Gurmancların Kökeni

Gurmancların Kökeni

ABONE OL
Ağustos 22, 2023 05:52
Gurmancların Kökeni
0

BEĞENDİM

ABONE OL

(Bölüm 1)

Gurmancların Kökeni

1800’lü yılların ilk çeyreğine kadar yazılan tüm tarihi ve coğrafi eserlerde Doğu ve Güneydoğu için Kürt ve Kürdistan terimleri kullanılmamıştır. İlginçtir, bu tarihten sonra yazılan eserlerde ise Türkiye’nin doğusu ve Suriye’nin kuzeyinde yaşayan topluluklar için Kürt adı kullanılmaya başlanmıştır.

Paris Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Messoud Fany’nin bu konudaki bir tespiti de hayli dikkat çekicidir. Fani, “22 Mart 1919 tarihinde Barış Konferansı sırasında Erzurum, [1]şeklindeki tespitini ortaya koymuştur. Tabii doğal olarak, “Nerede bu Türkler?” sorusu bizler için önemlidir.

Trabzon, Bitlis ve Van’a kadar olan bölge Ermenistan olarak planlanmıştır. Hâlbuki bu illerde birkaç ilçe hariç Türkler çoğunlukta iken Kürtlerin nüfusu da Ermenilerden fazladır”

Hormek Aşireti reisi M. Ş. Fırat, Kürtlerin aslen Çin ve Nepal’in güneybatısında Hindistan’ın kuzeyindeki Butan ve Belh bölgelerinden gelerek,İran bölgesine yerleştiklerini ve daha sonra Kurmanc (Gurmanc) adlı Oğuz gruplarının ve Zazaların da Doğu Anadolu’ya yerleşerek İran’ın Zent ve Keldani dillerinden etkilendiğini, Gurmancların büyük bölümünün ise Çaldıran Zaferi’nden sonra Yavuz Sultan Selim tarafından İç Anadolu’dan doğu illerine gönderilen Türkler olduğunu belirtmiştir. Devamında; Van’ın Muradiye, Ağrı’nın Patnos, Seram, Karaköse, Van-Eleşkirt, Van-Erciş, Muş-Malazgirt, Bulanık, Erzurum-Hınıs, Karayazı, Bingöl-Karlıova, Urfa-Viranşehir ve Suruç’taki aşiretlerin tamamen İç Anadolu’dan buralara göç ettirilen Türkmenler olduğu ve şimdilerde Gurmanc olarak anıldıklarını ifade etmiştir[2].

Kemal Kadri Top da “Doğu ve Güneydoğu İllerimiz” adlı eserde, M.S. 9. yüzyılda (800’lü yıllardan sonra) Türkistan’dan hicrete başlayan birçok Türk ve Türkmen kabilelerin Anadolu’ya geçtiklerini ve bunlardan bir asır sonra Kayıhaniler ile birlikte birçok Türk kökenli aşiretin Fırat ve Dicle vadisine gelip yerleştiğini ve Malazgirt Zaferi’nden sonra da Selçuk ve Harezm Türklerinin de bölgeye yerleştiğini, bunların Gurmancların atası olduğunu yazmıştır[3].

Muş’un Varto ilçesinin 1914 yılındaki nüfusunun yüzde 90’nını Türkler ve yüzde 10’nunu Ermeniler oluştururken, şimdilerde ise kendini Türk olarak ifade eden aileler yok denecek kadar azdır. Hınıs’ta Kızılyurt şehri, Abdal Ali Türbesi, Yerli Baba Türbesi, Şuşar’da Göklan, Malazgirt’te Veli Baba Türbesi, Karlıova’da Kartalık Baba Türbesi, Tembeği Şehidi, Kığı’da Bayındır Baba ve Karababa, Bingöl-Suşehri’nde Kartalık Baba şehitlerinin varlığı bilinmektedir. Yine bölgede Bağır Baba, Düzgün Baba, Sultan Baba, Bayındır Baba, Kuru Baba, Hazır Baba, Mehmet Gazi, Meydan Şehidi, Şetiri Şehidi, Yedi Kardeşler, Gül Ahmet, Gül Mustafa, Karaboğa Şehidi, Saf Baba, Göller Şehidi, Uzun Şehit, v.b. Türk şehit ve yatırları Türklüğün o bölgedeki somut göstergeleridir[4]. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Kürt kökenli bir yatırın varlığı ise bilinmemektedir. Evliya Çelebi Bingöl için; “…buradaki Türkmen aşiretlerini anlatmaya kalkarsak sayfalarımız yetmez” demiştir. 1785 yılında Bingöl Kığı’nın iki önemli aşireti vardır, bunlardan bir tanesi Yazıcıoğulları ve diğeri Karabaş Aşireti’dir[5].

Ortaya çıkan bu durum bize Anadolu’da, Suriye’de ve Irak’ın Türkiye sınırlarında yaşayan ve Kürt olarak ifade edilen grupların kim olduğu sorusunu yöneltmektedir. Bu gruplar içerisinde Türkiye’de ve Suriye’de yaşayanlara Gurmanc denilmektedir. Şimdi de Gurmanc kelimesinin ne anlama geldiğini ve Gurmancların kim olduğunu araştırarak bu sorulara yanıt vermeye çalışacağız.

Aslında Gurmanc ve Kürt toplulukları dikkatle incelendiğinde, bu iki unsurun durumlarındaki farklılıklar açığa çıkmaktadır. Ülkemizde ise Kürt olarak zikredilen topluluklar arasında sadece Gurmanclar bulunmaktadır. Bunun yanında İran sınırına yakın az sayıda Kürt topluluğu da vardır. Gurmancların Kürt oldukları zorla zihinlere kazılmaya çalışılsa da esasen Kürt ve Gurmanc toplulukları birbiri ile uzak akraba, fakat ayrı boylardır. Kürtler İran’a 5. yüzyılda gelmişken Gurmancların Batı İran’a, Irak’a ve Anadolu’ya gelişleri Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra olmuştur.

“Gur”luk esasen Türklüğün temel adıdır. Hem tarihi vesikalarda hem de günümüzde Türkler “Gurlular” olarak tanınmışlardır. ”Gurluk” Türklerde ya ilk ya da son ad olmuştur. Uygur, Sugur, Ogur, Finogur, Ongur, Bulgur (Bulgar), Hungur (Hungar, Macarlar), Salgur, Guran, Kongur, Gurgan, Utrigur, Kutrigur (Bir Hun aşireti. Hun denenlerin özel adının Kutiguri olabileceği ileri sürülür) gibi birçok Türk boyu vardır.

Hikmet Bayur’a göre Moğolistan’la komşu olan Altay Cumhuriyeti’nin başkentinin adı Gorno’dur. Kuzey Hindistan’da bir şehrin adı Na-gar[6], Afganistan’daki diğer bir bölgenin adı Garcistan’dır[7]. Estonya’daki Türklerin kullandığı dil Ugur lehçesidir, Ersarı Türkmenlerinin bir alt boyu Guri Türkleridir[8].

Mesudi’nin esrinde Turan ırkından olduğunu ifade ettiği Bulgarlar için “Burgur“ adı kullanılmaktadır[9]. Daha önce Hun Türklerinin yaşam alanı olan ve Abazya ve Artvin arasında Karadeniz’e dökülen nehrin adı “Engur”dur. Bu nehrin orijinal adı “Ongur” olup, bu ad Osmanlı arşivlerinde “Hun Türkleri” için kullanılan sıfattır. Milattan sonraki dönemin başından itibaren Kafkasya’nın ortalarında görülen Hunların buraya bu adı verdikleri görülmektedir[10].

Doğu Anadolu’da bazı Gurmanc köylerin adı “Engur ve Ongur” ile başlamaktadır. Orta Asya’da Gurgenç ve Gürcaniye adında bir bölge vardır. Hazar Türkleri buraya Gurganç derlerken Araplar bunu Cürcaniye diye telaffuz etmektedirler[11]. Görüldüğü gibi Aral gölü altındaki Türk bölgesinin şehri olan Gurganc, “Gurmanc” kelimesinin kökeni hakkında izah edici niteliktedir. Moğollar buraya Urgenç demişlerdir[12]. Halen İran-Tahran ve Türkmenistan-Aşkabat arasında Hazar gölünün güneyinde Gurgan adlı bir yer vardır. Gurgan kelimesi Kurtlar ve Kurt yeri manasına gelmektedir[13]. Akhunların önemli şehirlerinden birinin adı Minin-Gar’dır[14].

1000 yıllarında Kıpçak Türklerine Yugur-Zadegân, yani Yugur oğulları denmektir. Harzemşahlar da bu zümre içerisinde yer alırken, Kıpçak, Kun ve Kuman adları ile anılan Türkler de “Gur”lu olarak tarif edilmekteydi[15]. Ş. Kaya Seferoğlu Ortaçağda Gurlular adlı bir Türk boyunun varlığından haber vererek, bunların miladın ilk yıllarında Arsaklılar idaresinde Dicle ve Fırat nehirlerinin yukarı taraflarına geldiği belirtmiştir[16]. Bu yer coğrafi olarak Bitlis, Muş ve Bingöl taraflarına denk gelmektedir.

Hunların Asya topraklarında bulunan unsurlarından Akhunlar, Büyük Hun İmparatorluğu’nun güney kanadı olarak yeniden büyük bir imparatorluk kurmuşlar ve bunu uzun bir süre yaşatmışlardır. Göktürk ve Sasani saldırılarından sonra imparatorlukları yıkılınca, bu bölgede çeşitli devletler ve beylikler ortaya çıkmıştır. Kengineler, Karlıklar, Gurlular, Gucarlar, Midler bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Gurgan eyaletinde, Timurtaşlar, Kaçarlar ve Gorudanler olarak bilinen Türk grupları bulunmaktadır. Kaçarlar; Gürgan’ın Sovar, Saku ve Mazenderen eyaletlerinin Hazar-Cebir bölgesinde yarı yerleşik bir hayat sürmektedirler. Nüfusları 180 bin dolaylarındadır. Gurgan eyalet adını Türkmenistan’da bulunan Gurgan nehrinden almıştır. Gurgan adı Türkmenistan’daki Türklerin İran’a göç etmelerinden sonra Hazar denizinin güneydoğusuna da ad olmuştur. Türklerin bu bölgeye gelişleri tam olarak bilinmese de Selçuklulardan yüzlerce yıl önce geldikleri kesindir. Fakat Fars dili onların kullanım dili haline gelmiştir. Gurmanclar ile Gurganlar aynı topluluktur, her ikisi de göçebe olarak bilinir ve dilleri Fars dilinin fazlaca etkisinde kalmıştır. Afganistan’da ve İran’daki Gurlar Farsça ağırlıklı, Gurmanc diliyle aynı lehçeyi konuşurken, Hazar devletinin de başkentliğini yapmış Gurgenç şehrinin ve günümüzde Türkmenistan ülkesi topraklarındaki Gurlar ise Türkmence konuşmaktadırlar.

Selçuklular zamanında Gurganlar göçebe Türkleri ifade etmektedirler. Gurgan Türkleri tam olarak Selçukluya bağlı yaşamamış, yarı bağımsız olarak aşiret toplulukları halinde kalmışlardır. Bu durum aslında Gurmancların Osmanlı zamanında yarı bağımsız durumlarını bize hatırlatmaktadır.

M. Köymen’in Münşeat dergisinde, Selçuklular tarafından Gurgan Türkmenlerine Şahne (İnzibat) atamasıyla ilgili yazısını burada aktarmak son derece faydalı olacaktır.

a) Devlet, bu Türkmenleri teorik yönden kendi yerleşik tebaasından farksız düşünmüyormuş gibi görüyorsa da gerçekten bunlar, iç yönetimlerinde, reislerden tamamen bağımsız olarak yaşamaktadırlar. Çünkü devlet tarafından bunların üzerine atanan Şahnelerin yetkileri son derece sınırlı kalmıştır. Şahnelerin görevi de devleti, Türkmen oymak ve reisleri yanında temsil etmek, devlet ve reisler arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmak, uygunsuz hareketlerde bulunmalarını önlemek ve nihayet devlete olan vergi borçlarını zamanında tahsil etmektir.

b) Göçebeler ekonomik yönden kent yaşantısının tamamlayıcısı durumunda idiler. Bunların hayvanları ve eşyaları yerleşik insanların refahı için önemli bir desteği sağlıyordu. Bu özelliklerinden ötürü Türkmenler (Göçebe Oğuzlar) yerleşik halka (Türk ve İranlı halk) nazaran iç işlerinde serbest, dış işlerinde ise merkeze bağlı bir yapıyı ortaya koyuyorlardı. Ayrıca Selçuklular bu davranışlarında Türkmenleri yerleşik halka (İranlılara) karşı bir savunma unsuru olarak düşünmeleri akla gelebilir.

Bu notların ortaya koyduğu Gurgan Türkleri ile Gurmanclar arasındaki kültür benzerliği de dikkat çekicidir.

Yine “Gur”, birçok özel ad ve yerleşim yeri olarak da Türkçe lehçelerinde zikredilmiştir. Sungur, Gürsel, Gurman Odukarov (Kırgız Oyuncu), Gurgur Baba (Erzurum’da türbesi bulunmaktadır), Kerkük sancağında yaşayan Gurciler ve Gurciler köyü (11 hane ve 1 mücerredden meydana gelen bu köyün ahalisi Türk’tür. Köyde 1 kethuda vardır. Osmanlı tahrir defterine göre Buğday, arpa, darı, pamuk kozası ve mercimek yetiştirilmektedir. Zikredilen ürünlerle birlikte büyük ve küçükbaş hayvanlar, dokumacı, hallaç, badhava, arus ve hanelerden 1.420 akçe vergi alınmaktadır) gibi isimler verilebilir.

