Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in zâhirî terbiyesi ve bâtınî tesiri öyle bir iksirdi ki, daha evvel yarı vahşi, çoğu insanlıktan habersiz bir câhiliye toplumunu, çok kısa bir sürede insanlık tarihinin hâlâ gıpta ettiği “sahâbe” hüviyetiyle hayâl edilmez bir mertebeye ulaştırdı. Onları, tek bir dîn, bayrak, hukuk, kültür, medeniyet ve idâre altında bütünleştirdi.
Cahil ve câni insanları kültürlü; vahşi kimseleri medenî; mücrim ve süflî karakterli kişileri müttakî, yani Allah sevgisi ve korkusu ile yaşayan fevkalâde sâlih kimseler hâline getirdi.
Asırlar boyu kayda değer bir tek adam yetiştirememiş olan câhiliye toplumu, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in irşad ve rûhâniyeti sâyesinde ulvî vasıflarla bezenmiş pek çok insan çıkardı. Ve bunlar, taşıdıkları feyzi, birer îman, ilim ve irfân meş’alesi hâlinde dünyanın dört bir bucağına taşıdılar. Çöle inen nûr, sonsuzluğu gölgesine alarak bütün insanlığa hak, adâlet ve füyûzât tevzî etti. “Levlâke levlâke”[1] sırrı zâhir oldu. Kâinâtın yaratılış gâyesi tahakkuk etti.
ASR-I SAADET İNSANLARI
İnsanlık âlemi için en mükemmel bir örnek olan Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişen Asr-ı Saâdet insanları, bir mârifet toplumu idi. O devir, derin bir tefekkür devri, Cenâb-ı Hakk’ı ve Rasûlü’nü daha yakından tanıma devri idi. Sahâbî, düşüncenin ve idealin merkezine tevhîdi yerleştirip, kalpten dünyevî menfaatleri, yani ilâhları atmaya muvaffak oldu. Mal ve can, vâsıta hükmüne girdi. Îmânın lezzeti tadıldı. Merhamet enginleşti. Hizmet, hayat tarzı oldu. Büyük bir fedâkârlık ve İslâm şahsiyeti sergilendi. Bir hadis almak için sahâbî bir aylık yol gitti ve döndü. Atını kandıran râvînin hadîsini almadı.
Sahâbî, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’den ne almıştı?
1. İn’ikâs (Akislenme, yansıma, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme),
2. Akrabiyetin tahsîli (Allâh’a yaklaşma, O’nu kalpte tanıyabilme).
Bu sâyede onların hayâtında hayır ve hak, bütün güzelliği ile; şer ve bâtıl da bütün çirkinliği ile netleşti.
Ashâb-ı kirâmda Allah, kâinat ve nefs üzerinde yeni bir anlayış meydana geldi. Güneşin, küçük bir aynaya aksetmesi gibi, Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenme, gâyeleri oldu.
Medîne’de kurulan ve yaklaşık dört yüz âileden müteşekkil küçük İslâmî site devletinin hudutları on senede Irak’a ve Filistin’e ulaştı. Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in vefâtı esnâsında Bizans ve İran’la harp hâli yaşanıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki hâli, tavrı, yaşayış tarzı, refah seviyesi ve evlerinin hendesesi değişmemişti. Riyâzat hâlinde yaşamaya devam ettiler. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe toplumunun tanımadığı bir hayat tarzıydı. Onlar dâimâ; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır.” idrâki içinde idiler. Bu sebeple dünya nîmetlerini kendi nefislerine tahsis etmekten ve haddinden fazla kullanmaktan dâimâ kaçındılar. Îmânın lezzet ve heyecânı ile bu nîmetleri insanlığın hidâyet ve saâdeti için vâsıta olarak kullandılar. Hayatlarını Allâh’ın rızâsını kazanma istikâmetinde şekillendirdiler.
Nitekim İslâm’ın mazlum, ezilmiş, itilmiş ve sömürülmüş insan toplulukları arasında sabâhın fecri gibi süratle ve berrak bir şekilde yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın, ulaştığı her yerde mükemmel bir İslâm kimliği sergilemesi idi. Zira Allah Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarı ile bakan, diğergâm, dürüst, âdil, ganî gönüllü, risâlet nûru ile dolu müstesnâ mü’minlerdi.
Onlar dostluğun merkezine Allah ve Rasûlü’nü yerleştirmişlerdi. Böylece okuma yazma bilmeyen bir toplum, medeniyette zirveleşmişti. Bütün kalpler: “Allah bizden nasıl râzı olur, Rasûlullah bizi nasıl görmek ister?” diye ulvî bir heyecân içindeydi.
O insanlarla çağlar ve zamanlar şekillendi. İnsanlığa bir asr-ı saâdet ikram edildi.
Onlar, nefs-i emmârenin şerrinden kurtulup nefislerini sorgulayan bir mü’min hâline geldiler. Vahşî ve bedevî insanlar melekler misâli oldular.
İslâm hukûku metodolojisinin en mühim sîmâlarından Karâfî (v. 684):
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in başka hiçbir mûcizesi olmasaydı, yetiştirmiş olduğu ashâb-ı kirâm Allah Rasûlü’nün nübüvvetini ispâta kâfî gelirdi.” demiştir.
