Dünya, Kuşan hanlığının azametini I. yüzyılda öğrendi; ünlü hükümdar Kanişka, Türkleri meşhûr etti. Bereket versin ki, onun gerçek adı, bugüne kadar muhâfaza olunmuştur (sikkeler üzerinde Kanerka olarak yazılıdır).
Filozof, şâir, parlak bir komutan ve yönetici olan Han Erke, Türk kültürünü kimsenin yapamadığı kadar yükseltti. Onu, Şarkta zirveye çıkardı. Onun huzûrunda, Türk sözünü, sesleri titreyerek telaffuz ediyorlardı. O kadar kutsal bir sözdü.
Han Erke, 78 yılında Kuşan hanlığı tahtına oturdu; onu 23 yıl yönetti. Bilge hanın en birinci silâhı, ne taş, ne ok, ne örme demir zırhtı; sâdece söz idi. Dünyânın en kudretli sözü: Tanrı. Kendisine ve bütün Türk dünyâsına zaferler kazandıran asıl oydu.
Han Erke, Şarka Tengri inancını hediye etti.
Törenleri ve duâları çok güzel bilmesi ve kendi öğretisi ona yardım etti. Onun dili, güzeli ve doğruyu seslendirirdi; saatlerce onu dinlerlerdi. Hükümdar, çok geniş bilgili bir kişiydi. Yabancılar-Türkler için değerli olan şeyin altın, dalkavukluk, diğer insanlar üzerinde hâkimiyet kurma olmadığını, Şarkın insanları hanın konuşmalarıyla, mâkul politikasıyla öğrendiler. Onlar için değerli olan hareketler ve asâlet idi. Hükümdar, milletin yüzü, zâtı idi. Ona inandılar. Demek oluyor ki, millete inandılar.
Han Erke, her kişiyi, kendisi ve akrabâları için, cenneti ve cehennemi bizzat kendi davranışlarıyla Dünyâda iken hazırladığına bilgece inandırdı. Kendi musîbetlerinden ve felâketlerinden kimseyi sorumlu tutamayacağını, o öğretti. Sâdece kendisini. Çünkü Tanrı, sen ne kadar hak ediyorsan o kadarını tam olarak veriyor.
İşte o, İlâhî Mahkeme; dünyâdaki en âdil mahkeme… Olan şu: Sonsuz Mâvi Gökün altında sâdece sen, senin hareketlerin ve onları yargılayan Tanrı. Geriye kalan her şey o kadar da mühim değil. Yeni dinin ana-fikri son derece basitti: İyilik yap, dünyâ sana daha iyi olsun.
Bu saf hakîkati kavrayan insanlar, onu kabûl ettiler. Ki, başka hiçbir millette benzeri bilgelikler yoktu. Türklerin mânevî/rûhî kültürüne bu çekici geldi… Her şey senin ellerinde. Sâdece bunu hatırla.
Türkler, meselâ, ruhların ebedîliğine, ölümden sonra kendilerinin tamâmen değişeceklerine inanmışlardı. Herkes, gelecek hayatta en koyu günahkârın bile bütün günahlarını affettirebileceğini öğrenmişti. Şimdiki hayatta ona şans ve ümit verilmişti. Tengriye olan bu inanç, insanların ruhları güçlendirdi; fedâkârlığa dâvet etti.
Han Erke, bıkıp usanmadan, Kurtuluşun davranışlarda olduğunu öğretti.
Türklerin Tengri adına yaptıkları âyin/tören, yabancıları hayretler içinde bırakmıştı. Bu, gerçekten azametli idi. Tam bir tören havasındaydı. Gök Tanrının adı çabuk unutulmadı. Törenin ayırdedici husûsiyetleri vakurluk ve düzenlilikti. Öyle ihtişamları, öyle şatafatları, pagan dünyâ bile bilmiyordu. Onlardan haberdar değillerdi.
Türkler, putperestlere başka bir gezegenden gelmiş yabancılar gibi gözüktüler. Onların her şeyi iyi ve saf idi; onun için, Altayı, Şarkta Cennet, Yeryüzü Cenneti, kendilerini ise, Âriler olarak isimlendirdiler Bu ad (Hindistandaki Şambxkala gibi) Türk milletinin ana-vatanının adı olarak binlerce yıldan fazla yaşadı; oradaki atlılar hakkında efsâneler düzdüler.
Kuşan şehirleri Han Erke döneminde, çanların melodik sesleri altında uyandılar: Din adamları, milleti sabah duâsına çağırdılar… O heyecan verici dakîkalar hakkında, belki sâdece tahminde bulunulabilir.
Ne yazık ki, onlar hakkında çok az şey biliniyor. Bu çanlar tam nasıldı? Onları çalanlar nasıl görünüyorlardı? Şimdi kimse bilmiyor. Fakat çanlar var idiler (bu, kazılardan biliniyor). Hattâ, bizzat çan kelimesi, mümkündür ki, tam bu uzak yıllarda ortaya çıktı. O, eski Türk dilinde Göke çağrı mânâsına geliyordu. Kelimesi kelimesine: Göke duâ edin. Ve insanlar duâ ettiler.
Onlar, duâ tören-âyinlerini mâbetlerin etrâfında ulu Gök Tengrinin altında kutladılar… Bir zamanlar Altayda, kutsal dağların etrâfında tıpkı böyle duâ ederlerdi. Mâbetleri, kalıntılardan anlaşıldığına göre, ufak yapmışlardı. Önceleri, bu mâbetler kutsal dağları hatırlatma vazîfesi gördüler; sonra mîmarlık nesnesi oldular.
