Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in Adana’daki buluşmaları tarihe Adana buluşması adıyla geçmiştir. Adana istasyonundaki bir vagonda, 30 Ocak – 1 Şubat 1943 tarihlerinde gerçekleştirilen görüşmeler tüm dünyanın ama öncelikle Türkiye’nin kaderini derinden etkilemiştir.
Churchill, müttefikler adına, ısrar etmek, hatta baskı yapmak için gelmişti Adana’ya. Bir Balkan cephesi açılacak ve Türkiye o cephede, müttefiklerin safında savaşa girecekti. Müttefiklerin hesabı buydu. Ancak ısrarlar fayda etmeyecek, İsmet Paşa Türkiye’yi savaşa sokmayacaktı.
Görüşmeler sırasında Churchill’in tek ısrarı bu olmamıştı ve küçük, hatta komik görünen bir ayrıntı Türkiye’nin geleceği hakkında ipuçları vermişti. Türk tarafı, ne yazık ki, o ipucunu farkedemeyecekti…
Adana Buluşması’nda hayati meseleler müzakere ediliyordu ama görüşmeciler de, tarihi şahsiyetler olmalarına rağmen, hepimiz gibi acıkan, susayan, uykusu gelen insanlardı. Türk tarafı, bu hakikatten hareketle, misafir heyeti en iyi biçimde ağırlamaya dikkat göstermiş, Churchill’e ve yanındakilere Adana’nın eşsiz mutfağından örnekler tattırmaya gayret edilmişti. Eh, Adana’ya gelip de şalgam suyu, ki Adana’da kısaca şalgam denir buna, içirmemek olmazdı.
Halkına yalnızca kan ve gözyaşı vaadetmiş olan Churchill, pek hoşuna giden şalgamdan bardak bardak götürüyordu. İngiltere Başbakanı, müzakerelere verilen bir ara esnasında, bu değişik ve egzotik içeceğin tarifini almak istediğini söyledi. Mirasçıları halen Adana’da bir aile kurumu olarak faaliyetlerini sürdürdükleri için burada adını zikredemeyeceğimiz namlı bir şalgamcı çağırıldı ve kalabalık heyetler önünde tarif vermesi istendi.
Churchill’in heyetinde yer alan ve Türkçe’yi İngilizce kadar iyi bilen binbaşı Barkins tercümanlık yapıyordu. Şalgamcı tarifi verdi ve ekledi: “Ancak benim yaptığım şalgamın bir de sırrı var ki, bunu bir sır olarak saklamak zorundayım. Rahmetli babam yemin ettirdi, söyleyemem.”
Churchill ısrar etti: “Koskoca İngiltere’nin başbakanlığını bırakıp Adana’da şalgamcılık mı yapacağım yahu? Söyle işte…
Şalgamcı cevap verdi: “Mesele o değil paşam…”
Türk heyeti, şalgamcıyı Churchill’in paşa olmadığı yönünde uyardı. Ancak ortam gerginleşmiş, Churchill sinirlenmişti. Bilahare, binbaşı Barkins ile şalgamcı arasında şöyle bir diyalog geçti:
– Beyefendi, bu tavrınız diplomatik nezaket kurallarına aykırıdır. Lütfen sırrınızı söyleyiniz.
– Söyleyemem, çocuklarımın başı üzerine yemin verdim babama.
– Genç arkadaşım, bak kalp kırmayalım…
– Benim için yemin yemindir.
– Devlet Su İşleri, bırak bu işleri… Yok yeminmiş, yok bilmem neymiş…
Gidişatı beğenmeyen İsmet Paşa duruma müdahale etti; ”Bakınız, bu şalgamcının sır vermemesi Türklerin tabiatını gösterir ve bizim de müttefiklere ait sırları diğer devletlere vermeyeceğimizin ispatıdır” diyerek meseleyi kapattı. Böylece müzakereler yeniden başlayabildi.
Ancak Türk heyeti çok önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırmıştı: Barkins’in “Devlet Su İşleri, bırak bu işleri” şeklindeki sözü…
O tarihte Devlet Su İşleri (DSİ) adında bir teşkilat henüz kurulmamıştı. Ancak Batı’nın savaş sonrası döneme ilişkin planları hazırdı ve bu planlar dahilinde, Türkiye’de DSİ adında bir teşkilat kurdurmak da vardı. Öyle ya, kupkuru bir Türkiye’yi ne yapsındı Batı? Önce DSİ kurulacak, Türkiye dışarıya borçlanarak barajlar, sulama şebekeleri yapacak ve Batı, ülkemiz üzerindeki oyunları işte o zaman oynamaya başlayacaktı…
DSİ 1953’te kuruldu. Fiilen ya da dolaylı olarak bu teşkilatta görev alanlardan ikisi Çankaya’ya çıktı. Batı’nın yeşeren Türkiye üzerindeki oyunları ise bugün hepimizin malumu.
İşin ilginç yanı, binbaşı Barkins, ilerleyen yıllarda Türk argosuna yerleşecek bir deyişi de daha o günden telaffuz etmiş, ”Devlet Su İşleri”nin ardına bir de ”bırak bu işleri” eklemişti. Batı, kültür emperyalizmi vasıtasıyla, Türkiye’nin sokak dili üzerinde bile oyunlara kalkışıyor ve maalesef o oyunları da kazanıyordu.
Evet, Adana buluşması iki yaşlı kurtun satranç oyunu şeklinde geçmiş, İsmet Paşa masadan belki zaferle değil ama barışla kalkmıştı. Ne var ki, Barkins’in sözü, Paşa’nın gerçekten iyi işitmediği nadir anlardan birine denk gelmişti galiba…