Yine Kerkük’te Gur Gur Baba adlı evliya bir kişilikten bahsedilmektedir. Ayrıca Türk toplulukları arasında Kuman veya Guman adıyla bilinen bir Türk topluluğu vardır ki, bu da bize Gurmanc kelimesi ile çağrışım yapmaktadır. Türkan Saylan’ın saydığı Türk aşiretleri arasında 14. sırada Guran/Gurlular aşireti de vardır. Uluğ Bey (1393-1449) astronomiye ilgisi yüzünden 1420’de Semerkant’ta kurduğu gözlemevinde Kadızade Rumi (1365-1430) ve Gıyasüddin Cemşidi (Öl. 1429) 41) ile birlikte çalışarak “Zîci Gurgani” (Gürgan Almanağı) veya “Zîci Cedidi Sultanı” (Yeni Sultan Almanağı) isimli bir yıldız katalogu meydana getirmişlerdir.

——————————————————————————–

[1] Fani, a.g.k., s.58.

[2] Fırat, a.g.k., 28, 39.

[3] Fırat, a.g.k., 43.

[4] Fırat, a.g.k., 54, 82, 88.

[5] Fırat, a.g.k., 134, 135.

[6] Bayur, a.g.k., s.148.

[7] Bayur, a.g.k. s.150.

[8] Seferoğlu, a.g.k., s.10.

[9] Mesudi, a.g.k., s.37.

[10] Brosset, a.g.k., s.344.

[11] Mesudi, a.g.k., s.30.

[12] Kafesoğlu İ., Harzemşahlar Devleti Tarihi, Ankara , 1992, Harita

[13] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.331.

[14] Brosset, .g.k.,s.157.

[15] Kafesoğlu , a.g.k., s.40.

[16] Seferoğlu, a.g.k., s.10.

 

Gurmancların Kökeni (Bölüm 2)

Coğrafya eserlerinde Herat ile Gazne arasındaki diyara Gur ülkesi denir. Türk Hakanı Gazneli Mahmud’un valisi Muhammed, bu bölgede Gurlular devletini kurmuş ve Muhammed Gur Han adını almıştır (1187). “Gur” adı günümüz Türkçesinde “Gür” şeklinde telaffuz edilmektedir. 1300’lere kadar varlığını sürdüren Gur halkının bir kısmı, daha sonra Celaleddin Harzemşah ile birlikte Anadolu’ya gelmiştir. Bu devleti sona erdiren Sultan Sencer’dir. Gurlu devleti sultanı Suri kendini Gazne devletinin de sultanı ilan edince yakalanarak idam edilmiş, bunun üzerine Alaaddin Hüseyni Guri Gazne şehrine hücum ederek Gazne şehrini yıkmış, Gazneli hanedanının mezardan kemiklerini çıkartıp yaktırmıştır. Bu nedenle Guri, Heri Rud şehrinde yakalanmış ve sonunda devlet ortadan kalkmıştır. Ama Sultan Sencer’in ölümünden sonra Gurlular yeniden bağımsızlıklarını elde etmişlerdir.[1]

Yine büyük kumandan ve devlet adamı Timur’a da “Gur” diye hitap edilmekte olup, türbesinin üzerindeki yazıtta “Gur-i Emir Timurtaş” yazmaktadır. Yani “Gurların emiri” demektir. Ebu Bekr-i Tihrani’nin, Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserinde de Timurlenk’in adı “Timur-i Gurgan” olarak geçmektedir [2]. Yine Timur’un diğer lakabı da Timur Gurekan’dır.[3]
Hive Hanı Ebul Gazi Bahadır Han, eski “Oğuz-name”ler ile Türk soy kütüklerine göre, Batı Türkistan veya Horasan Afganistan’ındaki Kürtler, 24 Oğuz boyundan iki boyun birleşiği sayılan Khalaçlar uruğu ile konup göçerdi ve güçlü komşuları da yine Türk soyundan Gurlulardı (Guriler) demektedir. Günümüzde Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Türklerin kullandıkları “Gurmance” dili bu Türk boyunun dilidir.

988 yılında Gazneliler ve yine Türk asıllı olan Hindu Şah hükümdarı Caypal arasındaki savaş Kuram adlı bir alanda gerçekleşmiş ve Gazneliler savaştan galip çıkınca, Afganistan’ın Güneyi Celalabat, Kabil, Gur, Bamyan, Germsir ve Tohoristan şehirleri Gaznelilerin eline geçmiştir. Bu savaştan sonra Kalaçlar Gaznelilerin kesin hâkimiyetine girerek onlara tabi yaşamışlardır.[4] Bahse konu yer daha önce Horenli Moses’in andığı Kürt yurdu Kusdar ve Afganistan arasındadır. Birçok bilim adamı Gurların ve dolayısıyla Gurmancların Kalaç asıllı olduklarını ifade etmişlerdir. Gur bölgesinde Kalaç Türklerinin yaşıyor oluşu, Gurların kökenleri hakkında bize aydınlatıcı bir bilgi vermektedir. Kalaç Türklerinin yaşadığı bu bölgelerde bölge adının biri “Germsir”dir. Bugünün Gurmancesinde, sıcak yer anlamına geldiğinden Gur-manc ve Kalaç ilişkisi açısından önemlidir.

Daha önceki sayfalarda; Bilal N. Şimşir’in Rumeli’den Türk Göçleri adlı eserinde 7. yüzyıldaki ilk İslam fetihleri sırasında Horasan’ın Khastan kesimindeki “Khalaçlar (Kalaçlar) ile Kürtler, bir arada konup göçen deveci ve koyuncu boylar olarak tanınmışlardı…” şeklinde geçen kaynağı aktarmıştık. Yukarıdaki paragrafta Gur bölgesi olarak geçen yerde Kalaçların oturduğu anlaşıldığından, Kalaçlarla Gurmancların aynı veya akraba oldukları sonucuna ulaşılmaktadır.

Günümüzde de Gurkan, Gurman, Kirman, Guran, Guratı, Guranlı, Gurandeşti, Gurani, Guri gibi birçok Gurmanc aşiretinin adı “Gur” ilk adı ile başlamaktadır. Zeki Velidi Togan da İran ve Hindistan’a yayılmış Altaylı kavimlerden söz ederken Gurları da saymaktadır. Oğuz Han Hindistan seferinden sonra Gurlar ülkesine gelmiş ve bir müddet burada kalmıştır. Kaldı ki Gurluların Çinlilerce bilinen 15 oymağından birinin adı da Hun’dur[5].
Gurmanc kelimesinin özünü oluşturan “Gur” kelimesinin, Kürtçedeki anlamı “Kurt” demektir. Kurt ise Türk topluluklarının efsanevi sembolüdür. PKK terör örgütünün yayın organlarından olan Pine ve Azadiye Welat gazetelerinin çıkardıkları Ferhenggoka adındaki Kürtçe sözlükte dahi “Guromanco” kelimesi “efsanevi bir kurt” olarak tarif edilmektedir.[6] İran-Tahran ve Türkmenistan-Aşkabat arasında Hazar gölünün güneyinde Gurgan adlı bir yer adının Türkçe, “kurtlar ve kurt yeri” manasına gelmesi de Gurmancların Türklüğünü ifade etmektedir[7].

Gurmanc kelimesinin Türkiye’deki kullanımlarından bazıları da Kirmanc ve Kurmanc’tır. Güney Batı İran’da çoğunlukla Türklerin oturduğu Kirmanşah adlı bir şehir vardır. Farsça Kirm/Kırm=Kurt anlamına gelmekte olup, “gur” kelimesinin değişik bir versiyonudur. Kirman ise Farsçada kurt adam, kurtlar anlamına gelmektedir. Harezm sultanlarından Atsız, Selçukluların Horasan’daki Merv şehrini kuşattığında şehir eşrafından onunla görüşmeye gelen kişi Ebul Fazlil Kirmani’dir[8]. Tıpkı Gurmanc gibi. Bu kelime Gur kelimesinin değişik söylenen şekillerinden bir tanesidir. Dolayısıyla Gurmanc adlarının kökeninin kurt kelimesinden geldiği aşikârdır.

“Gurmanc” kelimesi; “Gur” ve akabinde aidiyet anlatan “Man“ belirteci ile birleşmesinden meydana gelmiştir. Alman, Kuman, Kurman, Sayman, Uzman, Kahraman, Karaman, Hayman(a), Danışman, Belletmen, Kocaman, Ayman gibi isimlerde de görüleceği gibi Türk dillerinde “man” eki belirteç olarak kullanılmaktadır.

“Türk” ismine “man” eklenmesi ile oluşan “Türkmen” kelimesinin meydana geldiği gibi, Gur Türklerinin adı olan, “Gur “ kelimesinin arkasına “Man” eklenmek suretiyle “Gurman” kelimesi oluşturulmuştur.

Hindistan’da Ortaçağ döneminde Biser adında bir halktan bahsedilirken, Biserlerin 900 yıllarında Müslüman olmalarından sonra, bölge halkınca “Büserman” şeklinde telaffuz edilmeye başlanmışlardır[9]. Hintliler böylece Biserlerin adına “-man” ekleyip onları Müslüman olarak farklı nitelemeye başlamışlardır. Büser-manlar örneğinde olduğu gibi Gur Türkleri Müslüman olunca Gur olan adları Gurman olarak anılmıştır.

Kaşgarlı Mahmud’un eseri olan Divanı Lugat-ı Türk’te, Oğuz kökenli Türklerin Türkçelerinde cümlenin sonunda “N” varsa, arkasından “C/Ç” harfinin de kullanıldığını ve kelimeyi “NC” şekli ile telaffuz ettikleri ifade edilmiştir. Kelimenin “Gurmanc” şekliyle kullanımı da aslında Oğuz lehçesinden kaynaklanmaktadır. Aynı şekilde, yine bir Türk topluluğu olan Dilmaç oğulları da aynı kullanım şekliyle “Dilmançlar” olarak zikredilmişlerdir. Türkçede “amaç” olan kelimenin, Gurmancede “amanç”, “ermek” kelimesinin “ermenç” şeklinde kullanılması da buna verebileceğimiz örneklerden bazılarıdır. Yine Asya’da bir Türk bölgesinin adı Urgenç’tir. Horasan’da Bençhir adında bir yer vardır. Yine sevinç, güvenç, usanç, utanç, kıvanç kelimeleri de bu kullanıma örnek verilebilir[10].

Kürt-Gurmanc ayrımı açısından Türkiye’deki Gurmanc telaffuzuyla ilgili vereceğimiz örnekler biraz daha aydınlatıcı olacaktır:

 

Gurmance
Türkçe

Soru: Dı Gurmance dızane?
Sen Gurmance biliyor musun?

Cevap: Heré ez Gurmance dızanım.
Evet ben Gurmance biliyorum.

Soru: Dı Gurmance?
Sen Gurmanc mısın?

Cevap: Heré ez Gurmancım.
Evet ben Gurmancım.

Soru: Dı Zazaye?
Sen Zaza mısın?

Cevap: Nana ez Gurmancım.
Hayır ben Gurmancım:

 

Görüldüğü gibi bir kişinin mensubiyeti sorulduğunda “Sen Kürt müsün değil de, sen Gurmanc mısın?” diye sorulmaktadır. Ama İran’da ve İran sınırına yakın bazı Türkiye köylerinde de, “Sen Kürt müsün?” diye sorulmaktadır. Bu da Kürt ve Gurmanc ayrımını ortaya koymaktadır.

Günümüzde Gurmanclar Türkiye, Suriye ve Kuzey Irak’ın Suriye ve Türkiye sınırında; Kürtler, İran ve Kuzey Irak’ın doğusundaki (Kürt ve Soranlar) alanlarda yaşamaktadırlar.

Gurmancların bölgeye gelişleri ise şöyle olmuştur; İslam dini zuhur etmiş, Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamberliğini ilan etmiş ve neticesinde Müslümanlık daha önce emsali görülmemiş şekilde Arabistan’da yayılmış ve kitlelere ulaşmıştır. Peygamberimizin İslam dinini yaymak amacıyla elçilerini o günün dünyasının dört bir köşesine gönderdiği bilindiğine göre, muhtemelen Türklere ve diğer Asyalı kavimlere de haberciler gelmiş olmalıdır. Şerefhan’ın eserinde, Oğuz Han’ın, İslam dinini öğrenmek amacıyla başında bir Kürt reisinin bulunduğu bir Türk heyetini Arabistan’a, Peygamberimizin yanına göndermesi de bunun bir sonucu olmalıdır.

