Filistin meselesi, çözümü zor ve çözülmediği her gün her iki tarafa da maddi manevi kayıplar verdiren bir problemdir bu problemin çözülmesi öncelikle bölge için sonrada dünya için huzur vesilesi olacaktır.
Arabuluculuk faaliyetleri halen sürmektedir ancak sosyolojik ve dinsel unsurlarıyla katı bir meseledir.
MÜRÜVET DURSUN
İstanbul Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Barış konusu, uluslararası ilişkiler alanının genişlemesine paralel olarak, İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan büyük felaketinde etkisiyle daha sistemli bir araştırma haline gelmiştir. Barış kavramı hala gelişmekte, genişlemekte ve derinleşmektedir.
Barışın tesisi için yöntemler, kavramlar ve yaklaşımlar buna bağlı olarak sürekli şekillenmektedir. Bu dönemde barış çalışmalarının temel yöntemi, savaşların nedenleri üzerine çalışarak barışın tesisinin konusunu araştırılması şeklindedir.
Varılan sonuç çoğu zaman barışı sağlamanın en doğru yolun un siyasi birleşmeler olduğudur. İslam dünyasında ise barış Müslümanların diğer insanlarla ilişkisine göre değerlendirilmektedir. 20. Yüzyılın en karmaşık uluslararası sorunlarından biri İsrail-Filistin sorunudur.
2006 yılında yaşanan gelişmeler çatışmayı daha karmaşık hale getirmiştir. ‘25 Ocak 2006 tarihinde Filistin’de yapılan genel seçimleri İslami Direniş Hareketi (HAMAS) kazanmıştır.
Bu durum Filistin- İsrail Çatışmasın uluslararası gündemin en önemli konulardan biri olma özelliğini göstermiştir.
Zira ABD, AB ve İsrail’de terör örgütü olarak kabul edilen HAMAS’ın Arap Ülkelerinde seçimle iktidara gelen İlk İslami hareket olması Ortadoğu siyasetinde deprem olarak nitelendirilmiştir’.[1]
Bağımsız bir Filistin devleti kurmak amacıyla ortaya çıkan ve bu amaç doğrultusunda İsrail’e karşı silahlı mücadeleyi savunan HAMAS’ı siyasal nitelikli hükümetler arası uluslararası aktör kabul etmek mümkündür.
HAMAS, iktidara gelene kadar Arap Birliğince tek temsilcisi olarak kabul edilen FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’ ye, İsrail’e karşı askeri yöntemler kullanması yönünde eleştiriler yaparak, bazı devletlerce Filistin’in tek meşru temsilcisi olarak görülen FKÖ’nün uyguladığı dış politikayı etkilemeye çalışmıştır.
‘Üç kıtanın birleştiği, üç dinin anayurdu olan Filistin ‘Verimli Hilal’ adı verilen ve bugünkü Irak, Suriye, Lübnan topraklarını kapsayan topraklar içindedir’. [2]
Beş bin yıllık tarihi boyunca coğrafi önemi ve verimli toprakları nedeniyle 30 kez işgale uğrayan bölge, şuan tarihin en eski, en karmaşık ve çözülmesi zor problemini olan İsrail-Filistin sorunudur.
Soğuk savaşın bitimiyle meydana gelen Global değişiminden nasibini alan Filistin-İsrail sorunu II. Camp David zirvesiyle yeni bir sürece giriyor. Bu süreç Filistin halkına bağımsız, Orta Doğu’ya ve İsrail’e barış getirecek tarihi bir fırsat olarak görülebilir.
Filistin-İsrail çatışması sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın en önemli sorunlarından biridir. Çatışma nedeniyle Arap Devletleri ile İsrail arasında güvene dayalı ilişkiler oluşturulmamaktadır.
Bu güvensizlik ortamında yaşanan küçük gerilimler, kısa sürede büyümektedir. Böylece tüm dünya Ortadoğu’nun jeopolitik ve jeoekonomik öneminden dolayı etkilemektedir.
Filistin-İsrail çatışması uzun yıllar süregelen çok karışık bir sorun olup birçok bilimi ilgilendiren bir konudur.
Çatışmanın kökeni Anti-Semitizm ve Siyonizm’in Batı yüzünden ve desteğiyle oluşması nedeniyle çatışmanın Batı’dan kaynaklandığı ilk varsayım kabul edilmektedir.
İkinci varsayım olarak çatışmada, şiddetin şiddet yarattığıdır. İsrail’in Filistinlilere aşırı güç kullanımı, İsrail’e karşı silahlı mücadele ile başarılı olunacağını savunan örgütleri güçlendirilirken, bu örgütlerin İsrail’e yönelik eylemleri Filistinlilerle barışa karşı olan İsrail sağının siyasal gücünü arttırmakta ve sağlanamamaktadır.
Uzun yıllar süregelen ve halen de devam eden çözüm arayışları çoğu zaman Filistin-İsrail sorununu içinden daha da fazla çıkılmaz bir hale sokmuştur.
Orta Doğu yüzyıllardır savaşlara, acılara ve düzensizliğe sahne olmuştur. Habil ile Kabil’den beri yani kanın toprağa ilk düştüğü andan itibaren Orta Doğu güç ve hakim olma savaşlarının arenası haline gelmiş, politik, stratejik, ekonomik ve kültürel olarak tüm devletlerin özellikle ABD’nin ilgisini ve planlarını bu yöne doğru çekmiştir.[3]
BARIŞ ÇALIŞMALARI
Barış sağlamak için çalışmak, geçmişte olduğu gibi sadece savaşan taraflara masaya oturmalarını söylemek ya da ateşkes istemekten ibaret değildir.
Özellikle taraflara hangi konularda görüşmelerini hatırlatmak, nasıl bir orta yol bulabilecekleri hakkında yol göstermek ve ilişki biçimini değiştirecek adımlar atmalarını sağlamak gibi çok çeşitli yöntemler vardır.
Barış çalışmaları alanı bu yeni anlayışın karşılığı durumundadır. Önceden bir müzakere durumunda bir taraf kazanan, diğer tarafı kaybeden olarak düşünülürdü. Temel yöntemler ise, geleneksel, diplomatik, askeri ve ekonomik politikalardı.
Müzakere, çıkarların dengelenmesi ya da değişimi anlamına geliyordu. Soğuk savaşta temel ortak çıkar nükleer savaşın önlenmesi yönündeydi. Günümüzde ise barış çalışmalarında bu durum farklıdır.
Modern anlamda barış çalışmalarında, sadece savaşın önlemesi ya da ateşkes değil, daha geniş bir anlayış üzerini barış kurgusu yapılmaktadır.
Sosyal değişim, adalet, yapısal şiddetin azaltılması gibi kavramlara yani pozitif barışa vurgu yapılmaktadır.
Bunlar yapılırken de taraflar arasında askeri, siyasi güç dengelerinin gözden kaçırılması çoğu zaman taraflarca yanlış hesaplamalar yapılmasına, bir barış anlaşması yapılsada bunu hayata geçirmemesine neden olmaktadır.
İSRAİL-FİLİSTİN SORUNUNDA BARIŞI HAZIRLAYAN KOŞULLAR
İsrail-Filistin sorununun başlangıcını 19. Yy sonuna kadar götürülse de dönüm noktası olan tarih, İsrail Devleti’nin ilan edildiği 1948 yılıdır.