Onlar Kur’ân mûcizesinin canlı birer misâli idiler. Onlar firâset, dirâyet ve insanî değerleri temsilde zirveye ulaşmış, insanlığın fazîlet zirvesi olmuşlardı.
O devirde mü’mini kemâle erdiren akıl ve kalp fonksiyonları, büyük bir âhenk içinde ve müştereken kullanıldı. Mü’minde heyecan ve aşk unsuru canlı tutularak tefekkür derinleşti. İnsanlar bu cihânın bir imtihan dershânesi olduğunun idrâki içinde yaşadılar. Kalpler, ilâhî azamet ve kudret akışlarına âşinâ oldu. Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker için Çin’e, Semerkant’a ve arkadan gelenler de Endülüs’e kadar yolculuk etti. O câhiliye toplumu “gerçek bilenler”den oldu. Geceler gündüze döndü. Kışlar bahar oldu. Tefekkür gelişti, insan vücûdunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın ve meyvelerin yok kadar bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsâlleri üzerinde derin tefekkürler başladı… Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat, hakkı tevzîdeki derinlik, zirveleşti.
KUR’AN ENDEKSLİ HAYAT
Sahâbîler için hayâtın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlar oldu. Îdâm edilmek üzere iken kendisine üç dakîka zaman tanıyan nasipsiz bedbahta sahâbî teşekkür etti ve:
“−Demek ki tebliğ için üç dakikalık vaktim var.” dedi.
Velhâsıl ashâb-ı kirâm Kur’ân ile beraber ve Kur’ân için yaşadılar ve hayatlarını Kur’ân’a adadılar. Onlar tarihte görülmemiş bir gayret ve hizmet sergilediler. İşkenceye, baskıya, zulme mâruz kaldılar, lâkin inandıkları değerlerden asla taviz vermediler. Allâh’ın gönderdiği âyetleri yaşayabilmek için mallarını, mülklerini, yurtlarını bırakarak hicret ettiler, bu uğurda her şeylerini fedâ edebilmeyi bildiler.
Her bir âyeti gereği gibi öğrenme ve onu yaşama gayreti içinde oldular. Onlar en tehlikeli anlarda bile Kur’ân’dan ayrılmadılar. Peygamber Efendimiz’in bir sefer esnâsında nöbetçi bıraktığı Abbâd -radıyallâhu anh- ancak iki, üç okla yaralandıktan sonra nöbetçi arkadaşı Hazret-i Ammâr’a haber verdi. Ammâr:
“–İlk ok sana isâbet ettiğinde niçin haber vermedin?” deyince:
“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397)
Ashâb-ı kirâm Kur’ân eksenli bir hayat yaşıyordu. Dînin her rüknü, onlar için doyumsuz bir lezzet idi. Nâzil olan her âyet, onlar için sanki gökten inen bir sofra gibiydi. Bütün gayretler Kur’ân’ı telâkkî edebilmek, yaşamak, yani güzel bir numûne olabilmek içindi. Nikâh esnâsında bir sahâbî hanımın, mehir olarak kocasının kendisine Kur’ân’dan bildiği kısımları öğretmesini yeterli görmesi, onların îman heyecânını gösteren ne muhteşem bir fazîlet tablosudur.[2]
O sahâbîler gece kalkıp namaz kılmayı, seherlerde evrâd u ezkârlarını îfâ etmeyi ve Kur’ân okumayı sıcak yataklarına tercih ediyorlardı. Hattâ gece karanlığında evlerinin yakınından geçenler, arı uğultusu gibi zikir ve Kur’ân nağmeleri işitiyordu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara en zor şartlarda dahî Kur’ân tâlim ediyordu.
Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Ebû Talha -radıyallâhu anh- bir gün Efendimiz’in yanına varmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)
İşte onların meşgûliyeti Allâh’ın kitâbını anlamak ve öğrenmek, arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti.
Sahâbe-i kirâm, Allah Rasûlü’nü örnek aldılar, nihâyetinde Medîne-i Münevvere hâfız ve âlimlerle doldu.
İşte Asr-ı Saâdet böyle bir devir idi.
Acaba dünyadaki bütün psikologlar, sosyologlar, pedagoglar, sosyal-antropologlar, toplum mühendisleri, filozoflar ve emsalleri bir araya gelseler, asr-ı saâdet toplumunun kâ’bına varabilecek kıvamda yüce hasletlerle donanmış küçük bir toplum meydana getirebilirler mi? Ne mümkün? Farâbî’nin hayalinde kurduğu ideal toplum projesinden ibaret olan «Medînetü’l-Fâzıla» adlı kitabı bile sadece güvelerin ağızlarında yem olarak kaldı.
Dipnotlar:
[1] “Sen olmasaydın, Sen olmasaydın (kâinâtı yaratmazdım).” Bu hakîkati mânâ itibârıyla ihtivâ eden hadis için bkz. Hâkim, II, 672/4228. [2] Bkz. Buhârî, Nikâh 6, 32, 35; Fedâilü’l-Kur’ân 21, 22; Müslim, Nikâh, 76.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Emsalsiz Örnek Şahsiyet, Erkam Yayınları