Ali Cinan
Zaman-ı mazide bir oduncu ormanda dolaşıp odun keserken, çalı arasında bir yılanı görür. Elindeki baltayı kaldırıp yılanın başına vurmak, başını ezmek üzereyken, bir anda göz göze geliverir. Mevlaya olan aşk-ı, heyecanı olsa gerek ki yılana vurmaya kıyamamış. Yılanda duygulanmış ve dile gelmiş. Ve şunları söylemiş
Ey insanoğlu, sen bana kıyamadın, bende sana iyilik edeceğim demiş. Ve oracıktaki bir kuyuya dalmış ve kaybolmuş. Biraz sonra ağzında bir altın ile dönmüş ve bundan böyle bir ömür boyu sana her gün bir altın vereceğim demiş.
Oduncu altını bozdurup evine gelmiş. Ailesi dahil hiç kimseye başından geçen, olanı biteni anlatmamış. Herkes sadece oduncunun çok çalıştığı için durumunun düzeldiğini zannetmiş. Oduncu, yıllar boyu her gün, kuyunun başına gitmiş, yılan ile buluşmuş ve altınını almış. Bir gün oduncu ağır hastalanmış. Kuyunun başına gidemez olmuş. Birkaç gün geçince evinde darlık başlamış.
Oduncu oğlunu yanına çağırmış, yılanla kendi arasında ki sırrını oğluna anlatmaya başlamış. Kuyunun başına git, benim oğlum olduğunu söyle, yılan sana altın verecek demiş. Oğlu inanmamış ama yinede gitmiş. Yılan önce saklanmış, sonra ortaya çıkmış. Onun oduncunun oğlu olduğuna iyice kanaat getirince de kuyuya inip bir altın getirmiş. Oğlan önce babasının anlattığı bu olaya inanmadı. Lakin gerçek olduğunu görünce hırsa kapılmış,
Kim bilir daha ne kadar altın var bu kuyunun içinde diye düşünmüş. O hırsla yılanı öldürmek için bir hamle yapmış, yapmış yapmaya da yılanı ıskalamış ama yılanın kuyruğunu koparmış. Yılan da can havliyle dönüp adamın oğlunu sokmuş, zehirlemiş ve oracıkta öldürmüş.
Akşam yaklaşmaya durmuş, hava kararmış da adamın oğlu gelmeyince oduncu iyice endişelenmiş. Hasta halinde yatağından kalkmış. Kuyunun başına gitmiş ki ne görsün!!! oğlu cansız yatıyor. Yılanda o anda öteden görünmüş kuyruğu yok tabiki ve kanlar içinde.
Oduncu durumu anlamaya anlamış ve çok üzülmüş. Her ikisi de üzgündür.
Canının parçası biricik oğlu yerde cansız yatıyor, Hatalı olan oğlum olmalı demiş ve yılandan özür dilemiş ve eklemiş, tekrar dost olalım demiş.
Yılan ise derinden bir ahh çekerek gülümsemiş. Ben senden çok isterdim ama maalesef.
Sende bu evlat acısı, bende de bu kuyruk acısı varken biz artık dost olamayız demiş.
Evet, sonuçta bir kıssa, hikâye ama bizim bundan dersler, ibretler çıkarmamız lazım. Hisse gözüyle bakmak lazım.
O halde insanın, Allah’ın ihsan ettiği sayısız bu kadar nimetlere kanaat gösterip hamd etmesi gerekir. Kanaatsiz kimse, içinde bulunduğu hiçbir durumdan memnun olmaz, şükretmeyi bilmez. Hep daha fazlasını ister ve bu nedenle hiçbir zaman mutlu olmaz.
İnsan da bir şey, on olsa, yüz olsun der. Yüz olur, bin olmasını arzular. Bin olur, on bini hayal eder. Artık, ihtiras ateşine kapılan insanın gözünü milyonlar da doyurmaz olur. Çünkü gözünü hırs büyümüştür. Aza kanaat etmez. İnsan, hırsı defedip kanaati talep ederse, bir zafer kazanmış olur. Zira nefis, hırs denilen silahla, kalbi mağlûp ve şerefli perişan etmek ister, insan da ona kanaat silâhı ile karşı koymalıdır.
Lodos karları nasıl eritiyorsa, kanaatin yer tuttuğu bir kalpden hırs ve buna bağlı bulunan kötü huylar, kötü ameller dağılıp, def olup gider. Hırs öyle bir şeydir ki bir kimse, helal yollarla erişemediği mallara, gayr-i meşru haram usuller ile ulaşma sevdasına kapılır. Böyle olunca huzursuzluk cereyan eder.
Aslına bakacak olursak
Gönlün zenginliği, para ile değil kanaatledir. Kanaat sahibi olmayan insan, varlıklı da olsa fakirdir. Kanaatkâr insan ise yoksul da olsa, fakirde olsa göz ve gönül tokluğu gibi bir zenginliğe sahiptir….
İhtiras, hırs, tamahkâr ve tutkudan uzak olup Kanaatkâr olanlardan olmak dileğiyle…