Bu yıl İsrailliler için zafer anlamına gelirken Filistinliler içinse bir felaket olarak hafızalarda yer edinmiştir.
İsrail Devleti kurulurken 1947 BM Taksim planıyla Filistinlilere bırakılmış olan Batı Şeria Ürdün’e, Gazze şeridi ise Ürdün’e verilmiştir.[4]
Sonrasında yaşanan Arap-İsrail savaşı ise çok sayıda Filistinlinin yurtlarından çok sayıda Filistinlinin yurtlarından edilmeleriyle sonuçlandı.
1967 savaşı sonucunda İsrail’in Batı Şeria’yı ve Gazze’yi işgal etmesi, Filistinlileri tam anlamıyla İsrail yetkisine soktu.
Filistin-İsrail arasındaki uzlaşmazlığının çözülmesinin ilan edilmesi, hatta savaşı ve İsrail işgalini sonlandıracağı ileri sürülen barış süreci 1991 yılında Madrid Konferansıyla başlanmıştır.
Bu süreç iki taraf arasında imzalanan bir dizi anlaşmayla 2000’deki İkinci İntifada’ya kadar devam etmiştir.
Filistin direnişinin lideri, İsrail’in ve ABD’nin nezdinde yılların teröristi Yaser Arafat ve İsraillilerin ılımlı kanadını temsilen İzak Rabin 1994 yılında Nobel Barış ödülünü aldıklarında barış sürecinin mimarı olarak selamlanıyorlardı.[5]
Savaş ve barış kavramlarının birbirine karıştığı bu süreçte uluslararası sistemdeki, Filistin ve İsrail’de ki, Orta Doğu coğrafyasındaki dönüşümünden bağımsız değildir.
Barış Arafat ya da Rabin istediği için uluslararası sistem iki kutupluluktan farklı bir yapılanmayı evirildiği için, İsrailliler ve Filistinliler artık savaş istemedikleri için FKÖ’nün barışın bir iktidar mücadelesinin sonlandıracağını düşünmesiyle gündeme gelmiştir.
Barış çalışmaları 1990’lı yıllarda başlamış ve ortaya çıkmasında İsrail’in yaşadığı sınıfsal dönüşüm ve buna bağlı olarak işgal politikasının farklılaşması olduğu ileri sürülmüştür.
Filistin sorunu, Birinci Dünya Savaşı Sonrasında Osmanlı Devletinin dağılması sürecinde arta kalan büyük güçler arasındaki sömürge paylaşım savaşlarından kalma anlaşmazlıklardan biri olup son 60 yılda dönüşüm bakımından çözümü zor çatışmalar sıfatına girmektedir.
İsrail-Filistin sorunu özellikle 1967 savaşından sonra barış çalışmalarının özel ilgi alanına girmiştir. Böylece sayısız çalışmaların merkezi olmuştur.
Burton ve Kelman’ın ilk problem çözümü çalışma grupları İsrailli ve Filistinli katılımcılar ile gerçekleşmiş, saha çalışmaları yapılmış, kapsamlı bir barış süreci denemesi gerçekleşmiş ve bu sorunun araştırmacılara çatışma çözümü yöntemlerinin tamamının test edildiği bir sosyal laboratuar ortamı sunmuştur.
Bu açıdan İsrail-Filistin anlaşmazlığı, Kıbrıs ve doğu Timur sorunları gibi barış çalışmaları alanının önemli bir parçası haline gelmiştir.[6]
Çatışmanın çözümü için nasıl adımlar atılması gerektiği konusunda Filistin’de okullarda eğitim sistemleri incelenmiş, çeşitli müzakere simülasyonları yapılmış ve sayısız eser ortaya konmuştur.
Çalışma neticesinde ortaya konan en temel ihtiyacınsa kimliklerin tanınması sorunu olmuştur. Barış çalışmalarındaki engellerin başında tarafların birbirlerini reddeden ulusal kimlik tarifleri barış yapılmasında engellerin başında gelir.
İsrail-Filistin sorunu, Oslo barış sürecinin temel ilkesi olarak kabul edilen ‘barış için toprak’ ilkesinin gerektirdiği gibi sadece bir toprak paylaşımı sorunu değildir. Sadece paylaşım sorunu olsaydı sorunun bugüne kadar çözümlenmiş olması gerekirdi.
Sorun temelde Filistin halkı ile Filistin’e göç eden Yahudi halk arasında bir toplumsal savaş gibi görünse de gerçekte Filistin Milliyetçiliği ve Siyonizm’in toprak, kendi kendini idare hakkı ve devlet olma eksenindeki bir mücadeledir.
Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin BM’in 1947’deki 181-II sayılı kararıyla tarif edilen sınırların ötesinde kurulmasıyla 1948’de şekillene Filistin meselesi, 1967 savaşında Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ün de işgaliyle bugünkü görünümünü almıştır. [7]
İşgal edilen topraklarda Yahudi yerleşim yerlerinin açılması neticesinde anlaşmazlık derinleşmiş, Filistin Milliyetçiliğinin gelişimiyle Filistin-Siyonizm milliyetçiliği çekişmesine dönüşmüştür.
Çatışma aynı topraklar üzerinde hak iddia eden bu yaparken de birbirlerinin varlığını ve meşruiyetini sorgulayan iki halk arasında olmuştur.
Çözüm arayışları ise bugün için bugün için BM kararları doğrultusunda iki devletli çözüm formülüne odaklanmıştır. Filistin direniş hedefini tüm Filistin’in kurtarılmasından, Batı Şeria ve Gazze de bağımsız bir devlet kurulması yönünde çevrilmiştir. İsrail’in ise. Bu konuda net bir tavrı olduğunu söylemek güçtür.
Realist perspektiften bakacak olursak; ulusal güvenlik, self-determinasyon ilkesi (kendi kaderini tayin edebilme hakkı) ve statükoyu koruma zorunluluğu Orta Doğu’daki güvensizliğin, düzensizliğin ve savaşların sürmesine sebeptir ve sebep olmaya devam edecektir.
Uzun yıllar süregelen ve halen de devam eden çözüm arayışları çoğu zaman Filistin-İsrail sorununu içinden daha da fazla çıkılmaz bir hale sokmuştur.
Orta Doğu yüzyıllardır savaşlara, acılara ve düzensizliğe sahne olmuştur. Habil ile Kabil’den beri yani kanın toprağa ilk düştüğü andan itibaren Orta Doğu güç ve hâkim olma savaşlarının arenası haline gelmiş, politik, stratejik, ekonomik ve kültürel olarak tüm devletlerin özellikle ABD’nin ilgisini ve planlarını bu yöne doğru çekmiştir.[8]
Özellikle bu konuda Arap dünyasından hem de Batılı devletler tarafından öne sürülen anlaşmalar ve çözüm arayışları göze çarpar.
Barış hazırlayan koşullar sürecinde İsrail’deki sınıfsal değişimlerden ve ekonomik nedenlerden kaynaklandığı kadar Filistinlilerin ve özellikle FKÖ’nün hem uluslararası hem de bölgesel alanda meydana gelen değişimin etkisiyle geçirdiği dönüşümünden de kaynaklanmıştır.
FKÖ özellikle 1967 işgalinden sonra 1970’lerde Filistin davasındaki en önemli aktör olduğu görülmektedir.
FKÖ’nün politikası İsrail’in Filistin topraklarında gayrimeşru bir varlık olduğu tezi yönündedir.
Fakat çeşitli faktörlerin etkisiyle 1980’lerin sonunda, FKÖ’nün liderliği Filistin’in siyasi bağımsızlığını ve devlet kurma amacını gerçekleştirmek için daha faydacı ama daha az devrimci bir rol oynamaya yönelmiştir.
1990 sonrasında Filistin-İsrail çatışmasının niteliğini değiştiren, FKÖ ve Arafat’ı İsrail’e barış masasına oturmaya zorlayan süreç Filistin’in içyapısındaki değişimlerden kaynaklandığı kadar uluslararası sistemin yeniden yapılanmasından da etkilenmiştir.
Dolayısıyla barış süreci, bir anlamda dış dinamiğin etkisiyle FKÖ ve Arafat’ın ‘devrimci’ politika anlayışlarının kaymasının ve sistemin içine çekilişinin hikâyesiydi.[9]
Özetle şöyle bahsedecek olursak İsrail-Filistin çatışmasında barış sürecini hazırlayan koşullarda öncelikle; İsrail ekonomisin deki dönüşüm, ABD’ nin soruna yaklaşımı, Birinci İntifada Filistin direnişi ve FKÖ’nün Dönüşümü, Soğuk Savaşın sonu, Körfez Krizi ve FKÖ, İsrail-Filistin Ekonomisindeki değişim ve ihtiyaçlar bunlara etki edebilir.
SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEMDE BARIŞ SÜRECİ
Filistin sorunu ile İntifada tekrar uluslararası gündeme taşıyan Arafat, İsrail’e barış yapılaması yönünde girişimlerde bulunmuştur.
Özellikle 1988’de FKÖ, çatışmanın bütün tarafların BM’in beş daimi temsilcisinin gözetiminde bir uluslararası toplantıda bululmalarına yönelik teklifte bulunmuştur.
ABD ile FKÖ arasında resmi diyalogun başlamasıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), BM gözetiminde bir barış konferansı için çağrıda bulunmuştur. FKÖ ile barış masasına oturmak istemeyen İsrail köşeye sıkışmıştır.
AET’nin barış konferanslarına yönelik kararlı tavrından sonra, BM’nin 1989 tarihli 44/42 sayılı kararı yürürlüğe konmuş ve barışa yönelik ciddi bir ortak tavır belirlenmiştir.
Fakat BM’nin bu girişimleri Sorun’la ilgili bir uluslararası konferansın düzenlenmesine yetmemiştir.[10]
Filistin ile FKÖ arasındaki barış girişimlerinin seyri, 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ile değişmiştir.
Filistin Sorunu’nda intifada ile elde edilen kazanımlar, FKÖ’nün ve Arafat’ın, Irak’ın Kuveyt’i işgalinde Saddam Hüseyin yanında yer almaları sebebiyle kaybedilmiştir.
Zira 1987 yılında başlayan İntifada, İsrail’i köseye sıkıştırmışken, Kuveyt’i işgal eden Saddam’a, FKÖ’nün destek vermesi Arap Devletlerinin tepkisine neden olmuştur. Bu durum uluslar arası Platformda İsrail’in elini güçlendirmiştir.[11]
Arafat’ın Irak’ın Kuveyt’i işgaline destek vermesinin nedeni, yaptığı barış önerisinin reddedilmesidir. Bu yüzden Arafat ikili ilişkileri güçlendirmeye başlamıştır.
Arafat, barış önerisinin reddedilmesiyle yaşadığı başarısızlık atmosferiyle Irak’ı yegâne alternatif olarak görmüş ve Saddam’ın gücünden yararlanarak İsrail’i barış masasına oturmaya ikna edebileceğini düşünmüştür.
Körfez Krizi’nin barış sürecine etkisi barış sürecinin taraflarına etkisi şeklinde gerçekleşmiştir.
FKÖ, Batı sempatisinden uzaklaşmıştır. Arap Devletleri, Irak’ı desteklediğinden dolayı FKÖ’yü cezalandırmak için dikkatlerini HAMAS’a çevirmiştir.
Dolayısıyla İntifada ile ortaya çıkan HAMAS, Körfez Kriziyle yükselişini sürdürmüştür.
OSLO BARIŞ SÜRECİ
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve Körfez Krizinden sonra ABD öncülüğünde gerçekleştirilen Madrid Konferansı ile başlayan İsrail-Arap görüşmeleri, dolaylı olarak İsrail ile Filistinliler arasında doğrudan müzakere sürecini tetiklemiştir.
Madrid Konferansı sürecinde ABD’de yaşanan seçimlerden dolayı ABD çözüm için yeterince çaba sarf etmemiştir.
Fakat daha sonra Bill Clinton’un gayretiyle görüşmeler Washington’da yeniden başlamıştır. Bu konferansta barışın iki dönemde gerçekleşmesi benimsenmiştir.
İlki, 5 yılı kapsayan geçiş dönemiyken ikincisi ise bu 5 yıldan sonraki nihai dönemdir. İsrail geçiş döneminde Filistin özerk dönemine kısıtlı yetkiler vermeyi hedeflerken, Filistin ise geçiş döneminde de İsrail’in icra ettiği bütün yetkileri benimsemiştir.
Washington’daki görüşmeler ABD ve İsrail tarafına yapılacak bir barış anlaşmasında Arafat’ın mutlak olması gerektiğini göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Norveç aracılığıyla farklı kanallardan gelişen müzakereler sonunda FKÖ ile İsrail 1993’te Oslo anlaşması olarakta bilinen Prensipler Anlaşması olarak Washington’da imzalanmıştır.
Bu anlaşma tarafların bundan sonra sürdürecekleri müzakerelerin çerçevesini belirleyen, görüşmelerin hangi prensipler ilkesinde yürütüleceğini belirleyen bir metindir.
Prensipler anlaşması, Filistin’de beş yıl için geçici bir özerk yönetim kurulmasını onaylarken Filistin tarafından güvenlikle ilgili bazı yükümlülükler getirmiş ve nihai statü müzakerelerinin de bu sürenin sonunda yapılması kararına varılmıştır.
Bu anlaşma İsrail-Filistin sorununun dört temel konusu olan mülteci durumu, Kudüs’ün statüsü, sınırlar ve Yahudi yerleşim yerlerinin tanımlarını ve bunun yanında bir barış sürecini sağlamasıdır.
Oslo İlkeleri, Filistin’in önceki dönemdeki adımlarının sonucu olarak ciddi bir finansal krizin görüldüğü; ekonomik sıkıntılar ve Madrid Konferansından beri devam eden ikili görüşmelere rağmen işgal edilen topraklarda herhangi bir çözüme ulaşmamaktan ve İntifada’nın getirdiği şiddet ort******* bunalmış halkın Filistin’de İslami hareketlere daha çok destek vermeye başladığı bir dönemde imzalanmıştır.
