Uzaktan bakıldığında güzelliklerini pek ele vermeyen adanın içine düştüğünüzde, ‘hayal mi, gerçek mi’ ayırt edemeyip,sizi kuşatmasına izin veriyorsunuz.
Anadolu’da bir Türk köyü veya Ege’de bir Yunan adası sanki… Bir yanda beyaz badanalı taş Rum evleri, diğer yanda cumbalı renkli ahşap Türk evleri… Limandaki lokantalardan yükselen Yunan müziği ve hemen karşısında kahvelerden duyulan musikiler… Kiliseden yükselen çan sesi ve minarelerde ezan. Kapı önlerinde oturup sohbet eden Rum kadınları, bağlarda çalışan Anadolu kızları… İşte böyle bir çeşitleme Bozcaada.
Eskiden İstanbul’dan Bozcaada’ya gitmek için sabah çok erken saatlerde çıkıp, Geyikli İskelesi’nden feribot kuyruğuna girmek gerekirdi. İroniktir; devlet tersanelerinde gemi yapamadığından olsa gerek, işi özel sektöre devredince şimdi sıklıkla sefer yapılıyor. Yıllar öncesinde yine böyle bir kuyrukta beklerken yanımdaki araçta Bozcaada’nın müdavimi gazeteci Haluk Şahin’in okuduğu metne kulak misafiri olup, istemeden de olsa bilgi sahibi olmuştum. Kendisi gibi şimdi de birçok sanatsever filozof ve aydın insan Anadolulu ozan Homeros’un anısına, ‘Ozanın Günü ve İlyada Okumaları’ adıyla temmuz ayının ilk hafta sonu etkinlikler yapıyor. Elbette her yıl düzenlenen ve günden güne efsaneleşen ‘bağ bozumu’ şenliklerini de unutmayalım. Bunlar dikkate alınırsa adanın en güzel zamanları, orada olmak için bahane çok. Bozcaada deyince akla üzüm ve şarap gelir. Bu yüzden adanın büyük bölümü üzüm bağlarıyla kaplı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde ‘buradaki gibi güzel çavuş üzümü dünyanın hiçbir yerinde yetişmez’ diyor.
Feribot adaya yanaştığında etrafta bulunan birçok adam ve kadın tarafından kuşatılıyorum.
“Pansiyon lazım mı?”
“Araba ister misiniz?”
“Ucuz kalacak yerim var abicim, taze balık var, ahtapot var…”
“…!”
İliada da yazıldığı üzere; Yunan donanmasının ünlü cengaveri Akhillius’un adayı talan edip erkekleri kılıçtan geçirmesi, kadınları ise köle olarak dağıtmasını düşünüyorum. Tam da onun gibi bir kaos var meydanda. Herkes birbirini kesip biçmiyor ama ortam bir savaş alanından farksız.
Tenedos’un sandığı
Gözüm denizden gelen büyükçe bir sandığa takılıyor. Yavaş yavaş iskelenin solundan balıkçı kayıkları arasında kalıyor. Kıyıya doğru yönelip ona yaklaşmamla beraber… Şaşırtıcı biçimde içinden biri atlayıp birkaç adımda yanıma geliyor.
“Ben denizler tanrısı Poseidon’un çocuklarından Kykros’un oğlu Tenes! Artık bu ada benim.”
“Ama…! Tamam senin olsun da nasıl oldu, ne oldu? Anlamadım ki”
“Alçak kavalcı bir çoban bana iftira attı. Ben ki; Babam Kykros’a sonradan eş olan analığıma göz koymuşum. Bir oğul babasına, anasına bunu yapar mı? Ceza olarak beni bu sandığa atıp denize bıraktılar. İşte buraya kadar geldim.”
Tenes, kendi etrafında şöyle bir tur atarak duruyor. Sonra ellerini adaya doğru açıp, yunanlı savaşçılar gibi ayağını hızlıca yere iki kere vuruyor.
“Babamı lanetliyorum! Ama büyük babam Poseidon’un adına; bundan sonra bu adanın ismi Tenedos olacak.”
