casino siteleri
Kurtuba: Medeniyet Şehrinin Yollarında

Kurtuba: Medeniyet Şehrinin Yollarında

ABONE OL
Eylül 2, 2023 13:13
Kurtuba: Medeniyet Şehrinin Yollarında
0

BEĞENDİM

ABONE OL

ERDAL YILMAZ

“İspanya farklıdır” böyle başlıyor İspanyollar ülkelerini tüm dünyaya tanıtmaya. Evet, İspanya farklıdır diğer Avrupa ülkelerinden. Bazıları bu farklılığı, İspanya’nın modern avrupanın köylüsü ve dağlısı olmasına bağlasalar da gerçekte bunun ötesinde bir farklılık gözümüze çarpıyor.

Eğer modern bir şehrin merkezinde yaşayan insanlar ayda en az birkaç kez olmak üzere gelenekselleştirdikleri kutlamaları, fiestaları, kravat, fötr şapka ve smokinle değil de şallı, fırfır etekli, saçı belikli ve güllü, kırmızı ve siyah işlemeli elbiseli kızlarla ve bereli, yelekli, şalvarlı, mataralı ve çarıklı erkekleriyle yapıyorlarsa buna, geleneği modern hayatın günlüğüne serpiştirebilen ve tarihiyle bağını sıcak tutabilen bir toplum olarak bakmak sanırım daha makul olur.

Öğle sıcağında kepenkleri kapatıp bir şekerleme uykusu, siesta, yapmadan tekrar işine başlamaz bir İspanyol esnafı. O sokaklar terkedilmiş bir şehri andırır. Fabrikasına güneş doğmadan gider, ikindiden önce işini bitirir. Yatsıya kadar ise gezmeden eğlenmeye, spordan ziyaretlere varana kadar yapacak önemli işleri vardır. Hele akşam üzeri gezintisini hiç ihmal etmez bir İspanyol ailesi. Hava yağmurlu, kundakta bebeği olsa dahi çıkıp dolaşabileceği bir yaya yolu veya park mutlaka bulur. Eğer aceleniz varsa sakın bir İspanyol’la sohbete başlamayın, o noktalamadıkça siz zor kurtulursunuz.

Biraz güneye uzanalım; İspanya’yı gerçekten farklı kılan mekanlara, gitarın duyguları kıpırdatan ahenkli sesine, güneyin zarif ve nazlı esmer güzelinin kıvrak dansı, kalın ökçesi ve zilleriyle göz kırptığı, flamenkonun taht kurup özgünleştiği topraklara; eyalet bayrağındaki beyaz-yeşil rengiyle yarımadaya barış ve zenginlik getiren “Müslüman İspanya” nın anayurduna; bir zamanların kültür ve medeniyet zirvesi Endülüs’ e, yani “Al-Andalus” a…

Şaire “Gırnata ah Gırnata” dedirten sebep, taa Türkiye’de yüreklerimizi kıpırdatarak bizleri buraya çekmişti. Bir zamanlar burada 800 yıl devlet olarak bulunup medeniyette öncülük etmelerine ve adaletle hükmetmelerine rağmen kaçınılmaz yok oluşu yaşayan Müslüman İspanya’yı yani Endülüs’ü sormamak, araştırmamak, hissetmemek mümkün mü. Hele Madrid’ in kurucularının Müslümanlar olduğunu öğrenmek daha ilk ayak basışımızda Endülüs’ü ilgi odağımız haline getirdi. El-Hamra sarayını bin bir gece masallarına dönüştüren, medeniyetin beşiği Kurtuba’yı efsane başkent yapan, sadece kelimelerin esrarlı sırayla bizlere sunulması olmasa gerek. Acaba “Müslüman İspanya” dan kalanlar, resmi tarih kitaplarında elli sayfa ile geçiştirilenler olabilirimiydi. Osmanlı altı yüz yıllık ömrünü meşrikten mağribe kadar fetihle doldurmuştu. Endülüs sekiz yüz yıllık mazisinde şu zavallı insanlığa neler sunmuştu. Kütüphanelerdeki el yazmalarının dışında günümüze kadar canlı kalabilen neler vardı. Tarık bin Ziyad’ ın fetih yolunu izlesek, Endülüs’ün gözde başkentlerine gitsek zerafetin, ihtişamın, medeniyetin ve ilmin günümüze kalabilen parıltılarını bulabilir miyiz…

Sabahın ilk ışıkları meraklı gözlerimizi doldururken bu soruların verdiği heyecanla yaklaşık bin yıl önce küçük bir köy olan Madrid’ ten o zamanların kültür, ticaret ve sanayi merkezi Kurtuba’ya doğru yola koyuluyoruz. Endülüs Otobanı “Carretera Andalucia ” üzerindeyiz… Tarık bin Ziyad ve Musa bin Nusayr’ın at sırtında bir bir aştıkları şu tepeler, yaylalar ve düzlükler teker teker gerilerde kalıyor… Şu solumuzda duran kale kimlerden kalmaydı, kılıç şakırtıları ve tekbir sesleri hala surlarda yankılanıyor mu, yoksa Engizisyonun mahkum ettiği bir müslümanın iniltisi mi zindanı çınlatıyor. Yamaçta İslam tarzı mimariye sahip olan kilise daha önce bir camimiydi. Hemen yanındaki dört köşe ve zarif kemerli çan kulesi daha önce mağrip tarzı bir minaremiydi. Çanlarını sustursak, gür sesli İspanyol müezzinin ezan sesinin yankısını yüzyılların ötesinden hissedebilir miyiz. Sağımızda kilometrelerce uzanan ve beş yüz yıl boyunca Müslümanları cömertçe besleyen zeytin ağaçlarına seslensek, bize çalışkan ve becerikli Endülüs insanını anlatır mı…

Castilla La Mancha sınırından ayrılıp Andalucia eyaleti sınırına girerken solumuzda kalan Don Kişot heykeli bizlere Cervantes’in Osmanlıya esir düşmesiyle başlayan serüvenini hatırlatıyor. Bu arada Metin, FM bandından Endülüs bölge radyolarını taramaya başladı bile… Bulduğu bir radyoyu dinlemeye koyuluyoruz. Madrid’ teki aksan ile buradaki değişiyor. Kelime sonundaki bazı harflerin söylenmemesi hızlı konuşma kolaylığı sağlıyor. .. Abdurrahman Yahya Kemal’den Endülüs’te Raks’ı okuyor Ahmet e :

Zil, şal ve gül, bu bahçede raksın bütün hızı

Şevk akşamında Endülüs tam üç defa kırmızı

Uzun bir yolculuktan sonra, nihayet, geniş bir düzlükte uzanan Kurtuba’ dayız. Binalar yüksek değil. Başımızı yukarı kaldırmadan gökyüzünü görebiliyoruz. Tepeden dik dik bakan ezici ve hükmedici gökdelenlerin olmaması ne kadar güzel. Şehrin ortasından aynı zamanda merkezinden Quadalquivir isimli nehir geçiyor. Asıl ismi “Vadi el-Kebir”. Gerçekten de çok geniş bir yatağa sahip. Kurtuba’ yı sulayan, zenginleştiren ve güzelleştiren bir nehir. Endülüs’ ün gözde başkenti demiştik. Tarihi biraz karıştırıp çıkan rakamları günümüzle karşılaştırdığımız da ne yazık ki şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz.

