Rus asıllı varoluşçu psikiyatr Yalom, Tolstoy’un ‘Anna Karenina’sından yaptığı bir alıntıyla ölüm korkusu karşısındaki uyanışımızın, gündelik hayatın sıradan görünen olayları arasında bulunabileceğini belirtiyor
Irvin Yalom’un Güneşe Bakmak Ölümle Yüzleşmek kitabı için masa başında oturduğum şu gün İlhan Berk ölüme kucak açtı. Uzun ömründe, beyninin kıvrımlarından geçip kaleminin ucuna damlayan binlerce ses, Yalom’un ‘dalgalanma’ diye adlandırdığı, nesillere ulaşma işini gerçekleştirmek için artık İlhan Berk’siz devam edecek yola.
Üstelik bu kitabı elime ilk kez alıp, cümlelerin arasına daldığım zaman yine bir başka şairin dizeleri hiç durmadan yankılanıyordu kulaklarımda:
Ölüm/ bir ipte sallanan bir ölü./ Bu ölüme bir türlü/ razı olmuyor gönlüm.
Belki de bu dizeler, ölümle ilk tanışmam. Okuma yazma bilmediğim günlerde bana okunan Nâzım şiirlerinin besmelesiydi çünkü Karıma Mektup. Nâzım’ı çevreleyen koşullar onun ‘bu ölüme’ razı olmayışını açıklamaya yetiyor mutlaka. Salt ölüme değil, ‘bu ölüme’ karşı bir isyandır aslında Nâzım’ınki. Peki başka ölümler? Hangisini olduğu anda öylece kabul etmek mümkün? Yine ölüm kelimesinin yanına arkadaş gelen dizelerden bir tanesi açıklıyor bunu.
Ölüyorum Tanrım/ Bu da oldu işte/ Her ölüm erken ölümdür/ Biliyorum Tanrım/ Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/ Fena değildir…/ Üstü kalsın! Ölümün zamanlısı, zamansızı olmadığı daha kuvvetli nasıl anlatılır? Anlatılır mı? Ama şiirin sonunda ‘güneşe bakıyor’ Cemal Süreya. İnsanın kendi ölümü karşısındaki olağanüstü gücünü sergiliyor hepi topu iki kelimeyle. “Üstü kalsın!”
Irvin Yalom’un ölümün, güneşin kör edici parlaklığı karşısında okurlarına ve ona danışanlarına söyletmek istediği sözcükler bunlar. Fransız düşünür Jean Paul Sartre’ın şu sözleri de Süreya ile aynı kaynaktan besleniyor: “Sessizce sonuma yaklaşıyorum… Kalbimin son atışının yapıtımın son sayfasına kaydedileceği kesindi ve ölüm yalnızca ölü bir adamı alacaktı.”
Yalom’un “ölüm anksiyetesini” olarak ifade ettiği duyguyu en iyi anlatan dizelerden biri Ingeborg Bachmann’dan:
… Ve çürüyenlerden yana değildir ihtişam
Tarih, yani bizim tanrımız, bir mezar hazırladı bizlere
bir daha göğe çıkışı olmayan bir mezar
Uzayın kocaman boşluğu içinde zerre kadar büyüklüğü olduğu bile meçhul dünyamızın tarihi, kara bir delik gibidir Bachmann’ın bu şiirinde. Onun sözcüklerinde ölümün, nihai yok oluşun karşısında varoluşun açtığı yara hissedilir belirgin şekilde. Tarihin karanlığı içinde kaybolup gitme korkusu vardır dizelerinin arka planında.
Belki az çok hepimizin kulağına çalınan bunca dizeyle Yalom’un, varoluşçu psikoterapi üzerine kurulu bu kitabı arasında bağlantılar birbirinden uzak görünüyor. Uzak görünen bu bağlantılara sapmama neden olan, Yalom’un da tüm dünyaca bilinen romanlardan ve şiirlerden verdiği örnekler.
Rus asıllı varoluşçu psikiyatr Yalom, Tolstoy’un Anna Karenina’sından yaptığı bir alıntıyla ölüm korkusu karşısındaki uyanışımızın, gündelik hayatın sıradan görünen olayları arasında bulunabileceğini belirtiyor. Ona danışan birine, terapi seansında Anna Karenina’nın kocası Alexey Alexandrovitch’in, karısının onu gerçekten terk edeceğini fark ettiği pasajı aktarıyor: “Şimdi bir köprüden sakin bir şekilde geçerken birdenbire köprünün yıkık ve aşağıda da bir uçurum olduğunu fark eden bir adamınkine benzer bir his duyuyordu. Uçurum hayatın kendisiydi, köprüyse Alexey Alexandrovitch’in yaşadığı yapay hayat.”