Mâbetin iç hollerine girmek yasaktı. Sâdece din adamları, onlar da çok kısa bir süre için, girerlerdi. Fakat, onlar bile orada nefes alma hakkına sâhip değillerdi…. Kutsal yerdi!
Diğer milletlerin âdetleri başka türlüydü. Orada inananlar mâbetlere giriyorlardı. Mümkündür ki, Türkler bu geleneği sonradan benimsediler (bunun veya diğer kültürlerin gelenekleri nasıl geliştiklerini, bâzılarının yerlerini niçin başkalarına bıraktıklarını bugünün ilmi fazla aydınlatamıyor.)
Duâdan önce semâvî buhur/günlük yakmak âdettendi. Buhuru taslar (buhurdan) içinde yakıyorlardı. Eski bir Altay efsânesine göre, pis/kötü güçler, tütsü kokusuna dayanamıyorlardı. (Tören/âyin, eski Türk dilinde savuşturmak/vazgeçirmek, ürkütüp kaçırmak mânâsına gelen kadıt kelimesiyle adlandırılıyordu.)
Tanrıya, alçak bir sesle şarkılar söyleyerek duâ edilirdi. Koro, Gök Tanrıyı ululayan ilâhî melodileri belîğ bir şekilde terennüm ederdi. Bu şarkı-duâlar ırmaz olarak isimlendirildi. (Kelimesi kelimesine bizim şarkılarımız.)
Her yerde Türklerin mânevî/rûhî kültüründe Tengrinin eşkenar (dört kolu aynı uzunlukta) haçı vardı. Ona Şarkta vadjra dediler…
Han Erke, inançların yayılmaları için güç kullanmaktan kaçınmadı. Şark kavimlerinin anılarında kalan hâdiseler… Büyük hâdiseler. Tengri-nin haçları, o zamânın Kuşan hanlığı döneminin Türk şehirlerinin ve mâbetlerinin yıkıntıları, arkeologların gözlerinden kaçmadı, bunlar biliniyor.
O sırada Tengriye inanmayan insanların ruhlarını kaplayan inanılmaz kargaşa hakkında sâdece tahmin yürütmek mümkündür. Onlar, haddinden fazla baskılar altında olduklarından şaşırdılar. Kendi zaaflarına mağlûp olarak, ıstırap çektiler.
Tabiî, ülkedeki demirin, mükemmel bir ordunun ve refahın -Tanrı için yapılan törenler gibi tam olmasa da-, Türk kültürünün mümtaz yüceliğine inandırdığını unutmamak gerekir. İşte Altayın, sonra da Kuşan hanlığının, Şarkın mânevî/rûhî merkezi oluşunun sebebi. Türklere, onların ana-vatanına, cennete gelir gibi geldiler… (Söz açılmışken, çok eski zamanlara âit coğrafya haritalarında, Altayın gerçekten Yeryüzü Cenneti olarak isimlendirildiği biliniyordu.) Buraya diğer kavimlerin elçileri geldiler; onların kültürünü öğrendiler. Kuşan hanlığındaki yabancılar için Kandahar sanat mektebi ve mânevî/rûhî eğitim merkezleri açtılar. Anlaşılan, bu merkezlerin benzerleri Altayda da vardı.
Altayda, zamânında Mûsânın arkasından buraya gelen Yahûdî Yeşua tahsil görmüştü. Bu konudan Kurânda dolaylı olarak söz ediliyor. Bu Yeşua, sonra Roma İmparatorluğuna, Gök Tanrının atlıları ile ilgili haber götürdü. Onun sözü, Hristiyanların en birinci kitâbı olan Apokalipsiste yazılıdır. Bundan dolayı, onu İsus Hristo (Îsâ) olarak adlandırdılar… Veya, Tanrının Yakını, yâni Tanrıyı gören kişi!
… Kuşan hanlığının hükümdarlarının sık gelen ve istenen misâfirleri, Hindistanın ve Tibetin din adamları oldular. Olmamaları da mümkün değildi; çünki Han Erke, Keşmiri kutsal şehre, hac mahalline dönüştürmüştü..
Altaylı hacıların Keşmirde kendi mâbetleri vardı; orada Türk dili hiç susmadı. Anlaşılan, bu, hâlâ meşhûr olan Altın Tapınak idi.
Han Erke, gücünü ve zamânını hayırlı işlere verdi; bu, bütün Türk dünyâsına cömertçe ürünler getirdi. Budanın taraftarları IV. Konsüllerini Keşmirde topladılar. Buraya Şarkın çok meşhur Budistleri toplandı. Onlar, Tengri adını ve onun öğretisini burada tanıdılar, ki bu öğretiler, Budizmin yeni muhtevâsını (mahayana) doldurdular.
Yeni tören/âyinlerin metni, bakır levhalar üzerine yazıldı; bunlar çok geçmeden, Çinde, Tibette, Moğolistanda Budizmin kutsal metinleri oldular (ve hâlâ duruyorlar)… Bu levhalarla, daha doğrusu, IV. Konsülle, Budizm dîninin, daha sonra lamaizm adını alan yeni bir kolu doğdu.
Şarkın büyük eğitimcisi Han Erke, bilgeliğiyle, kendisine müttefikler buldu. O, Budistlerce kutsal şahsiyetlerden sayılıyor; adını duâlarda zikrediyorlar; sâdece Türkler, kendi meşhur hanlarını hatırlamıyorlar.
… Bereket versin ki, bu yüce insanı diğer milletler hatırlıyorlar.
MURAD ADJİ