Halife Hz. Ömer (634–644) zamanında İslam orduları Suriye ve El Cezire’nin fethini tamamlamış, Toroslar’ı aşarak Anadolu’ya akınlara başlamışlardı. Halife Osman (644-656) zamanında Doğu Anadolu’nun büyük bir kesimi Erzurum dahil olmak üzere İslam orduları tarafından fethedilmişlerdi. Aynı Halifenin zamanında bir kısım İslam kuvvetleri de Azerbaycan’a sevk edilmiştir. Merega’yı askeri bir üst haline getiren Arap orduları Azerbaycan’a hâkim bulunan Türk Hazar kağanlığı ile mücadeleye başlamışlardı. O sıralarda merkezi Erdebil olan Türk Hazar Krallığı ile İslam orduları arasındaki mücadele aşağı yukarı bir yüzyıl devam etmiştir. Bu münasebetler sırasında Müslümanlığı kabul eden çok sayıdaki Hazar Türk’ü, Doğu Anadolu’daki Müslüman şehirlerine yerleştikleri gibi, Bizans’a karşı kullanılmak üzere sınır boylarına sevk edilmişlerdir. Bu dönemde özellikle Kafkasya, İran ve Türkistan’da bulunan birçok Türk boyu İslam dinini kabul etmiştir. Türklerin İslam dinine neredeyse bir ulus olarak girmeleri aslında Abbasiler zamanında olmuştur. Diğer yönetimlere nazaran Emevilerin hâkim tabakasının Arap milliyetçiliği yapması, Türk gruplarını ve başka milletleri rahatsız ettiğinden, katılımların sınırlı kalması sonucunu doğurmuştur.

Peygamberimiz (S.A.V) zuhur ettikten sonra bir elçisini de İran’a, Husrev Pervez’e göndererek İslam dinine davet etmiştir. Fakat Mecusi Kral elçiyi şehit ederek, tebliği kabul etmediğini ortaya koymuştur. Müslüman orduları ile İranlılar arasında vuku bulan Kadisiye savaşında İranlılar yenilmiş ve Yezdicert kaçarak Horasan’a gitmiş, 651 yılında da Horasan’da Türklerce öldürülmüştür. Bu ölüm aynı zamanda Sasani sülalesinin de sona erişidir. 642 yılında İran ve Azerbaycan tamamıyla Arap hâkimiyetine girmiştir. Horasan ve İran bitişik memleketler olduklarından, Araplar ile Türkler arasında ilk münasebetler başlamıştır.

Özellikle Hz. Osman zamanında Doğu ve Güney Anadolu toprakları, İslam topraklarına katılmış ve akabinde Hıristiyanların bir kısmı bölge şehirlerinden uzaklaşmışlardır. Bu şehirlerden bir tanesi de 653 yılında fethedilen Erzurum’dur. Osman Turan, Sugur adı verilen bu illere yani Doğu Anadolu topraklarına daha o zamanda Türkistan’dan birçok Türk grubunun gaza amacıyla geldiğini ve İslam fetihlerine iştirak ettiklerini aktarmaktadır[11]. Lolan aşiretinin alt aşireti olan Kacer aşiretinin yaşadığı Muş-Varto’ya bağlı köylerden birinin eski adı “Sigir” olup, muhtemelen bu kültürün etkileri nedeniyle bu adı almıştır[12].

Araplar ilk Türkistan civarına geldiklerinde, Afganistan’ın batısında Hamun gölü etrafında ve Belucistan hududunda da bazı Türk boyları mevcuttu. Mesela Sistan’ın merkezi olan Zerenc şehri ve civarı Türklerin yaşadıkları alanlardı. Bu tür kabilelerden Belucistan’daki Şimey, Veziristan ve Turan’da Kayhan, Hiunen-Tsang’da Kikan kabileleri ve Ruchac tarafından ismi “Al-Darari” şeklinde yazılan bir kabile zikrediliyor.

Şiveyler, Gaznevilerin tarihinde Türklerin en eski kabilelerinden biri olarak sayılmaktadır. Kayhanlardan Türk “Kay” Kabilesi ile irtibatlıdır. ”Al-Dabari” olarak zikredilen kabilenin aslı da “Al-Dadari” olup, bilinen manasıyla Tatarlardandırlar. Bu gibi Türk boy ve kabileleri Afgan-İran ve Hint kabileleri arasında kaybolup gitmişlerdir. İranlıların şehnamesi dahil birçok İran efsanesi Türklerin çok eski zamanlardan itibaren İran’ı defalarca istila ettiğini ve birçok Türk boylarının buralarını yurt tuttuklarını anlatmaktadır.

Daha sonraları 662 yılında Toharistan’da Müslüman yönetiminden hoşnut olmayan gruplar ayaklanarak isyan etmişlerdir. 667 yılında İslam orduları ile Akhun ordusu arasında savaşlar vuku bulmuş ve Müslümanlar, Akhunları Kuhistan bölgesine kadar sürmüş, fakat Kuhistan bölgesi çok dağlık bir alan olduğundan, Akhunlar burada kendilerini koruyabilmişlerdir. Arapların egemenliğini bir türlü kabul etmek istemeyen Akhunlar, sonunda Araplarla anlaşmaya varıp, Reisleri Nizek Tarhan, Arap saldırılarını durdurmuştur. Daha sonra Nizek Tarhan ve Müslümanların arasında ikinci kez vuku bulan savaşlarda Araplar, Akhun Türklerinin topraklarını işgal edip, Nizek Tarhan ve adamlarını öldürmüşlerdir. Süregelen Müslüman istilasından sonra Akhunlar tarih sahnesinden kaybolmuşlardır.

Müslümanlığın Asya’da yayılmasıyla birlikte, Türkistan’ın güney ve batı bölgelerinde yaşayan Akhunların bir bölümü ilk etapta bu dini benimsemişlerdir. Son araştırmalara göre, Afganistan’ın Feyzabad bölgesinde yaşamakta olan Yeftali halkının Akhunların torunları olduğu ileri sürülmüştür Dolayısıyla İslam dinini seçen ilk Türk topluluğu, Akhunlara ait oymaklardır.

Afganistan’da Türklerin İslam dinini seçmeleri, Karahanlılardan çok önce olmuştur. Mühelleb bin Ebi Sufran Horasan valisi olduktan sonra, 698 tarihinde Türk aşiretlerine yönelik seferlere girmek için Keş iline gitmiştir. Valinin oğlu Yezidi, Huttal Türk Beyliğinin hanı olan Sabbal/İşbara Han üzerine gönderilmiştir.

Bu savaşlar öncesinde Sabbal’ın ailesinden bazı Türklerin Müslümanlığı seçtiği görülmektedir. Bu beylik ailesine mensup Türkler, Arap Türk savaşında Arapların yanında yer almışlardır. Daha sonra karşılıklı yapılan anlaşmalarla savaş olmadan barış temin edilmiştir.

Bu dönemin ardından, Emevilere asilik yapan Arap isyancı Musa bin Abdullah bin Hazimi Türklere ait Tirmiz kalesini ele geçirir. Akabinde Türkler ve Arapların Horasan Valisi Mühelleb bin Ebi Sufran Tirmiz kalesine asker göndererek, burayı ele geçirir. Valinin Türkleri desteklemek için asker göndermesi, Araplarla Türkler arasında barışın kalıcı hale gelmesini sağlamış[13], iki millet arasında dostluk geliştirmiştir.

Yine Sabbal Han zamanında, Haris bin Süreyc’in kurduğu “Mürcie” adındaki tarikat vasıtasıyla birçok Türk beyi ve boyları Müslümanlığı seçmiş, bu tercih Türkistan’da yeni bir heyecanın doruğa çıkmasına neden olmuştur. Bu şeyh yıllarca Araplara karşı mücadelede etmiştir. Özellikle Emevilerin diğer halklar üzerindeki baskıcı tutumunu ve Ehl-i Beyt (Peygamber Efendimizin ev ahalisi ve akrabaları)’e yönelik saldırılarına karşı direnmiş ve cephe almış birisidir. Sabbal Han ve diğer Türkler Müslümanlığı kabul ettikten sonra İslam adına savaşmış ve Emevilerin bölgedeki bazı olumsuz uygulamalarına karşı direnmiştir. Haris bin Süreyc’in önderliğinde gelişen bu anti Emevi hareketi, Belh şehrinde isyan bayrağını açmış, şehir Müslüman Türklerin merkezi konumuna gelmiştir.
——————————————————————————–

[1] Kafesoğlu, a.g.k., s.61,86.

[2] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.4.

[3] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.176.

[4] Bayur, a.g.k., s.128.

[5] Sevinç, a.g.m., s.7.

[6] Ferhenggoka bi Kürti , Pine ve Azadiye Welat Yayını, İstanbul, 2000, s.51.

[7] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.331.

[8] Kafesoğlu, a.g.k,.s.55.

[9] Mesudi, a.g.k. s.106.

[10] Mesudi, a.g.k., s.73.

[11] Turan O., Doğu Anadolu Devletleri Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul ,2001 , s ,46

[12] Fırat, ag.k., s. 128.

[13] Sevinç, a.g.m., s.45.

 

Gurmancların Kökeni (Bölüm 3)
Şeyh insanları Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamberin (s.a.v) sünnetine çağırıyor ve Ehl-i Beyt’ten Rıza’ya biat etmelerini istiyordu[1]. Türklerin bu tarikat vasıtasıyla Müslümanlaşması, akabinde de Peygamberimize ve onun nesline karşı aşırı bir saygıyı da beraberinde getirmiştir. Aslında Aleviliğin de çıkış noktası burasıdır. Emeviler zamanında Harezm Türklerinin bir kısmı Doğu Anadolu’ya göç edip yerleşirler. Bingöl-Karlıova’ya bağlı Sağnıs köyü bu zamanda göç eden Türklerden kalma bir köydür. Yine Emevilerin son dönemlerine doğru Halife Mervani Himar zamanında Doğu Anadolu’da yerleşik olan Harezm Türklerinden bazıları Ebu Müslim Horosani ile birleşerek Abbasilerin tarafını tutmuş, ama bir kısım Harezm Türkleri ise Ebu Müslim’le anlaşamadığından kaçıp Bingöl dağlarına sığınmışlardır[2].

 

 

 

(Abbasi devletinin toprakları)

 

Emevilerin 750 yılında yıkılması ve yerine Abbasi hilafetinin kurulması, özellikle Türk unsurların Müslümanlığı kabul etmesini ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleşmelerini hızlandıracaktır. Tüm dünya milletlerince takdir edildiği gibi, savaş sanatları konusunda Türkler tüm milletler içerisinde en tanınmış olanlarıdır. İslam dininin yayılması amacıyla yapılan fetihlerde Araplar, Türklerin bu özelliklerinin farkına varmış ve bu durumdan fayda elde etme yoluna girmişlerdir. Abbasiler de, Türklerin kitleler halinde Müslümanlığı seçtiği bu dönemde Anadolu’da Fırat nehri kıyılarına kadar ilerlemişlerdir. Araplar, hem bu savaşlar sırasında hem de sınırları koruma görevlerinde Türkî toplulukları savaşçı olarak kullanmışlardır. Abbasilerle birlikte, Arap devletin başta askeri yapısı olmak üzere tüm teşkilatları Türklerin eline geçmiştir.

Bilindiği gibi Abbasilerin kökeni Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’a dayanmaktadır. Haşimoğulları adı verilen aile içerisinde bazı kesimler, iktidarın kendi ellerinde olması için daima faaliyette bulunmuşlardır. Hz. Abbas’ın torunu olan Ali bin Abdullah 736 yılında öldüğünde, merkezi Horasan olan, Abbasi temelli siyasi oluşumun faaliyetleri çoktan başlamış durumdaydı. Muhammed bin Ali zamanında ise Horasan’da Dailer adı verilen gruplar çalışmalarını had safhaya çıkarmışlardır. Ama asıl zirve dönemini Arap olmayan Ebu Müslim El Horasani’nin hareketin başında, Horasan’da bulunduğu zamanda olmuştur.

Bazı Abbasi gruplarının gerçek Ehli Beyt’in kendileri olduklarını söyleyerek, amcaoğulları Hz. Âlinin neslini hilafetin dışında tutma çalışmalarına[3] İran, Horasan ve Türkistan’da bulunan Türkler de katılmıştır.

Abbasilerin ilk dönemlerinde oluşum içerisinde güçlenen Farisi unsurlar, kuruluş aşamasının akabinde hemen ayrılıkçı faaliyetlere girmiştir. Bu durumun da eski İran din ve kültürünün, İslam dini üzerinde etkisini ortaya çıkarmıştır. Abbasi hanedanlığı, ortaya çıkan böylesi sapık bir oluşumu engellemek için Türk varlığını Farisi varlığına alternatif olarak devletin içerisine yerleştirmiştir[4].Bu gelişim Türklerin de Anadolu’ya davet edilmeleri, hilafeti korumaları için bölgeye yerleşmeleri sonucunu doğurmuştur.

Abbasi Halifelerinden Harun Reşit, idari ve askeri bakımdan, Suriye ve El Cezire şehirlerine bağlı olan hudut kalelerinin dağınık durumuna son verip, bu kaleleri El-Avasım adıyla müstakil bir idari ve askeri vilayet haline getirmiş(786-787), daha sonra kaleler yeni baştan tahkim edilmiştir.

 

 

 

(Arapların Anadolu’da oluşturduğu Avasım bölgesi)

 

Gerek bu düzenlemelerde gerek kalelerin tamiratında Ebu Süleym Ferec el-Hadim et Türkî adlı Türk komutanının sorumlu olduğunu görüyoruz. Bu şekilde yeni bir idari yapıya kavuşturulan ve tahkim edilen sınır kalelerinde çok sayıda gönüllü ve ücretli Türk asıllı kuvvetlerin görev aldığı bilinmektedir. Abbasi ordularında ilk görev alan Türk komutanlarından birisi Muhammed bin Sül’dür. Emevi hilafetinin yıkılmasında önemli bir rol oynayan bu kişi, 751–755 yıları arasında Azerbaycan valiliği görevinde bulunmuştur.