Acının getirileriİngiliz yazar Charles Dickens’ın Bir Noel Şarkısı romanındaki “açgözlü, yalnız, kötü ruhlu, yaşlı” Ebenezer Scrooge ise, Yalom’un ölüm karşısındaki uyanma deneyimine örnek oluşturan roman kahramanlarından. ‘Gelecek Noel’in Hayaleti’, Scrooge’u ziyarete gelir ve ona geleceğini, ölümünü, insanların onun ölümünü hafife aldığını gösterir. Bundan sonra Scrooge bambaşka merhametli, iyiliksever- bir kişiye dönüşür. Ölümü sonrası olacakları görmek, insanların onun ölümünü hafifsemesi, Dickens’ın karakterini ‘uyandırır’ ve hayatını anlamlı kılmaya çabalamasını sağlar.
Yalom’un bakışının sağlam temellerinden biri Amerikan tarzı ‘yükseliş’ modeline karşı muhalif tutumu. Hayatının ‘yukarı yönlü’ çizgisinden, eşinden boşanarak sapacağını düşünen bir kişinin durumuna karşı Yalom’un aldığı tutum bu eleştirisini açıklıyor: “Hep geliştiğimiz, ilerlediğimiz, yukarı doğru çıktığımız yanılgısı sık karşılaşılan bir şeydir. Batı medeniyetinin aydınlanma çağından beri var olan ilerleme fikri ve Amerikan tarzı yukarıya doğru hareket zorunluluğu bu yanılgıyı pekiştirmektedir.” Bütün bu ilerleyişin sonu olan ölüm de aynı şekilde korkutur çağdaş insanı.
Terapilerinin yönünü ise şu cümlelerde açıklıyor Yalom: “… Varoluşçu terapinin asıl duruşu acımızın, diğer umutsuzluk kaynaklarına ek olarak aynı zamanda insanın koşullarıyla varoluşun ‘getirileri’- kaçınılmaz şekilde yüzleşmemizden kaynaklandığını ileri sürer.”
Yalom’un ölüm korkusuna karşı temel dayanaklarından belki en önemlisi Epikouros. Filozof şöyle der: “Algılamamızın bile mümkün olmadığı ölümden neden korkalım ki?” Ya da Woody Allen’ın tebessüm ettiren ifadesiyle: “Ben ölümden korkmuyorum, yalnızca öldüğümde orada olmak istemiyorum.”
Aynı Pascal’ın 17. yüzyılda ifade ettiği gibi, birçok kişi hâlâ “sınırsız uzayın ebedi sessizliği”yle dehşete düşüyor. Yalom’un ölümle ilişkili yaşadığımız anksiyeteye önerdiği çözüm basit: Sağlam insan ilişkileri ve başkalarının hayatına dokunmak, onları değiştirecek bir hayat yaşamak. Kendisinin yaptığı gibi. Yalom insanlarla kurduğu ilişkiler sonucu onların hayatına olumlu bir etki yapmayı kısaca dalgalanma olarak ifade ediyor. Tıpkı bir göle bir damlanın düşmesi veya bir sandaldan küreğin hafif dokunuşlarının gölde yarattığı etki gibi. Yalom da bu kitabı yazma sebebini ve yetmiş beş yaşında hâlâ emekli olmayı düşünmemesini dalgalanma durumunun insanın ölüme karşı ayak diremesi olarak görmesiyle açıklıyor.
Ölüm anksiyetesiyle mücadele etmek için, çağımızın ‘yalnız, bireyci’ ve çoğunlukla ‘bencil’ yaşam tarzına karşı paylaşımcı, sıcak ve içten ilişkilerin kurulduğu bir düzlemde yaşamayı öneriyor: “Yalnızlık sadece yalnızlıkta vardır, paylaşıldıktan sonra kaybolur”
Yalom’un bu kitabını okurken yine zihnimin kapısını çalan bir şair vardı. Ama bu kez dizeleriyle değil. Attilâ İlhan, onunla yaptığım bir söyleşide, Doğu’nun ölüm korkusunu yendiğini anlatmıştı. Bu belki başlı başına başka bir incelemenin konusu ama burada onun sözlerini aktarmazsam yazı eksik kalacak . “Çok tuhaf bir şey söyleyeceğim ama gerçek: Doğu ölüm kavramını halletmiştir. Batı bunu halledememiştir (…) Doğu 3 bin yıldan beri dünyanın hakikatinin ölüm olduğunu bilir. Dünyada başka hakikat yoktur: Ölürsün!”
Bu gerçekle yüzleşmenin tek yolu belki de güneşe bakmak. Cesaret istediği mutlak. İç dünyamızın kapılarını zorlamamız gerektiği de. Ancak Yalom’un dediği gibi: “Hayat ne kadar yaşanmamışsa ölümden o kadar korkarız.”
Yine en başa dönmek gerek şimdi. İlhan Berk 90. doğum gününe üç ay kala erken ölümüyle, arkasında ses’lerini bırakarak gitti. Ve ben bu yazıyı yazmaya başlamadan hemen önce, Eskişehirli şair Rahmi Emeç bir e-posta gönderdi: “Bir harf’e ses olsam, İlhan Berk’e gitsem” İlhan Berk, “dalgalandı”.