İsrail de bu İslami hareketlerden çekinerek barış görüşmelerinde FKÖ’yü daha çok ön plana çıkarmanın kendi yararına olduğunu anlamıştır. “Barış için toprak” formülünü benimseyen İzak Rabin’in başbakan koltuğuna oturmasıyla da barış görüşmeleri hızlandı. [12]
İsrail yerleşimlerinde çalışan Filistinlilerden toplanacak gelir vergilerinin tamamını Filistin yönetimine aktarma yükümlülüğüne giriyordu. Ancak uygulamada bu İsrail için bir yükümlülükten çok bir koz haline dönüştü.
Buralardaki vergi toplama yetkisini elinde bulunduran İsrail Filistinlilerle çatışmaların çıktığı dönemlerde bu vergilerin transferini durdurarak Filistin Otoritesini zor duruma düşürmeye çabalamıştır.
Ancak bu da Oslo İlkeler Bildirgesi’nin ve transferlerin durdurulamayacağını açıkça belirten Paris Protokolü’nün ihlali anlamına gelmekteydi.[13]
İlkeler Bildirgesinin ardından 29 Nisan 1994’te imzalanan Paris Protokolü ekonomik ilişkileri kapsıyordu.
1993’te imzalanan bu anlaşmayı takiben taraflar, İsrail’in işgal ettiği toprakların bir bölümünden çekilmesini, Filistin yönetimine bırakacağı topraklar ve sorumluluklara dair anlaşmalarda imzalanmıştır.
Bunlarda ilki 1994’te Kahire’de imzalanan Gazze-Eriha anlaşmasıdır. Detaylı bir çekilme içeren ve OSLO-II olarak bilinen anlaşma Eylül 1995’te Taba’da imzalanmıştır.
İsrail’in Batı Şeria’nın % 13’ünü Filistinlilere bırakmasına dair bu anlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre sonra İsrail başbakanı İzak Rabin’in öldürmesiyle süreç askıya alınmıştır.
Yerleşimcilere göre gerçekleştirilmiş böyle bir bölge tasnifinin yarattığı sorunların en belirgin görüldüğü yer El Halil olmuştur. 100 bin Filistinlinin arasında yaşayan 400 İsrailli yerleşimcinin yarattığı potansiyel tehdit bir camiye yapılan silahlı saldırıyla somut olarak görülmüştür.
Bunun ardından bölgeye BM gözetim birliği yerleşmiş; 1997’de de El Halil Protokolü imzalanmıştır.
El-Halil Protokolü zaten Oslo-II ile oluşturulan kantonlardan biri olan El-Halil’i kendi içinde de Filistin yönetimine bırakılan H1 bölgesi ile İsrail denetimine bırakılan H2 bölgesi olmak üzere ikiye böldü.
H2 bölgesinde 40 bin Filistinli ile birlikte yaşayan 400 Yahudi’nin korunması da böylece sağlanmış oldu.
İsrail her zamanki gibi bu antlaşmayla yerleşimciler sorununu çözmek yerine yerleşimcilerin durumunu bulundukları bölgelerde sağlamlaştırmak yolunu seçti.[14]
Filistin-İsrail barış görüşmeleriyle başlayan süreç 2000‘li yıllarda yeniden çatışmaya dönüşmüştür.
Anlaşmalar İsrail’in işgal bölgelerinden çekilmesi yerine, varlığını bu topraklar üzerinde tamamen kurması durumunu yarattığından yedi yıl boyunca yapay bir şekilde dondurulmuş olan çatışmalar Filistin halkının 2000’de ayaklanmasıyla tekrar gündeme gelmiştir.
İkinci İntifada’dan önce barış sürecindeki en büyük anlaşmazlıkların su yüzüne çıktığı Camp David görüşmeleri sürecin çöküşünü hazırlayan koşulları yaratan son zirve olmuştur.
BARIŞ SÜRECİNİN SONU
A. Camp David Görüşmeleri
Oslo Barış görüşmeleri ve sonrasında yapılan görüşmelerde taraflar Kudüs, Filistinli mülteciler gibi konuları, geçici dönem sonrasına bırakmıştır.
Bu sorunlarla ilgili nihai statü geçici dönem sonrası yapılacak barış görüşmeleriyle şekillendirmeyi planlamışlardır. Geçici dönem sona ermiş ve bu konuda hala ciddi adımlar atılmamıştır.
Bunun yanında Rabin sonrası iktidara gelen ve barışa karşı olduğunu açıkça ortaya koyan Netenyahu’nun 1999 yılında yapılan seçimleri kaybedip yerine Ehud Barak’ın kazanması için umut olmuştur.
Yapılan görüşmelerde Filistin egemen bir devlet olmak için talepte bulunurken İsrail ise bu isteği kısmen kabul etmiştir. İsrail, kurulacak Filistin Devleti’nin askeri güçten arındırılması şartı öne sürmüştür.
Görüşmelerde Barak, Gazze ve Batı Şeria’nın Filistin kontrolüne bırakılmasını kabul etmiştir.
Barış için yaşanan bu önemli gelişmelere rağmen Oslo görüşmeleriyle başlayan süreçte ele alınmayan iki taraf içinde hayati konular nihai bir barış anlaşması için Camp David’de ele alınmıştır.
Camp David zirvesi taraflar arasında neredeyse tüm konuların en üst seviyede konuşulup tartışıldığı ve birçoğunda küçümsenmeyecek gelişmelerin kaydedildiği bir zirvedir.
Kudüs sorunu dışında taraflar çok iyi bir performans sergileyerek önemli konularda büyük ölçüde uzlaşmışlardır.
Ancak Zirve’de, plan ve öneriler bir bütün halinde tek bir paket olarak taraflara sunulduğundan Kudüs’te uzlaşma Sağlanamadığı için diğer konularda da varılan uzlaşma ve alınan kararların herhangi bir hükmü kalmamıştır.[15]
2000 yılında Camp David’de nihai statü görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasına kadar devam eden sürece bakarsak, bu anlaşmanın hayata geçirilmesine dair, bu çalışmanın sınırlarına sığdırılması zor başka protokoller ve memorandumlar da vardır.
Özetle söylemek gerekirse, Oslo süreci çeşitli barış inşası için yapılan çabalar, yoğun müzakerelere sahne olan, arabulurcukların öne çıktığı önemli bir barış denemesi olmuştur.
Fakat yapılan tüm iyi niyetli çabalara rağmen bu girişim iki taraftaki hem sürecin içindeki hem de dışındaki barışı bozucu güçler tarafından engellenmiştir.
Sürecin en büyük eksikliği ise sorunu sadece bir paylaşım sorunu olarak görmesi, asıl önemli olan kimlik dönüşümünü es geçmiş olmasıdır. İsrail-Filistin sorunu ‘kimlik üzerinde müzakerelerin yapılması gereken bir çatışmadır.
İsrail-Filistin sorunu iki halkın, iki kimlik grubunun varoluş mücadelesidir. Taraflar birbirlerinin varlığını ve kimliğini, kendi etnik gruplarının kimliğine ve varlığına bir tehdit olarak görmektedir.
Bir tarafın kimliği ve kimliğine bağlı olarak tarihsel tezleri ve anlatımı, diğer grubun o topraklar ve kaynakları üzerindeki hak iddiasına karşı çıkmaktadır.