Onun bu sinirli haline aldırmadan soruyorum: Peki baban işin aslını öğrenip, seni affederse ne olacak?
Gözlerini büyüterek bana doğru eğiliyor… Nefesini yüzümde hissederken:
“Hiçbir şey! Onun gemisinin halatını kesip geldiği gibi geri göndereceğim. Ve bu adaya artık hiçbir kavalcı giremez! Hiçbir kavalcı…”
Arkamdan gelen geminin sireni ile bir göz açıp kapama aralığında Tenes kayboluyor. Kıyıda duran sandığa tekrar bakıyorum. Biraz önce yaşadığım olayın nedeni olan tahta sandık aslında sadece kırık bir domates kasasından ibaret. Yine de aklıma takılıyor: Tenedos ile olan düşsel konuşmam kim bilir… Bugün bile adada çobanların kaval çalmaması acaba bu yüzden olabilir mi?
Bozcaada kitap olsa
Oradan uzaklaşırken limanın sol tarafında iki caminin çevresine yerleşmiş Türk mahallesini adımlıyorum. Sonrasında Rum evlerinin arasında, taş sokaklar üstünde, yaşamın içinden geçiyorum. Yorulduğumu hissettiğimde akşamüzeri olmuş bile.
Meydandaki narin kahveye oturuyorum. Elimde tuttuğum yazı da Herodot; Perslerin İÖ 5. yüzyılda adayı işgal edip tüm halkı öldürdüklerini söylüyor. Sonra aynı şeyi bu sefer Büyük İskender Perslere yapıyor. Arkasından Romalılar, Bizanslılar, Ortaçağın sonlarında Venedikliler ve Cenevizliler derken rekabet o kadar artıyor ki bir süre sonra ada, mecburen silahsız ve insansız hale getiriliyor. 1455 yılında Osmanlı egemenliğine girmesiyle Rumlar ve Türkler adada beraber yaşamaya başlıyor. O zamanlar Rumlar çoğunlukta tabii. Bugünlerde ise adadaki Rum sayısı çok çok azalmış durumda.
Bozcaada, tıpkı Troya savaşında olduğu gibi 3 bin yıl sonra Çanakkale savaşlarında da Anadolu’ya saldıran donanmanın üssü olarak kullanılıyor. Troya’yı savunan Anadolu insanının, tahta bir at içindeki hileyle, Yunan donanmasına yenilme hikâyesi bilinir. Ama Troya’ya saldıran bu donanmanın Bozcaada’nın batısındaki koyda gizlendiği pek bilinmez. Yine Çanakkale’yi yarıp geçmek isteyen İngiliz ve Fransız savaş gemileri de 18 Mart 1915 sabahı Bozcaada önünden yola çıkıyor ve aynı gün hiç beklemedikleri bir yenilgiyle yine Bozcaada’ya sığınıyorlar. Hatta Habbele denen bölgede bir hava üssü bile kurulup askeri lojistik sağlanıyor. Ada, Lozan antlaşmasından sonra Türkiye topraklarına katılıyor.
Dionysos’a kurban edilen kız
Kitabımı okurken zaman su gibi akıp gidiyor. Kahveden kalkarken yanıma gelen sarı saçlı mavi gözlü bir kız çocuğu, elinde kırmızı domates reçeli dolu bir kavanoz uzatıyor bana:
“İster misin?”
“Kaç para istiyorsun reçele?”
“Para istemez benimle gel”
Kızın arkasında Rum mahallesine doğru gidiyorum. Mahalle 1900’lü yıllarda ciddi bir yangınla harap olup sonradan Amerika’dan gelen bir mimar tarafından toparlanıyor. Taş binalar içinde begonviller, mor salkımlar, sardunyalar arasından geçiyoruz. İki katlı ahşap kapılı beyaz boyalı büyük bir evin önünde duruyoruz. Kız kapıdaki pirinç tokmağı iki kısa bir uzun kodla çalıyor. Küçük bir beklemeden sonra kapı açılıyor. Karşımdaki siayah başörtülü kadına ‘merhaba’ diyorum.
