Kitaplığımdaki sevdiğim eserlerden biri de, Milâdî 839 ile 923, Hicrî 224 ile 310 yılları arasında yaşayan İran kökenli İslâm tarihçisi Ebu Cafer Muhammed bin Cerir bin Yezit’in, veya doğduğu yere izafeten daha yaygın olarak kullanılan diğer adıyla Taberî ’nin, “ Tarih el – Ümem ve’l – Mülûk “ isimli kitabının dilimize “ Milletler Ve Hükümdarlar Tarihi “ başlığı altında, 1950’li yıllarda, Millî Eğitim Bakanlığı’nca yaptırılan tercümesidir ki, bu eser kısaca “ Taberî Tarihi “ olarak da anılır.
Buradaki ümem, Arapça’da ümmetin (insan topluluğunun – milletin) çoğuludur, ümmetler ya da milletler demektir, mülûk ise, hükümdar anlamındaki melikin çoğuludur ve hükümdarlar anlamına gelmektedir.
İslâmiyet öncesi ve İslâmiyet sonrası olarak iki bölümden oluşan bu ilginç eserin, İslâmiyet öncesi bölümünde, kâinatın yaratılışından Hz. Muhammed’e kadar yaşamış peygamberlerle, rum, fars, arap ve yahudi kavimleri,
İslâmiyet sonrası bölümündeyse, Hz. Muhammed’in hayatı, savaşları, ilk dört halife (Hulefâ-i Râşidîn) devri ve 914 yılına kadar İslâm tarihinin diğer önemli olayları anlatılmaktadır.
Bu yazımızın asıl amacı sizlere Taberî’yi tanıtmaktır ve bana göre bunun en doğru yolu, onun hakkında sağdan, soldan bir takım bilgileri toplayarak derleyip vermek yerine, yazının girişinde bahsettiğim tarih kitabının ilk cildinin, yine Millî Eğitim Bakanlığı’nca 1991 yılında yaptırılan baskısına yazılan önsözden istifade etmek olacaktır:
İslâm âleminde ve Arap dilinde ilk olarak bir dünya tarihi yazmaya teşebbüs eden Taberî, İran’ın Taberistan vilayetinde, Amul’da doğmuştur. Daha küçük yaşta kendisini tahsile vermiş, rivayete göre yedi yaşında iken Kur’an’ı ezberlemiştir. İlk tahsilini doğduğu yerde yaptıktan sonra, babasının teşviki ile o zamanın meşhur ilim merkezlerini dolaşmıştır: Horasan’ın Rey kentine gitmiş, sonra, 780 ile 855 yılları arasında yaşayan ve Hanbelî mezhebinin kurucusu olan Ahmed bin Hanbel’in ölümüne tekabül eden yıllarda Bağdat’ta bulunmuş, hadis tahsil etmek üzere Suriye şehirlerinde kalmış ve iki defa da Mısır’a gitmiştir. Mısır’da bulunduğu zaman zarfında artık meşhur bir âlim olarak nam salmıştır. Mısır’dan tekrar Bağdat’a dönmüş ve Taberistan’a yaptığı iki seyahat dışında, 923 yılında ölünceye kadar Bağdat’ta yaşamıştır.
Taberî, sakin huylu bir âlimdi ve ilim bakımından şahsiyet sahibi bir insandı; gençliğinde bütün gayretini Arap dili ve edebiyatını ve İslâm’ın esaslarını öğrenmeye hasretti, sonra tedris (ders verme – öğretme) işine başvurdu, edebî faaliyete girişti, kendisine teklif edilen çok paralı yüksek memuriyetleri de bu uğurda reddetti. Bu cihet onun türlü, türlü konulara ait eserlerinde de kendisini gösterir.
Taberî’nin özellikle uğraştığı ilimler; tarih, fıkıh ( İslâm hukuku ), tefsir, kıraât (Kur’an’ın okunuş biçimleri), etik, matematik ve tıbdır.
