemiş. Toplam 60 dönümlük arazisine 400 ceviz, 25 bin kızılçam, 15 bin sedir, 500 fıstık çamı, 2000 ardıç, 200 andız ağacı dikmiş.
Su Hayattır
Çok değil bundan yirmi yıl öncesine kadar suyu kuyudan içerdik. Köyde iki elin parmağı kadar kuyu vardı. Yaz aylarında su o kadar azalırdı ki, kuyulara kilit vurulurdu. Kuyu kapakları olur, ona da asma kilit takarlardı. Herkes her istediği kuyudan istediği zaman su alamazdı. Kovalarla, merkeplerle suya gidilirdi kuyulara.
Ben hatırlamıyorum Gosturlu’nun Kuyusuna kilit vurulduğunu. Suyu da soğuk ve tatlı olurdu. Şimdi o kuyulardan hala kullanılan 2-3 kuyu var. Ama içme suyu olarak değil de başka amaçlarla kullanılıyor. Kullanılan kuyulardan biri de Gosturlu’nun Kuyusu. Şükrü tulumpa yaptırdı kuyuya fidan dikmeye başlayınca. Neden bilmiyorum, çıkrık tertibatı olmazdı kuyularda. Hep asıla asıla elle çekerdik, elimizi ağrıtırdı ip, dolu kovanın ağırlığından.
Kapıkaya yaylasında (mezra) suyu bol olan bir kuyu vardı. Kapızın kuyusu. Bu kuyu için köyün iki mahallesi birbirine düşman oldu. Topallı mahallesi suyu mahallesine getirmek istiyor, Bahçeli (Kertişli) mahallesi de suyun yerinde kalmasını istiyor. Yıllarca mücadele ettiler. Mücadeleyi Bahçeli (Kertişli) kazandı. Topallı mahallesi kuyu suyuna devam! Bahçeli mahallesinin çeşme suyu vardı. Bu da haksızlık. Topallı mahallesi de çeşmeden su içse olmaz mı? Yok hayır, içmesin. Bizim hayvanlarımız içecek bu suyu. Düşünün, aynı köyün iki mahallesi!..
Şükrü de buna kafayı takmıştı. Bu suyu getirteceğim diyordu. Bir gün kuyuyu gezmeye gittik birlikte. Yanımızda Kıvrık Mustafa’da vardı. Kıvrık Mustafa Avukatın ilk bahçıvanı idi. Ziraat danışmanıydı aynı zamanda.
Ve mutlu haberler geliyordu Avukat’tan. Topallıya suyu getiriyorum diyor, çocuklar gibi seviniyordu.
Köy Hizmetleri yetkililerinin bir davadan işi düşmüş. Şükrü de bu fırsatı değerlendirerek Topallı mahallesine su sözünü almış. Çok kısa bir zamanda da geldiler, ölçümlerini yaptılar ve işe başladılar. İki-üç yüz yıl sonra akarsuya kavuşacaktı Topallı ve Bozgüney mahalleleri.
Bir köy çeşmesi Bozgüney de Çatal’a, iki köy çeşmesi de Topallı’ya yapıldı. Bir özel çeşmede Avukat hak etmişti her halde. Artık çeşmeden su içiyorlardı kana kana. Ellerini ip kesmiyordu. Suyun fazlası ile sebze suluyorlardı artık. İlk defa görüyorduk burada yeşil fasülyeyi, bamyayı, patlıcanı.
Demek su olunca her yerinde yetişirmiş tüm sebzeler Anadolu’nun.
ŞEREF IŞIK
Anavarza Kalesi ve Antik Kentine gezi düzenleme kararı almıştık. İnternet ortamında biraz bilgi edineyim diye araştırma yaptım. Basında çıkan haberleri taradım. Valisinden, İl Kültür Müdürü’ne, Profösöründen, Milletvekiline, Kent Konseyinden ağzı olana kadar herkes konuşmuş.
-Antik kent Anavarza’ya röntgen – ( 09 Eylül 2004 )
-Anavarza Kalesi, Efes gibi Türkiye’de tanıtılmalı. – ( 29 Eylül 2007 )
-Anavarza, Efes’i gölgede bırakacak…
Adana İl Kültür ve Turizm Müdürü Osman Arık, ilk kazmayı 2011’de vurmayı planladıkları Anavarza Antik Kenti’ndeki kazının sonunda Efes Antik Kenti’ni gölgede bırakacağını savundu.
-BÖLGENİN RÖNTGENİ ÇEKİLİYOR, AMELİYAT ÖNÜMÜZDEKİ YIL
-Kozan arama Konferansı Turizm ve Kültür çalışmaları çerçevesinde Anavarza tanıtımı.
-Son haber de İstanbul İl Kültür Müdürü Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili’den geldi “Anavarza için iyi haber” başlığı ile.
Merak ettim, üşenmedim, bir vatandaş olarak T.C. kimlik numaram ile Başbakanlık İletişim Merkezine (BİMER) bilgi edinme hakkı kanunu çerçevesinde şunu yazdım. “Adana ili, Kozan ilçesi sınırları içinde bulunan Anavarza Kalesi ve Antik Kenti ile ilgili kamu kurum ve kuruluşları ile ünviresiteler veya yabancı diğer kuruluşlar tarafından kazı proğramı var mı, varsa bu konuda ödenek ayrıldı mı?”
Aşağıda da gördüğünüz gibi 28.03.2012’de yapmış olduğu başvurum 30.03.2012 tarihinde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile aynı gün ilgili Daire ve Genel Müdürlüklere gönderilmiş, 05.04.2012 tarihinde de Kazılar Şubesine ulaşmış.
Alan Kurum Gönderme Tarihi Gönderen Kurum
BİMER 28.03.2012 BİMER
KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI 30.03.2012 BİMER
KAZILAR DAİRESİ BAŞKANLIĞI 30.03.2012 KÜLTÜR VARLIKLARI VE MÜZELER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
RESTORASYON DAİRESİ BAŞKANLIĞI 30.03.2012 KÜLTÜR VARLIKLARI VE MÜZELER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ
KÜLTÜR VARLIKLARI VE MÜZELER GENEL MÜDÜRLÜĞÜ 30.03.2012 KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI
KAZILAR ŞUBESİ 05.04.2012 KAZILAR DAİRESİ BAŞKANLIĞI
Kazılar Şubesi 11.04.2012 tarih ve B.16.0.KVM.0.12.01.00.160.99-79701 sayılı yazısı ile posta adresime yazılı cevap gönderdi. Cevap aynen şu:
Sayın Şeref IŞIK
….adresim yazılı…
Kozan-ADANA
İlgi: 28.03.2012 tarih ve 163222 sayılı BİMER başvurunuz.
Adana İli, Kozan İlçesi sınırları içinde yer alan Anavarza Kalesi ve Antik Kenti ile ilgili ilgi BİMER başvurunuz incelenmiştir.
Anavarza Antik Kentinde, Bakanlığımız izinleriyle yapılan yerli veya yabancı bilim heyetlerince yürütülen herhangi bir kazı çalışması bulunmamaktadır.
Söz konusu alana ilişkin üniversitelerin ilgili bölümlerinden gerekli şartlara sahip başvurular olduğu takdirde Bakanlığımızca değerlendirilecektir.
Kültür varlıklarımıza göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkür eder, bilgilerinizi rica ederim.
(İmza)
Melike AYAZ
Bakan a.
Daire Başkanı
Bugüne kadar sadece laf salatası yapılmış anlaşılan.
Anavarza Kalesi ve Antik Kenti için hiçbir şey yok.
Geçen Pazar gittik, gezdik, gördük…
Ne mi gördük?
Gerçekten görebildiğimiz, anlayabildiğimiz kadarıyla harika bir tarih yatıyor Çukurova’nın ortasında.
Şu çağda, şu tarihte, düm düz Çukurova’nın ortasında anayoldan sonrası berbat bir ulaşım var. Hiç mi hiç yakışmıyor o tarihi mirasa. Tarihi mirası şöyle bırakalım. İki tane şirin mi şirin köy var kaleden önce.
Yol yapmakla övünenler nerdesiniz?
Toplam olup olanı beş-altı kilometre yol.
Sahip olduğu değeri bilen yöneticiler, yetkililer bu beş-altı kilometre yola halı döşenmesi gerek halı.
Gezi grubumuzda yüzden fazla insan var. Kadın var, çocuk var. Ama ne hikmetse hiçbir tuvalet yok, el yıkayacak çeşme yok.
Bu bir rezalettir!
Bu bir yüz karasıdır Kozan için, Adana için, Çukurova için, Türkiye için!..
Lütfen, ne yapılacaksa bir an önce yapılsın Anavarza’da.
ŞEREF IŞIK
Diğer partilerin kongrelerinden sonra da buna benzer başlık kullanmıştım; onun için değiştirmedim.
Yalnız CHP kongresine sondan başlayayım isterseniz.
Kongre salonundan ayrıldıktan sonra yılların sosyal demokratı, Mustafa Azgın döneminde belediye encümen üyesi ve emekli öğretmen Ali Kızıltepe’ye sordum.
-Hocam CHP kongresini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir şey sorulduğunda Ali Hoca pat diye hemen cevap vermez. Yine bir baktı, düşündü, yutkundu ve şöyle dedi.
-Tepesi delik eyne, kendin çal kendin oyna.
Başka bir şey söylemedi.
Bizden de yorum yok!
***
Neyse biz tekrar başa dönelim.
Kongre salonuna doğru yalnız giderken, arkamdan CHP’li bir arkadaşım geldi. Selamlaştık, tokalaştık. Eğitimli kültürlü bir genç. Sordum:
-Yönetimde var mısın?
-Hayır sade bir üyeyim, delege dahi değilim, dedi.
Turunç düğün salonunun bulunduğu sokağa döndük, sokak boydan boya parti bayrakları ve Kılıçdaroğlu resimleri ile süslenmiş, davullar çalıyor, salona dönecek yerde 15-20 kişilik bir topluluk var.
Salondan tarafa döndük. Bilen bilirde bilmeyenler için tarif edeyim. 50-60 metre uzunluğunda 4-5 metre genişlikte dar çıkmaz bir sokak. Her iki tarafta boydan boya binalar var. Karşılıklı olarak her iki duvar diplerine sandalyeler dizilmiş. Girişe yakın bir yerde masa var. Burada delege yoklamaları yapılıyor. Biz de geçtik salon giriş kapısına yakın bir yere oturduk. Bir ara baktım salonda az sayıda insan vardı; ama dışarısı kalabalıktı.
Çoğu oturan o kalabalığı şöyle bir süzdüm. Eğer ilçe başkanını tanımasam, bir de yanımdaki arkadaş olmasa, kongreye gelen en genç insan benim diyeceğim. Ben elli beş yaşındayım. Gerisini siz hesap edin.
Şöyle bir düşündüm.
Eğer CHP her yerde bu yaşta ise bir seçimlik ömrü kalmış.
Neyse, beklenen misafirler geldi. Salona giriş hızlandı. Bende ayağa kalktım, yanımdaki arkadaşa dönerek;
-Hadi girelim de oturacak bir yer bulalım.
-Hayır ben girmiyorum, dedi.
-Neden? Diye sorunca;
-Baksana! Hep belli bir yörenin insanları. Bu partiden bir poh olmaz, ben gidiyorum, dedi.
Anlaşılan kendi yöresinin CHP’lilerini görememişti orada.
İyi ki bizim yörenin CHP’lilerinden vardı da ben gariplik çekmedim.
Kimler mi vardı? Bir sayayım.
Emekli öğretmen Ali Kızıltepe, emekli öğretmen Hüseyin Sarıtaş, emekli öğretmen Mehmet Kızıltepe, müteahhit Mustafa Demir, Şeref Ataş, Mustafa Başer, Mehmet Avcı, Mehmet Altınsoy, Ahmet Akkurt, muhtar Mehmet Yavuz ve Kazım Duru.
Salon CHP bayrakları ve Kılıçdaroğlu resimleri ile süslenmişti. Hınca hınç olmasa da salon doluydu. Azımsanmayacak sayıda kadın katılımcı vardı. Küçük çocuklarıyla gelmişlerdi. Bazen çocuk ağıtları karıştı konuşmacıların seslerine. 10-15 tane gençlik grubu geldi sonradan. Sanki ısmarlama gibi bir müddet durup kayboldular.
Kongrede konuşmalar uzadıkça erkeklerin yoğun olduğu masalar bir bir boşaldı. Kadınlar sanki yevmiyeci gibi salonu terk etmediler.
Saygı duruşunda çift dikiş yaptık. İki saygı duruşu ile başladık kongreye. Divan başkanı ile sesçiler birbirine çok yakın olduklarından uyum sağlayamadılar!
Salon, kongre için uygun değildi. Kongre havası değil de düğün dizilişi vardı. Ses düzeni hep sorunluydu. Salondan uğultu eksik olmadı. AKP ve MHP kongrelerindeki hatiplere saygı yoktu burada.
Kongrede demokratlıklarını vurgulamak adına konuşmasını bilene de bilmeyene de söz verdiler. Bunlardan sadece CHP Ankara Milletvekili Kozanlı Levent Gök heyecanlı, coşkulu bir konuşma yaptı. Ertan Karaoğlu kapsamlı bir konuşma metni hazırlamış okudu. Biraz daha sakin ve heyecanlı okusa güzel olacaktı. Kuddusi Çalatlı kısa ve öz, kendi mesajını verdi tepkiye rağmen. Derya Deniz kerhen bir konuşma yaptı haklı olarak. Divan başkanı, ilçe başkanı da dahil diğer konuşmacılar vasatın altındaydı. Ben saat on iki olmadan salondan ayrıldım. Çünkü salonun yarıdan çoğu boşalmıştı zaten.
Ismarlama delegeler ve sipariş yönetim kalmıştı salonda.
Başkan adayı tek olsun tamam da yönetim çarşaf liste olamaz mıydı?
Ali Kızıltepe’de bunu demek istemişti sanırım.
“Tepesi delik eyne, kendin çal kendin oyna” demekle.
Sonra listeye baktım, ülkücü kardeşlerim delege listesinde.
Babasının yetmiş yıllık CHP üye kimlik kartını özenle saklayan sevgili hemşerim yedeklerde bile yok.
2014’de Kozan Belediyesini istiyorlar!
Aklıma Gül Ahmet Yiğit’in türküsü geldi…
……