Kimlik meselelerine mesafeli duran ama başta iki tarafın birbirini tanımasıyla başlayan Oslo Süreci, iki toplumdaki temel unsurların uzun vadeli çıkarları ile yakın vadeli yerel hedeflerinin farklılaşması ve davranışlarının değişmesi sayesinde hayata geçebilmiştir.
Görüşmelerin başında iki taraf da müzakerelerin anlamlı olmasının iki tarafın liderlerinin karşılıklı olarak birbirlerinin ulusal haklarını ve kimliğini tanımasıyla olacağını anlayarak bunu gerçekleştirmeye yönelmiştir.
Bu tanıma, iki tarafın da sorunu uzun yıllar boyunca “sıfır toplamlı bir çatışma” olarak gördüğü için dirençle karşılaştığından kolay olmamıştır.
Müzakere sürecinde paylaşılması ile sorunu çözmesi umulan toprağın, çatışan iki tarafın ulusal kimliği için ne ifade ettiği sorunu yeterince değerlendirilememiştir.
Bu nedenle büyük ölçüde, toprak paylaşımına bağlı çözüm arayışı tarafları sonuca ulaştıramamıştır.
“Toprağın devamlılığının, ülkenin bütünlüğünün, ulusal kimlik ve güvenlikle ilişkisi bu açıdan düzgün bir şekilde değerlendirilmemiştir.
Camp David görüşmeleri sırasında Filistinlilerin kendilerine sunulan toprak ve egemenlikle ilgili öneriler, bu anlamda belirsizliğe sürüklenmelerine yol açmıştır.
İki taraf da sürecin sonunda varılacak anlaşmanın doğuracağı sonuçların kendi ulusal varlıklarını tehdit edeceği endişesine kapılmış, bu nedenle iki taraf için de tek geçerli yol şiddete dönüş olmuştur.”[16]
Schulz, ulusal kimlik inşasının Oslo‟da ki müzakerelerin yöntemini ve içeriğini nasıl etkilediğini; kimlik, korku ve güven meselelerinin Prensipler Anlaşması‟nın imzasından sonra nasıl değerlendirildiğini; Camp David görüşmelerinin şiddete sürüklenilmesinde nasıl bir etki yaptığını incelemiştir.
Schulz, “korku ve belirsizliğin aynı anda kimliğin biçimlenmesinde ve yeniden şekillenmesinde etkili olduğunu, dolayısıyla şiddete geri dönüldüğünü” savunmaktadır.
Kimlik konusu üzerinde duran araştırmacılardan Nadim Rouhana da İsrail-Filistin çatışmasında kimlik boyutunun asıl ağırlık noktasını oluşturduğunu savunmaktadır.
Bu çatışma, iki tarafın aynı gerçekliğe farklı anlamlar yüklemesi dolayısıyla kilitlenmiştir. İki tarafta da „mağduriyet‟ tarihi gözlemlenmektedir. Bu anlayış tarafların tarih anlatımında açıkça görülmektedir.
Yakın tarihi anlatırken Yahudiler soykırımı, Filistinliler ise sömürgeciliği çatışmanın içine çekmektedir. Filistin tarafının tarih anlatımına bakıldığında Yahudi yerleşimcilerin Filistin topraklarını işgali ve Filistin halkının evsiz, yurtsuz bırakılması öne çıkmaktadır.
Siyonist tarih ise binlerce yıl önce topraklarından sürülen ve “geri dönerek vatanlarını kurtaran” bir halktan söz etmektedir.
Siyonist tarihe göre yerel halk bu durumu hazmedemeyerek tepki göstermiş ve ortaya çıkan bu “Arap saldırganlığı” sonunda Siyonistler kendini müdafaa etmiş, sonuçta Filistinliler mülteci durumuna düşmüştür.
Taban tabana zıt bu iki tarih anlatımının açık bir çaba harcamadan uzlaştırılması mümkün değildir. Çünkü Yahudilerin Filistin anlatımını kabul etmesi, İsrail Devleti‟nin “suç üzerine kurulduğunu” gösterecek ve tezlerini gayri meşru duruma düşürecektir.
Siyonist tezini kabul etmek ise Filistinlileri kendi topraklarına yabancılaştıracaktır.
Görüldüğü gibi iki taraf arasında diğerini dışlayıcı bir meşruiyet algısı bulunmaktadır. Bu anlatıların altında, ötekinin gelip kendisini evinden, toprağından atacağı korkusu ve sürekli tehdit algısı yatmaktadır. Bu da nihai taviz ve uzlaşma dürtüsünü yok etmektedir.
B. İKİNCİ İNTİFADA
Filistinliler yıllardır süren İsrail işgalinin, baskı politikalarının, sürgünün ve halk gasplarının ortadan kalkmasını beklemiştir.
II. İntifa ile birlikte 1993’ten beri İsrail’in işgalinin son bulmasına yönelik düzenlemeler gerekmesi yerine imzalanan her belgeyle Filistin’in İsrail’e bağlılığı artmış ve aşmaya çalışılan barış süreci ağır darbe yemiştir.
Camp David görüşmelerinin sonuçsuz kalmasından kısa bir süre sonra İsrail’de muhalefetteki Likud Partisinin lideri Ariel Sharon’un çok sayıda güvenlik gücünün aldığı önlemler eşliğinde tahrik edici Mescid-i Aksa ziyareti barış umutlarının azalmasına yol açmış ve bölgede tansiyonun iyice yükselmesine neden olmuştur.
28 Eylül 2000 tarihinde yapılan bu ziyaret barış girişimlerine darbe vurma amacı taşıyıp tamamen siyasi, taktik ve sonucu önceden tahmin edilmiş bir girişimdir.
Taraflar arasında tırmanan şiddet ve karşılıklı yok etme kampanyası barış için gerekli olan güven ortamını ortadan kaldırmıştır.
Zaman içerisinde asimetrik savaşa dönüşen çatışma, İsrail açısından bir işgalin sürdürülmesi, Filistinliler açısından da var olma mücadelesi haline gelmiştir.
İkinci İntifada, birincisinin aksine Filistinlilere karşı uluslararası bir tepki doğurdu.
Birinci İntifada sırasında Filistin Sorunu, kaybettiği uluslararası ilgiyi geri kazanmış; silahlı İsrail askerlerine karşı sapanla mücadele eden Filistinliler büyük sempati toplamıştı.
İkinci İntifada sırasında HAMAS’ın da Filistinliler arasında giderek daha fazla taraftar kazandığı görülür.
10 yıldır görüşmeleri sürdüren FKÖ’nün Filistinlilere bekleneni verememesi üzerine tavizsiz ve radikal tutumunu sürdüren HAMAS hiç olmadığı kadar destek bulmuştur.
FKÖ de kitleleri karşısına almamak için HAMAS’ın kontrol etmeye başladığı İntifada’yı durdurmama politikası izlemiştir.
FKÖ’nün bu tutumuna karşılık İsrail’de saldırganlığını Birinci İntifada’dakinden çok daha ileri bir boyuta taşımış; Gazze dahil birçok şehri bombalamış, en basit çözülebilecek çatışma durumlarında bile gerçek mermi kullanmıştır.[17]
Sonuçta, İsrail’in Filistinlilerin taleplerini görmezden gelerek kendi belirlediği, tek taraflı barış koşullarının Filistinlilerce kabul edilmeyeceği anlaşıldı.
Barış getirmesi beklenen süreç daha şiddetli çatışmalarla sonuçlanmıştır.
Kısaca Oslo barış sürecinde Madrid Konferansı, Oslo ilkeler Bildirgesi, Paris Protokolü, Gazze –Kahire Antlaşması, Oslo II-Taba Antlaşması, El Halil Protokolü ile İsrail-Filistin çatışmasında belli bir barış süreci yaşanmış ve barış sürecinin sonucunda Camp David Görüşmeleri, İkinci İntifada, barış süreci sonunda İsrail-Filistin Ekonomik Durumu gibi alanlarda çalışmalar yapılsada tüm çabalar tam bir barışı sağlamak yerine sorunları devam ettirmiştir.
Barış çalışmaları perspektifinden çalışmalar sürmesine rağmen halen kalıcı bir çözüm bulunamamıştır.
Barış sürecini canlandırma girişimlerine rağmen, 28 Eylül 2000 tarihinde meydana gelen bir olay, barış sürecinin çökmesine ve Filistinlilerle İsrail arasında eskilerine oranla daha şiddetli çatışmaları içeren El Aksa İntifadası’nın başlamasına sebep oldu.
Barış süreci sona erdiğinde İsrail ekonomisi güçlü bir dönem yaşarken, Filistinliler ise İsrail’e artan bağımlılık ve İsrail’in ekonomik baskıları sonucu 10 yıl öncesine göre ekonomik açıdan daha zor bir dönem geçirmiştir.
Yedi yıllık barış süreci boyunca İsrail ekonomik açıdan birçok avantaj elde ederken, 1967 işgaliyle başlayan Filistin’in İsrail’e ekonomik bağımlılığı daha da arttı.
Oslo süreciyle İsrail kendini Filistin iş gücüne olan bağımlılığından kurtarırken Filistin ekonomisinin İsrail’e olan bağımlılığı daha da arttı.
İsrail’in yerel iş gücüne artık gereksinimi kalmadı, işgal topraklarının 1993’ten sonra kapatılması ve dışarıdan Yahudi olmayan göçmen işçilerin getirilmesi bu gereksinimi ortadan kaldırmıştı.
Filistinliler 1990 öncesindeki koşullardan daha kötü durumda yaşamaya başladılar. İsrail uyguladığı tecrit politikasıyla Filistinlileri neredeyse “getto”lara hapsederek herhangi bir ekonomik faaliyette bulunmalarını engelledi.
En önemlisi de Filistinlilerin ticaret yapmalarına engeller koyarak zaten bütünlüklü bir ekonomik altyapısı olmayan bölgenin mal ihtiyacını kendine bağladı.
BARIŞ SÜRECİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ortadoğu barış süreci nihai bir barış anlaşmasıyla neticelenemese de bazı noktalarda atılan adımlardan dolayı umut verici olmuştur.
Tarafların barış için sarf ettikleri çaba gelecek için barış umutlarının korunmasına neden olmuştur.
Sorunun görüşmelerle çözümlenememesinde en önemli faktör olarak karsımıza taraflar arası güvensizlik çıkmaktadır.
Ayrıca yaklaşık bir asırdır süren bu çatışmayı masa basında kısa sürede çözmekte mümkün değildir.
Özellikle iki taraf içinde de yer alan radikal unsurların varlığı dikkate alındığında sorunun çözümü kolay, süresi de kısa değildir.
Bütün bunlara rağmen uzun bir müzakere sonucu herhangi bir barış anlaşması ortaya çıkmasa da bazı önemli gelişmeler olmuştur.
İsrail ve ABD tarafından Filistin’in meşru temsilcisi olarak tanınmayan FKÖ, barış sürecinde tanınmış, müzakereler FKÖ temsilcileriyle sürdürülmüştür.
Yapılan zirve görüşmelerine ise bizzat Filistin tarafından Arafat katılmıştır. Burada belirtilmesi gereken önemli bir hususta ABD’nin yaklaşımıdır.
Barış sürecinde ABD ve özellikle Clinton’un girişimleri barış için yoğun caba sarf ettiklerini göstermektedir.
Fakat Filistin-İsrail çatışmasında taraflar arasında çok orantısız bir güç dengesi söz konusudur.
Bu orantısız güç dengesi de ancak ABD’nin dengeleyici faktörüyle asılabilir. Görüşmelerde ABD tarafı İsrail’i dengelemek bir tarafa bazı önemli konularda İsrail’in yanında yer alarak Filistin tarafının ABD’ye olan güven duygusunu yitirmesine yol açmıştır.
Ayrıca İsrail içindeki barışa karsı olan radikal grupların eline “ABD’nin bütün çabalarına, İsrail’in ciddi tavizlerine rağmen Arap tarafının tutumu yüzünden barış görüşmeleri neticelenememiştir” imajının verilmesi, sorunun çözümünde daha içinden çıkılmaz bir hal almasına neden olmuştur.
Camp David Zirvesinin sonunda açıklama yapan Clinton, görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlandığını belirttikten sonra, müzakereler esnasında Arafat’a oranla daha esnek bir pozisyon takındığı için Ehud Barak’a teşekkür etmiştir.
Müzakerelere katılan temsilcilerin müzakerelerdeki tutum ve davranışları, barış sürecinde etkili bir diğer önemli husus olmuştur.
Filistinli Müzakerecilere göre İsrail tarafı güçlüdür, güçlü oldukları için verecek tavizleri daha çoktur.
Böylece müzakerelerde veren taraf İsrail olması fikrini geliştirmişlerdir. İsrail tarafı ise bu zihniyet dünyası ile bas etmenin mümkün olmadığı görüsündedir.
Filistinlilerin müzakereleri çıkarlar yerinde değerler düzlemine çekmesi müzakereleri çıkmaza sokmaktadır. Belirtilmesi gereken bir diğer hususta önerilerin geri çekilmesidir.
SORUNUN DÜNYA AÇISINDAN ÖNEMİ
Filistin sorununa ilişkin yapılan en yaygın hatalardan biri sorunun taraflarını İsrail ve Filistin olarak belirlemek ve diğer aktörlere sorunda ikincil rol vermektir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından itibaren bölgede yaşanmaya başlayan mücadele bölgesel ve küresel güçlerin en önemli gündem maddesi olmuş ve sorunun gelişimini büyük ölçüde bu güçlerin soruna nasıl dâhil olduğu belirlemiştir.
Bu bağlamda Filistin sorununda etkin olan Filistin halkı ve İsrail devleti dışında kalan aktörler üç kategoriye ayrılabilir.
İlki bölgeye komşu olan ve sorunun direkt içerisinde bulunan Mısır, Suriye, Ürdün ve Lübnan, ikincisi Türkiye, Irak, İran ve Suudi Arabistan gibi Filistin sorununa coğrafi olarak komşu olmasa da sorunun gelişiminde önemli belirleyiciliği olan diğer bölge ülkeleri ve son olarak da küresel güçler olan ABD, Sovyetler Birliği (daha sonra Rusya), Avrupa Birliği ve Çin gibi ülkeler.
Sorunun dış aktörlerini sadece devletlerle sınırlandırmak da sakıncalıdır. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi üç önemli dinin kutsal bölgelerinin genelde bu coğrafyada özelde Kudüs’te toplanması soruna ayrı bir boyut katarken, özellikle Batı’daki sivil toplum kuruluşlarının ve küresel çapta yayın yapan kitle iletişim araçlarının da bölgeye ilgisi önemli boyutlarda olmuştur.
İran’da yaşanan 1979 devrimiyle birlikte İslamcı akımların güçlenmesi Filistin sorununa Hamas ve İslami Cihad gibi aktörlerin dâhil olmasına katkıda bulunurken, 1991 Körfez Savaşı’nın ardından Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin FKÖ’ye yönelik ekonomik yardımı durdurması barış sürecinin başlamasında önemli bir etken olmuştur.
Bu direkt etkilerin dışında Türkiye’nin İsrail’le belli dönemlerde yakınlaşması belli dönemlerde ise mesafeli bir ilişki içine girmesi İsrail yönetiminde politika değişikliklerine neden olurken, İran’ın Filistinli radikal gruplara yönelik desteği bu grupları güçlendirerek Filistin içi dengeleri bazı dönemlerde değişime zorlamıştır.
Bölge ülkelerinin aksine, küresel güçlerin sorundaki belirleyiciliği daha fazladır ve bu güçlerin tavırları sorunun dünü, bugünü ve geleceği üzerinde bölgesel güçlere oranla daha fazla bir etkiye sahiptir.
Öte yandan küresel güçlerin politikalarının daha istikrarlı bir görüntü arz etmesi ve kısa vadeli gelişmeler doğrultusunda değişiklik göstermemesi bunların bölgesel güçlere oranla Filistin sorunundaki etkilerini daha da artırmaktadır.
Bugün için Filistin sorununu büyük ölçüde etkileyen iki küresel güçten bahsedilebilir.
Bunlardan ABD kuruluşundan bugüne İsrail yanlısı bir politika izleyerek sorunun mevcut durumundan önemli ölçüde sorumlu iken, Avrupa Birliği ABD ekseninde başlayan Filistin politikasını zamanla ABD’den bağımsızlaştırmış ve sorunun taraflarına yönelik nispeten dengeli bir politika izlemeyle başlamıştır.[18]
SONUÇ
Büyük güçlerin özellikle 20. yüzyıl başlarında dikkatlerini yoğunlaştırdığı Ortadoğu, yaklaşık bir asırdan fazla bir zamanda iç karışıklıklar, savaşlar, ihtilaller ve terörle anılır hale gelmişlerdir.
Özellikle de bu bölgede zengin yer altı kaynaklarının tespit edilmesiyle emperyalist güçler ülkenin ulusal sınırlarında heterojen bir yapı oluşturacak şekilde bölünmeye gitmişlerdir.
Görüldüğü gibi İsrail-Filistin sorunu aslında basit bir paylaşım sorununun çok ötesinde bir sorundur.
Bu nedenle bu sorunu klasik bir kaynak paylaşımı ve değişimiyle çözülmesi mümkün değildir.
Geçmişi neredeyse yarım asrı bulan barış çalışmalarının ortaya koyduğu bilgiler bu tür anlaşmazlıkların, sosyal dönüşüm gerektiren ve ulusal kimliklerin yeniden tarif edilmesini sağlayacak büyük siyasi projelerle çözülebileceğini ortaya koymaktadır.
Soğuk Savaş boyunca şiddet ve savaş ile yoğrulan İsrail-Filistin sorununun 1990’larda evirilmesi incelendiğinde tarafların karşılıklı şiddet dolayısıyla dayanılması zor açmazlara sürüklenerek birbirlerinin varlıklarını tanımaya yöneldikleri görülmektedir.
Taraflar problem çözümü yöntemi ile masaya oturduktan sonra ciddiyet kazanan ve ulusal müzakereye dönüşen Oslo müzakereleri, Prensipler Anlaşması’nın imzalanmasından sonra farklı boyutlarda 7 yıl boyunca devam etmiştir.
Görüşmeler sonunda iki devletli çözüm ilkesi, gerek taraflar açısından gerekse üçüncü ülkeler ve uluslararası toplum tarafından genel kabul görür hale gelmiş gibi görünmektedir.[19]
Fakat bu sorun çözümü kendi üzerinde nasıl gerçekleşeceği yönünde anlaşmazlıklar nihai bir sonuca ulaşmasına engel olmuştur.
İsrail açısından büyük bir kesim hala iki devletli çözüm konusunda emin olmamışlardır.
Bugün iktidarda bulunan Likud Partisi iki devletli çözümü kabul etmemiştir. Benzer olay Filistinde’de 2006 yılında seçimi kazanan Hamas İsrail’i tanımayı reddetmiştir.
Nihai çözüm üzerindeki bu muamma barış sürecinin çökmesinin en önemli etkenlerinden biridir. İkincisi ise temel ihtiyaçların belirlenmesi konusunda bir ortak görüşün sağlanamamasıdır.
Filistin tarafı kendi bağımsız kimliğinin tanınmaması, mültecilerin evlere dönüş hakkının verilmemesi işgal koşullarının sürmesi ve normal bir gündelik yaşantının tesis edilememesi, açık ve gizli şiddetin devam etmesi Oslo Süreci ile aşılamamış, İsrail bu konuda Filistin tarafına yeterli güvence verememiştir.
İsrail’in ise bu süreçteki en büyük beklentisi ve temel ihtiyacı güvenliktir. İsrail süreci tamamen kendi güvenliğini sağlayacak düzenlemelere odaklamış, Filistin tarafının beklentilerine bu yönde karşılık vermeyerek kendi taleplerine yoğunlaşmıştır.
İsrail güvenlik ile ilgili düzenlemeleri her aşamada pazarlık konusu haline getirmiştir. Ortak bir dil, ortak bir vizyon sağlanamamıştır.
Barış süreci diğer birçok parametrenin yanında İsrail’deki sınıfsal dönüşümün ve uluslararası kapitalizme eklenme çabasının bir ürünü olarak çıkmıştır.
İsrail’de yaşanan ekonomik değişim 1990′ların başında uluslararası konjonktürün ve Filistin’deki iç dinamiklerin dönüşümü ile birleşerek 7 yıllık müzakere sürecinin doğuşunu hazırlamıştır.
Fakat tarafların eşit olmadığı, İsrail taleplerinin Filistinlilere dayatıldığı ve her anlamda sömürünün devam ettiği bu yıllar aslında sürecin çöküş tohumlarını da içinde bulunduruyordu.
Taraflar kimlik dönüşümü konusunda da üzerlerine düşeni yapmamışlardır.
Şiddet kültürünü yok etmek veya kısıtlamak için gerekli adımlar atılmamıştır.
Filistin tarafı halkın elindeki silahları toplamamış; okullarda, televizyonlarda direniş ve şahadet konularının işlenmesini desteklemiş ve bir anlamda her an silahlı mücadeleye dönüş kapısını açık tutarak bu durumu bir pazarlık konusu haline getirmiştir.
İsrail de Filistin tarafının bağımsızlığını tanımamış, Kudüs’teki semtlerin, köylerin isimlerini Yahudi tarihine uygun olarak değiştirmiş ve bunu dayatarak Filistin kimliğini hiçe saymıştır.
Özellikle İsrail’de değişen hükümetler süreci bir diğerine aktarılamamıştır.
Filistin tarafı da bunun yanında intihar saldırıları düzenleyen örgütleri zaman zaman kontrolü dışında tutup yeni saldırıların olmasına engel olmamış İsrail kamuoyundaki güvensizliği pekiştirmiştir.
Özellikle de şiddeti azaltacak ve barış içinde sisteme geri dönecek kurumsal yapılar oluşturamamışlar.
Barış süreci yedi yıl boyunca bağımsız bir Filistin devleti kurma yolundaki koşulları yaratma iddiasını taşısa da bu koşulları oluşturmaktan ziyade Filistinlileri daha fazla bağımlı kılacak ekonomik ve siyasal alt yapıyı meydana getirmektedir.
Barış sürecinde sürekli yara alan ekonomik açıdan durumu daha da kötüleşen Filistinliler için yeniden ayaklanma yani El-Aksa İntifadası kaçınılmaz olmuştur.
Dolayısıyla El-Aksa İntidasının Filistinlilerin barışı reddedişi değil barış sürecinin bir sonucu olduğu görülmektedir.
Bugün için Filistin sorunu en basit ifadeyle, iki farklı topluluğun benzer mekânlar üzerinde hak iddia etmesinden kaynaklanmaktadır.
Söz konusu sorun tüm yönleriyle bir güvenlik sorunudur.
Dolayısıyla İsrail-Filistin sorununa yönelik çözüm arayışları, barış çalışmaları tüm bu faktörleri göz önüne almadan sonuçlandırılabilecek bir mesele değildir.[20]
İsrail üzerinde etkili olabilecek tek büyük güç olan ABD yönetiminin yapıcı bir rol oynaması büyük önem taşır ve Amerikan yönetimi genellikle kendi stratejik ne toplu durum el ihtiyaçlarına göre barış sürecine hız vermek girişimlerinde bulunmuştur.
İsrail-Filistin sorunu barış çalışmalarının bir uluslararası anlaşmazlığa çözüm konusunda neler yapılabileceği ve neler yapacağı konusunda yapılan çalışmaların hangi noktaya odaklanması gerektiği konusunda önemli veriler vermektedir.
Görünen odur ki müzakerelerin yürütülmesi, barışçı ilişkileri yürütecek kurumların inşa edilmesi, görüşülecek konuların belirlenmesi ve daha pek çok konuda önemli ilerlemeler sağlayan barış çalışmaları, güvenlik sorunlarının çözümü ve güç dengelerinin sürece doğru ve yapıcı bir şekilde yansıtılması konusunda eksiktir.
Barış araştırmacılarının biraz da bu noktayı irdelemesi gerekmektedir.
İsrail-Filistin sorununun yeniden çözüm sürecine girmesi de bu meseleyle, yani güç dengelerinin doğru yansıtılması ve tarafların bunu hazmetmesiyle ilgili görülmektedir.
Taraflar son 10 yıldır müzakereler yerine tek taraflı adımlarla sorunu değilse de sorunlarını çözmeye çalışmaktadır.
İsrail tek taraflı adımlarla, duvar inşa ederek, işgali derinleştirerek, kendi güvenlik durumunu iyileştirmeye çalışmakta Filistin tarafı ise tek taraflı bağımsızlık ilanı ve kurumlarının uluslararası toplum tarafından tanınmasını sağlamaya çalışarak kimliğini teyide çalışmaktadır.
Bu bilek güreşi düşük bir ihtimal de olsa tarafları yeniden masaya oturmaya itebileceği gibi iyiden iyiye ayrılığa da sürükleyebilecek gibidir.
Sonuç olarak Filistin meselesi, çözümü zor ve çözülmediği her gün her 2 tarafa da maddi manevi kayıplar verdiren bir problemdir bu problemin çözülmesi öncelikle bölge için sonrada dünya için huzur vesilesi olacaktır.
Arabuluculuk faaliyetleri halen sürmektedir ancak sosyolojik ve dinsel unsurlarıyla katı bir meseledir.
KAYNAKÇA
Armaoğlu, Fahir. Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları 1948:1988. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1991.
Aras, Bülent. Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye. İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1997.
Burhan, Ali. Filistin-İsrail Çatışması ve Hamas. ( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, 2008.
Bakar, Çağrı. Savaş Barışa Dâhil: Oslo Barış Süreci Çerçevesinde İsrail-Filistin Sorunu. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi.
Balcı, Ali. İsrail Sorunu: Orta Doğu’nun Gordion Düğümü. Sakarya Üniversitesi, Uluslar arası İlişkiler Bölümü.
Bayraktar, Bora. Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu. İstanbul Kültür Üniversitesi.
Evans, Graham, ve Jeffrey Newnham. Uluslararası İlişkiler Sözlüğü. İstanbul: Gökkubbe, 2007.
Özkoç, Özge. “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-İsrail Sorunu.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 3: s. 168-192.
Taşdemir, Fatma. “İsrail-Filistin Sorunu’nun Selfdeterminasyon Hakkı Çerçevesinde Analizi.” Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, sayı 2(2000): s.209-226.
[1] Ali Burhan, Filistin-İsrail Çatışması ve Hamas, ( Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslar arası İlişkiler Anabilim Dalı, Isparta 2008), s. 1.
[2] Fatma Taşdemir, “ İsrail-Filistin Sorununun Self determinasyon Hakkı Çerçevesinde Analizi,” Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F Dergisi, Sayı 2 (2000): s. 209.
[3] Bülent Aras, Filistin-İsrail Barış Süreci ve Türkiye ( İstanbul: Bağlam Yayıncılık, Ekim 1997), s.163.
[4] Özge Özkoç, “ Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-İsrail Sorunu,” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 64, Sayı 3: s. 168.
[5] Özkoç, a.g.m., s. 169.
[6] Bora Bayraktar, “Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu,” İstanbul Kültür Üniversitesi Dergisi, s, 261.
[7] Bayraktar, a.g.m., s. 262.
[8] Aras, a.g.e., s. 163
[9] Özkoç, a.g.m., s. 175.
[10] Aras, a.g.e., s. 70-71.
[11] Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Orta Doğu, ( İstanbul: Yeni Şafak Gazetesi Kültür Armağanı, 2003), s. 233.
[12] Çağrı Bakar, Savaş Barışa Dahil: Oslo Barış Süreci Çerçevesinde Filistin-İsrail Sorunu, Ankara Üniversitesi S.B.F., s. 8.
[13] Veysel Ayhan, “Filistin Direnişinde Siyasal İslam,” Ortadoğu Etütleri, Cilt 1, Sayı 1(Temmuz 2009): s. 120.
[14] Bakar, a.g.e., s. 12.
[15] Burhan, a.g.e., s. 109.
[16] Bayraktar, a.g.e., s. 260-264
[17] Bakar, a.g.e., s. 15.
[18] Ali Balcı, “ İsrail Sorunu: Ortadoğu’nun Gordion Düğümü, “Sakarya Üniversitesi, Uluslar arası İlişkiler Bölümü, s. 139-140.
[19] Bayraktar, a.g.e., s. 266.
[20] Balcı, a.g.e., s. 145.