Taberî, Mısır’dan döndükten sonra geçen ilk on yıl zarfında Şafiî mezhebinin esaslarını kabul etmiş bulunmaktaydı. Fakat daha sonra kendisi de ayrı bir mezhep kurmuş ve buna da, benimseyenler tarafından, onun babasına nispetle Cerirîye adı verilmiştir. Bu mezhep, prensipten ziyade pratik bakımdan Şiîlikten ayrılmış ve pek çabuk da unutulmuştur.
Taberî’nin eserlerinin hepsi zamanımıza kadar gelmemiştir. Mesela kendi mezhebi hakkındaki eseri ortada yoktur. Buna mukabil büyük Kur’an tefsiri olan Cami ül – Beyan fî te’vilî âyet – ül el – Kur’an isimli eseri günümüze ulaşmıştır. Taberî bu eserinde ilk defa olarak tefsirle ilgili pek çok malzemeyi toplamış ve kendisinden sonra gelen tefsirciler için önemli bir kaynak olmuştur. “ Taberî Tefsiri “ olarak da anılan bu eser aynı zamanda İslâm ilimlerini araştıran tarihçi ve tenkitçiler için kıymetli bir hazinedir.
Taberî’nin en büyük eseri ise, Arap dilinde meydana getirdiği ve dünya tarihi diyebileceğimiz “ Tarih el – Ümem ve’l – Mülûk “ adlı, giriş faslında bahsettiğimiz kitaptır. Bize, 1879 ile 1901 yılları arasında, Almanya – Leiden’deki Brill müessesesinden M. J. Goeje (Göye) ve 1939 yılında Kahire’de Mustafa Muhammed tarafından yapılan metin neşriyle tanıtılan bu eser, zamanımıza tam şekliyle ulaşmamış, bir kısmı kaybolmuştur.
Taberî, dünya tarihi için lazım olan malzemeyi, bir taraftan ilim tahsil etmek maksadıyla yapmış olduğu uzun seyahatleri sırasında toplamıştır ki, bunlar umumiyetle o zaman geçerli olan rivayetlerdi. O, her şeyden evvel bu rivayetlere dayandığını söyleyerek, kendisinin tarih görüşünü de açıklamak maksadıyla söz konusu eserinde şöyle demektedir:
“ Benim bu kitabımı gözden geçirenler bilsinler ki, bu eserimde derc edilen (yer alan) her bilgi ve haber, pek azı hariç olmak üzere, aklî delillere, insanların fikir ve akılları ile düşünerek buldukları sebeplere dayanmayıp, ancak senetleriyle râvîlerini (rivayet edenlerini) gösterdiğim haber ve rivayetlere dayanır. Çünkü geçip, gidenlere ve sonra gelenlere dair olan haber, olay ve hadiselerden her biri, bunları gözleriyle görmeyen ve o zamanları idrak etmeyenlere, ancak o halleri gören ve işitenlerin haber vermeleri, o halleri nakletmeleriyle bilinir, akıl ve fikir ile bilinmez. Geçip gidenlerin bazılarına dair naklettiğimiz haberlerin bir kısmını doğru ve hakiki bulmayıp inkâr edenler veyahut çirkin sayanlar bulunursa, onlar bilsinler ki, bu haberler tarafımızdan uydurulmadan râvîlerce bize nakledilmiştir. O haberler bize nasıl nakledilmiş ise, biz de o şekilde alarak derc ediyoruz.”
Onun tarih yazarken takip ettiği metodu açık olarak ortaya koyan yukarıdaki sözlere rağmen, Taberî öte yandan yazılı kaynaklardan da faydalanmıştır.
Taberî, rivayetlerden ve yazılı kaynaklardan topladığı zengin malzemeyi kullanırken, vakaları birbirine ekleyerek devamlı bir silsile meydana getirmeye çalışmaktan ziyade, elindeki malzemeyi sıralamakla iktifa etmiştir (yetinmiştir).