10.yy da sultanlık yapan III. Abdurrahman zamanında İspanya’nın başkenti Kurtuba’nın nüfusunun 500 bin civarında ve şehrin Vadi el-Kebir boyunca 5 kilometre uzandığı belirtiliyor. Ibni Rüşd’ün kadılık yaptığı, Ibni Hazm’ın bir ara vezirlik yaptığı ve kütüphaneleriyle ünlü şehir Kurtuba. Bir kütüphanesinde 600 bin eserin bulunduğu edebiyat ve ilim alanında zirve bir şehir. 21 banliyö, 500 camii, 70 halk kütüphanesi, 300 hamam, 13 bin dokumacı, senede 60 bin kitabın yazıldığı ve kilometrelerce uzunluğundaki kaldırımlı ve ışıklı yollarıyla Avrupa’nın en büyük metropolü. Zamanında onun altında Konstantinepol (Istanbul) ve Bağdat vardır…

İlk olarak gittiğimiz Torre de La Callahora’ nın girişinde Roger Garaudy’ nin ismini gördüğümüzde şaşırıyoruz. Fakat ilgimiz artarak içeri dalıyoruz. Garaudy Müslüman olduktan sonra İslam’ın medeniyet seviyesini daha iyi anlatabilmek için bir vakıf kurmuş, “Roger Garaudy Foundation”, ve Ispanya’ kültür bakanlığının da izniyle bu kulenin iç dekorasyonunu Müslüman İspanya medeniyetini ziyaretçilerine en iyi anlatacak estetik ve teknik özellikte düzenlemiş. Garaudy ile görüşmek istediğimizi söylüyoruz fakat Fransa’da olduğunu Kurtuba’ya ara sıra geldiğini, hanımının ise Kurtuba da yaşadığını öğreniyoruz…

Sessizce hemen sağdaki odaya dalıyoruz. Kendimizi adeta bir zaman tüneline atmış gibiyiz. Loş bir ışık altında 9-10. yüzyılın rüzgarları esiyor. Karşımızda sarıklı, cübbeli ve elinde asasıyla bir zat duruyor. ” Ben ” diyor; ” Ibni Arabi … ”, yere bağdaş kurup onu dinlemeye koyuluyoruz.

” …Tevhid düşüncesi, sadece tek bir özün bulunduğunu ayrıca yüce varlığın farklı özler üzerine dayanan bir şey olmadığını, fakat aksine Biricik Zat’ın ne olduğu konusunda bilgi sahibi olmak olduğunu belirtir…”

Müslüman sanatkarların ortaya koydukları o büyüleyici eserlerin ilham kaynağını şimdi daha iyi anlıyorum. Tevhidi anlayışı çevremizin neresine yansıtırsak yansıtalım ortaya ölmez bir güzellik çıkmaktadır. Tıpkı Endülüs’ün ölmez eserleri gibi.

” …Kalbin iki yüzü vardır; biri dış yüzü diğeri iç yüzü. Kalbin iç yüzü silinme kabul etmez, muhakkak olarak sabittir. Oysa dış yüzü değişme kabul eder. Burada herhangi bir şey bir süre kalır sonra Allah dilediğini siler dilediğini bırakır….”

Bir derviş edasıyla dinledikten sonra Tevhid’in ışığında kalbimizde olanları sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.

…ve batının Aristo’yu anlamada şükran borçlu olduğu ve zaman zaman Islan dünyasında tepki görmesine rağmen sonuçta; aklın ve vahyin hakikatin kaynakları olduklarından başka bir şey savunmayan Müslüman bilge Ibni Rüşd (Averros) işte karşımızda duruyor. Beyaz cübbesi , yeşil sarığı ve elinde notlarıyla sanki Kurtuba üniversitesinde bir ders için hazır bulunuyor. ”…Ben derim ki …” diye başlıyor Ibni Rüşd . ”…Akıl varlıkların sebepleriyle birlikte kavranmasından başka bir şey değildir. Bu konuda o bütün kavrama yetilerinden ayrılır. Sebepleri inkar etmek aklı ve bilgiyi de inkar etmek demektir. Bilgiyi inkar etmekse bu dünyada bilinebilecek bir şeyin bulunmadığını, bilinmesi varsayılan şeyin zandan başka bir şey olmadığını ve tanımları oluşturan öze ilişkin niteliklerin boş olduğunu söylemektir…”

Kendisinden yıllar sonra engizisyonla kuşatılan Avrupalı Müslümanları hatırlıyoruz. Bu düşünceye sahip ve bu içerikteki bir kitabı yazan veya okuyan kimsenin gideceği tek yer vardır. O da Alonso Cano No:3 Madrid’deki İspanya İslam Merkezi’nde çalışan Faslı Abdurrahman’ın dediği gibi El Escorial’daki Büyük Manastırın zindanları ve oradaki gaddar işkence tezgahlarıdır.

Kurtuba’nın saygın evlatlarından bir diğeri Ibni Meymun’u ( Moamiades ) da dinledikten sonra elinde fermanı, başında tacı ve sırtında kaftanıyla tahtına kurulu X. Alfonso gözüküyor.13.yy da yaşamış ve İspanya kralları içinde ilme çok değer veren ve ilim erbabını anlayan bir kişiliğe sahip. Ülkesinde ilme önem verdiğini bu amaçla Toledo da bir tercüme okulu kurduğunu ve Müslüman ilim adamlarının bütün eserlerini Lâtinciye çevirteceğinden bahsediyor… O zamanlar Latince özgün bir eser bulmak oldukça zordu. Çünkü avrupanın diğer kesiminden binlerce talebe Kurtuba üniversitelerine geliyordu. Bilim dilinin de Arapça olduğunu söylemek, zamanın gerçeklerini düşündüğümüzde hiçte abartma olmasa gerek.

Odanın karanlığa bürünmesiyle içinde bulunduğumuz zaman tünelini aşıyoruz. Tam karşımızda bir başka salon; sağdan dolaşmaya başlıyoruz. Sular ülkesi Endülüs; şırıl şırıl akan suların ve Endülüs musikisinin dinlendirici ahengine kendimizi kaptırıyoruz. Deli dolu akan suların önünü kesip taa dağlardan kanalize ederek insanların hizmetine sunuyor Endülüslü. Suyu şehrin evlerine, hamamlarına ve merkezi tuvaletlerine getirdiği gibi kıraç tarım alanlarına da ulaştırıyor. Bentler, kemerler, çıkrıklar ve kanallar…Suyu israf etmiyor Endülüslü. Ilmiyle yarımadaya ayrı bir zenginlik getirmesinin yanı sıra sulama tekniğiyle de bolluk ve refah getiriyor Endülüs insanı. Gırnata’nın düşmesinden sonra Hıristiyan hakimiyetinde yaşayan Müslümanlar, sürüldükleri verimsiz arazileri işletmelerine rağmen, sulak arazileri işleten Hıristiyanlardan daha fazla ürün elde edebiliyorlardı. Hatta Hıristiyan derebeyler çiftliklerinde Müslümanları çalıştırıyorlardı. O zamanların meşhur sözü ” Quien tiene moro tiene oro” yani ”kimin bir mağriplisi var onun altını vardır”. Çünkü bilgileri, becerileri, teknikleri ve çalışkanlıklarıyla Hıristiyanlardan kat kat üretkendiler.

[C:\Documents and Settings\YILDIZ ULUDAG\Desktop\yildiz\yildiz1\photogallery\cordoba _santa.jpg]

Kurtuba büyük cami ( 13.yy dan buyana Katedral olarak kullanılmakta) dış avlusunda Santa Semana (Kutsal Hafta) kutlamalariıyapan Katolik İspanyollar… (büyütmek için resme tıklayın)

Devam ediyoruz gezmeye; hemen yanımızda bir burçlar ve yıldız haritası gözümüze ilişiyor. Üzerindeki Arapça metinleri okumaya çalışıyoruz fakat çıkaramıyoruz. Onun üzerinde ise Jübiter ve Satürn’ün de içinde bulunduğu güneş sistemi. Coğrafyacı el-Idrisi’nin bir haritası soldaki duvara asılmış duruyor. Çin’den İngiltere’ye kadar Akdeniz, Karadeniz, Hazar Gölü adalar vs yerler oldukça ayrıntılı olarak belirtilmiş. Piri Reis’ten yüzyıllar öncesi için oldukça etkileyici. Bu odada son olarak cam koruma içerisinde altından yapılma tıp araç ve gereçlerini görüyoruz. Hepsi 200 kadar olan iğne, bisturi, kanca, bıçak, makas, doğum aletleri vs. Tıbbın ne kadar ileri olduğunu ve kaç türlü cerrahi müdahalenin yapılabildiğini bu aletlere bakarak anlamak,sanıyorum, mümkündür.

İster istemez biz neredeyiz, Rönesansı 10. yy’da erken mi yaşıyoruz sorusuyla ikinci kata yöneliyoruz. ” La Gran Mezquita” yani Kurtuba Büyük Camii tam karşımızda duruyor. Aslına uygun sade haliyle, çansız, heykelsiz, iniltiden uzak zikrine devam ediyor, iki yüz metre batısındaki bugünkü Katedral kimliğine inat. Titrek titrek yanan mumların ışığı süzülüyor küçücük pencerelerinden gözlerimize. Eğilip mihrabın sağ tarafındaki Sebat Kapısı’ndan seyrediyoruz. Katmerli kemerleri yükselten bine yakın mermer sütün arasında saf saf zikre koyulmuş melekler, şu garip ve mahzun caminin vefakar tek dostları olsa gerek. Bu zikrin eşliğinde La Gran Mezquita’yı tavaf ederek yan odaya geçiyoruz.

Endülüs’te günlük yaşantının nasıl olduğunu merak ediyorsanız, kesinlikle burayı görmelisiniz. Kilisede Hıristiyanlar, sinagogda Yahudiler ve camide Müslümanlar ibadetleriyle meşguller. İnsanların kıyafetlerine, iç ve dış mimariye, tezyinat ve mozaik işlemelerine bakıyoruz; birbirine o kadar yakın ki bir ayırım getirebilmek oldukça zor görünüyor. Hıristiyan ve Yahudilerin ibadethanelerindeki mimari tarz Müslümanların mimari tarzının aynısı . O zamanki egemen kültürün İslam kültürü olduğu açıkça görülüyor. Neden olmasın ki, Müslümanlar eserlerinin güzelliğini tevhid eksenine oturtarak oluşturuyorlar. Hemen yanında beden ve ruh temizliğiyle kamil insan olmanın uğraşısı içerisinde Müslümanlar. Atnalı kemerlerin üzerine oturtulan kubbenin altında kaynayan hamam ve ortasındaki göbek taşından yükselen buharlar arasında temizliğini hiçte ihmal etmeyen Endülüslüler. Endülüslü hemen her gün banyo yapar. Günlük altı vakit ibadetlerinden biri beden temizliği beşi ise namazdır. Kullanımı herkese her gün açık olan bu hamamların Hıristiyan işgali döneminde Müslümanlara haftada bir gün verilmesi Endülüslü için bir dramdır. Şöyle yazıyor önümüzdeki tabelada ; ” Fakir bir Endülüslü, kazandığı ilk akçesini beden temizliğine daha sonrakini ise ekmeğe verir.” Granada’yı ele geçirene kadar yıkanmamaya ant içen kraliçe İsabella daki kişilik ile şu kişilikli ve inançlı fakirdeki davranışı karşılaştırmak mümkün mü.

Mağrip ülkesine özgü, dört köşe ve pencereleri atnalı kemer ve sütunlarla göğe açılan beş katlı yüksek minareden ezan sesi köşeleri bucakları dolduruyor. Portakal çiçeklerinin kokusunu muhabbetle saldığı yemyeşil ve serin cami bahçesinde abdest alıp besmeleyle giriyorlar zarif kemerlerin mermer sütunları arasından. Vakit ikindi… İkindiyle akşam arasını ilimle geçiriyor Endülüslü. Kurtuba merkez kütüphanesinin sohbet salonundayız. Talebeler diz çökmüş, rahlesindeki kitabının sayfalarını bir bir çeviren Ibni Hazm’dan başkası değil…

Ifrikiye kervanı henüz gelmiş, yüklerini boşaltıyor Alkazar (el-kasr) yakınlarında. Kurtuba aynı zamanda bir ticaret ve endüstri başkenti. Valecia’dan (Belensiye) parşömen, parfüm, eyer, ayakkabı ve ipekli eşyalar; Toledo’dan (Tuleyto) silahlar (Toledo yapımı bıçak ve kılıçlar şimdilerde dahi ünlüdür); Cuenca’dan halılar; Zaragossa’dan hayvan derisi; Catalayud’dan ise giyim ve seramik ürünleri Kurtuba borsasının mallarından bazıları. Rengi ve güzelliğiyle meşhur bir kumaş olan ”dibac” da Endülüs İspanya’sının önemli ürünlerinden. Yabancı mallar ise el-Meriyye yakınlarındaki Pechina limanından getirilmiş. Bütün dünyada tanınan Endülüs’ün güzel ve zarif metal işleri, kılıçlar, zırhlar, kandiller, yağdanlıklar ve demir kapıları da görebiliyoruz. Bu arada avrupada Endülüs’ün ismini yaşatan Kurtuba derisini de unutmamak gerek. Güzel halılara ve işlemeli duvar örtülerine büyük talep var Kurtuba pazarında. Kervanların geldikleri yerlerde en son basılan kitapları da getirmeleri dikkatimizi çekiyor. Bunların daimi müşterisi saray ve erkanı. Bu kitaplar özel bir itinayla taşınıp saray çevresindeki bilginlere ulaştırılıyor. Daha sonra çoğaltılarak bütün kütüphanelere dağıtılıyor. Kervanlar dönüşte ise Kurtuba’da basılan kitaplardan bir kopya mutlaka götürüyorlar.

…Denilebilir ki Avrupa Avrupa olalı Endülüs’teki kadar böyle güzel ve ferah bahçe düzeni görmediler. Her şeyden önce boyutlar insan ve estetik ölçüleri içinde gelişiyorlar. Flamenko’nun sustuğu, tabiatın renkleriyle dans ettiği, ud, tar, kanun ve neyin sevgiyi ve aşkı sulayan ahengiyle ve gülün kokusuyla aşıkları ferahlattığı, kumruların ilahilerle melekleri çağırdığı ve kevserden gelen suyla yetişen güllerle, karanfillerle, hanımelilerle, menekşelerle, portakal ağaçlarıyla ve bilemediğimiz daha nice bitkilerle cennetin bir kesitinin bizlere bu dünyada görüntülendiği bir yerdir Endülüs bahçesi. Adeta meşhur botanikçi üstat Abdullah bin Ahmet el Maliki’nin (Ibni Baytar) bir laboratuarı kurulmuş gibi. Bahçedeki birçok bitki ise ilk defa Endülüslüler tarafından İspanya’ya getirilmiş ve yerlileştirilmiş. Portakal, pirinç, şeker kamışı, palmiye, şeftali ve nar (Rumman Safrisi) bunlardan bazıları.

Gurup vakti yaklaşırken Vadi-el Kebir (Quadalquivir) üzerinde sandal sefasının henüz başladığını görüyoruz… Bir üst kata çıkarken bu dinlendirici manzaralar karşısında gönlümüzün ferahladığını hissediyoruz.

Her şeyin iyisini, güzelini ve üstün olanını yapmayı tercih eden Endülüslü Müslüman en zirvesine eriştiğinde ise ihtişamıyla dünyaya nam salan ve dillere destan bir saray inşa edip efsaneleşmekten geri durmamış. Yüzlerce odanın, binlerce sütunun süslediği, geometrinin duvar, tavan ve kemer işlemelerinde raks ettiği ve sırtını güvenle yasladığı Sierra Morena’nın zirvesindeki buz gibi karları eteklerinde suya dönüştürmekle şeref duyduğu, güneyin bunaltan sıcağının serin ikindi yeline dönüştüğü, hilal tutkunlarının sabırla mevzilendiği, zamanında ”dünyanın ziyneti” sayıldığı saray Medina Al-Zahara. X. yy da III. Abdurrahman’ın dirayetli, azimli, zeki, çalışkan kişiliğine yaraşır, yaklaşık otuz yıllık başarılı yönetimini unutulmaz bir kimlikle noktalayan abide Medine el-Zehra. Zehra’nın şehri. Zehra, sultanın en gözde, en alımlı, en zarif, en güzel ve aşkı tattıran hanımı…

Abdurrahman III uluslararası diplomatik ilişkiler başlatır ve Fransa, Almanya, İtalya ve Bizans’a elçiler atar, oradan elçiler kabul eder. İşte sarayın muhteşem büyükelçiler salonu önümüzde duruyor. Salonun her iki yanında iki büyük oda, dekorasyonu duvarlardaki yaprak tezyinatıyla, Şam tarzı işlemelerle kemerler ise siyah ve gül kurusu renkli mermerlerle zenginleştirilmiş. Salonun önünde ise etkileyici geniş bir bahçe. Dört havuzla çevrili bu bahçede ziyarete gelen yabancı konuklara ikramlarda bulunuluyor. Medine el-Zehra’nın ihtişamını yansıtan bu salonda heyecanlı bir kalabalık ağırlanıyor. Üç bin kilometre doğudan, İstanbul’dan, gelen boydan aşağı rahip elbisesi içerisinde Bizans elçisi el pençe divan duruyor. Karşıda ise divanına bağdaş kurmuş Abdurrahman III, etrafında vezirler ve Endülüsün bilginlerinden Ebul-Ali el-Kali ve Sahib el-Amali de bulunuyor. Bu arada udun tellerinin de yavaş yavaş hareketlendiğini kulağımıza aheste aheste inmeye başladığını fark edebiliyorum. Saray girişine kıymetli halılar döşenmiş, muhafızlar ise her iki yanını adeta bir duvar gibi kaplamış dimdik ayaktalar. Gördüğü ihtişamdan dehşete kapılan elçi gerekli konuşmayı yapma gücünü dahi kendinde bulamıyor. Müslümanlar inançlarının ve ihtişamlarının yüceliğiyle dimdik ayakta dururken, Bizans elçisi biraz boynu bükük biraz da ezilir bir durumda. Tabloyu yapan ressam zamanın tarihi gerçeğine ihanet etmemişe benziyor.

Soldan bir başka odaya dalıyoruz. İçinde bulunduğumuz karanlık, önümüzde duran El-Hamra sarayının orijinaline uygun maketinin küçücük pencerelerinden sızan ışıkla alacakaranlığa dönüşüyor. Saray erkanının sabah namazı için kalktığını görüyoruz. Sierra Nevada’nın karları hiçte eksik olmayan doruklarından taa aslanlı avluya gelen suyla abdestini alan kişi el-Hamra’nın tamamlayıcısı erdemli, barış yanlısı ve engin bir gönül zenginliğine sahip Yusuf Ebul Hacic (Haxis). Birazdan el-Hamra’nın sultan mescidinde sabah namazına duracaklar… Sabahın ilk ışıkları Sierra Nevada üzerinden aşıp El-Hamra’nın kendine özgü kemerleri arasından süzülürken, bu zarif saray, bütün bakireliğiyle gözlerimizin önünde duruyor; ne yanında engizisyonun kilisesi var ne de Carlos-V in çarpık mimarili arenayı andırır ,sözüm ona, sarayı. Etrafını tavaf ederek her açıdan güzelliğini ve zerafetini gönlümüzün derinliğine çekip yeni ufuklar açıyoruz zihnimizin sanat köşesinde. Bu eşsiz mağrip ve Endülüs harikasını bir an önce gerçek boyutlarıyla temaşa etme isteğiyle çıkışa doğru yöneliyoruz.

Bizlere Endülüs’ün bir özetini sunan Roger Garaudy’ye şükranlarımızı iletmesini söylüyoruz görevli gençlere. Kulenin çıkışında tam karşımızda ,Vadi el-Kebir’in diğer tarafında, duran Kurtuba Büyük Camii’ne yöneliyoruz. Üzerinde yürümekte olduğumuz Romalılardan kalma köprünün ortalarına geldiğimizde durup Vadi el-Kebir’in aheste aheste akan sularına bakarken, gözlerimiz güneşin sudan yansıyan ışıklarına kilitlenip tarihin acı dolu sayfalarına dalıp gidiyor. Bir zamanlar bu nehir günlerce mürekkep renginde akmıştı, bir başka zamanlar ise kıpkırmızı. Bilginin güç olduğunu idrak edemeyen ve kullanamayan cahil insanlar, kilise mutaassıpları, Kurtuba’yı Müslümanlar kaybedince bütün kütüphaneleri bu ırmağa boşaltmışlardı… Köprünün tam ortasında sağda bir Meryem Ana heykeli var. Yerler mum damlalarından yapış yapış durumda. Her gelen bir mum yakıp Hıristiyancı bir destur çekip vicdanını temizliyor. Köprünün karşı ucunda solda ise ırmaktan su çıkarmada kullanılan bir su çarkı var. Ahşaptan yapılmış ve oldukça da eskiye benziyor, bir harabe haline gelmiş. Köprüyü hemen geçince tam karşımızda işte Kurtuba Büyük Camii.

Kulağımıza gelen davul, borazan ve org sesine başlangıçta dikkat etmemiştik fakat cami etrafında düzenli bir şekilde ellerinde sopa büyüklüğünde mumlarla ve göğüslerinde koca bir haçla kuşaklı, entarili, siyah veya mavi külahlı ku-klax-klan tipli insanları görünce bunun bir kutlama olduğunu fark ettik. Evet bunun adı Santa Semana yani kutsal hafta, nisanın ikinci haftasında yapılan bir kutlama. Hz. Isa’nın çarmıha gerilmesiyle bağlantılı olan bu törene yaklaşık yirmi kilise ve yüzlerce engizisyon celladı görünümlü insan aktif olarak katılmış. Seyretmek için gelen halk ve turistlerin yoğun ilgisi açıkça görülüyor. Ortaçağın koyu katolikliğini ifade bu kutlama gariptir ki şehrin her kesiminde yapıldıktan sonra halen katedral olarak kullanılan Kurtuba Büyük Camii’nde noktalanıyor. Hz. Meryem’in ve kendi çarmıhını taşıyan Hz. Isa’nın heykellerinin ayrı ayrı bulunduğu çiçeklerle süslü platformlar en önde taşınıyor. Cami etrafında dolaştırıldıktan sonra içeri alınıyor ve katedral kısmına konularak bir müddet sonra tören sona erdiriliyor. Bizim için çok hüzünlü bir manzara. Kemal ise dayanmayıp kelimelere döküyor kederini. ” … Ah hocam ah şu manzarayı görmek mi yaraşırdı bize ”

Biraz önce gördüğümüz maketinden gerçek boyutlarına kavuşuyoruz Büyük Camii’nin. Kıbleye göre sağ tarafından fakat avlu dışından gezmeye koyuluyoruz. Cami etrafındaki binaların eski tarzda tutulması çevrenin mimari atmosferinin algılanmasını da kolaylaştırıyor ve tarihi bir güzellik veriyor. Yerler parke taş döşenmiş durumda. İsterseniz faytonla şehir turu dahi yapabilirsiniz. İşte hemen sağ köşeden başlıyor, o çizgilere, renklere desenlere, yazılara ve bütünlüğe akseden zarif güzel fakat hayret verici sanat gücümüz. İslam heykeltıraşçılığı iyi ki yasaklamış diye düşünüyorum. Çünkü heykelle ortaya konabilen güzelliğin ve derinliğin ötesinde bir güzelliği, bütünlüğü, felsefeyi, inancı ve bir düşünceyi ortaya koyabiliyorlar. Heykelle mükemmele bir benzetme yapılırken, İslam sanatında inanç ve düşüncenin yansımalarını görüyoruz.

Camiye girişi kolaylaştırmak için, yan taraflarında birden fazla kapı konulmuş. Kapının hemen üzerinde atnalı bir kemer yükseliyor. Bu kemer, dilimler halinde bir kırmızı renkli tuğlalardan birde alçı veya beyaz yumuşak taşlardan oluşturulmuş. Bunun hemen üzerinde büyük ihtimalle kufi tarzında yazılmış Arapça bir cümle var fakat harfler döküldüğü için metni anlayamıyoruz. Kapının her iki yanında ise ortasında alçıdan yapılma jaluzilerin olduğu daha küçük iki kemer yerleştirilmiş. Bu kemerler tek bir yay parçasından oluşturulmak yerine beş küçük yay parçasının birleştirilmesiyle oluşturulmuş. Bunların hepsinin üzerinde ise altı sütunla yükseltilmiş yan yana dizi halinde birbirine geçmiş kemerleri görüyoruz. Kırmızı ve yaprak oymalı desenli beyaz taşlarla dilimlendirilmiş. Sütunların arası da aynı şekilde yaprak desenleriyle güzelleştirilmiş. Bu yan duvarın en üstü ise çam ağacı siluetinde beyaz taşlarla sıralı bir şekilde örülmüş.

Bir, iki, üç, … dokuz, evet caminin yandan girişi sağlayan bunun gibi tam dokuz kapısı var. Hepsi de hemen hemen aynı mimari ve süsleme tarzına sahip. Fakat maalesef zamanın aşındırıcılığı bir çoğunu ciddi yenileme çalışmalarına muhtaç duruma getirmiş. Bu kapıların hepsi şu an kapalı durumdalar. Onuncu kapı ise caminin avlusuna güney cephesinden girişi sağlıyor. Camiye gün ışığını sağlayan jaluzilerin hepsi de ayrı ayrı desenlerde yapılmış…

Artık davul ve borazanın sesi ortalığı iyice inletiyor. Kutsal hafta kutlamalarını yapanlarla beraber cami etrafındaki dönüşümüzü tamamlamayı düşünüyoruz. Engizisyonu ürkütücü her haliyle yansıtan bu yüzü kapalı, başı külahlı, eli haçlı, boydan aşağı cübbeli görünümün içinde belki de ataları kadar gaddar,cahil ve kirli olmayan bir genç kız veya delikanlı bulunuyor. Ne yazık ki bu kutsal hafta törenleri mazisiyle hesaplaşmaya korkan koyu Katolikliğin tartışılmaz geleneği.

Köşeyi dönerken güney cephesinden batı cephesi boyunca yürümeye devam ediyoruz. Köşenin çaprazındaki otelin ismi “Hotel Moamiades” , Ibni Meymun, Kurtuba’nın bilge evlatlarından birinin ismi. Otele bu ismin verilmesinin sebebi Ibni Meymun’un Yahudi kökenli olması olabilir. Bana kalırsa Ibni Rüşd (Averros), Kurtuba’yı yansıtan daha önemli bir şahsiyet. Otelin hemen yan tarafındaki bar dikkatimizi çekiyor. “La Mezquita Bar” , Mescit Bar. Garip İspanyol işte; hemen yanındaki turistik eser cami olunca oda açtığı bara bu ismi vermiş. Bir kahve içmek istiyoruz bu barda. Garson “Cafe con leche o solo” diye soruyor bizlere ; ben de sade olsun diyorum.

Batı cephesinde biraz daha ilerleyince, şu an çan kulesi olan kare zemin üzerine oturtulmuş cami avlu duvarına yapışık mağrip tarzı minareyi görüyoruz. Söylendiğine göre, aslı 10.yy dayanan bu minare, 18.yy da Lizbon depreminde hasar görmesi üzerine epeyce değiştirilmiş. Müezzinin çıkıp ezan okuduğu yer şu anda 12 çana ev sahipliği yapıyor. Kubbemsi tepesi ise uçurularak, kutsal hafta törenlerinde kullanılan büyük bir çan konulmuş. En tepesine ise iki saat ve iki çan daha yerleştirilmiş. Şu anki kuleden minareyi andırabilecek izler yakalamak biraz zor gibi görünüyor. Minarenin hemen yanından caminin avlusuna, “Patio de Los Naranjas”, kıble istikametinde giriş kapısı var.

Avlunu dış tarafında ise eskinin o daracık sokakları ip gibi uzanıp gidiyor iki, üç katlı beyaz renkli şirin evlerin arasından. Evin kapısını aralayınca karşımıza ortasında havuz olan bir küçük boşluk çıkıyor. Havuzun kenarında rengarenk çiçekler, pencerelerin pervazından duvara yayılan sarmaşıklar ve aralarında duvara tutturulmuş saksı çiçekleri. Evler çoğunlukla dubleks yapıda fakat gösterişli zenginlikten ziyade sadeliğin ve fakirliğin verdiği ferahlık ve mutluluk dolu bir havayı taşıyor. Şu yukarıdaki pencereden meraklı bir çift gözle bizleri izleyen sevimli küçüğe, Kemal “Hola Nina” diye bir gülücük gönderiyor. Cami avlusunun etrafını dolanan yol boyunca seramik, gümüş, bakır, deri, ve dantel işçiliğinin ürünlerini satan dükkanlar sıralanıyor. Bakır ve gümüş işçiliği oldukça ince detayları içermesine rağmen seramik işçiliği biraz daha özensiz gözüküyor.

İki sıra halinde ilerleyen engizisyon celladı görünümlü kişilerin arasından sıyrılıp caminin kuzey kenarına dönüyoruz. Fakat aynı kalabalık bu tarafta da oluşmuş durumda. Bir müddet daha kalabalığın içinde kaldıktan sonra nihayet bu törenin sonuna yaklaştığını anlıyoruz. Koşuşturarak avlu içine geçip cami giriş kapısının yakınına mevzileniyoruz. İşte, önde elinde büyük bir haçla baş-külahlı arkasında ise ikişer sırayla diğer külahlılar başı çekiyor. Hemen arkalarında ise Hz. Isa ve Meryem’in ahşaptan yapılma etrafı süslenmiş heykelleri bir araba zemini büyüklüğündeki platform üzerine yerleştirilmiş ve yaklaşık on beş kişi bunu alttan kaldırarak ilerliyorlar caminin girişine doğru. Bunlar caminin geniş ve derin kapısından içeri girerken gözümüze ilişen bir kitabe var kapının sağ dış duvarına yerleştirilmiş durumda. Bir, caminin senedi durumunda olan bu Arapça kitabeye bir de külahlı ve haçlı askeri kıyafetindeki şu insanlara bakıp kalıyoruz. Onların içinden bir sevinç tufanı yükselirken, ister istemez bir hüzün boşalıyor kalbimizin iman köşesinden.

Bir müddet cami avlusunda dinlenmeye koyuluyoruz. Kalabalığın azalmasını beklerken caminin bu portakal bahçesine göz atma fırsatımız da doğuyor. Avlunu kenarları oturulacak ve dinlenilecek mekanlar olarak düşünülmüş olmalı, orta kısımda ise sıra sıra portakal ağaçları uzanıyor. Bu ağaçlar 15.yy dan beri cami avlusuna dikiliyormuş. Ondan önce ise palmiye ağaçları mevcut imiş. Abdest alma yeri neresi olabilir diye düşünüyoruz. Fakat belirgin bir ize rastlamıyoruz. Su, daha önce kuyulardan su çıkrığı ile çıkarılıyormuş. El-Hakem II zamanında Sierra Morena dağlarından kanallarla akıtılıp abdest almak için caminin çeşmelerine kadar getirilmiş. Fakat bu kanallar ve çeşmeler şu an kayıp durumdalar. El-Mansur tarafından yapılan altı yüz tonluk su deposu halen mevcut olmakla birlikte kullanılamaz durumda imiş…

Nihayet kalabalık Büyük Cami’nin Katedral kısmına haçı ve heykelli platformu yerleştirmenin verdiği mutlulukla dağılmaya başlıyor. Caminin iç kısmını görebilmek için biz de ayaklanıyoruz. Şu anda bir katedral olarak kullanılsa bile bizim için bir camidir, hatta bir İspanyol bile cami “La Mezquita” olarak biliyor. Uygun bir yerde abdest aldıktan sonra besmeleyle adımlıyoruz geniş ve derin giriş kapısını. Bir anda kendimizi büyük bir mekanda buluyoruz. Sütunlar ve sütunlar… o kadar çok ki kıble duvarındaki mihrabı göremiyoruz. Mermer sütunlar üzerine yükseltilen kemerler iki kademeli yapılarak tavanın yüksek tutulabilmesi sağlanmış. Aslında teknik özelliğinin dışında estetik ve felsefi bir öncelik var bu sütunlarda. Çöldeki bir vahayı ve vahaya yayılan hurma ağaçlarını andırıyor bu cami. Vaha; yanan yüreklere bir serinlik, kavrulmuş dudaklara bir hayat, cehennem sıcağında cennet özlemi. Bir sütunun her iki yanına uzanan katmerli kemerler, hurma ağacının her iki yanına yayılan dallarının ve yapraklarının görünümünden farksız. İşte, kültür, estetik, inanç ve felsefenin bütün olduğu tek eser… Kemer taşları kırmızı ve beyaz… yani çöldeki güneş ve kum. Tavan ise ahşaptan yapılmış ve oldukça ince işçiliğe sahip. O zamanlar büyük kubbelerle geniş mekanlar oluşturmak yerine kısa aralıklı sütunlar ve üzerinde yükselen çift katlı kemerlerle oluşturulmuş böyle mekanlar. Hıristiyan hakimiyetinde kemerlerin görünümünde bir değişiklik yapılmamış. Aslında böyle bir teşebbüs biraz hesap kitap biraz da cesaret ister. Fakat cami katedrale dönüştürüldükten sonra yapılmış değişiklikler hemen sağdan kendini göstermeye başlıyor. Yan duvarlara yakın olan ilk kemerler çevrilerek ön tarafı demir parmaklıklarla kapatılıp papazların ayin öncesi hazırlıklarda bulundukları “Capilla” larla doldurulmuş ve muhtelif heykellerle süslenmiş. Bu odacıkların demir parmaklıklarla çevrilmiş olması ibadet yerinde dahi bir güvensizliğin olduğunu mu sergiliyor. Cami önce buraya kurulmuş daha sonraları ise ihtiyaca göre ve aynı tarz korunmak suretiyle ileriye ve sola doğru genişletilmiş. Bu genişletmeler toplam dört ayrı sultan zamanında yapılarak cami son haline getirilmiş. Bu ilk kısım toplam on bir sahn (aralık)dan oluşuyor ve on birinci sahndan sonra caminin tam ortasına katedralin oturtulduğunu görüyoruz…

Ayin hala devam etmekte fakat kalabalık azalmış durumda. Katedral’de işlemelerde detayın olduğu gözüküyor fakat ahşaptan ve alçıdan heykelciliğin ötesinde orijinal olabilen bir şeyler görebilmek mümkün değil. Şekiller çok yoğun ve tamamen koyu renkler hakim. Böyle bir anlayış sanki, gözlerden kalbe inen ferahlık ve aydınlık kapılarını kapatıp renklerle sevgiye güzelliğe açılacak pencereyi kör ediyor. Katedralin tavanı, tepeden ışık gelmesini sağlamak, caminin mihrabından daha yüksekte bir görünüm sağlayabilmek ve genel tarzdaki katedrale benzetmek için oldukça yüksek tutulmuş. Mihraba doğru ilerlerken sağ tarafta yeni yeni “Capilla” lar görüyoruz. Mihraba varmadan onunla aynı hizada “Makşura” denilen bir bölme yer alıyor. Burası hilafet mimarisinin tipik bir örneğini sergiliyor. Üç tarafı kapalı olup sadece mihrap yönündeki kemerlerden geçiş verilmiş. Makşura, halife ve onun etrafındakilerin huşu içinde ibadet edebilmeleri için düşünülmüş olmalı, bizdeki “Hünkar Mahfili” onunla benzerlik gösteriyor. Yan duvarlar büyük bir kemerle yükseltilip yapraklı desenlerle süslenmiş. Çıkış tarafında dört sütun ve iç içe birbirini kesen katmerli kemerler kullanılmış. Tavan, sekiz köşeli bir yıldızın kirişlerinin üzerine oturtulan Çin kasesi şeklinde küçük bir kubbe ile kapatılmış. Güneş ışığı girişini sağlayabilmek için ise tavandaki kirişler arasına minik kemerli pencereler konulmuş. Bunların hepsi açık renk zarif kabartma işçilikleriyle güzelleştirilmiş. Kubbe ortasına ise içinde üç yağ lambası bulunan bir fanus asılmış.

Makşura’nın bulunduğu sahnı izleyerek Mihrab’a doğru yöneliyoruz. İşte karşımızda caminin hem kalbi hem de beyni durumundaki mihrap. Yalnızca bizim değil herkesin ilgisi bu Mihrap üzerinde yoğunlaşmış durumda. Mihrab’ın bulunduğu ve nispeten büyük kubbeli kısma, bu sahnı dik olarak kesen üç kemerin ortadakinin altından sıyrılıp geçerken sanki gökkuşağının altından geçtiğimi hissediyorum. Mihrab’ın kubbe kısmı sekiz köşeli yapılıp her bir köşeye gün ışığı girişini sağlamak için kemerli jaluziler yerleştirilmiş. Endülüslü hilafet dönemi sanatkarlar zirveyi zorlayarak, adeta bu mihrapta işaretlemişler ustalıklarının doruklarını. Çizgiyi, rengi ve mozaiği bayağılıktan kurtarıp inanç, felsefe ve gönül ile harmanlayıp bin yıl sonrasında hayretle ve takdirle bakabileceğimiz kıvama getirmiş Kurtulalı ustalar, mimarlar ve işçiler. Her köşe, bucak, kemer, sütun, kiriş zeminden tavana kadar ya yaprak desenleriyle ya Kuran’ dan alınma ayetlerin çoğunlukla kufi tarzında yazılmasıyla ya geometrik oyma ve kabartmalarla yada hayat ağacı deseniyle sarı, açık yeşil, turuncu, kırmızı, siyah, beyaz ve erguvan rengiyle santim santim inceleyebileceğimiz ayrıntıya kavuşturulmuş. Mihrab’ın atnalı şeklindeki zemin üzerine oturtulan en iç bölmesi ise üçlü küçük kemerlerden oluşan pencere büyüklüğündeki toplam altı kemer takımıyla çevrelendirilmiş. Kullanılan mozaik de o zamanki İstanbul’dan getirtilmiş. Mihrab’ın yan duvarları her diliminde farklı renkler ve desenler olmak üzere atnalı kemerlerle çevrilmiş. Mihrab’ın sağında ve solunda ismi “Sebat” ve “Beytül Mal” olan ve Mihrap’la aynı süsleme özelliğine sahip iki kapı var. Buradaki kubbeler daha sade fakat çevresindeki kemerler aynı aynı işçiliğe sahip. Sebat kapısı doğrudan eski Alkazar’a çıkıyormuş fakat şimdi eski Alkazar’dan ortada eser yok. Beytül Mal kapısı ise ramazanın 27. gecesi olarak kabul edilen Kadir Gecesi’nde caminin hazineleri sayılan altın ve gümüş avizeler, vazolar vs. ile ilk dört sayfası Hz. Osman’ın elyazması olan üzerinde onun kan izlerini taşıyan bir Kuran nüshasının camiye alındığı kapı olarak biliniyor. Bu kapıların üzerinde ise aydınlık sağlaması için geometrik desenli pencerecikler yerleştirilmiş. Caminin değerli ve meşhur minberini arıyoruz fakat göremiyoruz. Ahşap işçiliğinin harika bir örneğini oluşturan bu minberin yapımı tam yedi yıl sürmüş. Fildişi, değerli taşlar, abanoz ağacı, kokulu ağaçlar ve altın çivilerle yapılmış tam bir hazine.

Caminin kuzey duvarını izleyerek çıkışa doğru yöneliyoruz. Bu tarafta da yeni yeni “Capilla” lara rastlıyoruz. Capilla Real, Capilla Mayor, Capilla Villaviciosa… Camide yaklaşık otuz kadar Capilla mevcut. Yani bu yaklaşık otuz papaz veya rahip demek anlamına geliyor. Mihrab’ıyla, Makşura’sıyla, kemerleriyle, kapılarıyla Kurtuba Büyük Camii, üzerinden engizisyonun fırtınası geçmiş olmasına rağmen geçmişin kimliğini bizlere hala olanca güzelliğiyle sunabiliyor. Kurtuba’yı 1236 da Hıristiyanlar aldıktan epey sonra koyu Katolikler camiyi tamamen yıkıp büyük bir katedral yapmakta ısrar edince, zamanın kralı şöyle demiş: “Her yerde olan bir katedral yapalım derken, dünyada tek olan bir eseri yok etmeyelim.” Sonunda tamamen yıkmak yerine camiyi kısmen koruyarak bu şekilde bir katedral yapmaya karar verilmiş. Fakat diğer camiler, kilise olmak yada yıkılmaktan kurtulamamış.

Hem gezmenin verdiği yorgunluğu atabilmek hem de yiyebileceğimiz uygun bir şeyler bulabilmek için, önceden yerini öğrendiğimiz mağrip tarzı lokantaya gitmek için cami avlusunun kuzey kapısından çıkıp tam karşımızdaki sokağa dalıyoruz. Eskinin o daracık sokaklı mahalle havası, duvarlardan yankılanan ayak seslerimiz ve kimi evlerden sokaklara kadar taşan flamenko müziğinin ritmiyle ancak buralarda bulunabilen bir farklılık oluşturuyor. Büyük şehir caddeleri insanları sönük ve ezilmiş bir kişiliğe zorlarken, bu şirin evlerin bir iki kulaç mesafeyle birbirinden ayrıldığı bu sokaklar, var olmamızı bilinç seviyesinde bizle yaşatıyor. Çünkü boyutlar, makinanın yardımı olmaksızın hükmedebileceğimiz ölçüler içinde gelişiyor.

[C:\Documents and Settings\YILDIZ ULUDAG\Desktop\yildiz\yildiz1\photogallery\war_nor th_af16.jpg]

Madrid “Palacio Real” muzesinde bir duvar halisi. 16yy Kuzey Afrika Osmanli-Savaslari resmedilmistir. Halinin buyuklugu 4×5 metrekare ve uzeridir.

İspanyanın hangi köşesinde olursanız olun Endülüs Evleri denildiğinde akla gelen ilk şey rengarenk güllerdir. Bazı evler geniş bahçeli, havuzlu ve teraslıdır. Kat sayısı ise üçü geçmez. Pervazlar çiçekten görünmüyor, duvarlar ise sarmaşık ve aralarında onlarca çiçek saksısıyla doldurulmuştur. Bazen sokağa bakan duvarlar dahi böyledir. Bu bahçe ve ev kültürü ise tamamen Müslüman İspanya’ya ait olsa gerek. Çölde vahanın ne demek olduğu yaşayarak bilen Arap ve berberi Müslümanlar suyu ve toprağı olan her yeri birer vahaya dönüştürmüşler…

Yaklaşık beş dakikalık bir yürüyüşten sonra işte karşımızdaki tabelada “Cafetin HALAL” , “Yama’a Islamica de Al-Andalus” yazılı. Burası hem mağrip tarzı yiyeceklerin satıldığı hem de cami ve çocuklara eğitim yeri olarak kullanılan “Endülüs İslam Cemiyeti” nin bir binası. Balkonda asılı duran bayrak beyaz ve yeşil renkli, hemen yanında ise üzerinde Bosna-Hersek’in bayrağı olan bir pankart asılı. Merakla içeri giriyoruz. Girişteki panolar dikkatimizi çekiyor; Filistin’den Keşmir’e, Cezayir’den Bosna’ya uzanan haberler, yorumlar, eleştiriler yer alıyor. Mesajların birçoğu fotoğraf ve karikatürlerle ifade ediliyor. Muhtelif ilanlara da rastlamak mümkün. İspanya içindeki Müslümanları ve Fas’taki Müslümanları ilgilendiren yazılarda gözümüze ilişiyor. Batıya bol bol eleştiriler de var.

Adımlarımız bizleri iç mekana sürüklerken etrafımızı keşfetmeye devam ediyoruz. Burası tipik bir Endülüs evi. Orta kısmın üstü açık zeminde ise bir havuz, çevresinde ev çiçekleri ve bitkileri, odalar ise bunun etrafında yer ise odalar alıyor. İlk katta mutfak, çay salonu, iki şark odası ve bir abdest alma yeri mevcut. Bizim döner kebap burada “çevirme” olmuş. Sıcak içecek olarak çay, siyah ve yeşil diye ikiye ayrılıyor. Buna nane ve mentollü bitkilerden oluşturulan içecekler de eklenince yaklaşık otuz ayrı içecek seçeneği ortaya çıkıyor. Odalar oldukça kalabalık, çoğunluğu İspanyol gençler oluşturuyor. “Hola Chicas”, 8-10 kişilik bir masaya takılıp sohbete koyuluyoruz İspanyol gençlerle. Bu arada bana da hemen bir naneli çay söylüyorlar. Aralarında sakin ve ağırbaşlı olanlar var fakat genelde çok matrak ve neşeliler. Arap Endülüs tarzı enstrümantal müzik ve odanın loş ışığı altında sadece siluetimiz belirgin. Neden burasını tercih ettiklerini sorduğumuzda ; buradaki atmosferin kendilerini rahatlattığını, farklı bir ortam olduğunu, içki içmeden neşelenebildiklerini, yiyecek ve içeceklerin hoş olduğunu, bar ve diskodan daha huzurlu olduğunu söylüyorlar. Müslüman İspanya’yı sorduğumuzda ise eserlerinin zarifliğinden, Medine el-Zehra’dan ve Abdurrahman III ün sultanlığından bahsediyorlar. Kurtuba Büyük Cami’nin tekrar ibadete açılması husunda ise gayet ılımlılar. (Aslında 1974 yılında caminin Müslümanlar içinde ibadete açılması için birtakım teklifler olmuş fakat bu bir türlü gerçekleştirilememiş.) Bir müddet daha sohbet ettikten sonra bunlardan ayrılıyoruz. Çay ocağının yakınında duvara asılı duran tişörtler dikkatimizi çekiyor. Oradaki genç, bunları Bosna’ya yardım amacıyla sattıklarını söylüyor. Tanesi 700 peseta. Tişörtün üzerine Bosna ve Endülüs’ün bayrakları basılmış. Bir an hüzün çöküyor içimize. Güney-batı avrupadan sürülen masum Müslümanlar şimdi de güney-doğu avrupada aynı akıbeti mi yaşıyordu. Kalbimizden dualar yükseliyor, hesaplar üstü hesabı yapan yaratıcımızın katına…

Zemin katta abdest alıp namaz kılmak için üst kata çıkıyoruz. Odanın biri mescit olarak düzenlenmiş, ikisi çocuklara eğitim amacıyla sınıf olarak kullanılıyor, biri ise idari işler için ayrılmış. Kurtuba Büyük Camii dururken öğle namazını bu küçücük mescitte kılmak biraz hüzün verici ama aynı zamanda bir kıvılcımın da ilk işaretleri olsa gerek. Tekrar aşağı inip günün menüsüne bir göz gezdiriyoruz; berberi salatası, morokko salatası, yaz salatası, kuskuslu tavuk veya tahinli tavuk özel mentollü çay, isterseniz 30 ayrı çay çeşidinden birini de seçebilirsiniz. Hepsi 800 pesetaya…

Vaktin geç olmasından dolayı Medine el Zehra Sarayı’nın kalıntılarını ve Alkazar ile diğer mekanları detaylı görüp içinde tarihi yaşama imkanımız olamadan, sadece hızlı bir tur ile buraları uzaktan görüp biraz olsun Kurtuba’nın tarihi bütünlüğünü yakalamaya çalışıyoruz. Hava kararmak üzere iken iki araçlık konvoy halinde Kurtuba’dan ayrılıyoruz…..

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.