Ağlayan gözlerle bana bakıyor.
“Kalimera, merhaba!”
İç avluda ciddi bir kalabalık var. Taş bir sunağın etrafında toplanmış bekleşiyorlar. Birazdan içlerinde en yaşlı, rahip kılığında olan bir adam bir şeyler mırıldanmaya başlayacak. Sonrasında bana kapıyı açan kadın, sarışın kızı yanımdan alıp, gözlerinden yaşlar boşanırcasına ağlayarak sunağa yatırıyor. Rahip, beyaz elbisesinin altından yalın bir kılıç çıkarıp öpüyor.
“Aman Allahım!”
O an anlıyorum; Dionysos törenlerindeyim.(*) Eskiden okuduklarım aklıma geliyor; Çocuk kurban etme geleneği. Akıllarından geçenlere izin veremem. “Ne yapacağım? Bir yol olmalı…”
Bu sırada avlunun hemen yanında bir ahırdan gelen sesleri fark ediyorum. Ne yapacağımı düşünürken istemdışı hareketle koşarak ahıra giriyorum. İçeride henüz yeni doğmuş bir dana yavrusu var. Kucağıma alıp dışarı doğru hamle yapıyorum ama o an aklıma bir şey geliyor; Ayakkabılarımı çıkarıp danaya giydiriyorum. Avluya gidip sunağın kenarına hayvanı bırakıyorum. Bunu gören yaşlı rahip irkilerek geri çekiliyor ve ellerini açıp gökyüzüne bağırıyor;
“Gel Dionysos, kutsal, tapınağına denizden gel. Boğa ayağınla koşarak, üç güzel kız kardeşle tapınağına gel.”
Sarışın kız sunaktan inerken, küçük dana sunağa yatırılıyor. Kızı alıp çıplak ayakla koşarak oradan uzaklaşıyorum. Ağlamaklı gözlerinde aslında korkudan eser yok. Elinde tuttuğu domates reçeli kavanozunu bana uzatıyor: “Efharisto poli, çok teşekkürler.”
Teşekkürler Bozcaada, bana kattığın değerler için teşekkürler. Senin sayende aklım evrildi ve senin sayende inandığım her şeyi sorgulayabiliyorum. İyi ki varsın ve iyi ki oradasın.
(*)Dionysos törenleri
ESKİ Yunanda Dionysos’a, şarap tanrısı, sonra bitkilerin ve son olarak ölüm ve hayatın yenilenmesinin tanrısı olarak tapılmıştır. Dionysos’un efsanevi karakterinin boğa ile temsil edildiği görülür. Bu yüzden ona kurban olarak hayvanlar verilirken, bazı yerlerdeki Dionysos törenlerinde; bir hayvan yerine bir insanın parçalandığı da söylenir. Yunanistan’daki bazı bölgeler ile Khios (Sakız) ve Tenedos’daki (Bozcaada) söylencelerine göre; Dionysos’a, çocuk kurban etme töresi yerini daha sonraları keçi ve yeni doğmuş dana yavrusuna bırakmıştır.
Yine söylenceye göre; Yunanistan’ın Orkhomenos bölgesinde kurban edilecek çocuk, Oleiae adı verilen belli bir ailenin kadınlarından alınır. Her yıl yapılan şenlikte Dionysos rahibi elinde yalın bir kılıçla bu kadınları kovalar ve bunlardan birini yakalarsa öldürme hakkına sahip olurdu. Bununla birlikte, insan kurban etme geleneğinin bir zamanlar, kurban edilen hayvana bir insan gibi davranıldığının yanlış yorumlanması olarak da düşünülebilir. Örneğin Tenedos’taki seremonide; Dionysos’a kurban edilecek yeni doğmuş bir danaya potinler giydirilip, anne ineğeyse doğum halindeki bir kadına gösterilen özen gösterilirdi.
(Arkeolog ve eski çağ tarihçisi Öznur Kayhan’a teşekkürlerimle)
pix.gifMURAT SELÇUK