Bu yüzden onun tarihinde, bir vaka hakkında birbirinden farklı birçok söz ve rivayetlerle karşılaşıyoruz. Bundan başka o, topladığı malzemenin sahih (tam ve sağlam) olduğunu da iddiaya kalkışmamıştır.
İşte bu suretle onun tarafından toplanan malzemenin vicdanlı ve insaflı bir şekilde tertip edilmesi ve birçok yerlerde tezatlarla dolu olması, modern tarih araştırmaları için Taberî Tarihi’nin kıymet ve değerini teşkil eder. Bilhassa İslâmiyet’in ilk devirleriyle ilgili vakaları araştırırken onun bu eserinden çok şey öğrenilebilir.
Bu sayıda yer darlığı nedeniyle, Taberî hakkında bu kadar yazmakla yetinelim ve üslûbu hakkında bir fikir vermek için yazımızı onun tarihinden bir örnekle bitirelim. İslâmiyet’in ilk yıllarından, rast gele bir sayfa açalım. Burada, Taberî, Hz. Muhammed döneminden bir olayı anlatırken, hep yaptığı gibi, söze şöyle başlıyor:
“ Bize İbn Humeyd söyledi, ona ve arkadaşlarına Muhammed bin İshak’tan naklen Seleme, İbn İshak’a da Muhammed bin Ca’fer bin Zübeyr söylemiş. O, Urve bin Zübeyr’den şunu rivayet eder: Umeyr bin Vehb , Kureyş’in Bedir’de uğradığı felâketten bir az sonra Safvan bin Umeyye ile birlikte Kâbe yanında El Hicr’de oturuyorlardı. Umeyr bin Vehb, Kureyş’in şeytanlarından ve Tanrı elçisine ve sahabelerine (arkadaşlarına) eziyet verenlerden biri idi. Oğlu Vehb bin Umeyr, Bedir’de esir düşmüştü. Umeyr ona Bedir’deki eski kuyuya atılanları ve onların katlandıkları faciayı hatırlattığında Safvan: Tanrılar adına ant içerek onlardan sonra yaşamanın tat ve manası kalmadığını temin ederim, dedi. Umeyr: Tanrılar adına ant içerek sözünün doğruluğunu teyit ederim, ben borçluyum. Borcumu ödeyecek bir şeyim de yoktur, borçlu olmasaydım ve arkamda kalacak ailemin mahvolacağından korkmasaydım hayvana binerek derhal yola çıkar, Medine’ye giderek Muhammed’i öldürürdüm, zaten Medine’ye gidebilmem için yol da açıktır, sebep de ortadadır, çünkü oğlum Müslümanların elinde esirdir, dedi. Safvan bin Umeyr bu fırsattan istifade ederek ona: Borçlarını ben ödeyeceğim, çoluk çocuğun da benim çoluk çocuğumla birlikte sağ oldukları müddetçe ayrılık görmeden onlar gibi yaşayacaklardır, onların terbiyesi bana aittir, dedi. Bunun üzerine Umeyr: Bu işi kimseye açma, gizli tut dedi. Safvan: Dediğin gibi hareket ederim, cevabında bulundu.
Umeyr bundan sonra kılıcının bilenmesini emretti, kılıcı bilendi ve zehirlendi. O, yola çıktı, Medine’ye geldi. Bu arada Ömer bin Hattâb (Hz. Ömer) Müslümanlardan bir kitle ile mescitte oturuyor ve Yüce Tanrı’nın Bedir’de bağışladığı zaferi ve düşmanların uğradığı felâketleri konuşuyorlardı. Bu sırada Ömer, Umeyr bin Vehb’in mescidin kapısına gelerek devesini çöktürmekte olduğunu gördü. Umeyr kılıcını kuşanmış halde idi, Ömer: İşte tanrı düşmanı, köpek Umeyr bin Vehb, o, elbette bir kötü maksat için gelmiştir, bize karşı Kureyş’i kışkırtan ve Bedir olayında ordugâhımızın etrafını dolaşarak sayımızı tahmin eden odur, dedi. Bundan sonra Ömer Tanrı elçisinin yanına girerek: Ey Tanrı elçisi! Tanrı düşmanı Umeyr bin Vehb kılıcını kuşanmış olduğu halde gelmiştir, dedi. Tanrı elçisi Ömer’e: Bırakın girsin, dedi. Bu emir üzerine Ömer onun yanına geldi, muhkem bir surette kılıcını bağından tuttu, sapından kavrayıp tuttuktan sonra kılıcı kendi tarafına çekti, yanında bulunan Ensar’a (Hz. Muhammed’i Medine’ye davet edip ona yardımcı olanlara) : Tanrı elçisinin yanına giriniz, yanında oturunuz, bu kötü insanın Tanrı’nın elçisine zarar dokundurmamasına dikkat ediniz, çünkü o güvenilecek bir adam değildir, dedi. Bundan sonra Ömer kılıcının sapından tutmuş olduğu halde Umeyr’i Tanrı elçisinin katına getirdi. Tanrı elçisi Ömer’e: Umeyr’i serbest bırak, dedi. Umeyr Tanrı elçisine yaklaştı ve: Sabahınız iyi olsun, dedi. Araplar cahiliye çağında birbirlerine bu şekilde hitap ederlerdi. Tanrı elçisi ona: Ey Umeyr ! Rabbımız bize bundan daha hayırlı selâmlaşmayı öğretti ki, o da Esselâmüalleyküm’dür, bu selâm cennet ehlinin selâmıdır, dediğinde Umeyr: Sen bunu yakın bir zamanda ihdas (peydah) ettin, diye mukabelede bulundu. Tanrı elçisi ondan ne için geldiğini sorduğunda, o: Elinizde esir bulunan oğlum için geldim, hakkında iyi muamelede bulununuz, dedi. Tanrı elçisi: Boynuna asılı olan bu kılıcın işi nedir ? diye sorduğunda o: Tanrılar kılıçlardan bu kılıcı kötü eylesin, sanki bir iş mi gördü? diye mukabelede bulundu. Tanrı elçisi ona: Medine’ye gelmenin sebebini doğru olarak söyle, sen buraya esirini kurtarmak için gelmedin. Sen Safvan bin Umeyye ile Kâbe yakınında El- Hicr’de oturarak Bedir’in eski kuyusuna atılanlar hakkında konuştuğunuz vakit; ödeyecek borcum ve besleyecek ailem olmasaydı Medine’ye giderek Muhammed’i öldürürdüm, dedin. Safvan bin Umeyye de beni öldürmenin karşılığı olarak borcunu ödemeyi, aileni beslemeyi üzerine aldı. Fakat yüce ve aziz Tanrı senin beni öldürmene manidir. Bunun üzerine Umeyr: Senin Tanrı elçisi olduğuna tanıklık ederim. Ey Tanrı elçisi ! Biz seni yalanlıyor, gökten getirdiğin haberlere ve sana inen vahiylere inanmıyorduk, senin şimdi bana haber verdiğin işe karar verdiğimiz vakit benden ve Safvan’dan başka kimse yoktu, ben bunu sana yalnız Tanrı’nın haber vermiş olduğunu anladım. Bana hidayet yolunu gösteren ve beni bu yola sevk eden Tanrı’ya hamdolsun dedikten sonra şahadet kelimesini okudu. Bunun üzerine Tanrı elçisi yanında bulunan sahabelerine: Kardeşinize İslâm dinini ve Kur’an okumayı iyice öğretiniz, esirini serbest bırakınız, dedi. Sahabeler de emri yerine getirdiler.”