Her şey Gabo’nun Dönüşüm’ü okumasıyla başlamış ve o, ilk romanı Yaprak Fırtınası’nı yazdığı andan itibaren de bir yazar olmak istediğini ve dünyadaki hiçbir şeyin onu bu amaçtan alıkoyamayacağını biliyormuş. “Eğer Kafka’yı tanısaydım, yazmaya çok daha önce başlardım,” diyor Gabo.
Sevgili Gabo, iyi ki Kafka’yı okumuş, iyi ki görünenin ardındakini görmüş ve o ilk romanı yazmışsın…
Çocukluğu
Gabriel, 6 Mart 1927’de, Kolombiya’nın Aracataca kasabasında, Luisa Santiaga ve Gabriel Eligo Garcia Marquez çiftinin ilk çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Gabriel José de la Conciliación García” adını verdi. Yıllar sonra “Gabo” ya da Kolombiya kırsalında “Gabito” lakabıyla anılan Gabriel, onaylanmayan bir aşktan doğmuştu. Babası Gabriel Eligo, doğal yöntemlerle ilaç yapıp satıyordu. Kendi sınıfının çok üstündeki Albay Nicolás Márquez Mejía’nın kızına âşık olmuştu. Luisa Santiaga da telgrafçıydı. Albay ve ailesi statü farkından sebep bu evliliğe karşıydı. Ancak genç çift öyle âşıktı ki, birbirlerinden vazgeçmediler; aşkları gizli saklı devam etti. Ve nihayet 1926 yılında evlendiler. Gabito da hemen bir yıl sonra katıldı aralarına ve bir çekirdek aile oldular.
Marquez çifti, Rio Magdela’nın ağzındaki bir liman kenti olan Barranquilla’ya taşınmaya karar vermişti; burada eczane açacaklardı. Gabito, bu sırada henüz birkaç aylık küçücük bir bebekti. Genç çift, oğullarını büyükanne ve büyükbabasına bıraktı ve kasabadan ayrıldı. Gergin olduğunda sürekli göz kırpan, içine kapanık, utangaç bir çocuk olan Gabito, muz yetiştiriciliğiyle geçimini sağlayan bu kasabada büyürken yalnızlığın ve bir köşeye bırakılmışlığın ilk tınısını duyuyordu. Yıllar sonra net bir şekilde duyacağı sesin ilk titreşimi…
Gabito, her şeye rağmen büyükannesi ve büyükbabası tarafından çok sevilen bir çocuktu. Bir gün yazacağı pek çok şeyin ilk tohumları kuşkusuz bu zamanlarda atılmıştı. Albay, her ne kadar başlarken bu evliliği hiç onaylamasa da Gabito’nun doğumuyla öfkesi dinmişti; torunu onun gözbebeğiydi. Aralarında çok güzel bir ilişki vardı. Gabriel de yıllar sonra büyükbabasından bahsederken “Beni sirke, sinemaya götürürdü,” diye anacaktı.
Büyükanne Tranquilina Iguarán Cotes ise, en çok inatçı ve güçlü bir kadın olmasıyla dikkat çekiyordu. Gabito’ya tüm yaşamını etkileyecek hikâyeler anlatıyordu. Çocukluğu büyükannesinin hikâyeleri ve büyükbabasının savaş anıları arasında geçti. Ona göre Tranquilina “gerçeğe doğaüstü bir bakış”tı. Gabriel onun için de şöyle diyecekti:
“Bana hep masallar, ailemiz hakkında efsaneler anlatırdı. Hayatımızı onun rüyalarında aldığı mesajlara göre planlardık.”
Tranquilina, gerçekten de yaşama bir başka tutunan, onu bambaşka yaşayan bir kadındı. Onunla hep ilginç şeyler yaşıyorlardı. Örneğin, yaşı ilerledikçe görme yetisini kaybetmişti. Ancak hafızası öyle güçlüydü ve öylesine her şeyin farkındaydı ki, muayene sırasında odadaki her bir nesneyi en ince ayrıntısına kadar betimlemiş ve doktorları gördüğüne ikna etmişti.
Büyükbabasını kaybettiklerinde Gabito on yaşındaydı. Ailesinin yanına dönme vaktinin çanları çalmaya başladı. Burada geçen tüm zamanlar boyunca ailesini yılda sadece birkaç kez yaptıkları ziyaretler sırasında görmüştü. Dahası ailesinin çocuk serüveni hiç bitmedi. Annesi doğum yapmaya devam ettikçe hayat her anlamda daha da zorlaşmıştı. Marquez Ailesi’nin toplamda on altı çocuğu oldu.
Barranquilla’da yaşam hiç kolay olmadı. Büyükannesi ve büyükbabasıyla üç kişilik dünyalarında daha sade bir yaşam süren Gabito, burada kalabalık yaşamın içinde zaman zaman kayboluyordu. Aile, bir süre sonra Sucre kasabasına taşındı. Ancak Gabito tanınmış ve iyi bir ortaokulda okumak için burada kaldı. Başarılı bir öğrenciydi ve yaşamını tam da bu yönden çizecekti…
Eğitim hayatı
Gabito’nun okul yaşamı, Montessori eğitim modelini benimsemiş bir anaokulunda başladı. Barranquilla’da devam eden öğrenciliği sırasında oldukça başarılıydı. Babasının eski takım elbiselerini giyen, uzun şiirleri ezbere okuyan, mizahi şiirler yazan ve mizahi çizgi romanlar seven ürkek bir çocuktu. Bu anlamda okulda ünlü olduğu da söylenebilirdi. Bunun aksine atletik faaliyetlere ilgi duymadığı için arkadaşları ona “El Viejo”, yani “yaşlı” diyordu.
Gabito, ergenliği sırasında derin bir bocalama yaşadı. Bir hayat kadınıyla ilk ilişkisini yaşadığında on üç yaşındaydı. İki yıl sonra da kendisinden yaşça büyük, evli bir kadının aşkına düştü. Bu aşk, onun tüm başarısını gölgelemişti. Bir çıkmaz yola girmekle kendine yol açmak arasında bir ayrımdaydı şimdi. Silkelendi, kendine geldi ve bir karar verdi; başarılı öğrencilik günlerine geri döndü.
Colegio Jesuita San José’deki lise eğitimini 1940 yılında tamamladı. Bu süreçte ilk şiirlerini Juventud’daki okul dergisinde yayımladı. Gabito, okuldan onur belgesiyle mezun olmuştu ve ardından Bogotá yakınlarındaki ünlü bir okuldan burs kazandı. İlk gençlik hatalarını erken yaşlarına sığdırdığı için şanslıydı belki.
Gabito, 19 yaşına geldiğinde Colombia Üniversitesi’ne kayıtlı bir hukuk öğrencisiydi. Ancak mezun olmadı. Hayatta hukuk okumaktan çok daha mühim şeyler olduğunu düşünüyordu; yazmak gibi. Yazmak kalbini tutuşturan bir tutkuya dönüşmüştü, Gabito peşinden gitmeden edemedi. Yazarlık kariyeri için her şeyi geride bırakmak istedi. Ancak cesaretini ilk kıran babası oldu. Kalbine mühürlenen yüz yıllık yalnızlığın ilk keskin izi işte bu zaman diliminde kazındı. Tutkusundan vazgeçmedi ve ona yakın sularda gezinmeye karar verdi; farkında olarak ya da olmadan. El Heraldo için gazeteciliğe ilk adımını attı. Tüm yaşamı boyunca asıl mesleğinin gazetecilik olduğunu söyleyecek kadar özverili çalışacaktı.
Yazmaya nasıl başladı
Marquez’i anlamak için belki de hep en başa dönmek gerekiyor…
Gabito, yazarlığa ilk adımını karikatür çizerek attığını söylüyordu. Çünkü kalemle ilk kez tanıştığında henüz okuma yazma bilmeyen küçücük bir çocuktu ve evde ya da okulda sürekli bir şeyler çiziyordu. Ancak zamanla bir şekilde herkesin algısında Gabito yazar olarak yer etti. Lisede ne zaman bir broşür ya da imza kampanyası için metin gerekse o yazıyordu örneğin. Üniversitede ise yaşıtlarına göre çok daha iyi bir edebi geçmişi olduğunu fark etmişti. Yazı, Gabriel’in kalbinden önce ruhuna düşmüştü bir yerde ama o, bunun ne zaman ya da ne şekilde olduğunu kestiremiyordu.
Üniversitede birçok kişiyle tanışmıştı, sonra onların da yazar arkadaşlarıyla… Yine o akşamlardan birinde bir arkadaşının ona Franz Kafka’nın kısa öykülerinin olduğu bir kitap hediye etmesiyle kalbi kuzeyini buldu. O gece eve döndüğünde Dönüşüm’ü okumaya başladı. İlk cümle şuydu: “Talihsiz bir uykunun ardından sabaha gözlerini açan Gregor Samsa, kendini yatağın üstünde koskoca bir böceğe dönüşmüş olarak buldu…” Duygularını bir röportajında şöyle anlatıyordu Gabito:
“Kitabın ilk cümlesi bile beni neredeyse yatağımdan düşürmeye yetmişti. Şaşakalmıştım… İlk cümleyi okur okumaz tanıdığım hiçbir yazarın kendine böyle şeyleri yazma izni vermediğini fark ettim. Eğer Kafka’yı tanısaydım, yazmaya çok daha önce başlardım.”
Bu duygudan sonra Gabito’nun yaptığı ilk şey kısa öyküler yazmaya başlamak oldu. Adeta soluksuzdu. Öykülerini şöyle tanımlıyordu:
“Bu öyküler hayli entelektüel düzeydeydi, çünkü o zamanlar edebiyat ve hayat arasındaki bağı bulamamıştım ve yazdıklarım edebi deneyimlerimden geliyordu.”
Gabito’nun bu kısa öyküleri El Espectador’un edebiyat ekinde yayımlanmaya başladı. Bu dönemde herkes sosyal yaşam ve şehir dışındaki hayat hakkında yazıyordu ve Gabriel’inkiler onlarınkinin yanında oldukça entelektüeldi. Çok başarılı oldular. Yapılan yorumlar, öykülerde Joyce etkisinin olduğu yönündeydi. Oysa Gabriel, henüz hiç James Joyce okumamıştı. Bulduğu ilk Ulysses’i okumaya başladı; sadece İspanyolca çevirisine ulaşmıştı. İngilizce orijinali ve kaliteli bir Fransızca çevirisinden tekrar okuduğunda ise ilk tecrübesine üzülmüştü. Ancak burada yazarlık kariyeri için faydalı olacak bir teknik öğrenmişti; iç monolog tekniği. Bu tekniği daha sonra Virginia Woolf’ta da gördü, hatta Joyce’dan daha iyi olduğunu düşünüyordu. Çok sonra ise bu tekniği ilk uygulayan kişinin anonim bir yazar olan Lazarillo de Tormes olduğunu fark etti.
Gazetecilik dönemi
Bu ilk adım, Kolombiya’yı parçalamaya niyetli iç savaş La Violencia’nın yaşadığı günlere denk gelmişti. Bir gazeteci olarak dönemin getirisi cinayet, tecavüz, yıkım ve bunları gölgesine alan hükümetin basın sansürü gibi zor gündemler konusunda yazdığı haberler ona sadece hayatla ilgili değil mesleğiyle ilgili de sorular sorduruyordu. Gabito, haber başına üç peso kazanıyordu ve çoğu günler aç geziyordu. Sorguladığı koca ve net bir dünya düzeniydi.
Hayat bir şekilde akıyordu evet, ama Gabito’nun içinde kendini aradığı bir başka dünya daha vardı. Babası hevesini kaçırmıştı ama bu istek öyle bir fiskeyle yere yıkılmazdı. Hayatı boyunca hep sözcüklerin büyüsünün ya da evet, gerçekliğinin peşinden giden Gabito, öğrenciyken karaladığı öykülere gölge düşmüş gibi hissetse de vazgeçemezdi. Gazetecilikle 1948’de tanışmış, Cartagena’da başlayan kariyeri 1950’lerin ortasında onu Bogota’ya kadar götürmüştü. Siyasetçiler üzerine dosyalar hazırlıyor, film eleştirileri, spor ve denizci hikâyeleri yazıyordu. Ne olursa olsun gazetecilik onun için atlanması gereken bir basamak değil, en az edebiyat kadar değerli bir meslekti. Gabito, bu dönemde her boş zamanını yazarak değerlendirdi. Tüm gün gazetede çalıştıktan sonra geceleri herkes gittikten sonra hikâyelerini, hatta romanını yazıyordu. Bir yandan da oldukça seçici ve iştahlı bir okurdu. William Faulkner’la işte bu süreçte tanıştı ve okur okumaz çarpılmıştı.
Yaprak Fırtınası’nın taslağını işte bu süreçte tamamlamıştı. Bu öyküyü bastıracak bir yayıncı bulması belki yedi yıl sürdü ama o, hiç vazgeçmedi. Aslında Gabito’nun ilk başarısı bu değildi. Batan bir gemiden kurtulup tahta parçalarından devşirme bir küçük sal üzerinde okyanusta tek başına on gün geçiren bir gemicinin anılarını, 1955 yılında gazetesi için tefrika şeklinde yazmıştı. Ancak Bir Kayıp Denizci – Relato de un Naufrage adını verdiği bu eseri gemicinin ağzından anlattığından, 1970 yılında Marquez imzasıyla yayımlanıncaya dek kimse bu hikâyenin Gabito’ya ait olduğunu bilmedi.
Gazetecilikte de en az yazarlığında olduğu kadar başarılı olacaktı. Yaşamının büyük bir bölümünü kapsayan ve verdiği röportajlarda asıl mesleği olduğunu vurguladığı gazetecilik, Gabito’nun siyasi kimliğini ön plana çıkarmıştı. Latin Amerika’da “periodismo militante” olarak anılan sol siyasi gazeteciliğin öncülerinden biri olmuş, hatta Latin Amerika’da gazeteciliğin gelişmesinde önemli bir rol üstlenmişti. Tüm bu süreç mesleğine ne kadar değer verdiğini gösteremeseydi bile Nobel’den kazandığı parayı bir gazete satın almak için kullanması, gazeteciliğe ne kadar düşkün olduğunu açıklardı. Çünkü mesleği onu hep besledi. Ona bir çalışma disiplini kazandırmasının yanında kurgularında da etkisi olduğunu biliyordu.
Çocukluğuna uzanan edebi yolculuğu
Gabito, kısa öyküdeki keskin entelektüel tavrından sıyrılamıyordu. Bu anlamda ona yardımcı olan insanlar, Amerikan Kayıp Nesil’in yazarlarıydı. Keşfettikçe anlıyordu ki edebiyat ve hayatın onun kısa öykülerinde olmayan, bambaşka bir ilişkisi vardı. Bu aydınlanmayla ilgili başka bir farkındalık anını ise bir röportajında şöyle anlatıyordu:
“Sonra da bu tavırla alakalı çok önemli bir olay oldu. Bu Bogotazo idi, 1948 Nisan’ında, politik bir lider olan Gaitan vurulmuştu ve insanlar sokaklara fırlayıp çıldırmışlardı. Tam da odamda öğle yemeğimi yiyecekken haberleri duydum. Olay yerine koştum fakat Gaitan çoktan bir taksiye bindirilmiş ve hastaneye yetiştiriliyordu. Odama dönerken, insanlar sokakları kaplamıştı ve gösteri yapıyorlardı. Kimisi ise dükkânları yağmalayıp binaları yakıyordu. Onlara katıldım. O günün öğlesi ve akşamında nasıl bir ülkede yaşadığımın farkına vardım ve kısa hikâyelerimin bunlarla nasıl bağlantılı olduğunu gördüm.”
Gabito, Karayipler’deki Barranquila’ya, çocukluğunun geçtiği yere dönmek zorunda kaldığında öğrendiği hayatın ne olduğunu ve nasıl bir hayat hakkında yazmak istediğini anlamıştı. 1950’lerde ise onu derinden etkileyecek başka bir olay yaşadı…
Annesi, Gabito’dan kendisini Aracataca’ya götürmesini ve çocukluğunun geçtiği evi satmasını istemişti. Şimdi 22 yaşındaydı ve çocukluğundan beri buraya bir daha hiç gelmemişti. Hiçbir şey değişmemiş gibi görünüyordu, bazen bazı şeyler öylece insanı bekliyordu demek. Gabito, sanki köye bakmıyordu da suretinden dökülenleri bir bir okuyordu. Sanki her şey ondan çok önce yazılmıştı ve şimdi yapması gereken tek şey kendisinden önce söylenmiş sözlere kulak vermek, belki de bir taşın üstüne oturup duyduğu her şeyi kâğıda geçirmekti. Gabito burada yokken evler, ışıklarını yakan insanlar ve dahası çocukluğundan taşan tüm anıları edebiyatın bir parçası olmuş gibiydi. Yazılmasa çürüyüp gidecekti ya da daha da kötüsü hiç olmamış gibi yok olacaktı belki.
Bir röportajında bu durumu Faulkner’la şöyle bağdaştırıyordu:
“Zamanında Faulkner’ı okuyup okumadığımdan tam emin değilim fakat şu an gördüm ki sadece Faulkner’ınki gibi bir teknik ancak gördüğümü okumamı sağlar. O atmosfer, o yozlaşmışlık, köyde hissettiğim o sıcak, Faulkner’da hissettiğim ile aynıydı. Güneydoğu ABD yazarlarında bulduğum havanın aynısını veren meyve şirketlerinden gelen bir sürü Amerikalı tarafından doldurulan bir muz ekimi bölgesiydi. Eleştirmenler Faulkner’ın edebi etkisi hakkında konuşmuşlardı fakat bence bu bir tesadüftü. Faulkner’ın bulduğu malzemeyi kullandığı şekilde ben de aynı malzemeyi buldum.”
İlk kitabı: Yaprak Fırtınası
Gabito, ilk romanı Yaprak Fırtınası’nı görünürde köyüne, gerçekte çocukluğuna yaptığı bu yolculuktan sonra yazmaya karar verdi. Çocukluğunda yaşanmış ne varsa, edebiyat bu yolculuktan sonra apaçık göstermişti ona. Hiçbir şey aslında öylece göründüğü gibi değildi, bir derinliği vardı ve şimdi Gabito, çocukluğunun ona fısıldadığı inanılmaz gerçekleri görebiliyordu. Taşıdığı edebi değer hiçbir şeyle boy ölçüşemezdi.
“Yaprak Fırtınası’nı yazdığım o andan itibaren bir yazar olmak istediğimi anladım ve hiçbir şey beni dünyadaki en iyi yazar olmaktan alıkoyamazdı,” diyordu Gabriel.
Evet, gerçekten de onu dünyadaki en iyi yazar olmaktan hiçbir şey alıkoyamayacaktı. Çünkü hiç vazgeçmedi. Tüm bunlar yaşandığında yıl 1953’tü. Marquez, 1967 yılına kadar sekiz kitap yazdı, ancak sadece üçünün telifini alabildi…
Yaprak Fırtınası, 1955 yılında yayımlanmıştı. Oldukça olumlu eleştiriler alıyordu ancak bu durum satışlara pek yansımadı. Gabriel aynı yıl deniz kazasında ölen Kolombiyalı denizcilerin gerçek öyküsünü yazdı ve bunu seri hâlinde yayımladı. Hükümetin kazayla ilgili sunduğu raporun tam tersini işaret ediyordu ve yapılan yolsuzluğun denizcilerin ölümüne sebep olduğu ortaya çıkmıştı. Siyasi duruşu böylece büyük çapta başlamış oldu.
Gabriel için bu ilk romandan sonra, köyü ve çocukluğu hakkında yazmak aslında bir nevi ülkenin gerçeklerinden kaçmaktı; fark etmişti. Yazmak iyi gelmişti, ancak bir yandan da “Olup biten siyasi şeylerle karşılaşmak yerine bu garip nostalji duygusuna girmek gibi yanlış bir kanıya kapıldım,” diyordu. Edebiyat ve siyaset arasındaki ilişki her dönemin konusuydu. Şimdilerde de bu konuya sık sık şahit oluyordu ve kendisinde var olduğunu bildiği ikisi arasındaki boşluğu doldurmaya çalışıyordu. Tam da bu noktada ilgisi Faulkner’dan Hemingway’e (Ernest) kaymaya başladı.
Gabriel, deniz kazası hakkında yazdığı öyküden sonra açıkça hükümetin nefretini kazanmıştı. Öykülerini yayımlayan gazete tarafından güvenliği için yurtdışına gönderildi. Geçim derdi yakasını hiç bırakmıyordu. Avrupa’daki yılları da yoklukla geçti. Genel olarak Roma ve Paris’te kalan Gabriel, kısa bir süre Doğu Avrupa’nın sosyalist ülkelerinde de bulundu. Albaya Mektup Yazan Kimse Yok (1961) ve Şer Saati (1962) eserlerini bu sürgün sırasında yazdı. Yine bu süreçte İspanyol bir aktrisle tutku dolu bir aşk yaşadı. Söz konusu aşk olunca Gabito tutkulu bir âşıktı, ama bu aşkın da bir sonu vardı. Nihayet Kolombiya’ya döndüğünde en köklü değişimlerden birini aşk hayatında yaşayacaktı…
Evlendi
Mercedes Barcha Pardo, Gabriel’in gençlik aşkıydı. Ona ilk kez evlenme teklifi ettiğinde kendisi on sekiz, Mercedes ise henüz on üç yaşındaydı. Mektuplaşarak geçirdikleri on yıldan fazla zamanın ardından Mercedes nihayet evlenmeyi kabul etti. 1958 yılında hayata geçirdikleri bu evlilik, onlara Rodrigo Garcia ve Gonzalo adını verdikleri iki çocuk getirdi. Mercedes’le bir ömre uzun soluklu, kocaman bir aşk sığdırdılar.
Gabriel, gazeteciliğe bu kez Küba Devrimi’nin yaşandığı dönemde Havana’da ve ardından da New York’ta devam etti. Görevini tamamladığında karısı ve bebeği ile Meksika’ya gitti. Edebiyat, tüm bu zamanlarının en büyük parçasıydı. Onu en çok etkileyen isimlerden biri de William Faulkner’dı. Yolculukları sırasında Faulkner’ın memleketine de uğradı. Bu yolculuk, ona tüm zamanlara sirayet edecek en büyük eseri Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazması için ihtiyaç duyduğu ilhamı verdi…
Yüzyıllık Yalnızlık’a giden yol
Gabriel, Yaprak Fırtınası’ndan sonra hemen hemen aynı zaman diliminde Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, Şer Saati, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni gibi çok fazla ortak yönü olan kitaplarını yazdı. Bu üç kitabın hikâyesi, Yaprak Fırtınası ve Yüzyıllık Yalnızlık’takinden farklı ama üçünde ortak bir köyde geçiyordu. En önemli özelliği bu köyde büyü yoktu.
Bu durumdan bahsederken bir röportajında şöyle diyordu Gabriel:
“Bu bir gazetecilik yolculuğudur. Fakat Şer Saati’ni bitirdiğimde, bütün fikir ve görüşlerimin yanlış olduğunu anladım. Çocukluğum hakkında yazdıklarımın aslında düşündüğümden daha siyasi olduğunu gördüm.”
Bu fark edişin ardında bir durgunluk başladı Gabito’nun yaşamında. Onu başarıya götürecek beş yıllık bir sessizlikti bu. Beş yıl boyunca hiçbir şey yazmadı. Ama mayası da parmak uçlarından kalbine kadar yerini koruyordu. O tekrar sesini bulmayı bekliyordu. “Her zaman yapmak istediğim şeyi bilirdim fakat bir şey eksikti ve doğru tonu yakalayana kadar – Yüzyıllık Yalnızlık’ta kullandığım ton – ne olduğunu anlamadım,” diyordu.
Nihayet o tonu büyükannesinin hikâyelerinde buldu. Bunca zaman orada öylece duruyordu. Doğaüstü, fantastik şeyler anlatırken yüzündeki ifadeyi hafızasından silmeden on sekiz ay boyunca yazdı…
Yüzyıllık Yalnızlık
Ailecek Meksika’ya vardıklarında tarih 26 Haziran 1961’i gösteriyordu ve istasyona geldiklerinde ceplerinde sadece yirmi dolar vardı. Ufuk çizgisinin turuncu rengi gözlerinde parlayamayacak kadar silikti, çünkü onlar baktıklarında gelecekte hiçbir şey göremiyorlardı. Yokluk günleri Marquez’lerde dinmek bilmiyordu. Gabriel de en iyi bildiği şeyi yaptı; yazmaya başladı. Ve on sekiz ay sonra hayatını baştan çizecek o romanı bitirmişti: Yüzyıllık Yalnızlık.
Romanda en büyük desteği gazetecilik deneyiminden aldı. Bildiği tüm hikâye anlatıcılığı metotları romanın sözcükleri arasında dans ediyordu. Bugünleri yıllar sonra The New York Times’a verdiği bir röportajda şöyle açıklayacaktı:
“Fantastik ve inanılmaz gözüken bir şeyi makul, inanılır bir olaya dönüştürmek için gereken numaraları gazetecilikten öğrenmiştim. Buradaki esas numara hikâyeyi dosdoğru anlatmak. Zaten gazetecilerin ve taşra halkının yaptığı da budur.”
Fantastik sözcüğü Gabriel’in yaşamında çok doğal açıklanıyordu. Çünkü büyükannesinin yüzündeki ifade demekti. Ne anlatırsa anlatsın ifadesi hiç değişmezdi ve bu hâli herkesi çok şaşırtırdı. Gabriel, Yüzyıllık Yalnızlık’ı daha önce de kaç kez yazmaya çabaladı, ancak yazdığı hikâyeye inanmadan yazıyordu. Yapması gerekenin kendine inanmak olduğunu fark ettiğindeyse büyükannesinin yüzünü kendine maskelemesi yetti. Bu mucizevi bir keşif gibiydi; hem gerçek hem gerçeküstü.
Gabriel, ölümsüz romanında ilk bakışta fantastik olan ancak kendi gerçekliğini ortaya koyan olayları anlatıyordu. Bir röportajında bunu şöyle açıklıyordu:
“Bu gazetecilik numarasını ayrıca edebiyata da uygulayabilirsiniz. Örneğin, eğer fillerin gökte uçtuğunu söylerseniz, insanlar size inanmayacaklar. Fakat 475 filin gökte uçtuğunu söylersiniz, insanlar size muhtemelen inanırlar. Yüzyıllık Yalnızlık’ta bunun gibi bir sürü şey var. Bu tam da büyükannemin kullanmış olduğu bir teknik. Özellikle sarı kelebeklerle sarılan karakterin hikâyesini hatırlıyorum. Ben çok küçükken, evimize gelen elektrikçi vardı. Çok ilgimi çekerdi çünkü kendisini elektrik direklerinden koruyan bir kemer takıyordu. Büyükannem ne zaman bu adamın eve geldiğini söylese, evden ağzına kadar kelebeklerle dolu ayrıldığını da eklerdi. Fakat bunu yazarken, eğer kelebeklerin sarı olduğunu söylemeseydim, insanlar buna inanmayacaklardı. Güzel Remedios’un cennete gittiği bölümü yazarken, bu kısmı güvenilir kılmam bayağı uzun bir süremi aldı. Günün birinde bahçeye çıktım ve yıkama yapmak için eve gelen kadını gördüm. Kuruması için çarşafları asıyordu ama çok fazla rüzgâr vardı. Kadın çarşafları uçurup götürmemesi için rüzgârla tartışıyordu. Anladım ki eğer çarşafları Güzel Remedios için kullansaydım, Remedios göğe yükselirdi. Ben de işte böyle yaptım, güvenilir olsun diye. Her yazarın sorunu güvenilirliktir. Herkes, güvenilir olduğu sürece, bir şeyler yazabilir.”
Kitabın konusu içinse Orta Çağ vebası üzerine çok araştırma yapmıştı. Özellikle Oedipus’tan itibaren edebi dönemdeki veba vakalarıyla ilgileniyordu. Daniel Defoe’nun Veba Yılı Günlüğü, en sevdiği kitaplardan biriydi. Defoe’nun her dediğinin salt fantezi gibi durması ve yine onun da bir gazeteci olması Gabriel’i müthiş etkiliyordu. Çok uzun bir zaman Gabriel, Defoe’nun bu kitabı Londra’daki vebayı bizzat yakından gözlemleyerek yazdığını sanmıştı. Oysa Defoe, veba zamanında 7 yaşında bile olmayan bir çocuktu. İşte Gabriel, bir diğer aydınlanmayı da onu böylesine etkilemiş bir romanın sadece bir roman olduğunu anladığında yaşadı. Bu sadece bir fark ediş değildi, gerçekten anlamıştı.
Daha sonraki zamanlarda da veba, Gabriel’in kitaplarında pek çok farklı şekilde tekrar eden bir konu oldu. Bir kere her şeyden önce, çok uzun yıllar boyunca Kolombiya’daki politik şiddetin vebayla aynı metafiziğe sahip olduğunu düşünmüştü. Vebayı, Yüzyıllık Yalnızlık’tan önce, Cumartesiden Bir Gün Sonra adını verdiği öyküsünde bütün kuşları öldürmek için kullanmıştı. Yüzyıllık Yalnızlık’ta ise o veba uykusuzluktu; uyuyan vebanın aksi sureti.
Gabriel’e göre “En nihayetinde edebiyat, marangozluk gibi bir şey”di; tüm incelikleriyle onu var ediyordun.
Uzun soluklu, yazımı yıllar süren bir romandı Yüzyıllık Yalnızlık. Tabii roman Gabrile son cümleyi yazdığında bitmemişti. Bir başka zorluk da tam bu anda başladı. Yazarlık süreci sözcüklerin akışından ibaret değildi. Gerçek hayat vardı. Gabriel, ailesine bakabilmek için arabasından başlayarak evde para eden her şeyi satmıştı. Romanı Buenos Aires’teki yayıncısına göndermesi bile ayrı bir iz bırakmıştı.
Kitabı bitirdiği gün Mercedes’le postaneye gittiler. Kitap yedi yüz sayfaydı ve tarttıklarında Meksika’dan Arjantin’e 83 peso tutmuştu. Mercedes’le göz göze geldiklerinde karısı ona 45 pesoları olduğunu söyledi. Gabriel gözlerinden belli belirsiz geçen hüznü hemen sildi ve hiç düşünmeden kitabı ikiye böldü. Görevliden 45 pesoluk sayfa tartmasını istedi. Bir gün bunu anlatırken şöyle diyecekti: “Et keser gibi kese kese 45 pesoluk tarttılar.” Ellerindeki para kadar sayfayı gönderdiler. Şimdi sıra kalan yarısını düşünmeye gelmişti. Eve vardıklarında Mercedes, rehin verebilecekleri son şeyleri ortaya döktü. Yazarken kullandığı ısıtıcı, (Gabriel hep “Çünkü her ortamda yazabilirim ama soğuk olmayacak,” diyordu.) saç kurutma makinesi ve çocuklara meyve suyu yapmak için kullandığı blender. Çocuklar artık büyüdüğü için artık blendera ihtiyaç yoktu, diye düşünmüşlerdi. Mercedes bu eşyaları alıp rehin bırakmak için Monte de Piedad’a gitti ve karşılığında 50 peso verdiler. Sonra da romanın geri kalan kısmını göndermek için bir kez daha postanenin yolunu tuttular. Tarttılar ve 48 peso tuttu. Mercedes, elindeki 50 pesoyu pek çok hisle birlikte görevliye uzattı. 2 peso para üzerini alarak postaneden çıktıklarında Mercedes, sinirden kızarmaya başlamıştı. Tüm duygular bir araya gelmiş ve yüzünde al al bir ifade bırakmıştı. Gabriel’le bir kez daha göz göze geldiler ve Mercedes şöyle dedi:
“Geriye bir tek romanın kötü çıkması kaldı şimdi.”
Ancak öyle olmadı, roman kötü çıkmadı. Gabriel’in de Mercedes’in de çocukların da fedakârlığı nihayet ödülünü alacaktı, üstelik fazlasıyla. Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık kitabıyla edebiyat dünyasına ses getiren büyük bir giriş yaptı. Meksika’da yaşasa da tüm Latin Amerika’da en sevilen yazarlar arasındaydı. Artık “Gabo” diye anılıyor ve çok seviliyordu.
Ülkesi Kolombiya’da ise ulusal onurun sembolü olacaktı. Otuz beş milyondan fazla kopya satan roman, otuz beşten fazla dile çevrildi.
Gabriel, genç yaşından beri dış politika ve Kolombiya’yı eleştirme konusunda hiç geri durmuyordu. Yüzyıllık Yalnızlık’ın basılmasının ardından yazar olarak da politikaya daha yakın durmaya başladı. Eserlerinin hayalperest dünyasına rağmen Gabriel’in kaleminde Latin Amerika’ya dair politik mesajlar da vardı. Gerilla savaşı, komünizm başarısızlığı, kapitalizm, uyuşturucu kaçakçılığı ve CIA’in tehlikeli müdahalesini eleştiriyordu.
Yüzyıllık Yalnızlık’ta Gabriel, doğduğu ve çocukluğunun geçtiği kasaba Aracataca’dan yola çıkarak, Jose Buendia’nın soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâyenin geçtiği Macondo’yu yaratmıştı. Romandan adeta Faulkner göz kırpıyordu. Tıpkı onun gibi hayali bir evren yaratmıştı. Bir diğer en önemli ilham kaynağı ise büyükannesiydi tabii. Onun yaşama karşı gerçeküstü yaklaşımından, çocukluğunda hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüz ifadesiyle hikâyeler anlatan tavrından ilham alarak olay örgüsünü metaforlar ve fantastik kurgular üzerine kurmuş, okurlarına büyülü gerçekçiliği sunmuştu.
Yüzyıllık Yalnızlık nasıl klasik oldu
60’larda, Latin Amerika’da yazılmış bir romanın uluslararası bir başarı kazanması için bölgede en az 8 yüz bin kopya satması ve bu rakamla İspanya’nın iyi yayıncılarından birine ulaşması, böylece İngilizce, Fransızca ve Almanca yayın yapan yayıncıların da ilgisini çekerek orada da basılması gerekiyordu. Tabii yetmezdi. Bununla birlikte “Biblioteca Breve, Rómulo Gallegos, Casa de las Américas, ve Formentor Ödülleri”ni de almalıydı.
Gabriel, bir şey yazdığında bu kitabı arkadaşlarıma sevdirebilir miyim, diye düşünürdü. Kim hangi bölümü sever, diğeri şu paragraf hakkında ne düşünür, diye sorgularken nihayetinde “Tüm kitaplar arkadaşlarınız için yazılmıştır,” diyordu. Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazdıktan sonraki sorunsa arkadaşlarını diğer kitaplarına nazaran daha memnun edeceğini biliyordu. Ancak kaç milyon kişiye yazdığından habersizdi. “Sanki milyon tane göz üstümdeydi ve ne hissettiklerini bilmiyordum,” diyecekti. İspanyol yayıncısı kitaptan 8 yüz bin adet basacağını söylediğinde çok şaşırmıştı. Çünkü şimdiye dek diğer kitaplarından hiçbiri 7 yüz binden fazla satmamıştı. Ona yavaş başlamasını söylese de yayıncısı bu kitabın gerçekten çok iyi olduğunu düşünüyordu ve Mayıs – Aralık arasında hepsinin satılacağından emindi. Çok daha şaşırtıcı ve güzel bir şey oldu; kitapların tüm kopyası Buenos Aires’te, bir haftada tükendi.
Sudamericana, romanı Latin Amerika Boom’u (boom latinamericana) dünya edebiyat pazarında zirvedeyken yayımladı. 50’li, 60’lı yıllarda, İspanya’da sosyal gerçekçilik akımı etkili olduğundan İspanya’da tanınmak isteyen Mario Vargas Llosa’nın başı çektiği Latin Amerikalı yazarlar da bu akım için üretiyorlardı. Uluslararası çapta etkili olansa Fransa Yeni Roman akımıydı. Latin Amerika’da ise aynı dönemde yerlilerin hikâyelerine odaklanan, indigenismo adı verilen edebiyat akımı etkiliydi. Yüzyıllık Yalnızlık’ın yayımlandığı dönemse tüm bu akımların tökezlemeye başladığı yıllara denk gelmişti.
Tüm olumsuz koşullara rağmen Yüzyıllık Yalnızlık uluslararası başarı kazanmanın koşullarını sağlamıştı. Gabriel, daha önce bu başarıyı edinmiş Maria Vargas Llosa, Carlos Fuentes, Alejo Carpentier ve Julio Cortazar gibi yazarları da gerisinde bırakmıştı; romanı kırk dört dile çevrildi. Hatta Yüzyıllık Yalnızlık, Don Kişot’tan sonra en çok dile çevrilen İspanyolca eser olmuştu.
Akımlara gelince; 1967-1969 yılları arasında Yüzyıllık Yalnızlık için yapılan eleştirilerde adımları aksayan bu akımların sınırlarını çoktan aştığı, hatta edebiyatı çok daha ötede bir noktaya taşıdığı vurgulanmaya başlamıştı. Marquez, tüm soluklardan sıyrılıp kendi içinde “yaşayan bir roman” yazmıştı. Edebiyata yeni bir soluk getirmişti. Bu, bütün fedakârlıkların, çekilen tüm acıların, rehine verilmiş tüm eşyaların ödülüydü.
Yüzyıllık Yalnızlık, bugün büyülü gerçekçilik akımının temsilcisi olarak kabul ediliyor. Bir Latin Amerika akımı olmaktan çok öteye giden büyülü gerçekçilik, Salman Rushdie ve John Updike gibi yazarların eserlerine de ulaştı. Yüzyıllık Yalnızlık da pek çok yazarın etkilendiği roman olarak anıldı. Bu zamanla oluşan bir akımdı, çünkü büyülü gerçekçilik Yüzyıllık Yalnızlık yayımlandığında edebiyata yerleşmiş bir terim değildi. Bunun için en başında roman, “supragerçekçilik”, “sınıflandırılamaz” ya da “ fantezi ve gerçeği karışımı” gibi tanımlamalarla anılıyordu. Oysa bugün Yüzyıllık Yalnızlık edebiyata gönül vermiş herkesin romanı ve pek çok şey ifade ediyor.
1989’da Harold Bloom, Yüzyıllık Yalnızlık’ı “yeni Don Kişot” olarak selamladı…
Gabriel, bu kitabın film olmasını hiç istemedi. Çünkü izleyicinin tek bir yüz görecek olması ve bu yüzlerin muhtemelen onların hayal ettiği gibi olmayacak olması fikrinden rahatsızdı.
Yüzyıllık Yalnızlık üzerine bir anı
“Tanrı’ya inanmıyorum. Ama O’ndan korkuyorum.”
Bu söz Gabo’ya ait ve bu anı da onun Tanrı’nın romanını yazarken kendisine bir şekilde nasıl yardım ettiğini anlatmak için alıntılıyorum.
Gabo, Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazdığı sırada uzunca bir süredir çıban hastalığının yüklediği ıstırap içinde kıvranıyordu. Bu acı onu ele geçirdiğinde Gabo da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliana Buendia’yı öldürüp üçüncü kuşağa geçmenin kıskacındaydı. Öyle müthiş tıkanmıştı ki, sancılar içinde kıvranıyordu; bir yolunu bulmalıydı. Ama nasıl? Albay nerede, ne zaman, ne şekilde ölmeliydi? Bu sorular kafasında günlerce dönerken sadık çıbanının acısı onu hiç yalnız bırakmıyordu. O zaman fark etti, acısı sıkıntısından çıkış noktası olabilirdi…
Çıban hastalığına Albay’ı da ortak etmeye karar verdi. Birkaç gün süren bu ortaklık sonrasında, yine uzun bir çalışma gününün ardından Gabo yazı masasından kalktı, düşük omuzlarının eşlik ettiği silik ve sessiz adımlarla yatak odasında uyuyan Mercedes’in yanına kıvrıldı. Ve şöyle mırıldandı: “Albay öldü.” Cümlenin sonuna keskin bir şekilde konan ve belki uzamak isteyen noktadan sonra da hıçkırıklara boğuldu.
Bir söyleşi sırasında bunları anlatırken inanmaz gözlerle kendisine kulak veren dinleyicisinin kulağına eğilip şunları söylemişti:
“Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!”
Nobel Edebiyat Ödülü
Marquez, 1982’de, Yüzyıllık Yalnızlık eseriyle Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Gabo’nun ilk hissettiği şey korku oldu. 20 Ekim günü Nobel’i kazandığını bildiren telefonu aldığında parmak uçlarına dek titremeye başlamıştı. Eve sığamadı; yalnız kalmamak için arkadaşı Alvaro Mutis’in evine gitti. Mutis, karşısında Gabo’yu bu hâlde gördüğünde Mercedes’le tartıştığını düşündü. Çünkü Gabriel’in yüzünde güzel bir haberin izinden eser yoktu. Sorduğunda ise Gabo arkadaşını şöyle yanıtladı:
“Daha kötü! Bana Nobel Ödülü verdiler.”
Siyasi duruşu ve sevilmediği anlar
Gabo, Nobel Edebiyat Ödülü’nü alana dek Kolombiyalılar tarafından pek sevilmiyordu. İlk sebebi şu olabilirdi; Gabo romanlarında sık sık Kolombiya’ya yer verse de yaşamak için Meksika’yı tercih etmişti. Kolombiya’nın siyasi geçmişinde hiçbir zaman yer almayan sol düşünceyi benimseyen Gabo’nun ideolojisi, Kolombiyalılar tarafından hiçbir zaman benimsenmedi. Bir gazeteci olarak da Marksist hareketlere yakın duruyordu. 1981 yılında Kolombiya hükümeti tarafından ayrılıkçı M-19 örgütünü desteklemekle suçlandığında Meksika’ya taşındı. Gitmek, Gabo için bir tercihten çok bir zorunluluktu belki.
Bir diğer sevilmeme sebebi ise yakın arkadaşlarından birinin Fidel Castro olması olabilirdi. Aslında arkadaş olmasından çok, sebep Gabo’nun Küba Devrimi’nden sonra Castro’nun Küba halkına yaptığı haksızlıklara hiç ses çıkarmamasıydı. Bu sebepten sadece Kolombiyalılar değil, dünya edebiyatından önde gelen pek çok isim de onu sert bir şekilde eleştiriyordu. Örneğin yakın arkadaşlarından Mario Vargas Llosa’nın öfkesi şiddete dönüşecek kadar büyüktü.
Gabriel, Nobel’li sekiz Latin Amerikalı yazardan biriydi; Perulu yazar Llosa da. Bir zamanlar çok yakın arkadaş olsalar da öfkesi büyüyen Llosa, Meksika’da bir sinemada yanına gelerek Gabo’nun suratına yumruk atmıştı. Öfkesini büyüten siyasi sebeplerdi. Bir başka bilgi ise Marquez’in morarmış gözünün fotoğrafını çeken fotoğrafçı Rodrigo Moya tarafından verildi; tartışmanı sebebi Llosa’nın karısıydı.
Llosa sadece yumruğuyla değil, sözleriyle de Gabo’nun karşısındaydı; onu Castro’nun saray soytarısı olmakla suçluyordu. Şöyle diyordu:
“Márquez Fidel Castro’nun saray soytarısıdır ve onun kurduğu diktatörlüğe entelektüel camiada bahaneler üreten destekçisidir. Márquez, bazı siyasi tutukluların gizlice serbest bırakıldığını söyleyerek, Küba diktatörlüğünün işlediği bütün insan hakları ihlallerini, suiistimallerini şimdiye kadar çok iyi bir şekilde meşrulaştırdı.”
Yine de Gabo hayata veda ettiğinde ardından şunları söyleyen de yine Llosa’ydı:
“Eserleri ile edebiyat dünyasına büyük bir zenginlik kattı. Marquez, çok büyük bir yazardı.”
Gabo ise bu durum karşısında kendini, sebebi, durumu ya da yeri ne olursa olsun ölüm cezasını kınadığını, birçoğu bunu bilmese de birçok muhalifi, mahkûmu hapisten kurtardığını, Küba’dan göç etmelerine yardım ettiğini açıklayarak savunmuştu. Yine de bu açıklama onun suçlayanları tatmin etmedi.
Yine de tüm bu suçlamalar zamanla mum gibi eriyip tükendi. Marquez saygınlığından bir şey yitirmemişti. Hatta Küba ve Kolombiya’daki politik dengelerin değişmesi üzerine daha da arttı. Nobel’den hemen önce Kolombiya hükümetinin ayrılıkçı hareketleri destelemekle suçladığı Marquez, daha sonraki zamanlarda devlet başkanlığı ve büyükelçilik teklifleri de aldı, ama kabul etmedi. Yine de etkili olduğu çalışmalarda bulundu. Örneğin, Kolombiya hükümeti ile ülkenin en büyük gerilla hareketi Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) arasındaki görüşmelerin yapılmasında köprü oldu. Castro ve Clinton arasındaki görüşmelerde de aracıydı. Küba ve Amerika arasındaki ilişkilerin yumuşamasında önemli bir rol üstlenmişti.
Tüm bunlardan sonra Marquez, “teröre destek veren” imajından sıyrılmış, “barış adamı” imajını giyinmişti. Ancak hakkındaki tartışmalar bitmek bilmedi. Ölümünün ardından 2015 yılında Kolombiya’nın ve hatta dünyanın en ünlü uyuşturucu baronu Pablo Escobar’ın Popeye lakaplı tetikçilerinden biri, bir televizyon kanalına verdiği röportajda ilginç bir iddiada bulundu: Marquez, Escobar ve Castro arasında önemli bağlantıydı. Escobar, Marquez’e bir mektup vermiş ve onu Fidel Castro’nun kardeşi Raul Castro’ya iletmesini istemişti. İddiaya göre o mektupta Escobar, uyuşturucuyu Meksika’dan Havana’ya ve oradan da denizaltıyla Miami’ye taşımak için bir Rus denizaltısı istiyordu.
Marquez, sadece romanları çok satan bir yazar olarak yaşamadı. Devrimlerden darbelere varasıya kadar son dönem Latin Amerika tarihinde iz bırakmış isimlerden biriydi. Yüzyıllık yalnızlığı, boynundaki en afili madalyonuydu; belki de kalbinin tam üstünde duruyordu.
Kolera Günlerinde Aşk ve diğer önemli eserleri
Kuşkusuz Marquez denince akla gelen ilk ve en önemli eseri Yüzyıllık Yalnızlık’tı. Ancak başka çok sevilen esere de imza attı. Bunlardan biri Başkan Babamızın Sonbaharı (El Otono del Patriarca) idi.
Gabo, zihninde bir karakter yaratmıştı, ancak onu fiziki bir varlığa dönüştürecek sembol arayışındaydı. Ve onu buluşunu şöyle anlatıyordu:
“Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm.”
O yüz, Gabo için çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan hayattan yılmış, zalim ve yaşlı bir adama aitti. Hemen çalışma masasına döndü ve Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya başladı. Bir başyapıt olan bu eser, 1975 yılında yayımlandı.
Marquez çok haklıydı; “Her roman karakteri şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır.”
Bir diğer özel eseri ise 1981 yılında yayımlanan Kırmızı Pazartesi (Cronica de Una Muerte Anunciada) idi. Ünlü İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanan bu eserde Gabo, çocukluğunu geçirdiği kasabada yaşanan bir cinayeti anlatıyordu. İşleneceği neredeyse kasabadaki herkes tarafından bilinen cinayet, kimse tarafından engellenemiyor ve romanın kahramanı Santiago Nasar’ın ölümüne adeta müsaade ediliyordu. Kırmızı Pazartesi, Türkiye’de de 2008-2009 sezonunda Macit Koper tarafından tiyatroya uyarlandı.
Annesi ve babasının aşkından, daha doğrusu sorunlu ilişkisinden ilhamla yazdığı, bir başka Hollywood başarısına ulaşacak eseri ise 1985 yılında yayımlanan Kolera Günlerinde Aşk (El Amor en Los Tiempos del Colera) oldu. İlk intiba olarak sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünebilirdi. Ancak Marquez, “Kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız!” diye boşuna uyarıyor olamazdı. Roman, peşinden koşan Florentino’dan vazgeçip Doktor Juvenal’ın güvenli kollarında bir ömür süren Fermina’nın hikâyesini anlatıyordu. Gençlik aşkı, tutku, kıskançlık, romantizm, öfke, şehvet ve bir yandan da kendini hep güvende hissedeceğin bir hayat yolculuğu; eğer dikkatli ve özellikle Marquez’in anlatımına sadık bir okursanız aşkın her bir evresini adım adım fark etmemek mümkün değildi.
Kolera Günlerinde Aşk’tan şu alıntı da romana bir ışık tutmaktaydı:
“Evet, de ona. Korkudan ölsen bile, sonradan üzülecek olsan bile, çünkü her ne yaparsan yap, hayır diyecek olursan eğer, tüm hayatın boyunca pişman olacaksın.”
Romanın filme uyarlanması da öyle kolay olmadı. Gabo, eserlerinin beyazperdeye uyarlanmasından pek hoşlanmıyordu, bununla birlikte şartı romanlarının özgün dili İspanyolca olarak film yapılmasıydı. Yapımcı Scott Steindorff, Gabo’yu ikna etmek için üç yıl boyunca deyim yerindeyse peşinden koştu. Nihayet Gabo ikna oldu ve Kolera Günlerinde Aşk 2007 yılında beyazperdeye uyarlandı.
Yazımı ve çalışma rutini
Gabo, söz konusu yazmak olduğunda en önemli şeyin ilk paragraf olduğunu şöyle dile getiriyordu:
“En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.”
En zorlandığı şeylerden biri o ilk paragrafı yazmaktı. “Yalnızca ilk paragraf için aylarımı harcadığımı bilirim, ama bir kere tutturdum mu gerisi akar gider,” diyordu. Kitapla ilgili neredeyse bütün problemlerin ilk paragrafta çözülebileceğine, hikâyeye ait ne varsa tam olarak burada belirleneceğine inanıyordu. Burası Gabo için en başından çizilen, yolun akışını başlarken belirleyen o yerdi. İşte bundan sebep yüzlerce sayfalık bir roman yazmak, kısa hikâyelerden oluşan bir kitap yazmaktan daha kolaydı. Nihayetinde her kısa hikâye yeni bir ilk paragraf demekti.
Örneğin, 1961 yılında yayımlanan ünlü novellası Albaya Mektup Yazan Kimse Yok, bu özelliğinin en iyi kanıtlarından biriydi. Hikâyenin içine bir anda çeken şu paragrafla başlıyordu:
“Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı…”
Gabo, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almadan bir yıl önce Meksika’dan ülkesindeki siyasi karışıklık sebebiyle sığınma istemişti. Ülkesinden ayrıldığında pek çok ülke onu sevgiyle karşılamıştı ama Gabo, zamanını Meksika, Paris ve Barselona arasında pay etmişti. Bu üç şehirde birbirinin benzeri olacak şekilde bembeyaz döşediği evlerde hep yazdı. Ne olursa olsun yazma rutininden hiç taviz vermiyordu. İşini gerçekten ciddiye alıyordu. Tüm yaşamını rutini üzerine kurmuştu.
“Marquez nasıl yazar?” sorusu özetle şöyle cevaplanabilirdi: Her kelimeyi derin derin düşünerek ve yavaş yazardı. Kendi deyimiyle nihayet bulduğu o kelime hep doğru olurdu. Gabo bir de soyutlama yapabilecek kapasitem yok, diyordu. Bundan sebep de birçok eleştirmen Gabo’nun kültürsüz biri olduğunu düşünüyordu. Çünkü yeteri kadar alıntı yapmıyordu…
Gabo için bir diğer önemli konu ise kimseyi taklit etmemekti. Faulkner’dan Hemingway’e, Joyce’dan Jorge Louis Borges’e dünya edebiyatından önemli yazarlardan ilham almıştı, ama taklit onun kırmızıçizgisiydi. Onun en önemli ilham kaynağı kişisel deneyimleri ve ailesi olmuştu. Başta büyükannesi olmak üzere büyükbabası, annesi, babası, ilk ilişkisini yaşadığı o hayat kadını ve doğup büyüdüğü kasaba, hikâyelerinin birer parçasıydı.
Profesyonel bir yazar olduğunda en büyük sorunu programlamaydı. Kırk yaşında tam zamanlı yazan bir yazar olduğunda, programı sabah dokuzdan öğlen üçe kadar, şeklinde düzenlemişti. Oğulları okuldan dönene kadar yazıyordu. Rutinini bir bakıma deneme yanılma yöntemiyle günlük yaşamı ve aile düzenine göre oluşturmaya çalışıyordu. Gazetecilik disiplininden sebep sıkı çalışmaya alışıktı. Bunun için sadece sabahları çalışmak ona kendini suçlu hissettiriyordu. Ancak sonra fark etti ki öğleden sonra yaptığı her şey, bir sonraki sabah sil baştan oluyordu. Bu rutini bir röportajında şöyle açıklıyordu:
“Pazarları dâhil olmak üzere her gün sabah dokuzdan öğleden sonra üçe kadar, iyi ısıtılmış bir odaya kapanarak yazarım, çünkü beni rahatsız eden sadece gürültü ve soğuktur.”
Onun için rutinindeki en önemli sorunlardan biri yalnızca tanıdığı ya da daha önce yazdığı yerlerde çalışabiliyor olmasıydı. Otellerde, ilk kez kaldığı bir evde ya da ödünç daktiloda yazamazdı. Çalıştığı ortamı benimsemeliydi. Başka şehirlerdeki evlerinin benzer düzende olması da bundandı işte. Bu kuşkusuz en büyük sorundu, çünkü yolculuk yaparken çalışamıyordu. Bu ne ilhamın gelmesini beklemekti ne de romantik bir başka yaklaşım. Gabo, sadece bir yazarın rahatça yazabilmesi ve kelimelerin su gibi akması için özel bir ruh hâli olduğuna inanıyordu. İnsan hissetmeden nasıl yazardı? Ruh halini, doğru temayı ve elbette sözcüklerini bulduğunda her şeyin kendiliğinden işlediği, çok sevdiğimiz bir işe dönüşüyordu. Hepsi bu.
Marquez öldü
Gabo’ya ilk kez 90’larda akciğer kanseri teşhisi konmuş ve bir operasyon geçirmişti. Durumu iyiye gitse de 1999 yılının Haziran ayında Marquez’in yaklaşan ölümüyle ilgili söylentiler çığ gibi büyümeye başlamıştı. Birisi ölmekte olan birinin duygusal şiirini paylaşmış ve şair olarak da Marquez’i işaret etmişti. Şiirin çok kısa bir zamanda bir e-postaya dönüşüp dünyaya yayılması üzerine bu asparagas manşetlere kadar taşındı.
Evet, Marquez ölmemişti, ancak herkesin aklına gelen ve dillendirmediği bu konuya dikkat çekmişti. Marquez yaşlanıyordu ve günden güne yazım konusunda üretimi de yavaşlıyordu. Okurları 2002 yılında yayımladığı anılarının ikinci kısmını bekliyordu. 2004 yılında ise Marquez, Benim Hüzünlü Orospularım adını verdiği romanını yayımladı. Yine çok büyük bir başları yakalamıştı. Ancak sona yaklaşmanın verdiği panik havası mı bilinmez, bu kitap da okura yetmedi. Daha fazlasını bekliyorlardı, Marquez’i kaybetmekten korkuyorlardı belli ki. Bir yandan da anlaşmazlıklar içindeydi. Bu da sevenlerini üzüyordu. 2004 yılında düzenlenen İspanyol Dili Uluslararası Kongresi’ne katılması da yasaklanmıştı. Marquez biyografisini yazan Gerald Martin de yazarın hafızasını kaybetmeye başladığını açıklamıştı. Oysa Gabo kendini hep “profesyonel hatırlayıcı” olarak tanımlardı. Gabo, bu konuda 2006 yılında İspanyol gazetesi La Vanguardia’ya, “Yazmayı bıraktım. Geçen sene hayatımda tek bir satır bile yazmadığım ilk seneydi,” şeklinde konuştu. Martin, onun bir daha kitap yazamayacağını söylemişti, ancak yıl 2009’a geldiğinde Marquez, hakkında çıkan emekli olduğu söylentileri için Kolombiya gazetesi El Tiempo’ya şunları söyledi:
“Bu doğru değil. Şu an yaptığım tek şey yazmak. Fırına koyduğum keklerin ne zaman pişeceğini biliyorum.”
Yalnızlığın daimi bekçisi Marquez, 17 Nisan 2014’te akciğer iltihabı sebebiyle hayata gözlerini kapadı. 87 yaşındaydı. Yüzyıllık Yalnızlık’tan bir pasaj sanki evrene yükseldi:
“Sonra odasına girdiler, var güçleriyle sarstılar, kulağına avaz avaz seslendiler, burun deliklerine ayna tuttular, ama onu bir türlü uyandıramadılar. Çok geçmeden marangoz tabut için ölçü alırken, pencereden baktıklarında, minicik sarı çiçeklerin yağmur gibi indiğini gördüler.”
Bir söyleşisinde, “İyi bir hikâye anlatmak en büyük tutkum,” demişti. Özenle seçtiği kelimelerden yol yaptığı hikâyeleriyle uzun ve dolu dolu bir edebiyat kariyeri inşa eden Gabo, ölümsüzlüğü keşfetti. Hep istediği gibi. Çünkü o “sevilmek için” yazıyordu. Kalbi ne kadarına ikna oldu, bilinmez. Ama adı geçtiğinde “Yüzyılın en iyi yazarıydı,” dendi hep onun için.
Ölümünün ardından dünyanın önde gelen isimleri onu övgü dolu sözlerle ve kocaman bir sevgiyle uğurladılar. Tüm eserlerini okuduğunu ve hayranı olduğunu belirttiği Marquez için dönemin Amerika Başkanı Obama şöyle diyordu mesela:
“Dünya, en hayalperest yazarlarından birini kaybetti.”
Bill Clinton ise arkadaşını şu sözlerle uğurladı:
“Arkadaşı olmaktan, 20 yıldan uzun bir süredir o güzel yüreğini ve muhteşem zekâsını tanımaktan gurur duyuyorum.”
Kolombiya’da ise üç günlük yas ilan edilmişti ve devlet başkanı Santos, Marquez’in eserine atıfta bulunuyordu:
“Tüm zamanların en büyük Kolombiyalısının ölümü yüzünden bin yıllık yalnızlık ve hüzün! Onun gibi bir dev asla ölmez.”
Evet, bazen insan yaşarken devleşiyor ve ardında bıraktıklarıyla ölümsüzlüğü, hatta sonsuzluğu keşfediyordu. Gabo da onlardan biriydi. Ardında hep sevilmek istediği eserler kaldı. Onu genç yazarlara verdiği bir tavsiyeyle anmak isterim bir de:
“Genç bir yazara tavsiye verecek olsaydım kendi başından geçen bir olay hakkında yazmasını önerirdim. Yaşanılan bir şeyi yazmak ile okunup görülen bir şeyi yazmanın ayrımı her zaman kolaydır.”
Yalnızlık üzerine bir ömür düşünmüş, geçtiği tüm yolları hep yazmak için yürümüş, bir romana sadece bir roman olarak bakmayı öğrenmiş, en büyük tutkusunun peşinden koşarak iyi hikâyeler anlatmış ve dünya çapında pek çok dilde uğurlanmış bir Gabo geçti bu dünyadan…