21 Aralık 2019 Cumartesi
Ali Alper ÇETİN
“Mademki Türk’üz, o halde Türk gibi yürür, Türk gibi düşünür, Türk gibi duyarız ve Türk gibi yazarız.”
Ömer Seyfettin
Ali Alper ÇETİN
Tanzimattan sonra Anadolu aydınları, Anadolu’yu türlü yönlerden anlatıyor, aydınlık saçıyorlardı. Basımevlerinin çarkları dönmeye başlamıştı artık. Gazeteler, dergiler, kitaplar yayınlanıyor, bu tür yayınlar her yayın memleketin dört bir yanına ışıl ışıl aydınlık götürüyordu…
Şiir, tiyatro, roman, tarih, hatıra, eleştiri ürünleri, Edebiyat-ı Cedide, Servet-i Fünûn gibi edebiyat ekolleri derken; Cumhuriyetin eşiğine doğru, Türk hikâyeciliğinde daha güçlü bir çıkışla zirve yapan nesillerden ve öykücülerden biri de Ömer Seyfettin’dir. O, Çağdaş Türk öykücülüğünün ve “Milli Edebiyat Akımı”nın kurucularındandır. Türkçülük akımının da öncülerindendir. Edebiyatımızın yüz akıdır. Günümüz Türkçesinin gürül gürül kaynayan ilk kaynağıdır.
Sade bir dil akımına öncülük eden Ömer Seyfettin, 1884 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde doğar. Sekiz-dokuz yaşlarındayken ailesi ile birlikte İstanbul’a gelir. İlköğreniminden sonra askerî bir okula girer, 1903 yılında Harp Okulu’ndan mezun olur. Daha okul sıralarında hikâye denemeleri yapan Ömer Seyfettin, 1908’den sonra olgun hikâyeler yazar.
Merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir Redif Tümeni’ne bağlı Kuşadası Redif Taburu’na tayin edildi. Selanik Üçüncü Ordu’da vazifelendirildi. Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cuma-yı Bala kasaba ve köylerinde görev aldı. Razlık kasabasının Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. 1906 senesinde İzmir Jandarma Okulu’na öğretmen olarak atandı. Bu dönemde Balkan çetelerinin Türk düşmanlığını dile getirdiği ‘Bomba’, ‘Beyaz Lale’, ‘Tuhaf Bir Zulüm’ isimli hikâyeleri bu görevleri sırasında edindiği izlenimler sonucu yazdı.
1913’te Balkan savaşlarında, Sırp ve Yunan cephelerinde savaştı. Yanya kuşatmasında Kanlıtepe’de Yunanılar’a esir düştü. Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında on ay kadar süren esirlik hayatının ardından 17 Aralık 1913 tarihinde İstanbul’a döndü.
Burada geçen esaret günlerinde kendini edebi yönden geliştirmeye adadı ve “Piç” , “Mehdi”, “Hürriyet Bayrakları” hikâyelerini aynı dönemde kaleme aldı.
1914’te Kabataş Sultanisi’nde, vefatına kadar sürdüreceği, edebiyat öğretmenliği görevine başladı. Aynı yıl İstanbul Dârülfünunu’nda Tedkikât-ı Lisâniyye Encümeni üyeliğine seçildi.
1915’te Harbiye Nezâreti’nin kültür ve sanat adamları için Çanakkale cephesine düzenlediği geziye katıldı.
1910 senesinde Ziya Gökalp’in de önerisi ile tazminatını ödeyip askerlik görevinden ayrıldı. Ömer Seyfettin’in dil konusunda görüşlerini özetleyen bu mektup, Yeni Lisan hareketinin başlamasına sebep oldu. Nisan 1911’de yayınlanan “Yeni Lisan” başlıklı yazısı “Milli Edebiyat” akımının başlangıç bildirgesi, manifestosu olmuştur.
Ömer Seyfettin ve arkadaşları, edebî dil olarak geliştirilecek Türkçemizin hangi noktalarda iyileştirilmesi gerektiği üzerinde durmuşlar, sıralı ilkelerde birlikte adım atmayı kararlaştırmışlardır.
Bu ilkeleri;
* Arapça ve Farsça gramer kurallarının ve bu kurallara göre yapılan tamlamaların -istisnalar hariç- kullanılmaması.
* Bu dillerden Türkçeye girmiş olan kelimelerin o dillerdeki kullanımına göre değil, Türkçedeki kullanışlarına göre değerlendirilmesi.
* Bu dillerden girmiş olan kelimelerin Türkçede kullanıldıkları gibi yazılması.
* Diğer Türk lehçelerinden kelime alınmaması.
* Bütün Arapça ve Farsça kelimelerin atılmasına gerek olmaması, böylelikle ilmî terimlerin kullanılmasına devam edilmesi.
*Konuşmada İstanbul Türkçesinin esas alınması.
şeklinde özetleyebiliriz.
“İstanbul Türkçesi”ni esas almak… İşte bu ilke, modern Türkçemizin yolunu açmıştır. Erken vefat eden edebiyatçılarımızın arasında yer alan Ömer Seyfettin, bu özelliğiyle unutulmaması gereken ve aslında yediden yetmişe bütün kuşaklarca okunur oluşuyla da, Türk Edebiyatı’nın büyük öncülerinden olmuştur.
Ömer Seyfettin hikâyelerinde, hepimizin hayatından izler taşıyan, bizi şu ya da bu nedenle sarsacak olan bir taraf vardır. Onun hikâyelerinde sanki Dede Korkut yeniden doğmuş ve aramızda dolaşıyor gibidir. Bu hikâyelerde millî kimliğimizle ilgili ipuçları, hiçbir devirde ölmeyecek olan karakter özellikleri vardır. “Ant”taki Mıstık’ı, “Forsa”daki Kara Memiş’i, “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi’yi unutmak mümkün müdür?
Ömer Seyfettin’in açtığı yolda ilerleyişine devam eden günümüz hikâyeciliğinin çağdaşlaşması, giderek bütün diğer edebiyatlardan da ileride olması, “Yeni Lisan” hareketinin bize sunduğu en büyük hediyelerdendir.
Yazılarında, yalın, halkın konuştuğu ve anladığı bir dil kullanmak gerektiğini savunmuştur. Türkçe’nin kendi kurallarına uygun yazılmasını, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılmasını istemiştir. Milli Edebiyat akımının öncülüğünü Ziya Gökalp ve Ali Canip Yöntem’le birlikte sürdürmüştür.
1910 yılında askerlikten ayrılıp yazarlığa başladıktan sonra, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Türk Sözü, Yeni Mecmua’da hikâye ve öyküler yazmıştır. Buralardan ayrılınca Vakit ve Zaman gazetelerinde aralıksız hikâyeler yayınlamıştır. Ömrünün en verimli yıllarını yaşarken, 36 yaşında 6 Mart 1920’de şeker hastalığından vefat etmiş; ama açtığı çığırı memlekette yeni yeni hikâyeciler izlemiştir.
Cenazesi önce Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedildi. Daha sonra buradan yol geçeceği veya araba garajı yapılacağı gerekçesiyle mezarı 23 Ağustos 1939’da Zincirlikuyu Mezarlığı’na nakledildi.
Ömer Seyfettin, öykülerinde anlatımı daha etkili kılmak için efsanelerden, atasözlerinden, deyimlerden ve halk hikâyelerinden sık sık faydalanır. Öyküleri genellikle sürpriz bir sonla ve buruk bir mizahla bitmektedir. Öykülerinin esasında,
• Yirminci yüzyılda yaşama şuuru ve gerçekçilik
• Mazi ve kahramanlık hasreti
• Duru bir Türkçe
Ön plana çıkmaktadır.
Türkler özellikle Oğuz Türkleri için Kızıl Elma, üzerinde düşünüldükçe uzaklaşan ancak uzaklaştığı oranda cazibesi artan ülküler veya düşlerdir. Türk mitolojisinde “Kızılelma” Türklerin Orta Asya’daki yurtlarını terk ettikten sonra, varmak istedikleri yeni hedef olarak tanımlanır. Bu sebeple de, hep Kızılelma’yı bulmak için, göçler ve seferler düzenlemişlerdir. Kızılelma, hayali olmakla beraber, aslında bir “amacı”, bir “hedefi” temsil etmektedir.
Ömer Seyfettin, Türkçenin ve Türklüğün en büyük öncüsüdür.
“Beyaz Lale, Bomba, Hürriyet Bayrakları, Primo Türk Çocuğu” milli bilinci uyandırmak amacıyla Türkçülük düşüncesiyle yazdığı Balkan Savaşları ve Çanakkale Savaşı’nı ele alan öyküleridir.
Ömer Seyfettin’in eserleri:
Hikâye ve öyküleri:
Acaba Ne idi?, Acıklı Bir Hikâye, Aleko, And, At, Kaşağı, Aşk Dalgası, Aşk ve Ayak Parmakları, Apandisit, At, Ayın Takdiri, Ay Sonunda, Baharın Tesiri, Bahar ve Kelebekler, Balkon, Başını Vermeyen Şehit, Bekarlık Sultanlıktır, Beyaz Lale, Beynamaz, Birdenbire, Binecek Şey, Bir Hatıra, Bir Hayır, Bir Kayışın Tesiri, Bir Temiz Havlu Uğruna, Bir Vasiyetname, Bit, Bomba, Büyücü, Cesaret, Çanakkale’den Sonra, Çakmak, Çirkinliğin Esrarı, Dama Taşları, Devletin Menfaait Uğruna, Diyet, Dünyanın Düzeni, Düşünme Zamanı, Eleğimsağma, Elma, Efruz Bey, Falaka, Ferman, Fon Sadriştayn’ın Karısı, Fon Sadriştayn’ın Oğlu, Forsa, Gizli Mâbed, Gürültü, Harem, Havyar, Hafiften Bir Seda, Herkesin İçtiği Su, Horoz, Hürriyet Bayrakları, İffet, İki Mebus, İlk Cinayet, İlk Düşen Ak, İlk Namaz, İnsanlık ve Köpek, İrtica Haberi, Kaç Yerinde, Kaşağı, Kerâmet, Kıskançlık, Kızıl Elma Neresi?, Koleksiyon, Korkunç Bir Ceza, Kumrular, Kurbağa Duası, Kurumuş Ağaçlar, Külah, Kütük, Lokanta Esrarı, Makul Bir Dönüş, Mefkûre, Mehdi, Mehmaemken, Memlekete Mektup, Mermer Tezgah, Miras, Muayene, Muhteri, Müjde, Nakarat, Namus, Nasıl Kurtarmış?, Nadan, Nezle, Niçin Zengin Olmamış?, Nişanlılar, Nokta, Öpücüğün İlkel Biçimi, Pamuk İpliği, Pembe İncili Kaftan, Perili Köşk, Pireler, Primo Türk Çocuğu, Ruzname, Rüşvet, Rütbe, Sivrisinek, Şefkate İman, Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür, Tavuklar, Teke Tek, Terakki, Teselli, Topuz, Tos, Tuhaf Bir Zulüm, Tuğra, Türbe, Türkçe Reçete, Uçurumun Kenarında, Uzun Ömer, Üç Nasihat, Velinimet, Vire, Yalnız Efe, Yeni Bir Hediye, Yemin, Yuf Borusu Seni Bekliyor, Yüksek Ökçeler, Yüzakı, Zeytin Ekmek, Akşam Sefası, Yiğit Çocuk, Okul Çocuğu, Bir Çocuk Aleko
Romanları: Ashâb-ı Kehfimiz (içtimai roman), Efruz Bey, Yalnız Efe
(Ömer Seyfettin’in Efruz Bey ve Ashab-ı Kehfimiz adlı eserleri kimi kaynaklarda roman, kimi kaynaklarda ise uzun hikâye olarak adlandırılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalara göre bu eserler Batı edebiyatında örnekleri görülen novella bağlamında değerlendirilmelidir.)
Şiir: Şiirler (Doğduğum Yer)
İnceleme:
Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Ameli Siyaset (1912)
Yarınki Turan Devleti (1914)
Türklük Mefkûresi (1914)
Türklük Ülküsü (ilk 3 kitap bir arada ölümünden sonra, 1975)
Ömer Seyfettin, İlyada ve Odyseissa Kalevela adlı destanları Türkçeye çevirmiştir.
(Eserleri Balkanlar ve Balkan Savaşları, Çanakkale Savaşı ile ilgili öyküler, Çocukluk ve Gençlik hatıralarından yola çıkarak yazdığı öyküler, Tarihi hikâyeler, Türkçülük düşüncesini telkin etmek üzere yazdığı öykülerdir)
Hikâyeleri ile bir devrin çocuklarını büyüttü.
Ömer Seyfettin, on yıla yaklaşan yazı hayatı içinde 114 adet hikâye yazmıştır. Bu hikâyelerde, içinde yaşadığı çalkantılı bir dönemin etkileri olmuştur. Askerlik yıllarına ait hatıralar, Osmanlılık, Türkçülük akımları, Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazılmış eski ve yeni kahramanlık destanları onun kaleminden, kendine mahsus sürükleyici bir anlatım ve yalın bir Türkçeyle dile gelir. Onun Forsa adlı hikâyesinden bir parçayı okumadan önce konusunu özetleyelim:
Kara Memiş otuz yaşında dinç, levent, güçlü bir Türk denizcisi veya forsasıdır. Malta korsanlarına tutsak olur. 20 yıl onların kadırgalarında zincirle bağlı olarak kürek çeker. Elli yaşına gelince “Artık iyi kürek çekemez” diye çıkarıp bir ada da tutsak olarak satarlar. On yıl kuru ekmekle bir çiftlikte çalışır. Tüm umudu memleketini dünya gözüyle bir kez daha görmek, doğup büyüdüğü Edremit’ine kavuşmaktır. Bu umutla yaşar. Tutsak olmadan önce evlenmiş, oğlu Turgut Çanakkale’yi geçerken doğmuştur. Altmış yaşına gelince, çiftlik sahibi onu azad eder. Bu kurtuluş değil, açlığa, ölüme terkediliştir. Adadaki yıkık bir kulübeye barınak yapar, topladığı ekmek kırıntılarıyla yaşar. Gözleri her gün denizin uçsuz bucaksız ufuklarındadır. Kendisini kurtaracak Türk gemilerini beklemektedir. Kırk yıllık bir bekleyiş. Bir gün yine, kıyıda bitmez tükenmez rüyalarını yaşarken..
“Bizimkiler! Bizimkiler!
Diyerek uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler kaçıştılar. Limana baktı. Hakikaten kalenin karşısına bir donanma gelmişti. Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini açtı. Kalbi hızla çarpmaya başladı Ellerini göğsüne koydu. Bunlar Türk gemileriydi. Kenara yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı. “Acaba rüyâm devam mı ediyor?” şüphesine düştü. Fakat uyanıkken rüyâ görülür müydü? Kanaat getirmek için elini ısırdı. Yerden sivri bir taş parçası aldı. Alnına vurdu. Evet, hissediyordu. Uyanıktı. Gördüğü rüyâ değildi. O uyurken, donanma, burnunun arkasından birdenbire zuhur etmiş olacaktı. Sevinçten, hayretten dizlerinin bağı çözüldü. Hemen çöktü. Kenara çıkaran çıkan bölükler, ellerinde al bayrak, kalenin etrafına doğru ilerliyorlardı. Kırk senelik bir beklemenin son azmiyle davrandı. Birden kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan yürüdü. Kenara doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, aksakallı bir ihtiyarın kendilerine doğru koştuğunu görünce:
–Dur!
diye bağırdılar. İhtiyar durmadı; bağırdı:
–Ben Türk’üm, oğullar, ben Türk’üm!
–……
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Hâline bakanların hepsi müessir olmuştu. Biraz heyecanı sükûn bulunca ona sordular:
–Kaç yıldır esirsin?
–Kırk!
–Nerelisin?
–Edremtli
–Adın ne?
–Kara Memiş
–Kaptan mıydın?
–Evet…
İhtiyarın etrafındaki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. “Bre haber verin! Beye haber verin!”
diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun menkıbelerini bilmeyen, şöhretini duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten, kırk senedir hasret kaldığı millettaşlarını görmekten, şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler Sırtına bir kaftan attılar. Başına bir kavuk koydular.
–Haydi Bey’in yanına!
dediler. Kendini kadırgaya getiren askerlerle beraber büyük geminin kıçına doğru yürüdü. Kara palabıyıklı, sırmalı esvabının üzerine demir, çelik zırhlar giymiş, iri bir adamın karşısına durdu.
–Sen Kaptan Kara Memiş misin?
–Evet, dedi
— Hızır Aleyhisselâm’ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
–Benim
–Doğru mu söylüyorsun?
–Ne yalan söyleyeceğim?
–Aç bakayım sağ kolunu!
İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey’e uzattı. Bazusunda haç şeklinde derin bir yaza izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir adadan karısının kaçırırken almıştı. Bey ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.
–Ben senin oğlunum!
dedi.
–Turgut’musun?
–Evet
–….
İhtiyar esir sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu ona:
–Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal. dedi. Eski kahraman kabul etmedi:
–Hayır. Ben de beraber cenge çıkacağım
–Çok ihtiyarsın baba!
–Fakat kalbim kuvvetlidir
–Rahat et! Bizi seyret!
–Kırk senedir dövüşe hasretim
Oğlu—Vurulursun! Vatana hasret gidersin!
diye onu gemide bırakmak istedi. Kara Memiş o vakit birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek:
–Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?
dedi..”
Anadolu’yu aydınlatanlar arasında çok önemli bir yeri olan, Kültürümüzün Yıldızı Ömer Seyfettin; Milli Edebiyatı kurucularından, Türkçü fikirleri ile Türk Edebiyatı’nın gelişmesi, düşünsel ve yazınsal edebiyatın halka aktarılmasında çok büyük emekleri olmuştur. Anadolu’ya ışık tuttu, aydınlattı…
Bu ölümsüz hikâyecimizin 36 yaşında erken, zamansız ölümünü ona hiç yakıştıramıyoruz.
Dipçe (Dip Not):
Ömer Seyfettin’in ölümüyle ilgili bazı iddialar bulunmaktadır. Ancak güvenli kaynak olarak kabul edilmediği için makalede dikkate alınmamıştır.
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
Seçki: Türk Dili ve Edebiyatı Dersleri
https://www.edebiyatogretmeni.org
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara