Ahmet Aziz / Lâle Zamanında İsyan (Vak’a-i Patrona Halil) / Roman /
Yalçın Yayınları
En ateşli bir anda, iki taze delikanlının yanına yalın ayak, baldırı çıplak, sine üryan hane berduş birisi gelip, kale muhafızı gibi dikildi. Beygir pisliğini temizleyen çöp çıkaran ile hadd ü hesaba gelmeyen, perdesi yırtılmış sözler kullanarak sair geleceğini ve sair geçmişini de katıp, herkese duyurur bir sesle alay etmeye başladı.
Duyguları kapanmış bu fukara-i Müslimîn hadsiz bir cehalet içinde idi. Bedeninde iskân eden kibirli ruh, onu bir hayvanat-ı vahşiye döndürmüştü.
Yenibahçe’den Nevbahar’a, Sakızağacı’ndan Sarmaşık’a, Kâğıthane mesiresinden Mercan Mahallesi’ne, ta Balat İskelesi’nden Silivri kapısına kadar her yerde tanınan yarık dudaklı bu eski kalyoncu levent, imparatorluğun taht şehri Der-Saadet’te Deli Şakşaki diye şan almış, şöhret kazanmış, geceleri fenersiz gezen biriydi.
Kâfiristan ülkelerinden, nice kâfir gemilerinden ele geçirdiği ganimetlerini ve cümle akçesini, nam u nişanı hiç de iyi olmayan tersane haytaları, kalyoncu itleri, deniz eşkıyaları ile meclis-i işrette yiyip bitirmişti. Aslan sütünden, tarçın rakısına, erguvan şarabından, hummaza, papazkarasına, müsellese kadar denemediği, demlenmediği içki kalmamıştı. Hepsinin ayrı ayrı keyfini çıkartmıştı.
Yalnızca çapulcu taifesine değil, fuhuş ile fücur ile meşgul olan muzır avratlara da akçelerini, çil çil Venedik altınlarını, dinarlarını ve dirhemlerini saçmış, ganimetlerini Karun malıymış gibi izzet ikram etmişti. Her ehl-i İslam tarafından pek bilinmeyen gizli hanelerde, kaymakçı ve bozacı dükkânlarında, mebzul miktarda dilber-i müstesna muzır avrat ile düşüp kalkmıştı. Tabii ki, dünyayı terk etmek üzere olan bu yaşlı ve zayıf pir-i faninin tercüme-i hâline afyon tiryakisi olduğunu da eklemek lazım gelir.
Firkate, işkampaviya, kadırga, baştarda, kalyon ve galyotlarda, ne tarafa sefer olsa palamar bağlayıp kanca atmış, yelken açıp kapamış, bütün gençliğini, coşup taştığı denizlerde tüketmişti. Ateşten geçmiş biridir o.
Eskiden, ağızdan ağza hep nakledilirdi yaptıkları. Küffar ile her çarpışmada vücut azaları yara bere içinde kalmış, her vuruşmada endamı biraz daha bozulmuş, çehresi ucube-i hilkate dönüp bu ürpertici hâli almıştı. Pek tabiidir ki, kılıç nereye çarparsa orayı keser.
Onun top patlatan, tüfek atan din ve âhiret kardeşleri, bütün birader-i manevisi, şimdi ya hayat-ı dünyeviyeden el çekmiş yaşlı birer zat olarak tövbe edip yalnızlığa çekilmişlerdir ya da sessiz mezâristânlarında gömülüdürler.
Çok yıllar var ki, ona eski zaman tarihinden kalmış bir âdem diye bakıyorlar her yerde, artık o, emir ferman dinlemez makbul bir mahalle eğlencesi olmuştur. Gene fena tabiatlıdır, gene huyu kötüdür, gene vicdanı çalışmaz, ruhunda ve kalbinde ışık yoktur gene, ama bu dakikadan sonra hiç kimse, hiçbir ehl-i ırz korkmaz ondan.
Bu dünya meydanında yaşına yaş eklendikçe, hakikatler ile müsademe eden zihni iyice per perişan olmuş, kafasının içinde zerre kadar akıl kalmamış, deliliği derece derece artmıştı.
Kadı efendi huzuruna defalarca çıkmasına rağmen ciddiye alınmıyor, mahkeme-i şer’iyye tarafından hemen serbest bırakılıyordu, netice olarak deli sözü, onun ismine gerçekten oturuyordu artık.
(S. 7-8)
Çarşı ve bedestende ticaret durmuş, bakkallarda ve attarlarda ve bezzazlardaki hiçbir mal yerinden kıpırdamaz olmuştu. Beyler, paşalar ve vükela ve vüzera haricinde kalan herkes, san’at, zanaat ve dahi ticaret erbabı işsizdi. Kalyonlar limandan çıkmıyordu. Madenlerin işlemez, topların dökülmez olduğu böylesi kara günlerde; mahalleye hüner gösteren hokkabazlar, şöhretli köçekler gelmiş de, binbir gece âlemlerinden birini yaşayacaklarmış gibi sevindiler. Sanki az sonra nakkareler, zurnalar, tef ve dümbelekler ve sair âlât çalınıp, kukla oynayacak, saz ve söz birbirine girecekti. İsmiyle cismiyle, dertlerinin şifası bir divane duruyordu dışarıda.
Deli Şakşaki, bir anda mahalleye bir parıltı, bir parlaklık katmıştı. Daha ezanın okunmasına çok zaman vardı, namaza kadar hoş bir eğlence çıkmıştı.
(S. 9)
Deli Şakşaki, kederli ve sıkıntılı:
“Baltacı Mehmet Paşa Osmanlı’ya ihanet etmiştir. Prut’ta Rus velet-i zinalarına karşı kazandığımız savaşı, Katerina’ya hediye etmiştir. Kâinat uyurken Katerina, elinde bir gül ile çadıra girip, anadan üryan soyunmuş, Baltacı Paşayı dört başı mamur bir aşk ateşi ile güneş doğuncaya kadar yakıp, işi tamam etmiştir. Paşa Katerina’yı, o avrat da Osmanlı’yı halletmiştir. Baltacı Mehmet Paşa Âl-i Osman’ın tahtını berbat etmiştir.”
O ana kadar konuşmaları sessiz ve sakin dinleyen bir mahalleli:
“Söylenenlere göre, o gece Baltacı Mehmet Paşanın çadırından diğer çadırlara, katre-i nur yağıyormuş. Kâinatın uyuduğu falan da yokmuş, civardaki her bir yeniçeri, göremeseler de, gecenin sessizliğinde çadırlarında levendane oturup, Baltacı Mehmet Paşanın çadırından yayılan seslere kulak kabartmışlar hep. Baltacı ile Katerina, birbirlerinden dudak dudağa buseler alıp verirlerken, gerdan gerdana, göbek göbeğe birbirlerine sarılıp, yatağın bir ucundan diğer ucuna savrulurlarken; yeniçerilerin yürekleri yanmış, zinde ve cevval vücutları harap olmuş, bayılıp bayılıp ayılmışlar, her bir levendin bünyesi yorgun düşmüş. Ancak güneş doğup, horozlar ötmeye başlayınca iş bitmiş, olayın bütün tarafları o vakit sükûnet bulmuşlar. Fokur fokur kaynamış o gece çadırlar. Bir de diyorlar ki; değil Baltacı Mehmet Paşa, Mecnun bile dayanamaz, Leyla’yı bırakıp, Katerina’nın peşinde dolaşmaya başlardı. Doğru mu bütün bu söylenenler? Sen bu savaşa katılmış birisin, bilirsin bütün bu olan biteni.” diye söze girdi.
Deli Şakşaki:
“Katerina mesleğinde meşhur biridir. Akça pakça, yay kaşlı, süzgün gözlü, nokta ağızlı, sırma saçlı, hem olgun hem dolgun, her tarafı oynayan halisü’l ayar pür-marifet bir hatundur. Cana sefa, cihana cila veren bir huri, cennetten bir dilber, gözlere tesir eden müebbet bir güzelliktir o. O zamanlar yeniçeri arasında bir rivayat, bir hikâyat dolaşıyordu, o gece uyuyan kâinatı ışıl ışıl aydınlatan onun billûr vücudu imiş. O gece ben de uyuyamadım, ben de gördüm Baltacı’nın çadırından etrafa saçılan ışığı. Oradan gelen inleme seslerini ben de dinledim. Kalbim sekteye uğradı. İkisiyle beraber sabaha kadar çadır bile inledi. Anlatılanlar hep doğrudur, kimse inkâr eyleyemez, hepsi hakikattir.” diye tasdik etti.
(S. 11-12)
Deli Şakşaki, hafiften esmeye başlayan rüzgâra yüzünü dönüp derin derin nefes aldı. Rüzgâr yüzünü yaladı. Yüz çizgileri gülümsedi:
“Baltacı Mehmet Paşa, namahrem ile tef ve tambur çalıp oynamadı orada, bir kızın bekâretini de izale etmedi. Kazandığımız bir savaşı sattı. Veba illeti bile, bu derece zarar veremezdi bize. Cihada memur olunmuş kullarız biz. Savaşı satmasaydı, Rus kâfirleri ile aramızda sulh vaki olmasaydı, ne Çar vardı şimdi, ne de Rusya. Bütün o gâvuristan, hepten cümlemizin olacaktı. Rusya, İstanbul’a dâhil oldukta, siz şimdi burada böyle sürünmeyecektiniz, açlıktan nefesiniz kokmayacaktı. Bulgur çorbasına talim etmek yerine, her gün ıstakoz salatası, uskumru dolması, yahni, kalye, kapuska yiyecektiniz, Göksu’ya şerbet, Çubuklu’ya nardenk, Çamlıca’ya kahve içmeye gidecektiniz. Neşe ve keyifle geçecekti günleriniz. Kiminiz koçu ile Eyüp’ü, Fındıklı’yı, Galata’yı; kiminiz dört atlı gerdûne ile Atmeydanı’nı dolaşacaktınız. Zevraklarla, hanım iğnesi kayıklarla bazen Beşiktaş’ta, bazen Ortaköy’de, kimi zaman da Sarıyer ya da Beykoz’da dolunay zamanı mehtaba çıkacaktınız. Bir ferman ile her birinizin sürekli meclis kuracağı, seyrine kurban olacağınız bir ya da birkaç Katerina’nız, gece olsun gündüz olsun, zevciyat muamelesine gireceğiniz, sine-i billûrunda uyuyacağınız sudan ucuz Rus bakire köleleriniz olacaktı. Hepiniz ıtr-ı şâhîler sürünmüş Rus avratların menzilinde oturacaktınız, meşru olmayan fiiller için diğer mahallelerde gezmeyecektiniz. Kimsenin aklından, hanelere hıyanet ve zina kastı için girmek geçmeyecekti. Bu leke Baltacı Paşaya sürülmüştür, temizlenemez artık. Bakın işte, o zamandan beri fetih ezanı okunuyor mu?” Sustu, suratlara teker teker bakıp, ahalinin her hâllerini teftiş etmeye başladı.
Kim bilir kaç kez, cümle cümle, satır satır aynı şeyleri dinlemelerine rağmen, kiminin ağzı tam, kiminin yarım olarak açıktı, ama galiba kimsenin salyası henüz akmıyordu.
Deli Şakşaki’nin konuşması hepsine aynı harareti vermişti. Hepsinin vücudu tere batmıştı. Gene her birinin üzerinde tesirli olmuş, her birini ele geçirmişti gene. Rabbin hikmeti işte, onun şan ve şöhreti böyle artıyordu.
Deli Şakşaki’nin etrafında toplananlar büyük bir lütfe mazhar olup, gaza malı ile ganimetlenmiş gibi oldular. Bu bedava orta oyunu ile hepsi bolluğa kavuştu, gene putperest kâfirlerin nicesini cehenneme gönderip, ganimete doydular. Zafer kutlamalarından sonra, Sa’dâbâd’da raks eden güzellerin alnına para yapıştırdılar, santur ve rebabın sesine karışan ney inlemeleri, kıvrım kıvrım kıvılcımlanıp göklere yükseldi. Hayalleri gül, sümbül, karanfil ve lâle ile süslendi. Çerağan eğlencelerine, helva sohbetlerine katıldılar, biniş gezintilerine çıktılar, mehtap seyri içlerini eritti. Başka diyarda olur mu bilmem, ama Osmanoğlu’nun bu taht merkezinde Deli Şakşaki hastalıklara ilaç oluyordu.
Çöplük subaşısı ve bedeni idmanlı pür-silah leventleri, mahallenin çıkmaz sokağına kadar gidip, köşe bucak kontrollerini bitirmiş geri dönerlerken, Deli Şakşaki’yi ve etrafını saran cemiyeti gördüler. Kalabalığa beş arşın kadar yaklaştıklarında, çöplük subaşısı:
“Hey gafil ümmet, bir mahalle insan, niye birlikte durursuz? Şeytanın aldattığı, aslı nesebi belli değil delileri niye dinlersiz? Müspet malumattan habersiz cahil bir heriftir bu; ne dünü bilir, ne yarını görür, fesat çıkarır, fikirleri galeyana getirir, haddinden ziyade uydurulmuş yalanlar söyler hep. İnsanla büyümüş olsa dahi, ilacı olmayan bir illeti var herifin, adı üstünde, deli. Dağılın, muhabbet yeri mi burası? Her kim muhalefet ve inat ederse defterini dürerim.” diye bağırdı ortalık yere. Sesi donuktu, lafları dolu doluydu, belayı tırnaklıyordu. Mağrurdu, firavunlaşmıştı. Buyruğuna boyun eğilmezse, dalkılıç aralarına girecekti sanki.
Çöplük subaşısının sesi ve sözü hepsinin üstünde aynı tesiri yaratarak dolaştı. Deli Şakşaki haricinde kalan herkes, el bağlayıp ona itaat etti, abdest tazeleyip, namazlarını kılmak üzere, ruhsuz birer vücut olarak camiye yöneldiler. Bir dakika bile eğlenmediler, insan değil gölge gibiydiler. Çöplük subaşısının üzerine varıp sual eylemek bir yana, zararın def’i için neredeyse kimi elini öpecek, kimi ayağına saldıracaktı.
Hımhım Mehemmed, Cortu Himmet, Şişman Kasım, Pir Hüseyin, Kıllı Mürteza, Razgradlı Sinan, Helvacı Habib Çelebi, Resmi Efendi… Hepsi aynı durumdaydılar, ama hepsi… Eridi, tîz elden yok oldu oradaki cümle cihan. Hiçbiri emniyetinden emin değildi. Çöplük subaşısının saltanat ve haşmeti, azamet-i kudreti, hararet ve kuvveti yüreklerini tutuşturmuştu. Karşılarında duran âdem, nizama düzen veren gayet mühim biriydi, resmîyâtta mahveden bir eldi.
Çöplük subaşısı, işin esrarı olarak sonsöz hükmünde şunları beyan etti:
“Cümleniz söyleşip, bir mahalleden diğerine gaflet içinde gidip gelmeyin, bahçe ve bostanlarda dolaşmayın, kayıkçılara, mavnacılara bulaşmayın! Herkes kendi işiyle meşgul olsun. İstanbul’un haşaratları çoğaldı.” Sürat içinde orayı terk ederlerken, bu ince manalı tembihi ancak birkaçı duyabildi.
(S. 13-14-15-16)
Sene 1730 tarihine gelmiş idi, boş laflar bir yana, mühim tespit şudur ki, nice Müslüman’ın da cebinde para kalmamış idi, ziyade zaruretleri var idi, kendilerini idareden aciz idiler, onlar da dilenecek hâle gelmişlerdi. Gerçek bu mudur? Evet, gerçek tamamen budur.
Reayanın takati ve tahammülü kalmamıştı, çektiği eziyet hududu geçmişti. Herkes birbirinin gam ortağı olmuştu. Maazallah, kocalar karılarını zapt edemiyorlardı artık. Kendi hâlinde dindar birer âdem iken, itham ve takibe uğramaktan korkmayıp, şer’-i şerife muhalif şeyler yapanlar çoğaldı.
Öyle fitneler çıkıyordu ki, neredeyse bazıları bağlardan üzüm alıp, suyunu çıkarıp, şarap yapıp satacaklardı. Bunu tecrübe eylemeyi düşünenler bile oldu, baştan çıkan bazı Müslüman kulların fikrine bu bile geldi. Nice kere görülmüştür ki, her tarafta “Allah Allah!” feryatları kopuyor, ama ne fayda. Malumdur ki, bunlar hiç de müsait karşılanacak şeyler değildir, İstanbul’u ateşte yakıp kötü eder.
(S. 17-18)
“Evet, adalet sırra kadem bastı. Herkes akçe sevdasına düşmüş, ne denebilir ki!”
“Zamane halkı…” dedi Abdulvahid Efendi.
“Ben halktan bahsetmedim, gönlü akçeye kayanları kastediyorum. Halk akçeyi nerede görüyor ki onun sevdasına düşsün. Her iki gözünü akçe hırsı bürümüşlerden bahsediyorum. Tabakhanelerde, boyahanelerde, kasaphanelerde, mumhanelerde hayat durdu, herkes oturmuş maziyi konuşuyor. Nalbant, saraç, debbağ, tellal aç. Maişet derdine, geçinmek derdine düşmeyen kalmadı, memleket fakirlerinin feryatları asumana varıyor. Odunun arabası iki yüz on akçe olmuş, kantarcı, bir yük odun tartmak için üç gün bekliyor, tüccar taifesinin ağzını bıçak açmıyor. Unun kilesi iki yüz yetmiş akçeye, sadeyağın okkası yüz yirmi akçeye fırladı, âdemoğluna gayet siyah ekmek yediriyorlar, reaya iyice fukaralaştı, ziraat edenler de, ticaret edenler de, zanaat sahibi kimseler de ziyade zaruret içine düştü. Nizam ve intizam iyice bozuldu. Âdeme lazım olan şey akçedir. Akçe rahatlıktır, huzurdur. İşi tersine çevirmek olmaz.”
Beyazlara karışmış sakalını sıvazlayıp duran Molla Mirza, Abdulvahid Efendiye gülümseyerek:
“Ne zamandır mübarek cemalini görmüyorduk, kafamız rahattı. Rical ve kibarın konaklarına gire çıka, senin beynin iyice karışmış.” Gülümsemesini azalttı. “Musli Baba’nın nesine karşı çıkıyorsun? Muhalefet edecek ne söylüyor ki? Halkın durumunu görmek için kâhin, kâmil, üstat olmaya gerek mi var? Çivici Hüsam, helvacı Fazlullah, Ayastefanoslu Kasandra, çiftçi Angili, kayıkçı Mustafa, aba taciri Tedor, kiremit işi yapan Abdulmuin ile Üveys, fırıncı Nikola hep birlikte imdat ederler.” Kaşlarını çattı. “Rüzgâr ateşi körükler, yangın bütün her yere yayılır. Alev her şeyi yutar, küle çevirir.”
Abdulvahid Efendi kelime-i şehadetle imanını tazeledi, dört defa hacca gitmiş, ulemadan Şeyh Mustafa Mollaya doğru kafasını çevirdi:
“Kelam eden, bir Müslüman molla değil de, sanki Kiryakos veled-i Andreya!” dedi ve küçük bir soluk aldı. “Allah’ın gölgesi padişahımız…” diye konuşmasına devam etmek istedi.
Molla Mirza bu sözü alelacele kesti:
“Edebinle otur oturduğun yerde, haddini aşma, saçma sapan söylemeyi kes, sözlerini tartarak kullan. Herkes senin fesadından bıktı. Nasıl bir âdemsin sen? Sana âdem demek, âdeme hakaret olur! Mevzuumuz, Allah’ın gölgesi padişahımız değil.” dedi. Azaba gelir gibi oldu, sözleri lüzumundan fazla acıydı, sedası bir defa daha kesilir ise top gibi patlayacaktı.
(S. 23-24)
“Şakşaki, eski devirlerde birçok gazada hazır bulunmuştur; manen, kavlen ve maddeten cenk etmiş, kâfir ile vuruşmuştur. Şu anda, hayatta bir insana lazım olan hiçbir şeyi yok, sadece besbeter bir unvan ile anılıyor. Cehalet âlemi içerisinde, malumattan habersiz, üstelik cin taifesine karışıp aklı başından gitmiş zavallı bir beşer. Müspet hiçbir şeyle alaka kuramıyor. Tam ibret alınacak bir âdemoğlu. Elem verici olanı şu ki, vicdan-ı umumi bozuldu, halk kalabalığı onunla şakalaşıp alay ediyor. Baltacı ile Katerina, onun dimağında husule gelmiş bir leke. Külliyen yanlış olan bu uydurulmuş yalanı her yerde tekrarlayıp duruyor. Katerina müsademe yerine hiç gelmemiş ki, Baltacı’nın çadırına girsin. Kocası Deli Petro bile orada değil. Purut bir zaferdir ve o zafere mühür basan ise Serdar-ı Ekrem Baltacı Mehmet Paşadır. Yeniçeriye güvenseydi barışı kabul mü ederdi, barış edelim der miydi? O, İstanbul’a gelmeden, şehir onun zaferini kutluyordu, saray durumdan gayet memnundu, insanların cümlesi hayran hayran onu bekliyordu. Yeniçeri muhasarayı kaldırıp geri dönünce, Deli Petro imzasına sahip çıkmadı, bu işte paşanın hiçbir suçu yok. Paşa, ilim tahsil etmiş, ilme meraklı bir âdemdi, kıskananı çoktu, ona bakan birçok göz vardı, onun dilinden korkarlardı. İsmi hayırla anılırken, Deli Petro’nun kalleşliğinden faydalananlar, olayı tahrik edip kamçıladılar. Ah ah ettiler, vah vah ettiler. Fesat ve kötülüğü ile bilinen saraya mensup bazı ulema, kavuğuna sarık sarmış, eline bir çubuk almış, mektep hocası kılığına girip maskaralık eden birkaç medrese mollası, tavuk kanı ile muska yazan kara çehre üç beş tarikat piri, şehvete bulanmış açık saçık hikâyatı, paşanın hususi hayatı diye, yeni icatlar yaparak, acayip ve gülünç bir tarzda, kıymetsiz şeylerle uğraşan bir güruhun içine yaydılar. Mesele netice verdi, Baltacı’nın bahtı kapandı, Midilli Adası’na elem çekmek üzere gönderildi, faaliyet bitti. Dâhildeki ve hariçteki düşmanları sevindi, ortaya sürülen bahis unutuldu, ama aklı iyice zayi olan Şakşaki, mübalağalı bir nakil ile nice seneler sonra yeni ilaveler de yaparak, Baltacı ve Katerina’yı dünya meydanına yeniden sürdü. Serdar-ı Ekrem Baltacı Mehmet Paşa, müstesna bir numunedir, iyilikle yâd edeceğimiz birisidir. Hepinize bir kelam söyleyeyim, demirin cinsi fenaysa, kılıç iyi olmaz.” diye bitirdi sözlerini.
Ayasofya-i Kebir Mahallesi’nde oturan, caminin müezzini ve kandilcisi Osman Efendi:
“Fesüphanallah, bunlar hep fani ve faydasız şeyler, bize gerekmez. Hakiki ilim ve marifet sahipleri, bilgisi ve irfanı olanlar, aklı kemale ermiş hiç kimse, bu alelade ifade tarzından etkilenmez. Şakşaki denen âdemoğlu, dünya maceraları ve eski hatıraları ile yaşıyor.”
Abdulvahid Efendi:
“Azrail, o delinin ruhunu almaya gelinceye kadar gönlü hoş tutulmalı diyorsunuz galiba? Damat İbrahim Paşayı ve daha nicelerini sırtından hançerleyip duruyor. Son zamanlarda yegâne lafı lâle… Burada önemli olan şu ki; insan cisminde bu dehşetli mahlûkun, hangi reisin ya da re-islerin idaresi altında bulunduğu… Deli Şakşaki, artık benim sinirlerimi oynatıyor, birileri ona bir şey yapmazsa, ben bir şeyler yapacağım. Tutup, bir bostan kuyusunun içine atıp, onu telef eyleyeceğim. Deli Şakşaki’nin vadesi tamam oldu artık.”
Molla Mirza daha fazla susamadı:
“Sen merhametsiz ve acımasız birisin, ayrıca edepsiz ve de terbiyesizsin. Ama sen, ciğersiz ve dahası yüreksiz birisin. İmkânı yok, kabil değil, bu söylediğini nasıl yapacaksın pek merak ediyorum. Nice âdemin, aklını lâle soğanlarının içinde bıraktığı yalan mı? Toprak taş oldu, mermer oldu, her taraftan saray, kâşane, konak fışkırdı.”
(S. 25-26)
Kolbaşı hatunun, Daltabanzade İvaz Paşanın köşküne getirdiği allı morlu ipek feraceler içindeki çengiler, ne onu, ne de halayıkları dikkate alıyorlardı, kırıttıkça, birbirinin koluna girmiş zikir çeken dervişler gibi yürüdükçe, etraf da kırılıp dökülüyor, sokakta pek tesirli konuşmalar oluyordu. Hele bunların içinde bir Kelebek Fitnat ile bir Sedef Zehra vardı ki, onlar bir başkaydılar, nam ve şöhreti bihakkın hak ediyorlardı. Tabii ki, onlardan birer kademe aşağıda bile olsa Benli Hacer’i, Fidan Ayşe’yi, Zilkıran Kamer’i de unutmamak icap eder.
Sefahati, işret ve eğlenceyi seven zevk ü sefaya müptela zenginler, memalik-i Osmaniye’nin nice devlet erkânı, pek haklı olarak, has bahçelerin bu hurileri için bahşiş kîselerini açar, altına ve gümüşe müracaat ederlerdi. Hâsılatın küllicesini Kelebek Fitnat, Sedef Zehra, Benli Hacer, Fidan Ayşe, Zilkıran Kamer toplardı.
Tataroğlu Hasan’ın, kolbaşı hatun için söylediği; “Yerleri gökleri yaratan Allah’ım, dileğim imandır,” sözleri ile çengilere atılan laflar kıyas eylendiğinde, bu söz kâmilen edep ve terbiye dairesinde kalır. İtiraf etmek lazım gelir ki, orada, çengi kolunun geçtiği o sokakta kubbe-i asuman kendinden geçmişti. O sokaktan, Moskof orta elçisi bazı hademesi ile geçse bu kadar alaka görmez, böyle merak olmazdı.
Hoca Paşalı Kuburcu Solak Ali, hâli yok iken, üç günde zor tedarik eylediği yirmi beş akçeyi, ayal ü evladının ıstırabını unutup, Kelebek Fitnat’a serpmek istedi. Onu, Şaşkın Cafer, Üfürükçü Kamil ve yanında mevcut olanların cümlesi, arkasından itip, kolundan tutup zor engelledi.
Deryadan balık tutup satan efkâr-ı fukara Arap Osman:
“Her tarafı diyar-ı küfre benzettiler. Kâinatın umumi ahengi bozuldu.” dedi.
Debbağoğlu Hasan ise, son zamanlarda en çok kullanılan hadisi dile getirdi:
“Dünya müminlere cehennem, kâfirlere cennettir.”
Derviş Yusuf ve Seyyit Mehmet Çelebi de bu sözleri tekrarladılar. Saraç Abdullah bir an Derviş Yusuf’a döndü, lakin onu dinlemedi, gözlerini tekrar, kuşçu hademesinden Hüseyin Ağanın da pür dikkat kesildiği gül yanaklı Fidan Ayşe’den tarafa çevirdi. Saraç Abdullah, öyle bir ah eyledi ki, ona dönen üç çengi, kınalı pembe ellerini sallayıp acı ile baktılar. Fakat bunların arasında Fidan Ayşe yoktu.
Çarşı pazarda işsiz dolaşan Cılız Mehmet ise şöyle dedi:
“Frengistan’ı çok sevdiler. Bu işler şeytanın tuzakları. Her tarafı lâle bahçesi edip, cümle haneleri meyhaneye çevirdiler, fuhşiyat aldı başını gidiyor. Bu günahlar yakacak onları.” Bir yandan durmayıp konuşuyor, bir yandan da bit belasına uğramış vücudunu kaşıyordu, bir Zilkıran Kamer’i bir Benli Hacer’i, kafasının içinden çeşitli fesatlar geçirerek, derin bir surette gözleriyle takip ediyordu. Kurduğu hülyalarla cümbüş eden aklı karma karışık olmuştu, vücudunu kaplayan hararete, içinin yangınına ancak bir testi su çare olabilirdi. Hayalinde canlanan fuhşu ve fücuru bizzat tecrübe etmek istiyor, düşünceleri bir Zilkıran Kamer’e, bir Benli Hacer’e doğru akıp gidiyordu. Cilve ve işve bakımından biri diğerinden pek de farklı değildi, hangisi daha mutena, kolay bir tercih yapamıyordu. Pek lazım değil ya, Cılız Mehmet, dıştan safderun gözükse de, içi hiç de temiz biri değildi.
Kolbaşı hatun, yürüyüşün tılsımını bozmadan, arkası sıra ikişer ikişer yürüyen on iki çengi, dört halayık, ellerinde lavta, sine keman, nakkare, tef taşıyan beş kadından müteşekkil hanende ve sazende ile Daltabanzade İvaz Paşanın mülkünün sınırlarından içeriye girdiler.
Daltabanzade İvaz Paşa, ta Selanik mutasarrıfı iken, köşkünü, kal’a misali kalın ve fevkalade yüksek duvarlar ile çevirmişti. Birçok mühim mevkiin sahibi olmuş Daltabanzade İvaz Paşanın kalbinde korku yoktur, kuvvet ve kudret sahibidir, ama ne olur ne olmaz, İstanbul’a döndüğünde taarruza uğrar ise korunmak maksadı ile bu duvarları böylesine yüksek ve güçlü yaptırmıştı. Köşkün bahçe duvarları o kadar güçlü idi ki, paşanın ruhunu almaya gelecek olan Azrail bile, o hudutta durup bir lahza düşünürdü. Böylece içerideki köşk görünmez olmuştu.
Paşanın teşrîfâtî kulları; köçek kolu gibi, çengi kolunu da bahçe içerisine alıp, demir kapıları sokağa kapattılar. Ahali kalabalığı sesleriyle beraber dışarıda kalmıştı. Yırtıcı âdemlerden çıkan nida, bu kapının ve duvarların dışında zayi olup gidiyordu.
Süzgün gözlü, narin endamlı, taze ve bakire genç kız simalı köçekler ile tavşan oğlanlar da aynen çengi kolu gibi ortalığı birbirine katarak az önce gelmişti. Küpeli Şah, Saçlı Dilber Şah, Can Şah, Nazlı Şah… Dillere destan olmuş bir hayli kalabalık bütün ünlü köçekler de burada, bu köşkteydiler.
Köşk de, bahçe de bir kudretin eseri idi. Köşk kapısına giden uzun yoldaki ağaçların gövdesini fulya ve yaseminler kucaklamıştı. Ağaçsız kısımlar ise; leylak, erguvan, gül, sümbül, karanfil, rengârenk çeşit çeşit çiçek, kokulu otlar ve ucu bucağı belli olmayan lâle ile kaplanmıştı. Daltabanzade İvaz Paşa, narh defterinde yazılan meblağın üzerinde bir ödeme yaparak lâlenin en kıymetlisi Nîze-i Rummânî’ yi bile buraya gömmüştü.
Ferâh Fezâ, Behçet-i Dünya, Asâf-Pesent, İşve-Baz, Cihan-Ârâ, Pençe-i Âfitâb, hemen hemen bütün lâle çeşitleri küme küme bu bahçede bir arada idiler. Bu uğurda sarf edilen mesaide sınır tanınmamıştı. Kurşun kaplı çatısına kadar yükselen asmalar ve hanımelleri, beyaz taştan duvarlarına sarılıp, köşkü yemyeşil yapmıştı. Semt-i Frengistan’dan getirtilmiş kristal pencere camlarının rengârenk billûr parıltısını, sedef işlemeli kapıları ve onların gümüş menteşelerini, gümüş kilitlerini anlatmak ise imkân haricidir, hele o kalemkâr nakışlara bakan âdemin gözleri kamaşır. Köşkün, arabalığın, odunluğun, ahırın etrafı yeşil bir derya ile kuşatmıştı, sayılamayacak kadar ağaç ve nihayeti yok bir çayır vardı bahçede, beş kuyudan çıkan ab-ı hayat suyu tatlı, havası latifti, burada bülbüller daha değişik öterdi.
Daltabanzade İvaz Paşa, herhâlde burayı devamlı kalabileceği bir yermiş, ebedi âlemmiş, ölüm yokmuş düşüncesi ile yaptırmıştı. Köşkün seyisleri Arap, uşakları ve sair hademesinin hepsi Frengistan’dan gelmiş, nadir tesadüf olunur cinsinden İngiliz, Fransız ve İtalyan’dı. İşaret olundukta, baş üzere derler, el bağlayıp hizmet ederler, hepsi görevlerini pek güzel, eksiksiz yaparlardı.
Daltabanzade İvaz Paşa, köşkteki dört karısını, on yedi çocuğunu, bir torununu, içgüveyi damadını, üç gün önce kendi atları ve muteber âdemleri ile Ortaköy’deki yalısına yollamıştı. Hacı Osman Paşadan aldığı o yalıyı da öylesine mamur etmişti ki, orası da gayet şenlikli bir diyar idi.
Böylesi zamanlarda, edep erkân gereği hep böyle yapardı. Her seferinde de: “Meçhul bırakmak mecburiyetindeyiz,” diye kısa bir açıklamada bulunurdu. Tabii ki, bu açıklamayı kimseye yapmaz, kendisine yapardı. Aslında paşanın kendisi, aile ve hane düşkünüdür, âlim bir zattır, ama gönlüne hararet düştü mü, söz girmez kulağına, hissiyatının teşvik ve tahriki ile tutamaz kendisini. Her güzeli seven bir tabiatı vardır, eğlence meclisine, sefa meclisine bayılır, böylesi bir hususi dünyaya sahiptir.
Üç basamakla çıkılan köşkün sofası Acemistan halıları ile kaplanmıştı. Yaldızlanmış tavan, türlü renkte sepetler içine yerleştirilmiş çeşit çeşit çiçek resimleri ile süslenmişti. Yukarıdan aşağıya uçları zümrüt cevahir ile müzeyyen, püsküllü iki altın avize sarkıyordu. Her birinin beş okka kadar çeken yuvarlak altın kâsesini ve zincirlerini en meşhur kuyumcular minelemişti.
Çengi kolu, amber ve sarısabır kokuları sarmış sofaya girdiğinde, köçeklerin işi neredeyse bitmek üzereydi.
Köçekler kendilerine ayrılmış odalarda sırma işlenmiş mintanlarını, etekleri kadifeden fistanlarını giymiş, Küpeli Şah, Saçlı Dilber Şah, Can Şah ve Nazlı Şah bellerine altın, diğerleri gümüş kakmalı meşin kemerlerini çoktan takıp takıştırmıştı. Kimisi kendisini, çerçevesi incilerle süslenmiş aynada seyrediyor, kimisi gümüş masanın etrafına toplanmış, Çin porseleninde ikram edilen şerbetleri içiyordu, bir yandan da hep birlikte gülüşüp cilveleşiyorlardı. Bazıları daha burada göbek atmaya, vücut titretmeye başlamıştı.
Kıza en çok benzeyeni, Küpeli Şah ile Nazlı Şah’tı, hepsi kıskanarak, gözlerini süzerek bakıyordu o ikisine. Diğer köçeklerin onlarla işveleşmeleri, tebessümleri sahteydi.
Ayak topuklarına kadar ince çuhadan siyah renkli dökme şalvar giymiş tavşan oğlanlar ise, köçeklerin tamamına kıskanarak bakıyordu. Bunlar henüz genç olmalarına rağmen, ne de olsa kartlaşmış eski köçek sayılıyorlardı. Az sonra hepsi birden parmaklarına zillerini takıp, raks etmek üzere büyük salona geçeceklerdi.
Köçekler, mermer sütunlu büyük salona girip boyunu bosunu gösterince bir kıyamet koptu. Saraybosna’da kadılık da yapmış silahtar paşa karındaşı Nebi Bey Efendi, vezir-i mükerrem kapudân paşa hazretleri, yeniçeriyân-ı dergâh-ı âli ocağı kullarından yeniçeri ağası ve aralarında ekâbir-i ulemadan, tüccardan olanlar da dâhil yirmi âdemden ziyade davetlinin cümlesi zincirinden boşandı, bağırtıları göklere yükseldi.
Nice müddetten beri nida eylemeden sus-pus durup, yastıklara dayanıp oturan buyruk sahibi bu âdemler, köçeklerin ortaya fırlayıp raksa başlaması ile birlikte, beden beden can buldular, neye uğradıklarını bilmeyip akıllarını şaşırdılar. Hepsinin gözbebekleri kamaştı. Kimisi daha şimdiden minderden aşağı kaymıştı. Zabt u rabtlarının müşkül olacağı anlaşılmıştı.
Hemen o dakikadan itibaren ortalık yere abes laflar atılmaya başladı:
“Bilmem ki melek midir?”
“Gel şöyle dizimin dibine, sana gözünün baktığı yeri vereyim.”
“Yangına uğrattın beni dilberim. Of, of, of…”
“Al gönlüm senin olsun.”
Sazlar işler, köçekler raks ederken, salona, uzun saçlarını omuzlarına salıvermiş, ince tül gömlek giymiş çengiler de girdi. Tamamı, parmaklarındaki zillerle; topuk çatarak, hoplayarak, gerdan kırarak, omuzdan titreyerek raksa katıldılar. Pullu kadifeden camadanlı yelekleri onları daha cazibedar yapıyordu, bembeyaz memelerinin pembe uçları, narin ve mevzun vücutlarının bütün hatları, en ince detaya kadar ortalığa dökülmüştü. Ayaklarındaki yumuşak terlikleriyle köşeden köşeye koşup her sıçrayışlarında, ipekli kumaştan etekleri yukarıya doğru savruluyor, baldırlarına kadar çırılçıplak oluyorlardı. Bu esnada açılmayan etekler ise, çengilerin bizzat kendisi tarafından havalandırıyordu, hem de daha fazlası ile. Hareketlerde birlik çok önemliydi, talim ve terbiyelerinde bu da vardı.
Ulemadan Şerafeddin Efendiyi şarap çok çabuk neşelendirmişti, Frenk usulü kesilmiş sakalını okşayarak cemaat-ı mücellidân-ı hassadan Abdulvahid Efendiye doğru eğildi, gülümseyerek:
“Bu kâfirlerin cellâda verilmesi gerekir, ecelleri ile ölmeleri beklenmemeli.” dedi. Gözünü, iki köçeğin omuz omuza raks ettiği mermer sütunlu kısımdan alamıyordu. En ziyade de Küpeli Şah ile alakadar idi. “Bunun ile bir köşede üç gün baş başa kalmak, bir ömre bedeldir.” diye konuşmasını sürdürdü.
Abdulvahid Efendi, onun baktığı tarafa gözlerini çevirdi, çengiler ile köçekler birbirlerinin içine girmiş, iç içe geçmiştiler, kimi kastettiğini anlayamadı.
“Hangisi?” diye sordu.
“Şu, işte şuradaki, en uzun saçlı olanı, kendini geri atıp, kâküllerinin uçlarını kıvırarak hep benden tarafa hoplayıp gerdan kıran…” Ulemadan Şerafeddin Efendinin öyle bir bakışı vardı ki, sözünü ettiği köçeği, buncainsanın arasında neredeyse omzundan yapışıp yere yatıracaktı, bakışları çok azgındı.
“Küpeli Şah mı?”
“Adı Küpeli Şah mı onun? Sen nereden tanıyorsun?”
“Bırak da tanıyalım, senin gibi yeni başlamadık bu âlemlere. Adı Küpeli Şah’tır onun. Çok tamahkârdır, onun ile bir köşede üç gün baş başa kalmak sana çok akçeye patlar. Kaldı ki, bu meseleyi sadece akçe ile çözmek pek de öyle külfetsiz bir iş değildir. Şair Nedîm Efendinin izni ve iradesi olmadan, hiç kimse Küpeli Şah’ın elini bile tutamaz. Şu anda o şairin eli her tarafa yetişir. Ne de olsa çağ, kudret çağı. Duadan gayrı bir şey gelmez elden. Size haram olan, bize helaldir derler. Umumi kaideyi bozmak olmaz.”
Cemaat-ı mücellidân-ı hassadan Abdulvahid Efendi, ulemadan Şerafeddin Efendiyi Küpeli Şah ile baş başa bırakıp, gözünü pek daha açarak, tül gömlekten kurtulmuş memelerini sallayıp titreten Kelebek Fitnat’a döndü tekrar. Çengiler ve köçekler, hassaten de Kelebek Fitnat öylesine hareketlenmişlerdi ki, sanki az sonra salonun mermer sütunları, fildişi ve sedefle işlenmiş ceviz ağacından lambriler ile kaplanmış duvarları, nerdeyse onun memeleri gibi sallanacaktı.
Hokka ağızlı, inci dişli, misk kokulu, melek yüzlü Kelebek Fitnat, değil bu köşkü, az vakit içinde merkez-i arzı harekete geçirecekti. Zaten bu yüzden, o raks ederken, mecliste hazır bekleyen erler ve erenler şaşkın olur, yüksek ses ile: “Bunun sonu neye varır?” diye, birbirlerine sorarlardı hep. Ahir zaman alâmetlerinden birisi de işte bu Kelebek Fitnat’tır.
Ateş saçan güneş battı, hava karardı, her taraf kara bulutlar ile kaplandı, kuşlar cıvıldamaz oldu, yatsı ezanı bitmiş, ümmetin ilm-i iman ve Kur’an ile meşgul olanları uykuya varmıştı, en kıdemli ve sözü dinlenen İngiliz uşak, Daltabanzade İvaz Paşanın kulağına eğildi, ism-i mübareğini başa alarak:
“İvaz Paşa hazretleri, bahçe hazır.” dedi.
Daltabanzade İvaz Paşa, şarabını yavaş yavaş, yudum yudum içti, alt dudağını dili ile yaladı, boştaki elini İngiliz uşağa sallayarak:
“Münasiptir, nakl-i mekân zamanıdır.” diyerek destur verdi.
Bahçe, cennetin en yüksek tabakasına benzemişti. Bütün mucizeler gösterilmiş, her taraf mehtabın aydınlığı ile mukayese edilemeyecek derecede nurlandırılmıştı. Altın kandiller asılmış, mumlar dikilmiş, her bölgeye buhurlar yakılıp salınmıştı. Mumlardan bazıları kaplumbağaların sırtındaydı, uşaklar; kuytu yerlerde, ağaçlık kısımlarda bir tehlike doğmaması için pür dikkat kesilmişlerdi, kaplumbağalar hareket ettikçe, onlar ile birlikte harekete geçiyorlardı.
Gümüş tepsilere; çeşit çeşit şarap yerleştirilmişti, deryadan tutulmuş haşeratın, gökteki hayvanatın, yerdeki nebatatın en makbul olanları saray mutfağından çıkmış gibiydi ve altın tabaklar içinde idi.
Sözü lüzumsuz uzatmamak icap eder, dil tutulur, gören göz buna inanmaz, buradaki ihtişamı anlatmak için olmayan sözlerin yardımı ve hayal kuvveti lazımdır. Bahçe de köşk gibi aynı kalıba dökülmüştü, akçeler o mıntıkaya da bolca serpilmiş saçılmış, bol bol akıtılmıştı, burada da sarfiyattan kaçılmamıştı.
Her derde deva böyle bir hane-i mübarekte, ne gönül sıkılır, ne iç daralır, Daltabanzade İvaz Paşaya öyle bir kudret verilmiş ki, bu hakkı itiraf etmek gerekir. Yalnızca küçük de olsa bir noksan, bir hatadan da söz etmek lazım gelir. Gözden kaçan bir eşek, ilerdeki ceviz ağacının gövdesine sürünüp duruyor, kaşınıyordu. Dehşete düşen uşaklardan birkaçı aynı anda hareketlendi, biri soluk soluğa o tarafa seğirtti, eşeği sürüp götürürken hayvan ürktü, sıçrayıp çifte attı. Neyse ki, eşek ile olan bu teması, o birkaç uşaktan başkası görmedi.
Ellerine gümüş ibrikler ile su dökülen vüzera, eşraf ve âyan, etek toplayıp bahçeye geçtiler, köşe kenar gezindiler, sonra nam ve nişanlarına göre yayılıp, yerlerdeki ipekli erkân minderlerine oturdular. Köçekler ve çengiler mu’cizat-ı san’atlarına açık havada devam etti. Ağustos böceği adlı mahlûkat sustu, sazende ve hanendeler çalıp söylemeye başladılar, bahçenin tamamı lavta, sine keman, nakkare, tef sesleri ile doldu.
(S. 32-33-34-35-36-37-38-39-40-41)
Sabah ezanı okunmaya başladı, Abdulvahid Efendi, kızarmış bakışını eskiye çevirip maziye baktı ve köşkü terk etti.
Gün içinde hava gene fena ve sıkıcı olacaktı. Ekâbir-i ulemadan, vüzeradan, tüccardan bütün hazır olan kullara; tatlı, kahve ve şerbet ikram edildi, hepsi dinlenmek, güç toplamak üzere selamlıkta kendileri için tertip edilmiş odalarına çekildiler.
Bunlardan bazıları, daha ilk gündür diyerek, tek başına dinlenmeye çekilirken, bazıları hararet-i gönlüne düşen bir ya da birden fazla cazibedar çengiyi, ganimet mallarını paylaşır gibi yanına katıp içeriye ithal etti.
Bazı divane herifler ise, böyle bir şeyin kendilerine utanç vereceğini ve “Giremez fahişe divanımıza,” diyerek kitaplarında fahişelerin yeri olmadığını söyleyip; kalbini tutuşturan hoş edalı, taze vücutlu, ay yüzlü bir köçeği seçti, oldukça pahalı ziynetler verdi.
İngiliz, Fransız, İtalyan uşaklar ve sair hademenin hepsi, ekâbir-i ulema, vüzera, tüccar ayırt etmeden her bir âdemin peşinden ayrı ayrı koşturup kendisini helak etti.
Bundan sonra ne mi oldu? Sabahın ilk ışıklarıyla bahçedeki ağaçların yaprakları hışırdamaya başladı, köşkün selamlık odalarında perde iyice yırtıldı, arşın etrafındaki melekler utandı, dünyanın bilinmez yerlerine gökten taş yağdı. Bundan sonrasındaki sırları açıklamakta ben aciz kalırım, selamlıktaki odaların içini ben anlatamam, buna benim dermanım yetmez. Benim söyleyeceklerim rüya tabiri olur. Bundan sonrası, geniş ve ulvi muhitlerin âdemi Nedîm Efendinin işi, o kudret ona verilmiş. Sırları gören biri olarak; bir kasidesinde, bir gazelinde ya da bir şarkısında, lafız ve mana bakımından teferruata ancak o dalabilir.
Şimdi yeri gelmişken, sadece birkaç zadegân ve ekâbirân tarafından bilinen çok mühim bir mevzuu, açık açık burada işin içine katmalıyım.
Bu havadisat, belki de pek yakın seneler zarfında herkese ilân edilir. Şair Nedîm Efendi; “Bir elde gül, bir elde cam geldin saki/ Hangisini alsam, gülü yağud ki camı ya seni” ve “Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan,” diye başlayan gazellerini, re’fetlü Sadrazam Hazretleri Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın Kâğıthane’de yaptırdığı Sâ’dabad isimli köşkünde değil, geçen yıl bu zamanlarda, Daltabanzade İvaz Paşanın mülkü olan bu bahçede Küpeli Şah’ın raksını seyreyleyip, selamlıktaki odaya birlikte çekildiklerinde yazmıştır.
Mal, mülk, servet ve makam sahibi Daltabanzade İvaz Paşanın köşkü işte böylesi bir yerdir. Her ne kadar, dışarıdaki mahalle ahalisi bu köşk için; “Orası yılanların, çıyanların ve sicilli günahkârların mekânıdır, oraya ancak baykuşlar girmeye cesaret eder,” dese de, Şair Nedîm Efendi, kendisinin kelamı ile “Devr-i Sultan Ahmet-i Gazi”nin birinciler içinde bir paşası olan Daltabanzade İvaz Paşanın köşküne hayran kalmış, burası onun ruhuna da gıda olmuştur.