Tarihçi Taberi’nin bildirdiğine göre Fazl b. Yahya b. Halid 794 yılında Horasan’da Abbasiler adına, Arap olmayanlarca teşkil edilen “El Abbasiye” adıyla bir ordu kurdu. Bu ordudaki asker sayısı 500 bini buluyordu. Bunlardan 20 binine “El-Kernebiyye” ismi verilerek Bağdat’a getirilmiştir[5]. Bu ordunun neredeyse tamamına yakını Türklerden oluşmuştur. Bugün bile o zamana göre dünya nüfusunun belki de yüzlerce kat arttığı günümüzde bu sayıda ordusu olan devletler azdır. Hilafet ordusunda görev alan ve bilhassa Bağdat ve civarında görevlendirilen Türk askerlerin nesilleri daha sonra, Gurmanc aşiretlerinde görüldüğü gibi kendilerini, “Biz Abbasi’yiz, Abbasi neslinden geliyoruz” şeklinde ifade etmişlerdir.

766 yılında Halife Harun Reşit zamanında bir kısım Türk zümresi ve Bermekilerden bazı oymaklar göç ederek Doğu Anadolu’ya gelip, Ermenileri yerinden atıp, buralara yerleşmişlerdir[6].

813 yılında Abbasi hilafetini ele alan II. Halife Me’mu’nun babası Arap, annesi İranlı bir cariyedir. İranlıların desteği ile hilafete gelen Halife, bu arada devlet içerisindeki Farisilerin olumsuz etkilerini görünce Türkleri devreye sokmuş, ilk etapta 10 bin kişiden oluşan ve kumandasını da Türklerin yaptığı bir orduyu Bağdat’ta oluşturmuştur. Me’mu’nun ölümünden sonra kardeşi Mu’tasım Türklerin sayesinde Halife olmuş, bu zamandan sonra Abbasi devletinde hâkimiyet tamamen Türklerin eline geçmiştir[7]. Abbasi devletinin II. Halifesi Mansur (754–775) Zevad bölgesinin Harac işleri sorumluluğuna Hammad et-Türki’yi getirmiştir[8].

Ünlü tarihçi Mesudi Muruc Ez-Zeheb Altın Bozkırlar adlı eserinde; “Halife Mutasım Türkleri toplamayı sever ve onları sahiplerinden alırdı. Elinin altında dört bin Türk vardı. Onlara çeşitli kumaş elbiseler giydirir… Horasan askerlerini Fergana’dan, diğerlerini Üsruseniy-ye’den seçerdi… Halife onların bir kısmını Bağdat’a dört fersah (20 km) uzaklıktaki Baradan’a yerleştirdi” demektedir[9].

İslam dünyasını sarsan en büyük isyanlardan birisi Azerbaycan’da Patlak veren Babek İsyanı’dır. Bu isyanın bastırılmasında Türk komutanlar ve onlara bağlı Türk kuvvetlerinin çok büyük katkısı olmuştur (816–817). Devrin Halifesi Mutasım (833-842), isyanın bastırılmasında Türk komutanlardan El-Afşin Haydar bin Kavus’u görevlendirmiştir. Başarılarından dolayı kendisine Türklerde bir unvan olan Afşin adı verilmiştir (3 Haziran 835). Afşin, isyanı bastırdıktan sonra Azerbaycan ve Ermenistan valiliğine atanmış, 835 tarihinden 840 yılına kadar görev yapmıştır ve 840 yılında öldürülmüştür. Bazıları bu kumandanın gizli Mecusi olduğunu yazmaktadır[10]. Yine bu zamanda El Feht bin Hakan adında bir Türk de Arap ordusunun ünlü kumandanlarındandır[11].
Abbasi ordularında görev yapan tanınmış bir diğer Türk komutanı da Mübarek-et Turki’dir. Kazvi’nin iç kalesini tamir ettiren, bu Türk komutanıdır. Zirek-et Turki adlı diğer bir Türk komutanı da Halife Mütevekkil tarafından Merend de isyan eden Beni Bu’ays emirleri üzerine gönderilmiştir (848).

Daha sonra Muhammed b. Şul adlı diğer bir Türk kumandanı da Azerbaycan valiliğine tayin olmuştur. Halife Mütevekkil, Armeniyye’de çıkan isyanı bastırmak üzere gene bir Türk asıllı Boğa el-Kebir adında bir komutanını görevlendirmiş, bu Türk komutanı bölgede 4 yıl boyunca isyanı bastırmak için çaba sarf etmiştir. Boğa-el Kebir 4000 kişilik kuvvetiyle Azerbaycan’da faaliyet gösterirken, diğer yandan 20.000 civarında Hazar ve Bulgar Türkünü Şamhor ve çevresine yerleştirmiştir. Bu türden Türk unsurun bölgeye yerleştirilmesi, Abbasi hassa ordularında görev yapan Türk komutanları için de büyük bir güven kaynağıydı.

Boğa el-Kebir Emevilere, Bizanslara ve bedevilere karşı savaşlarda büyük yararlık göstermiştir. Diğer kumandanlar da Buğa es Sagir ve Buga el Kebir (Küçük Boğa)’dir. Bu kumandana ayrıca Buka el Şarabi de denir. Mütevekkil zamanında yaşamış ve 868 yılında ölmüştür. Türkler ise büyük Buka’ya Uluğ Buka, diğerine de Kiçi Buka (Küçük Boğa) demişlerdir. Uluğ Buka öldükten sonra yerine oğlu Musa kumandanlık yapmıştır[12].
Abbasilerde halifelerin korumaları da Türklerden oluşturulmuştur. Halife Mütevekkilin koruması, bu halifeyi öldürdüğünden dolayı meşhur olup, adı Bagir et Türkî’dir[13]. Yine vezirlerden birinin adı Ubeydullah bin Hakan’dır. Halife Vasık ve Muntasır’ın en önemli adamlarından biri Otamış adında bir Türk’tür. Bu dönem halifeleri devlet işlerini bu kişiye havale etmişlerdir.[14]

Yine Halife Muhtedi’ye karşı savaşan ve bölgenin ileri gelen kişilerinden olan Tarcuh et Türkî’yi biliyoruz[15]. Bu zamanda Ahmet bin Tolun adında ünlü bir Türk Mısır’da yerel hükümdarlık yapmıştır[16]. 877 yılında Dımaşk (Suriye) hâkimi Emavur Et Türkî’dir. Yine bu zamanda Suriye, Hatay, Adana illeri Türklerin hâkimiyetindeydi. Adana’da Yazman el Hamdin adında Türk emir bulunmaktaydı.[17]

Mesudi, Halife Müttakilillah zamanında, Abbasi devletinin tüm kurumlarının Türklerin elinde olduğunu belirtmektedir. Bu Türklerden Ebul vefa Tüzün en meşhurlarıdır. Abbasi ordusu bu zamanda büyük çoğunlukla Türklerden oluşurken, Deylem, Gilan ve Karmatiler-den de askerler vardı. Bu orduların kumandanlarından biri de Emir Becken adında bir Türk’tür. 941 yılında Kürtlerle çıkan bir savaşta ölmüştür[18]. Buradaki Türk Beckem adının Kürtlerin ilk ataları olduğu rivayet edilen Becen adı ile aynıdır.

Abbasiler döneminde ancak Türklerin sevgisini kazanan halife ve vezir görev yapabilirdi. Yoksa Türkler bu veziri ve halifeyi hemen tahtan indirirlerdi. Halife Muntasır özellikle her Türk’ü kendine bağlamak için çok çaba sarf etmiştir. Çünkü Türkler o dönem tüm dünyada gücün kaynağı durumundaydılar.

Halife Mutemed, Türk kumandanı Asa-Tigin’i 872 yılında Musul’a vali tayin etmiştir. Asa Tigin kendisi gitmeyip yerine oğlu Edgu-Tigin’i göndermiştir. Şehir halkı, bu kişiyi vali olarak istemeyip kovmuşlardır. Bunun üzerine Asa-Tigin 20 bin kişilik bir kuvveti Musul üzerine sevk etmiş, ordu şehri ele geçirse de kısa bir müddet sonra buradan çıkarılmışlardır[19].

Taberi’nin bildirdiğine göre, Abbasi Halifesi Mu’ta-sım (833-842) zamanında Türkler, Abbasi sarayına tamamen nüfuz etmişlerdir. Türk unsurlardan müteşekkil nizami asker çoğalmış ve buna paralel olarak da, askerler ve ailelerine ödenen maaşlar büyük yekûn tutmuştur. Maaş ödemeleri zamanında yapılmayınca askerler ayaklanıp, zorla paralarını almaya kalkmışlardır. Halife Samerra şehrini inşa ettirip başkenti Bağdat’tan buraya taşımıştır. Bunun nedeni ordu teşkilatını yeniden düzenlemek isteyişidir. Zira halife Türklerden müteşekkil bir askeri güç oluşturmak suretiyle, taşrada vuku bulacak isyanları bastırmak istemiştir[20]. Bu askeri teşkilatta Türk askerlerle birlikte aileleri de bu şehirlere yerleşmiştir. Mevcut rakamlardan yola çıkarak, o dönem Bağdat ve civarında 500 bin civarında Türkün yaşadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

İbn Taberiye göre Halife Vasik babası Mu’tasım’dan kalan Türk askeri sayısını daha da arttırmıştır. Hatta bu sayının artmasından kaynaklı olarak, harcanan paralar neticesinde Abbasi hazinesinin zora girdiği ifade edilmiştir[21].

Abbasiler, İslam-Bizans mücadelelerinde Fırat havzasında bulunan Bizans-Abbasi sınırına yerleştirilmek üzere Kafkasya, İran, Türkistan, Karadeniz’in kuzeyi, Musul, Bağdat ve El Cezire bölgelerinde yaşayan Türkleri akın akın getirmişlerdir. Böylece sınarların güvenliğini Türkler aracılığı ile sağlamışlardır. Arap kaynaklarında Avasım olarak zikredilen coğrafik alan, yine Arap kaynaklarına göre “SU-GUR” olarak ifade edilen Türk kuvvetlerine bırakılmıştır. İslam devletinin uç vilayetlerinin oluşturulduğu Avasım/Sugur bölgesi; Tarsus’tan başlayarak Adana, Misis, Maraş, Malatya, Ahlat hattını takip etmekte ve kuzeyde Erzurum’a kadar uzanmakta, geride ise Mardin-Urfa-Bitlis yörelerine kadar gelmektedir. Bu teşkilat yapısına göre, Türk topluluklarının arkasına yani Siirt, Mardin ve Urfa taraflarına ise başıboş, yağmacı Arap kavimlerini yerleştirmişlerdir. Bölgeye yerleştirilen Türk toplulukları buraları yeni yurt tuttukları gibi, düzenli olarak Bizans, Ermeni ve Gürcü kuvvetlerine akınlar yaparak İslam hudutlarını asırlarca muhafaza etmişlerdir. Hintlilerin, Türkler için Allahın askerleri anlamına gelen “Turkullah” sıfatı da böylece, yeniden Anadolu’da kendini farklı bir boyutta ortaya koymuştur.

”Sugur” adının Türklüğün temel taşlarından birisi olduğunu, Gurmanc adını incelediğimiz konunun içerisinde görmüştük. Bu ad Orta Asya’da kullanılan Türklüğün bir temel sıfatıdır. Harezmli Atsız, Seyhun ırmağı yanındaki Cend şehrini anlatan, 20 Ekim 1145 tarihli vakayinamede, Cend şehri için “Ummehat-ı Buka-ı Dünya Ve Muazzamat-ı Sugur-i İslam” adlandırmasını kullanmıştır[22].

Arapların bölgeye hâkim olmaları ile Arap dili ve kültürü de bölgenin Araplaşmasında etkili olmuş, ancak kısa bir zaman sonra Farsça ve Fars kültürü içerisinde gücünü kaybetmiştir. Araplar, İranlılara, Şaman Türklere ve Hıristiyan milletlere karşı, tarihin en savaşçı topluluğu olan Türkleri en azami derece de kullanmışlardır. Türklerin bölgeye gelişi toptan bir göç olup, aileleri ile yeni bir yurt oluşturma çabasıdır.
——————————————————————————–

[1] Sevinç, a.g.m., s.46-47.

[2] Fırat, a.g.k., s.81.

[3] Aykoç, a.g.k., s.1,6,12.

[4] Aykoç, a.g.k., s.11.

[5] Aykoç, a.g.k., s.11.

[6] Fırat, a.g.k., s.81

[7] Aykoç ,a.g.k., s.16,17.

[8] Aykoç, a.g.k., s.128.

[9] Mesudi, a.g.k., s.230.

[10] Mesudi, a.g.k., s.233.

[11] Mesudi, a.g.k., s.232.

[12] Mesudi, a.g.k., s.234.

[13] Mesudi, a.g.k., s.238.

[14] Mesudi, a.g.k., s.239.

[15] Mesudi, a.g.k., s.245.

[16] Mesudi, a.g.k., s.245.

[17] Mesudi, a.g.k., s.247.

[18] Mesudi, a.g.k., s.251.

[19] Bayatlı, a.g.k., s.5.

[20] Aykoç, a.g.k., s.157.

[21] Aykoç, a.g.k., s.158.

[22] Kafesoğlu, a.g.k., s.60.

 

Gurmancların Kökeni (Bölüm 4)
Öyle ki Selçuklu Türkleri daha Anadolu’ya gelmeden, Sugur Türkleri Anadolu’da yerleşik hayata çoktan geçmişlerdi. İslam’ın Anadolu’ya girmesiyle birlikte gelen Türk aileleri de ticaretle uğraşmaya başlamıştı. Hatta 900’lü yıllarda Türk halıları Ahlat, Erciş ve Erzurum’dan tüm dünyaya gönderilmekteydi. Bu halılara yabancılar, kali veya kaliçe adını vermişlerdir.[1]

Belli bir dönem devam eden Abbasi hâkimiyeti 9. yy.’dan itibaren sarsılmaya başlamış ve dönem dönem yerli sülaleler kendi bölgelerinde yarı bağımsız olarak hareket etmeye başlamışlardır. Makedonya sülalesi imparatorlarından II. Nikphoros Phokas (M.S. 963-969), I. Johannes Tzimiskes (M.S. 969-976) ve II. Basileios (M.S. 976-1025) dönemlerinde ise Bizanslar, bu duraklama döneminden istifade ederek karşı hücuma geçmiş, İslam kuvvetlerini Anadolu’da yenilgiye uğratmış, İslam Sugur vilayetlerini ele geçirmişlerdir.

Bizanslılar ilk iş olarak Anadolu’da yerleşmiş olan Müslüman ahaliyi yok etmeye başlamıştır. Bu savaşlar sırasında yenilen Arap askerleri, kendi topraklarına geri dönerlerken, ana yurtlarından çok uzakta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya aileleri ile gelen ve Anadolu’yu kendilerine yurt tutan “Su-Gur” Türkleri, bu topraklarda kalmak zorunda kalmıştır.

Bu dönemde meydana gelen Bizans-Abbasi savaşlarından en fazla Türkler zarar görmüştür. Bizans ordularının saldırılarından kaçan Türkler özellikle dağlık alanlara yerleşerek öldürülmekten kurtulmuşlardır. Dağlara saklanan bu Türkler bugünkü “Gurmanc” Türklerinin ilk atalarıdır. Dikkat edilirse Anadolu’da Gurmanclar çoğunlukla dağlarda yaşayan yerleşik ve göçebe topluluklardır. Ebûl Farac’ın kitabında da bu bölgede Müslümanların varlığından söz edilirken, bunların şehirler yerine dağlarda göçebe hayatı yaşadıkları vurgulanmıştır. Araplar genelde yerleşik hayatı benimsediklerinden göçebe ve köy hayatı yaşayanlara ekseriyetle rastlanmamaktadır. Dolayısıyla Doğu Anadolu’nun soğuk ikliminde dağlık köylere yerleşmiş olan Müslüman Türklerdir, Araplar değil.

Hıristiyanların 10. asırda hilafet ülkesine karşı müdafaadan taarruza geçtiği ve iki dünya arasında kuvvet muvazenesi bozulduğu zamanda, İslam hududundaki Arapların Gur Türkleri ile oluşturduğu ve Avasım/Su-gur adını verdiği teşkilatı çökmüş, Erzurum, Malatya, Tarsus, Urfa, Mardin, Harput gibi Türk cihat şehirleri işgal edilip, bütün Müslümanlar kılıçtan geçirilmiştir.

Bizanslılar bu nedenle, nüfusu bozulan şehir ve bölgelere, Bizans’tan, günümüz Bulgaristan’ından ve Karadeniz’in kuzeyinden getirdikleri Peçenekler ve Bulgar Türklerini yerleştirmişlerdir. Zira Türklerle temasa geçen her devlet, Türklerden askeri kıtalar teminine çalışırdı. Çünkü, “Türkler mükemmel askerlerdir ve Türklerin hücumlarına ancak Türk kuvvetleri ile karşı konulabilinir” görüşü hâkimdi. Burada önemli hususlardan biri de Ermenileri yerlerinden atan Türkler değil, aksine kendi dindaşları olan Bizanslılardır. Dolayısıyla bu olaylar neticesinde, günümüzün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’sunda bulunan topraklar Ermenilerden arındırılmıştır. Türk grupları Anadolu’ya gelmeye başladıklarında, zaten Anadolu’nun doğusu Ermenilerden ve yaşamdan kısmi olarak arınmış durumdaydı. Ayrıca bu gelişmeler esnasında Kürtlerden ve Kürt varlığından da bahsedilmemektedir.

9. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Abbasi devletinin sarsılmaya başlaması, bölgede yer yer yerli sülalelerin yarı bağımsız bir şekilde hareket etmelerine sebep oldu. Bu yerli sülalelerden birisi de Azerbaycan’a hâkim olan Türk Sac oğulları sülalesidir. Uşrusana menşeli olan bu Türk beyliğinin ilk kurucusu Emiri Ebus Sac Divdad b. Yusuf Divdest’in oğlu Muhammed el-Afşin olup, 889 yılında kurulan ilk yarı bağımsız Türk beyliğidir (889-929)[2]. Başlangıçta başkenti Maraga, sonraları Ardebil olmuştur. Ermenilerle büyük bir mücadele içerisine giren bu Türk beyliği, Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümünde de hâkim olmuştur. Emir Yusuf adına Erdebil’de kesilen altın sikkeler, bu Türk beyliğinin ekonomik gücünü de ortaya koymaktadır. Daha sonraki yıllarda Selçuklulara tabi Oğuz Türklerinin bölgeye gelmesine kadar Sacoğullarını takip eden birçok beylik tarih sahnesine çıkmıştır.

Görüldüğü gibi 11. yüzyıla kadar Anadolu’ya olan Türk göçleri, Kafkasya ve İran üzerinden olmuş ve Türk unsurun yerleşimi öncelikle Azerbaycan’da ve İran’da başlamış, bilahare Araplarca, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya Türklerin yerleşimi hızlandırılmıştır. Çeşitli zaman aralıklarında vuku bulan göçler sonunda bölgeye yerleşen Türk unsurları, Selçukluların liderliğindeki Oğuz-Türkmen topluluklarıyla 11. yy.’dan sonra bütünleşeceklerdir. Ortadoğu’ya gelen Selçuklular, bir bakıma bölgenin etnik yapısını şekillendirmişlerdir.

Bizans devleti de Arapların Anadolu’yu ele geçirdikleri dönemde kısmen de olsa Araplara yardım ederek, sözde kendi dindaşlarına ihanet eden Ermenileri cezalandırma yoluna gitmişlerdir. Bizanslılar, Yukarı Fırat havzasını boşaltarak, bölgenin farklı bir Hıristiyan tarikatına mensup Paulicienleri sistemli bir şekilde Trakya’ya, Cezire (Musul ve çevresi) Monofizistlerini Malatya bölgesine göç ettirmiştir. Bizans devleti, Oğuz Türk göçleri öncesinde, Van gölü havzasında ve Kars havalisinde küçük Ermeni krallık ve prensliklerini kaldırıp Orta Anadolu’da yaşamaya zorunlu bırakmıştır. Sınır bölgelerinde yaşayan güvenmediği Ermeni kavmini önce dağıtmış, ardından bölgede kalan diğer Ermeni kitlelerini de Antakya ve Urfa bölgelerine göç ettirmiştir. Bu zamanda Rumlar ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki şehirlerde küçük azınlıklar halinde yaşamaktaydılar[3].

Bununla birlikte Ebûl Farac’ın kitabında da anlatıldığı gibi Bizans askerleri artık bu tarihlerde savaş meydanlarına çıkmaz olmuşlardı. Bizans hükümdarları ise Ermeni, Rum ve Süryanilerden teşkil ettikleri askerlere tam olarak güvenmiyorlardı. Süryaniler, bu dönemler için Bizans ordusunun korkaklardan oluştuğunu zikretmişlerdir.

Ermenilerin bölgeden uzaklaştırılması ve Anadolu’da uzun yıllar devam eden savaşlar sonucunda Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Hıristiyan nüfus çok azalmıştır. Bizanslılar bu durum karşısında hem ekonomik anlamda hem de güvenlik anlamında buralara yeni halk kitlelerinin aktarılmasını zorunlu görmüştür. Özellikle doğudan gelen tehditlere karşı Anadolu’nun müdafaası için, ikinci kez Balkanlardan getirilen kalabalık bir Hıristiyan ve Şaman Türk topluluğunun Anadolu’ya yerleşmelerini sağlamıştır. Bunlar arasında Peçenek, Kuman, Uz (Oğuz), Bulgar Türk toplulukları oldukça önemlidir. Araplar Bizans sınırını Türklerle korumaya çalışırken, Bizanslılar da aynı yolu seçmişlerdir.

Bizanslılar gibi Gürcü Kralı I. Giorgi de, Gürcü topraklarının tamamen boşalması ve bu topraklarda insanların yaşamamasından dolayı birçok Kıpçak ve Hun Türkünü bu ülkeye davet etmiştir. Yeni göçle bu bölgelere gelen Türklerin askeri kuvvetleri bile 50 bin kadardır. Milyonları bulan Kıpçaklar Kafkasya’yı yurt haline getirip Selçukluları buralardan atarken, Kraliçe Tamara zamanda da ikinci bir Kıpçak daveti üzerine yine yüz binlerce Kıpçak 12. yy.’da Kafkasya, Ermenistan, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’ya yerleşmiştir.[4]

1100’lü yıllarda Bizanslılar Çukurova bölgesine çok sayıda Peçenek Türkünü yerleştirmiş, daha sonra aynı bölgede Bizanslılar adına görev yapan ve Peçeneklerden oluşan bir askeri garnizon oluşturulmuştur[5].

Bizanslıların 1138 yılında Suriye’ye karşı yaptıkları seferde Bizans ordusundaki askerlerin milliyeti tarihçilerce tam olarak ortaya konmuştur. Bu ordu hakkında İbn al Adim, İbn el Esir ve Nikates Khoniates’in verileri bize ilginç bilgiler ortaya çıkarmaktadır. Buna göre Bizans ordusunu teşkil eden ordunun milliyetleri; 1-Makedonyalılar, Slavlar ve Grekler 2-İskitler (Kumanlar) 3-Persler şeklinde sayılmıştır. Üçüncü maddede bahsedilen Persler için, bunların Anadolu’da yaşayan Türkler olduğu ifade edilmiştir[6]. Bu bilgi, Selçuklulardan önce Anadolu’da Türklerin olduğunu, bunların muhtemelen Hıristiyanlığı benimsediği ve Bizans tebaası olduğunu göstermektedir. Bahse konu dönemde Bizans ordusunda var olan Türkler, Arapların Anadolu’ya getirdikleri Sugur Türkleri ve Bizanslıların Karadeniz’in kuzeyinden getirip Anadolu’ya yerleştirdikleri Türk zümreleridir.

Abbasiler zamanında Türk Sugurların yerleştirildiği yerler dikkatle incelendiğinde günümüz Gurmanclarının yaşadıkları alanlar olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Maraş, Malatya, Kars, Urfa, Elazığ, Amed (Diyarbakır), Adıyaman, Erzurum, Muş, Bitlis, Erzincan, Ağrı hattı, günümüzde Gurmancların yaşadığı bölge iken, hemen arkasında Urfa-Siirt-Batman-Mardin ise Türkiye’de Arapların Gurmanclarla birlikte ortak yaşadığı alanlardır. Yukarıda anlattığımız şekli ile Araplar, Bizans’ın ön sınırlarına Türkleri, arkasına da Arapları koymuşlardır. Günümüzde halen bölgedeki Gurmanc-Arap yerleşim durumu da bu şekildedir. Hatta birçok Arap zamanla Gurmanclaşmıştır ve bu değişim doğuda günümüzde de devam etmektedir. Gurmancların ataları, Abbasiler tarafında buraya yerleştirilen “Gur” Türkleridir. Bu Türkler içerisinde Özbek, Tatar, Türkmen, Kalaç, Oğuz, Döğer, Kıpçak ve daha birçok Türk boyları olmasına karşın, esasen bu Türk grubunu “Gur Türkleri” oluşturmuştur. Evliya Çelebi seyahatnamelerinde Gurmancları kast ederek bunların fiziki olarak Türkmenlerle aynilik gösterdiğini belirtmiştir[7].

Batıya devam eden sürekli göçler ve Türklerin İslam dinini kabul etmelerinden sonra, dini hayatta yaşanan değişimin yanında, ayrıca dil ve kültür alanında da değişimlerin olduğunu görmekteyiz. İlk Müslüman Türk devleti olan Karahanlılar zamanında mevcut Uygur dili terk edilerek yerine Arapça harfler kullanılmaya başlanmış, Türk teşkilat yapısı yanında Araplara ve İranlılara özgü kurumlarda Türk devlet yaşantısına girmiştir[8]. Bunun yanında İran’a komşu olan Türk topluluklarının zaten Fars dilinden bir hayli etkilenmiş olduklarını biliyoruz. Türklerin İran ve Mezopotamya’ya doğru devam eden göçleri, Türk toplulukları üzerinde Arap ve zaten var olan Fars dilinin etkilerini daha da arttırmıştır. Dolayısıyla Asya’dan batıya göç eden Türk toplumlarında, bu göçler esnasında değişen en önemli unsur dildeki değişimdir. Ana yurtlarından uzakta, Anadolu’da ve Mezopotamya’da yer tutan Türk zümreleri İslam dininin etkisi ile Arapçayı hemen benimsemiş ve zaten mevcut lisanında var olan Farsça etkilerin daha da artmasıyla, kullandığı Türkçesinde yabancılaşmayı engelleyememiştir.

Sugur Türklerinden sonra da bölgeye Türk göçleri devam etmiştir. Bu göçlerin ana kitlesini Oğuzlar ve Dolayısıyla Türkmenler oluşturmuştur.

Daha önceki metinlerde yer verdiğimiz ve Marr’ın Ermeni vesikasından bize aktardığı bilgiye göre; “10. yy.’da (900’lü yıllar) Arap egemenliği sarsılmaya yüz tutup da çeşitli ülkelerde Ermeniler çoğalmaya başlayınca, Hazar denizinin ötesinde bulunan ve Türk diye adlandırılan İskitler kitle halinde Pers ve Medya ülkesine akın ettiler. Birçok yerleri ele geçirdiler ve buradaki inançları benimseyerek dil ve din yönünden onlara (Pers ve Medlere) benzediler. Bunlar arasından pek çokları Med prensleriyle birleşerek, Karduklarla Moskların sınırları içerisindeki Ermenistan’a akın ettiler, bu ülkeleri ele geçirdiler ve buraya yerleştiler. Daha sonraları birçok Hıristiyan da onlarla git gide kaynaştılar ve onların inançlarını benimsediler. İşte bunlara şimdi Kürt denilmektedir.” [9] Bu bilgi Nikitin’in eserin de yer almaktadır. İkinci kez andığımız bu belge gösteriyor ki, 900’lü yıllarda Türkler buradadır. Bizim Gurmanc dediğimiz halktan bazıları, bu dönemde Hıristiyan olmuştur. Müslüman olan Türklerin önemli kısmı dağlarda varlıklarını devam ettirip, Gurmanc adıyla günümüze kadar gelmişlerdir.

Türklerin Batı İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Kuzey Irak’ı yurt tutmalarından sonra birçok Türk devlet ve beyliği bölgede kurulmuş, bu devletlerin yardımlarıyla Orta Asya’dan diğer Türk grupları da Mezopotamya’ya akın etmişlerdir. Türklerin Doğu ve Güneydoğu’da kurdukları devlet ve beyliklerin sayısı Orta ve Batı Anadolu’da kurulan beyliklerin sayısından daha fazladır. Bu devletleri şu şekilde sıralayabiliriz.

 

1.) Yukarı Fırat’ta Saltuklar (1072-1202). Gürcü vakayinamesine göre Saltuklu Beyliği, Emir II. Saltuk zamanında Şahı Ermen sıfatıyla (Ahlat şahı olup Müslümanların bölgedeki beyidir), bütün Suriye, Mezopotamya, Diyarbekir ve Gardman (yazar Gür nehri civarı diyor, ama Maraş-Malatya tarafı olabilir) Türklerini Gürcülere karşı sefere davet ettiği anlatılmaktadır [10].
2) Aşağı Fırat’ta Mengücekler (1080–1228)

3) Bitlis ve Erzen (Garzan)’de Dilmaçoğulları ( 1084–1393)

4) Van, Ahlat bölgesinde Sökmenliler (Atlahşahlar) 1110–1207)

5) Diyarbakır’da Yınaloğulları (1098–1183)

6) Harput’ta Çubukoğulları (1085- 1113)

7) Doğu, özelliklede tüm Güneydoğu Anadolu, K.Irak’ın bir bölümünde Artuklar (12–15.y.y.)

 

Artuklar Doğu ve Güneydoğu Anadolu; Harput, Palu, Siirt, Diyarbakır, Harran, Halep, Silvan, Malatya, Hani, Zaho ve Sincar’da hüküm sürmüşlerdir. Hasankeyf, Mardin ve Harput kolları çok uzun zaman hâkimiyetlerini devam ettirmiştir. Bu hanedanın isim babası olan Artuk’un babası Eksük Bey olup, Alparslan ve Melik Şah dönemlerinde seferlere iştirak etmiş bir kumandandır.

Artuklular, Ortok, Urtuk, Artak adları ile tanındıkları gibi, yabancılar tarafından Ortokides ve Urtukides şeklinde de anlatıldıklarına şahit olmaktayız. Selçukna-me’yi yazan Zahirettin Nişapuri, Malazgirt muhaberesinden sonra Alparslan’ın, Artuk Bey’e Mardin, Harput ve Malatya’yı ıkta olarak verdiğini belirtmektedir.

14. yy tarihçisi Şemsettin el Cezeri, Artukları Oğuzların Döğer boyuna mensup olduğunu söylerken, bazı Türk tarihçileri de bunların Kayı boyuna mensup olabileceğini söylemektedirler. Artukların en güçlü boyu Döğerler olmakla birlikte, devletleri içerisinde Kınık, Beydili (Badıllı), Kalaç ve Afşar boyları da bulunmaktaydı. 12. asırda sadece Harran, Suruç ve Siverek’te 30 bin çadır Döğer Türkü yaşamaktaydı. Bu da yaklaşık 900 yıl önce Urfa’da 150 bin Döğer Türkünün yaşadığını göstermektedir[11].

 

 

 

(Artuklu devleti)

 

8.) Tüm Doğu ve Güneydoğu ile İran ve Irak’ta Karakoyunlu Devleti (1365–1469)

9.) Diyarbakır, Mardin ve Nusaybin merkez olmak üzere Karakoyunlulardan sonra aynı topraklarda Akkoyunlu Devleti (1469–1508)

10.) Irak’ta Musul ve Erbil, Süleymaniye’de Erbil Atabeğliği (1131–1232)

11.) Kuzey Irak ve Suriye’de Musul Atabeğliği (1127–1223)

12.) İran, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Irak’ta Safeviler Devleti (1501–1786). Safevi devletinin kurucularından Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra onun yerine oğlu Uzun Hasan Bey kardeşi Cihan Bey ve onun oğlu Hasan Ali’yi yenerek Safevi tahtına geçmiştir. Bu devlet Horasan’dan Sivas’a kadar uzanmaktaydı. Halkının çoğunluğunu ise Türkmenler oluşturmuştur[12]. Bu devletin sınırı bugün Gurmancların yaşadıkları yere denk gelmektedir.

13.) Malatya, Adıyaman, Maraş ve Elazığ’ın da içinde bulunduğu yerlerde Danişmentliler (1092–1178)

14.) Mısır, Suriye, Ürdün, Diyarbakır, Nusaybin ve Urfa’da toprakları bulunan Eyyubiler (1174-1250)

15.) Eyyubilerin topraklarının bire bir aynı yerinde Memlükler (1250-1517)

16.) Osmanlı Devleti (1299-1923)

17.) Türkiye Cumhuriyeti (1923-…)[13] adlarıyla devlet ve beylikler kurmuşlardır. Bu devletlerin Türklerden oluşan ordularının sayısı 30–200 bin arasında bulunmaktaydı.

[1] Turan, a.g.k., s.46.

[2]Karma Yazarlar (Komisyon), a.g.k., s.14.

[3] Karma Yazarlar (Komisyon) , a.g.k. s,17

[4] Brosset, a.g.k., s.198.

[5] Demirkent I., Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi, c-1,Ankara, 1990, s.120

[6] Demirkent, a.g.k., s.123

[7] Seferoğlu, a.g.k., s.56.

[8] Saray, a.g.k., s.61.

[9] Nikitin, a.g.k., s.48.

[10] Turan, a.g.k., s.21.

[11] Turan, a.g.k., s.156.

[12] Sümer, a.g.k. , s.11.

[13] Turan, a.g.k., İçindekiler bölümü

 

Gurmancların Kökeni (Bölüm 5)
Gürcü Kraliçesi Tamara zamanında, Gürcü ve Kıpçakların birleşik ordusu ile Erzurum, Horasan, Irak Türk Atabeklerinin birleştiği ordu Eletz Çayı kıyısındaki meydanda savaşmışlar, savaş öncesine ait Gürcü kayıtlarındaysa şu ifadelere yer verilmiştir: “…Şangor’dan Şato dağına ve Vardanşanat’tan Gence kapısına kadar yayılmış, çekirge sürüleri ve deniz kumu kadar sayılmaz çoklukta, on binlerce kişiyi gözlerimizle gördük. Onları gözle saymak şöyle dursun, bakışlarımızın içine sığdıramıyorduk.”[1] Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da varlık göstermiş bu Türk devletinin sadece Türk askerlerinin sayısı bu kadar ise, bölgedeki o dönem Türk nüfusunun ne kadar olduklarını düşünmeliyiz.

Bölgedeki Döğerlerin sayısı 30 bin olup, Akkoyunlu Türkmenleri zamanında, Döğer emirlerinden Dımaşk Hoca’ya sadece 20 bin hane bağlıdır. Ruha (Urfa), Siverek, Suruç, Harran, Cur (Caber), Birecik, Rakka şehirleri, bu Oğuz boyunun yerleşim yeriydi. Ayrıca Araplardan Beni Kilab ve Şadi Ashapta boyları da Döğerlere bağlıydı. Bu zamanda bazı Döğerler Akkoyunlulara bağlandıklarından Beşiriye (Batman-Beşiri) şehrine Akkoyunlulara bağlı Döğerler yerleştirilmiştir. Dolayısıyla günümüz Beşiri ilçesinin halkı Döğer kökenli Türk zümresinin torunlarıdırlar.

Selçuklular döneminde Döğerler ve Araplardan bazıları Türkmenleri yağmalayınca, Muhammed Bey adında Akkoyunlu Türkmen beyi 500 erkekle kaçarak Palu’ya yerleşmiştir. Bu hadisler Akkoyunluların beylik olmaya başladıkları ilk zamanlarda olmuştur[2]. Palu’ya kaçarak yerleşen Döğerlerin aileleriyle toplam sayısı 2500 kadardır. Bu rakama daha önce yerleşmiş olan Türkler dahil edilmemiştir. Bu Türklerin şimdilerde nerede olduğu sorusu önemlidir. Bu rakam sadece Döğerlere ait olup, Türkmen, Yörük, Tatar, Kalaç, Gur ve diğer Türk zümreleri bu sayının dışındadır.

Sadece Urfa yöresinde Döğerler tahminen en az 150-200 bin kişilerdi. Ayrıca bunlara Türkmenler de sonradan dahil olmuştur. Bugün Urfa’da bulunan Akkeçili, Karakeçili ve Türkan/Tırkan ve Gerger[3] adlı Türkmen aşiretlerinin sonradan aşiretlerin yer değiştirmesi ile yakın zamanda bölgeye yerleştirildikleri bilindiğinden, şimdiki Türkmen aşiretlerinin de bu rakamdan çıkarılması gerekmektedir. Urfa’daki Karakoyunlu ve Sincar aşiretleri ise Türkmenlerden günümüze kalmış bakiyelerdir. Dolayısıyla bu zamanda Urfa ve çevresi tamamen Döğer ve Türkmen Türkleri ile bir kısım Süryani, Ermeni ve Arapların yaşadığı bir şehir durumundadır.

1400’lü yılların başında sadece Urfa ve çevresinde en az 150 bin Döğer ve yine binlerce Türkmen’in yaşadığı ortada olduğuna göre, aradan geçen 600 yıldan sonra, günümüzde Urfa ve çevresinde milyonlarca Döğer ve Türkmen Türkünün yaşadığı ortaya çıkmaktadır.

Türkler akın akın bölgeye gelirken, az sayıda da olsa ırkdaşlarından Kürtler bölgede yaşamaktaydılar. Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan Gurmancların dışında, özellikle Türkmenler ve Kürtler bağımsız bir hayat yaşamaya alıştıklarından, otorite tarafından daima eşkıya olarak adlandırılmışlardır. Mevcut yaşam tarzı zaman zaman Türkmen ve Kürtleri de karşı karşıya getirmiştir. Bu nedenle kalabalık sayıdaki Türkmenler, zaten az sayıda olan Kürtlere saldırarak onları asıl toprakları olan İran bölgesine kovmuşlardır.

Başta Arap, Ermeni, Süryani ve Gürcü tarihi olmak üzere tüm kayıtlarda sadece birkaç Kürt aşiretinin İran’dan Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya göç ettiği aktarılmıştır. Bunlardan bir bölük aşiret Bitlis’te, bir bölük Mardin’de, 1500–2000 kişi Diyarbakır’a ve bir aşiret de Malatya-Adıyaman bölgesine yerleşmiştir. Bu aşiretler de zamanla Türkler içerisinde eriyerek Gurmanclaş-mıştır. Malatya ve Nusaybin’deki aşiretler ise sonradan Türkmenlerce yurtlarından çıkarılarak bölgeden uzaklaştırılmışlardır.

Ebu Bekr-i Tihrani’ye göre, Emir Osman Karakoyunlularla savaşından sonra Mardin’i almak için hareket etmiştir. Tihrani, Osman Bey’in Mardin’den önce doğuya yönelip Kürdistan’a saldırdığını ve Kürt beylerinin kalplerine korku saldığını ifade etmektedir[4]. Yani Kürdistan vilayeti Mardin’den sonra gelen ve Mardin’i içine almayan bir yer durumundadır. Bu zamanda Mardin Emiri Melik İsa adında bir Türk emirdir. Bu sırada Osman Bey Diyarbakır Emiri idi ve Suriye tarafından İnallu ve Bayat boylarından bazıları Suriye’deki Sultan Çekim’in yanından gelerek onun tabiiyetine girmiş, o da bu Türk boylarını kendi memleketi olan Diyarbakır Mardin arasına yerleştirmiştir[5].

Bu konudaki diğer bir kayda göre de; Akkoyunlu hükümdarı Osman Bey Mardin’e bağlı Savur kalesini almış ve bu fetihten sonra Savur bölgesinde bulunan Kürtlere saldırarak onları kovmuş, bölgeye Türkmenleri yerleştirmiştir.[6]

Bu zamanda Türkmenler, kendileri dışında tüm Türk zümrelerini de dışlamışlardır. Karakoyunlu Türkmen Sultanı Kara Yusuf, Akkoyunlu Türkmen Sultanı Osman Bey’e yazdığı mektupta, “…her birimiz de Türkmen’iz, artık birbirimize saldırmayalım, Rum (Osmanlı) ve Çağatay gibi düşmanlarımızla meşgul olalım…” demiştir[7]. Hem Akkoyunlular hem de Karakoyunlular Doğu, Güneydoğu Anadolu, Suriye, Irak ve İran’da hüküm sürmüş devletlerdir. Bu coğrafya aynı zamanda bugün Gurmanc bölgesi denilen yere denk gelmektedir. Görüldüğü gibi günümüz Türkiye’sinin atası olan Osmanlılar ve Türkmenler arasında büyük uçurum bulunmaktaydı ve Türkmenler Osmanlıları düşman olarak görüyorlardı. Bu nedenle Osmanlı toplumundaki Türklerle, doğuda yaşayan Türkler birbirinden zamanla farklılaşmışlardır. Günümüzdeki kısmi Doğu-Batı ayrılığın nedenlerinden biri de bu farklılaşmadır.

Maalesef Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Türk devletleri ve beyliklerinin resmi dil olarak çoğunlukla Farsça ve Arapçayı kullandıklarını, yine Türkmen Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmen devletlerinin Türkçelerinin dahi, günümüz Türkçesinden uzak, daha ziyade Gurmanc lehçesine benzediğini görmekteyiz. Bunun yanında günümüz Türkiye Türkçesinin de öz Türkçeden çok uzak ve farklı oluşu ayrı bir gerçektir.

Akkoyunların tarihçisi olan Ebu Bekri Tihrani’nin, Akkoyunlu Türk devletinin tarihini anlatan Kitab-ı Diyarbekiriyye adlı eserde mevcut olan Akkoyunlu vesikalarında fazlaca Arapça ve Farsça kelimelerin varlığına şahit olmaktayız. Hatta bu Türkmenlerin kullandıkları dilde var olan kelimelerin birçoğunun Gurmanc lehçesinde mevcutken, Türkiye Türkçesinde bulunmadığını da görüyoruz[8]. Bu Türk devletlerinden başka Selçukluların, Osmanlıların, Eyyubilerin, Memlukların ve Safeviler gibi Türk devletleri, devlet hayatlarında Türkçe yerine Farsça ve Arapça dillerini kullanmıştır.

Bugün Gurmancları oluşturan topluluklar; başta İslamiyet’in zuhuru ile bu dine girerek, batı İran, Irak ve Mezopotamya bölgesine gelen Türklerle, Oğuz, Döğer, Artuk, Halaç, Türkmen, Moğol, Tacik, Tatar, Avşar ve diğer Türk topluluklarının nesilleridir.

Sugurların, Abbasiler zamanında sahip olduğu alanlar, Selçukluların Anadolu’ya gelmesiyle tamamen bu devletin egemenliğine girmiştir. Sugur sınırları, Büyük Selçuklu ile Bizans sınır hattını ve Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevi devletleri ile Osmanlı arasındaki sınır boylarını oluşturmuştur. Abbasiler zamanındaki Türklerin oluşturduğu Sugur sınırları, büyük Selçuklu devletinin ve Türk Safevilerin topraklarının batı sınırlarıdır. Ne gariptir ki bugün Kürtçülerin Kürdistan dedikleri alanlarla bire bir aynıdır. Haritalar yan yana getirildiğinde, benzerlik hayret edici düzeyde görülmektedir. Bugün bu Türk toplulukları ile Batı Anadolu ve Trakya Türkleri arasındaki fark da, Kürt, Zaza ve Gurmancların Selçuklu, batı Türklerinin ise Osmanlı geleneğinden gelmelerinden kaynaklanmaktadır.

Dr. Messoud Fany , “la Nation Kurde et son évolution Sociale” adlı eserinde şu tespitlerde bulunur: “Bugün Kürt denilen topluluklar Batı Asya’nın topraklarında öyle yayılmışlardır ki, bugün Kürtlerin yayıldıkları bölgeleri bir haritada belirtmek gerekirse, aşağı yukarı eski Selçuklu devletinin haritası karşımıza çıkmaktadır. Bu dağınık topluluğu ırki, coğrafi ve siyasi olarak her türlü gruplandırma çabası da boş olacaktır.”[9] “Bugün Kürdistan denilen bölgeye baktığımızda, bu toprakların Türk devletlerinin ve iki büyük Türkmen asıllı imparatorluğun toprakları olduğunu görüyoruz.”[10] Burada saptanan gerçek günümüz Gurmancların yaşadıkları alanları işaret etmektedir.

Bugün birçok aşirete kökenleri sorulduğunda hemen Musul, Bağdat, Basra, Horasan demektedirler. Aslında buralar, Asya’dan gelen Sugurların ve 2. göç dalgasındaki Türklerin yerleştikleri ilk yurtlardır. Bunu İslam tarihinde de görmekteyiz. Mesela, Celali aşireti köklerini Basra’ya bağlamaktadırlar.

Bu aşiretler Abbasiler zamanında Musul, Bağdat ve El-Cezire dolaylarından bölgeye taşınan Türklerdir. Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinin 10. cildinde Ekrad’ın kökenini Abbasilere bağlayarak, Devleti Ali Abbasiyan Ekrad adı altındaki aşiretleri sıralar.

Gurmanc ve Kürtlerin Asya kökenli olduklarına dair delillerden biri de, aşiretlerin ve bu aşiretlerin yaşadığı köy adlarının Türkçe oluşudur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerinden toplam 23 ilin köy adları üzerinde yaptığımız çalışmalarda, bölgedeki köy adlarının % 50 civarının Ermenice, Süryanice, Rumca ve Arapça olduğu, % 40 civarında köy adının Türkçe ve % 10’luk dilimdeki köy adlarının ise özel adlardan oluşmuş köy olduğunu gördük. Türkler ele geçirdikleri ülkelerdeki yerleşim yerlerinin adlarını değiştirmeyip, o haliyle kullanmışlardır. Bölgedeki Ermeni, Arap ve Süryanice köy adlarının varlığı da bu sebepten karşımıza çıkmaktadır. Erzurum, Bitlis, Hasankeyf, Ahlat, Mardin, Urfa, Adıyaman-Samsat, Tunceli-Hozat, Muş-Malazgirt v.b isimleri Ermeni, Rum ve Süryanilere ait yer adları olup, örnek olarak verilebilir. Bölgedeki köylerin eski adlarının Kürtçede ve Gurmac lehçesinde bir karşılığı yoktur. Bu çerçevede yaptığım yüzlerce görüşmede insanlara köy isimlerinin anlamını sordum ama bir cevap alamadım.

Ayrıca detaylı yapılan araştırmalar, Kürt ve Gurmanc olarak adlandırılan birçok aşiretlerin, Türk boylarına bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Türk kökenden gelen bazı aşiretlerin adları şunlardır: Abbas Uşakları (Abbasan), Arslan Uşağı, Abdalanlı, Aşuranlı, Alanlı, Afşar, Akkeçili, Arelli/Arılı, Bütükanlı/Putikanlı, Birim Uşağı, Baban, Badıllı-Badılan-Beğdilli, Bahtiyari Uşakları, Başuşağı, Balaban, Bedalan, Bezgar Uşağı/Bezgavi Uşağı, Beyt Uşakları, Bal Uşağı, Cefa-ran/Cafran, Çaruklu veya Çarıkan, Dutkan, Ferhat Uşağı, Gav Uşağı/Gevanlı, Gülabi Uşağı, Cinenkan, Girdi, Hilani, Haydaran, Hakkâri, Karakeçili, ManGur (İran’da), Şabankara (İran’da), Mukri (İran’da), Lolan (İran’da), Lolanlı, Korucan, Kaksan, Sakan, Kotan, Mamakan, Mamikan, Ruzeği, Şekakan, Mirdasi, Şuhican, Kalenderani, Sumelani, Gurkerani, Mirvan, Kamberani, Zevan, Ezdinan, Kaçali Uşağı, Yarekli/Çarıklı, İksoru/İkisrlu, Koç Uşağı, Demenan, Karabalı Uşağı, Maksud Uşağı, Elhanlı, Karikali Uşağı, Rejik Uşağı, Hadıkan/Hedikuşağı, Kormeşli, Şam Uşağı, Laçin Uşağı, Süleyman Uşağı, Hormekli, Seyit Kemal Uşağı, Topuz Uşağı, İzol, Karsanlı, Kemanlı, Kureyşanlı, Kabanlı, Pilvenkli, Silanlı/Zilanlı, Shükmenlı, Şavalanlı, Yusufhanlı, Zimtekli, Moda, Bahadırlı, Semkanlı, Kıran, Zafran, Ulyan (Irak’ta), Çemişgezek, Dersimli, Şadlu, Şadan, Canbeğ, Zırki, Mekri, Şebek, Abdalan, Artuşi, Antarlı, Atmalı, Banaklu, Bilbas, Bahr***i, Bazuki, Beyat, Beritan, Biriman, Becevevi, Bucak, Canbegan, Çekollu, Çarıklı, Çelebilu, Çarıkan, Kalaçan, Karacalu, Keşan, Keçik, Kızkanlı, Kiki, Koçeri, Koçgiri, Kilan, Müküsi, Musikan, Ocakuşağı, Okçuyan, Pornek, Saruyan, Saruhanoğlu, Şadan, Şıhan, Şakaklu, Tatar uşağı, Turkan-Tırkan, Tujik (Kızıl Baş), Torunan-Torini-Torin, Rişvan aşiretleri…

Bunlara birkaç örnek verecek olursak Karakeçililer ve Akkeçililer aşiretleri birer Türkmen aşireti olup, her yıl Türkmen bayramlarını kutladıkları halde Gurmanc lehçesiyle konuşurlar. Ertuşiler ise, Doğu Türkistan’daki (Çin) Ertuş şehrinden Anadolu’ya gelmiş olup, dünyada sadece Oğuz Türklerine mahsus olan 24 ve 12’li boy teşkilatına göre teşkilatlandıkları halde Türklükleri ile ilgili bir şey bilmemektedirler. Şadili /Şadiyan /Şadan Aşireti ise Türkçe Başbuğ unvanlarından biri olan “Şad” ile ilgilidirler. Şad kelimesi ile ilgili bölge ve kale adları vardır. Kars’ın Arpaçay ilçesi merkezi “Zaru Şad” ve Hakkâri yakınlarındaki eski “Saru-Şad”, Artvin’deki “Şav-Şad” ile Şad-Berd gibi yerler bu aşiretin bakiyelerine aittir. Şadiler, Horasan’dan gelmişlerdir. Osmanlı Tahrir Defteri’nde Yörükan taifesinden gösterilmişlerdir. Ayrıca “Bura-Şad” adında ünlü bir Türk kumandanı vardır. 705 yılında aşağı Tohoristan Yabgusu’nun adı da Şad’dır. Türk toplumundaki Şadabek erkek adı da aynı kökten gelmiş olup meşhurdur.

Büyük Türk Sultanı Emir Timur’un kumandanlarından Emir Hüseyin’in karsının adı “Dilşad”dır. Bu kadın bir Türk olup, adının Türkiye Türkçesinde karşılığı olmasa da, Gurmanc Türkçesinde “mutlu gönül, mutlu kalp” anlamına gelmektedir. Zira Moğollar arasında da “Dılşad” adı meşhurdur. Bu durumda aslında Gurmanc lehçesinin eski Türk kültürünü ne kadar temsil ettiğini gösterir bir belgedir[11].

Muş Bulanık’taki Hesanan Aşireti bir Türkmen aşireti olup, alt kollarının adı; Karacık, Karaca, Seyithan, Ağalar ve Meman şeklindedir. Bu aşiretlerin yerleştiği köylerin orijinal köy adları da Türkçedir. Fakat aşiret mensupları günümüzde tamamen Gurmanc lehçesinde konuşmakta olup, kökenleri ile ilgili gerçeklerden habersizdirler. Hatta içlerinden bazıları PKK terör örgütüne katılmıştır.

Günümüzde Diyarbakır’daki Saruhan adlı Türk aşiretinin kökenleri Ege Bölgesi’ne dayanmaktadır. Osmanlılar zamanında isyan ettiklerinden bir bölümü yerinde bırakılırken, diğer mensupları Zonguldak ve Diyarbakır’a sürülmüştür. Bugün bu aşiretten bazıları da PKK’ya katılmışlardır.

Yine 16. yy Osmanlı arşivlerinden derlenerek hazırlanan Mardin sancağındaki aşiret, köy ve kişi adları incelendiğinde, bu zamanda Mardin’deki yer adları ile aşiret adlarının ezici çoğunlukta Türkçe olduğu, ayrıca Kürt adıyla hiçbir topluluğa rastlanmadığı görülmektedir [12].

Paris Üniversitesi Hukuk Doktoru olan Messoud Fany’nin Anadolu’daki incelemeleri sonucunda 1933 yılında kaleme aldığı “Kürtler ve Sosyal Gelişimleri” adlı eserinde, bu tarihte özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu illeri içerisinde Diyarbakır, Beyazıt (Ağrı), Mardin, Elaziz, Malatya ve Urfa’da Türklerin çoğunlukta oldukları, diğer iller içerisinde de Hakkâri ve Muş hariç Türkmen, Türk ve diğer Türk grupları ile Kürtlerin nüfuslarının aynı olduklarını belirtilmiştir[13].

Kendisi de Hormek Aşireti’nin reislerinden olan M. Şerif Fırat, bugün Kürt denilen unsurların eskiden Kurtbaba denilen grup olduğu ve sonradan bunlara Babakürdi dendiğini, Baba Kürdilerin yani Kürtlerin bugün İran’ın güney hududuyla Kerkük ve Süleymaniye’nin dağlarında, Türkiye’de ise Siirt’e bağlı Pervari ve Cizre, Van’a bağlı Gevaş, Hakkâri’ye bağlı Şemdinan, Bitlis’e bağlı Hizan, Batman’a bağlı Beşiri ve Sason ilçeleri ile Garzan bölgesinin bir kısmı ile Muş’un dağlık alanlarında yaşadıklarını aktarmıştır[14]. Cumhuriyet yıllarının ilk dönemlerine şahit olmuş Fırat’ın ifadesi ile Paris Üniversitesi Hukuk Doktoru Mesut Fani’nin beyanlarının birbiri ile ne kadar isabetli olduğu ortadadır.

Günümüz Irak’ında yaşayan Türkmenlerin çoğunluğunun, 19. asırda Abdulhamit tarafından petrol alanlarını korumak için bölgeye yerleştirildikleri bilinmektedir. Türkler bölgeye 9. asırdan beri hâkim olup, 17 devlet kurmuşlardır. Sadece her devletin 30–200 bin arasında ordusu mevcuttur. Ortaçağda Türkmenia olarak adlandırılan bu bölgede şimdi Türk varlığından söz edilmemektedir. Bölgenin tüm türküleri Türkçedir. Eski türkülerimizi yazan ve bu Türkülerde yaşantılarının inceliklerini vurgulayan bölgedeki Türkler nereye kaybolmuştur. Bu tür konular açıklanamayan hususlardır. Urfa ilinin halkının tamamı Türk, Türkmen, Döğer, Arap, Çerkes ve Hıristiyan azınlık olduğu halde şimdi Türk varlığı silinmiştir. İşte bugün Gurmanc dediğimiz halk yukarıda adını saydığımız 17 Türk devletini kuran milletin torunlarıdırlar.

Özellikle yabancı araştırmacıların ve devletlerin yönlendirmesiyle ilk etapta Gurmanclar, sonra Türkmenler ve bugün de Zazalar Kürtleştirilmekte ve bölgenin tüm grupları siyasal bölücü amaçlar için Kürt adı altında toplanmaya çalışılmaktadır.

Burada önemli bir nokta da Kürt adının ne anlama geldiği meselesidir. Şu an Türkiye Türklerince kullanılan biçimiyle “Kürt” şekli, sadece Türkiye Türkçesinde var olup Kürt şivelerinde, dünya dillerinde ve diğer Türk dillerinde bu ifade “Kurt/Kurd” şeklinde olup, coğrafi yer adlandırması olarak da “Kurdistan” kelimesi kullanılmaktadır.

Türkiye Türkçesinde ise aslen Turkman adının Türkmen, Gurkan adının Gürkan olarak zikredildiği gibi Kurd ve Kurdistan adı Kürt ve Kürdistan olarak zikredilmektedir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi bu ad, ne Kart-Kurt seslerinden ne de Ağaç kütüğü anlamına gelen, Türkçe Kürüt-Kürt kelimelerinden kaynaklanmaktadır. Kürt adı Türklerin sembolü olan ve Hunların özellikle kendi sembolleri yaptıkları “Kurt” kelimesinden gelmekte olup, Türk inanç sisteminin bir ürünüdür. Günümüzde Rusya’da bir Türk özerk devletinin adı Başkurdistan oluşu da bunun için delil durumundadır.

Ahlat, Van ve Muş bölgesinde Sökmeli veya Ahlatşahlar devleti diye bilinen devleti kuran Sökmen Bey’in gerçek adı aslen “Sokman” olup, Türkçede yiğit, kahraman anlamlarına gelmektedir. Bu isim ortaçağ Türkçesindeki değişimlerden dolayı “Sökmen” şeklini almıştır. Türkçedeki “Kaf” sesi Türkçenin Arapçadan etkilenmesi ile “Kef” sesi şeklini almıştır[15].

 

 

 

(Selçuklu Devletine ait bayrak ve sancaklar)

 

Kürtler bayraklarında sarı, kırmızı ve yeşil renkleri kullanarak, bunların milli renkleri olduğunu ifade etmişlerdir. Büyük Selçuklu devletinin bayrak ve sancaklarının tamamı sarı, kırmızı ve yeşil renklerden oluşmuştur. Orta Asya’daki Türk köylü kıyafetleri de ağırlıklı olarak bu üç renk üzerine oluşturulmuştur. Dolayısıyla Kürtlere ait ne varsa Türklerde de vardır. TDAV düzenlediği Türk çocukları etkinliklerine katılan Başkurt Türklerinin milli kıyafetlerinin sarı, kırmızı ve yeşil renklerden ibaret olması dikkatimi bu ilişkiye çekmişti.

Kürtlerin günümüzde Sivas’tan Basra’ya kadar uzandığı iddia edilen coğrafya içerisinde yaşadıkları söylenmektedir. Fakat bu coğrafya içersinde bulunan yerlerdeki geçmiş tarihlerde inşa edilen kale, cami, kervansaray, bimaristan (hastane), hamam, çeşme gibi tarihi eserlerin incelenmesi yapıldığında, bu eserleri yapanların ve yaptıranların Türkler, Bizanslılar, Ermeniler, Süryaniler ve Araplar oldukları ortaya çıkmaktadır. Geçmiş tarihin gerçek vesikası olan bu abideleri yapanlar arasında Kürt adının geçmemesi çok ilginç ve önemlidir. Eğer bu coğrafyada yaşayan halka Kürt denilmiş olsaydı, bu eserleri yapanları anlatan ve eserler üzerinde kazılı olan yazıtlarda Kürt adına rastlanılması gerekmez miydi?

Hıristiyanlık dini günümüz Ortadoğu’sunda ortaya çıkıp gelişmiştir. Hz. İsa’nın peygamber olarak ortaya çıktığı dönemden sonra, Doğu ve Güneydoğu Anadolu coğrafyasında yaşayan Ermenilerin, Gürcülerin, Süryanilerin, Rumların ilk Hıristiyanlarla münasebetleri anlatıldığı halde, hiçbir Hıristiyan kaynağında Sivas’tan Basra’ya kadar olan yerlerde yaşadığı söylenen Kürtlerden ve onlara gönderilen Hıristiyan propagandistlerden bahsedilmemektedir.

Hz. İsa’nın peygamberliği duyulduğunda dünyanın her yerinden özellikle de Ön Asya’daki tüm milletler, bu daveti duymuş ve bu peygamberi araştırmaya gelmişlerdir. Hıristiyanlığın ilk yayıldığı yerler de öncelikle Ön Asya’dadır. Anadolu’daki Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler, Araplar ve Türklerin bir bölümü Hıristiyan olurken Kürtlerin Hıristiyanlığı seçmemeleri imkânsızdır. Eğer Kürtler, gerçekten Hıristiyanlığın ortaya çıktığı ve yayıldığı ilk 3. ve 4. yüzyılda Ortadoğu’da yaşıyor olsalardı kendileri ile alakalı mutlaka kayıtlar da var olmalıydı. Bu durum bize Kürtlerin, Gürcü ve İran vesikalarında bahsedildiği gibi 5. asırdan sonra bu bölgeye geldiklerini ve İranlıların etkisi ile İran’da yaşayan Kürtlerden bazılarının Zerdüştlüğü benimsediklerini göstermektedir.

Siyasal Kürtçülerce, Kürtlerin İslamiyet’ten önceki dinlerinin Yezidi dini olduğu ve Kürtlerin ateş ile güneşe taptıkları ifade edilmiştir. Ama yine Anadolu coğrafyasında hiçbir Yezidi ve Ateşgede tapınağına rastlanılmamıştır. Mardin ve Hakkâri de var olan birkaç Yezidi tapınak kalıntılarının da İranlılardan kaldığı bilinmektedir. Eğer iddialar gerçek olsaydı, Anadolu’da bir tane de olsa Zerdüşt tapınağı kalıntısının bulunması gerekirdi.

Kur’an’da da Ortadoğu’da yaşayan birçok halktan ve kavimlerden bahsedilmiştir. O dönemin İslam eserlerinde de birçok milletin adı zikredilmiştir. Fakat ne Kur’an’da ne de İslam eserlerinde Kürt olan bir sahabeden, tabiinden ve tabe-i tabiinden bahsedilmektedir. Bunun gibi Anadolu’nun ortasından Arabistan topraklarına kadar var olduğu söylenen Kürt milletinden de bahsedilmemiştir. Bu da Kürtlerin o dönem bir millet değil küçük bir grup olarak var olduğunu göstermektedir. Gurmanclardan ise hiç söz edilmemiştir. Dolayısıyla bu durumda Gurmancların 9. yy.’dan sonra bölgeye geldiklerinin ispatıdır.

İslam eserlerinde 7. yy.’dan sonra İran bölgesindeki Ekrad adı verilen ve şimdilerde Kürt toplumunu karşıladığı vurgulanan topluluklardan bahsedilmektedir. Buda Gürcü tarihinde Kürtlerin bölgeye getirilişinin anlatıldığı tarihin sonrasına denk gelmektedir ki, bu veriler Kürtlerin M.S. 5. yy .’da Ortadoğu’ya geldiğinin ispatıdır.

Osmanlı arşiv kayıtlarında birçok Yörük ve Türkmen aşireti içinde Ekrad Türkmeni ve Ekrad Yörükanı tabiri kullanılmıştır. Türklüğü kesin olarak bilinen aşiretlere Ekrad denildiği gibi, şimdilerde Kürt olarak sayılan aşiretler o gün için Türkmen ve Yörük olarak ifade edilmiştir. Bu konuda Cevdet Türkay’ın Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler adlı eseri tetkik edildiğinde; Kürt, Türkmen ve Yörük aşiretleri içinde Ekrad adının aynı anda kullanıldığı görülecektir[16].

Kürt, Gurmanc ve Zazalarda var olan nevruz, doğum, evlilik, ölüm, düğün, sünnet gelenekleri, tarım, hayvancılık, kilimcilikle ilgili kültürel unsurlar, halk inançları, deyimler, türküler, maniler, destanların tamamı, Türk toplulukları ile aynılık göstermektedir. Sevinç ve hüzünlendiren unsurlar, hayata bakış tarzı bile aynılık göstermektedir. Sadece Balkan kökenli olup da batı toplumunu ile etkileşmiş bazı Türk topluluklarının kültürel unsurlarında değişmeler az da olsa yaşanmıştır. Ama Türkmenler, Yörükler, Gurmaclar ve Kürtler arasında hem fiziki hem de kültürel fark yoktur. Hatta birçok Balkan göçmeni Türk ile Gurmanc ve Kürtlerin örf ve adetlerinde de birebir aynılık görülmektedir.

Kürt, Gurmanc, Zaza ve Türkiye Türklerinin örf ve adetleri birebir aynılık gösterirken, Arap, İran, Süryani, Ermeni, Keldani ve Rumların örf ve adetlerinin çok farklı olduğu ortadadır. Örf ve adetler paralelindeki yaşantı milletlerin kökenlerini belirlemekte tek başına olmasa da çok önemli bir kriterdir.

——————————————————————————–

[1] Brosset, a.g.k. s.391.

[2] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.44.

[3] Gerger Aşireti’nin bir kısmı Urfa’da yaşarken diğer kısmı Irak’ta yaşamaktadır. Irak’takilere “Cercer Aşireti” denirken, Arapların “G” harfini telaffuz edemeyip ”C” harfini kullanmalarından kaynaklı kısmi değişim olmuştur. Ama her iki aşiret de akraba ve Türkmen olduklarını bilirler. Gerger Aşireti bu bölgeye İç Anadolu’dan göç etmişlerdir.

[4] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.49.

[5] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.50.

[6] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.44.

[7] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., s.49.

[8] Ebu Bekr-i Tihrani, a.g.k., S.53.

[9] Fani, a.g.k., s.57.

[10] Fani, a.g.k., s.57.

[11] Şami N., Zafername, Ankara, 1987, s.23.

[12] Göyünç, a.g.k., s.36.

[13] Fani, a.g.k., s.20.

[14] Fırat, a.g.k., s.26.

[15] Turan, a.g.k., s.103.

[16] Türkay C., Başbakanlık Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaatler, İstanbul, 2001

 

 

ÖMER ÖZÜYILMAZ
(Araştırmacı-Yazar)

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP