Kariyeri boyunca “Hayvan Mezarlığı”, “Kujo”, “Sadist” gibi birçok korku romanına imza atarak ülkemizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi oluşturan King’in, bunun yanında masalsı bir fantezi kitabı olan “Ejderha’nın Gözü” ve “Kara Kule” gibi eserleri en çok ilgi görenler arasındaydı.
“Esaretin Bedeli” ve “Yeşil Yol” gibi başyapıt kabul edilen sinema filmlerinin de yazarı o. Hayran olmamak, sevmemek ne mümkün. Her koşulda her bir kalbin ince bir noktasına dokunmayı öyle güzel başarmış ki… Kuşkusuz en büyük başarısı işte bu yöndeydi; Stephen King, “sinematografik roman” tarzındaki çalışmalarıyla dokunmadık kalp bırakmadı…
Ve bugün 71 yaşına girdi. Cümlelerin etkisinde ve bambaşka bir kafayla geçmiş 71 yıl… Ama iyi ama kötü günler geçirdi elbet; her insan kadar. Onu, başkalarından ayıransa, sadece bakmıyordu, görüyordu da. Onu bize bunca sevdiren de, gördüklerinden sonrasını bizimle paylaşması oldu…
İyi ki doğdun Stephen King…
Korku dolu nice yaşlara…
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Stephen, 21 Eylül 1947’de, ABD’de Portland, Maine’de, Nellie Ruth Pillsbury ve Donald Edwin çiftinin oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ailesi, ona “Stephen Edwin King” adını verdi. gözlerini açtığı hayat, ona, her insana yaptığı gibi bazen sevinç, bazen gözyaşı getirecekti…
King çifti boşandığında Stephen, henüz 2 yaşındaydı ve kardeşi David ile birlikte annesinde kaldı. Anne ile baba arasında mekik dokuyan o çocuklardan biriydi. Hem uzayan yollar, hem başa çıkmak zorunda kaldığı ikiye bölünmüş duygularıyla attı adımlarını. Annesi Portland Maine, babası da, Indiana Fort Wayne’de yaşıyordu.
Annesi ve David ile Durham’a taşındığında ise, Stephen, 11’indeydi. Lise bitene kadar süren eğitimini burada tamamladı. 1966’da artık üniversite için bir tercih yapması gerektiğinde, Orono Maine Üniversitesi’nde, Bilim okumaya başladı…
Yazmaya başladığı yıllar
Stephen’i yazmaya teşvik eden, babasına ait olduğunu öğrendiği H. P. Lovecraft’ın “The Lurker Of The Threshold” öykü kitabı idi. Bu kitabı, bir yaramaz çocuk edasında evlerinin tavan arasında bulmuştu. Üzerinde de bir iblis resmi vardı.
Okuduğunda öylesine etkilenmişti ki, anne ve baba arasında ikiye bölünmüş hayatında Stephen, içinden çıkamadığı her bir duygunun çözümünü yazmakta buldu. İlk hikayelerini yazmaya başladığında, 16’sında gencecik bir delikanlıydı. Başkalarının okumaya başlaması için henüz zamana ihtiyacı vardı; ama belli ki bu durum ona iyi geliyordu. Üstelik yetenekliydi de.
Yazdığı bu hikayeleri yayımlamak için 1967’de bir fırsat doğduğunda, ilk profesyonel kısa öykü satışını, “The Glass Floor” adını verdiği öyküsüyle, Starling Mystery Stories’e yaptı.
1970’de üniversiteden mezun olduğunda ise, iş bulamamıştı; bir laboratuvarda geçici olarak gördüğü bir işe başladı. Bir yandan da yazmaya devam ediyordu. Artık dergilerde de yayımlıyordu hikayelerini. İşte bir hikayeci olarak tanınmaya da bu sırada başladı…
Bu arada ilk yazmaya başladığında “Richard Bachman” adını kullanıyordu. Bu imza ile yazdığı ilk kitaba “Rage” adını vermişti; sınıf arkadaşını silahla vuran bir lise öğrencisini anlatıyordu. Ancak daha sonra Jeffrey Lyne Cox adlı bir lise öğrencisi, sınıf arkadaşlarını esir aldı ve bu kitaptan etkilendiği ortaya çıktı. Buna benzer bir olay üç kez daha tekrar edince, bu kitabın Amerika’da bir daha basılmamak üzere yasaklandı.
Stephen King, daha sonra kendi kimliğiyle yazmaya karar verdiğinde, Bachman’ı, kanser sebebinden ölümüyle emekliye ayırdı.
Stephen King evlendi
Stephen ve Tabitha Spruce, üniversitede tanıştı. Belki ses getirmiyordu; ama özünde sakin ve tutkulu bir aşk doğmuştu aralarında.
1970’te üniversiteden mezun olduktan bir yıl sonra bu aşkı evlilikle taçlandırdılar. Bu evlilikten Owen ve Joe Hill adını verdikleri iki oğulları ile Naomi adını verdikleri bir kızları oldu.
“Televizyon fena değil, ona karşı değilim, ama insanı dünyadan koparıp yalnızca kendi camına bağlamasını sevmiyorum. En azından o bakımdan radyo daha iyiydi”. Bu cümle, Stephen King’in “Yeşil Yol” sinematografik romanından. Gerçekten de böyle düşünüyordu aslında. Öyle ki, Tabitha ile Maine’deki evlerinde kendi kurdukları üç radyo istasyonu vardı…
İlk romanı ve hızlanan hayat
Üniversiteden sonra hemen iş bulamamıştı; ancak hikayeleri vardı. Tabii onlar da bir yere kadardı. Neyse ki 1971’in sonunda Main’de bulunan Hamden Koleji’nde öğretmen olarak çalışmaya başladı. Elbette yazarlık konusunda kendini geliştirecek yollar aramaya da devam ediyordu.
Yazmayı sürdürdü ve nihayet 1973 baharında “Carrie” (Göz) adını verdiği ilk romanını yayımladı. Aslında Carrie’yi öncelikle bir hikaye olarak kaleme almıştı. Sonra nedense memnun kalmadı ve kaldırıp attı. Ancak sevgili karısı Tabitha, hikayedeki potansiyeli görmüştü. Stephen’i yazmaya devam etmesi konusunda yüreklendirdi. Bu roman, işte böyle ortaya çıktı. Basılacağı sırada da Stephen, elbette romanını karısı Tabitha’ya adadı.
Resmi olarak atılmış bu büyük adımla artık daha da özgüvenliydi. Romanı çıkar çıkmaz yenisini yazmaya başlamıştı bile. Bunun için Colorado’ya taşındı ve “Shining” (Medyum) adını verdiği romanını tamamladığında, ki bu bir yıl sürmüştü, tekrar evine, Maine’ye döndü. Yıl dolmadan üçüncü romanı “The Stand”i de (Mahşer) yayımladı.
Daha sonra BBC’ye verdiği bir röportajda açıklayacaktı ki, o güne dek yarattığı karakterler içinde kendisine en yakın olanı, “Medyum” romanındaki “Jack Torrance” idi. Romanını yazdığı sıralarda, kendisi de tıpkı Jack gibi, sürekli içiyordu. Yazdığı dönemi yansıtan en belirgin özellik buydu.
Evet, 80’li yıllar, Stephen’in alkole düşkün olduğu zamanlardı. Hatta “The Onion”, yayınladığı bir makalede, Stephen King’in “Şeffaf” adlı romanını nasıl yazdığını hatırlamadığı iddiasında bulundu. Stephen, bu iddiayı kabullenmiş, sadece o değil, “Kujo” da dahil nasıl yazdığını hatırlamadığı birçok romanı olduğunu itiraf etmişti…
Stephen King yükselişte
Yazarlıkta sağlam adımlarla ilerleyen Stephen, maddi açıdan da iyi duruma gelmişti. 1977’de yeni bir eve taşındılar. Şehir değiştirmediler, ancak evleri bir öncekinden çok daha iyiydi.
1980’den sonra da, kendini tamamen yazarlığa adadı. Adeta seri üretimde bir makine gibiydi. “The Dead Zone” (Çağrı), “Fşrestarter” (Tepki), “Pet Sematary” (Hayvan Mezarlığı), “The Dark Half” (Hayatı Emanet Karanlık), “Needful Things” (Ruhlar Dükkanı), “Rose Madder” (Çılgınlığın Ötesi), adını verdiği birçok roman ve hikayesini art arda yazdı.
1981’de, “Dance Macarebe” adını verdiği eserini yayımladı. Dilimize çevrilmeyen bu eser, Amerikan Edebiyat ve Sineması’nda korkunun nasıl işlendiğini karşılaştırmalı analizlerle ayrıntılı bir şekilde anlatıyordu. Bu eseriyle “Hugo B. N. Ödülü”ne layık görüldü. 1999’da da, “Bag of Bones” adlı romanıyla da, “Bram Stoker Ödülü”nü kazandı.
Her zaman kimsenin görmediğini gören gözü sayesinde böylesine başarılı ilerliyordu kuşkusuz Stephen. Mesela ünlü romanı “O”daki dehşet saçan palyaçoyu ortaya çıkarırken, Mc Donalds’ın maskotu, Ronald Mc Donald’dan esinlenmişti…
En merak uyandıran serisi “The Dark Tower”i (Kara Kule) ise, 1982’de yazmaya başladı. Büyük yankı uyandıracak eserlerin hazırlık aşaması hiç kuşkusuz meşakkatli oluyordu. Stephen, bu seriyi 2004’te tamamladı.
Film olan kitaplar
1967’de resmi olarak başlattığı yazarlık kariyerine bugün hala devam eden Stephen, edebiyata 60’tan fazla roman ve hikaye kazandırdı. Bu eserlerin öylesine etkileyici bir yönü vardı ki, birçoğu beyaz perdeye uyarlandı. Uyarlamalarla birlikte dizi veya film haline getirilmiş öyküleri de 70’i aştı…
İlk sinema uyarlaması, 1976’da Brian dfe Palma tarafından çekilen “Carrie” idi. En çok bilinenlerinden ilki ise, 1980’de çekilen, yönetmen koltuğunda Stanley Kubrick’in bulunduğu “Shining” oldu. Ardından en çok beğeni toplayanlar arasında, 1990’da “Misery”, 1994’te “The Shawshank Redemption”, 1999’da “Green Mile” (Yeşil Yol) – ki başrolünde Tom Hanks vardı – 2004’te “Secret Window” (Gizli Pencere) – başrolde Johnny Deep – 2007’de “1408” – başrolde John Cusack ve Samuel Jackson – yine 2007’de “The Mist” geldi.
Sinema ve TV sektörü için adeta bulunmaz bir madendi o. Hal böyle olunca, adı en zengin yazarlar arasında anılıyordu. Neredeyse bütün kitaplarının dilimize çevrilmesi ve alt yazılı filmler ile Stephen King, edebiyatımızda bir parçamız oldu. Öyle ki Türkiye’de hayran kulüpleri dahi kuruldu. Onun roman ve filmlerini böylesine çekici kılan, orta sınıfın saygın insanlarının sessiz dünyasını, şehir merkezinden uzak kasabaların doğasını, inançlı kimseleri ve daha nicesini en ufacık bir ayrıntıyı dahi atlamadan anlatıyor olmasıydı. Şehrin karmaşasından kopmuyor, ama gündelik yaşamı da ihmal etmiyordu. Böylece Amerika toplumunu tam kalbinden fethediyordu. Evrensel yaralara bastığı parmak, kuşkusuz onun sesinin daha geniş coğrafyalarda yankılanmasını sağlamıştı. Bazen de coğrafya tek başına kader olmayabiliyordu işte. İnsan ulaşmak istediği coğrafya ile kendi kaderini, kendisi yazabiliyordu.
13 sayısına takıntısı
Bir Başak Burcu’nun nelere ne kadar takıntılı olabileceğinin sınırı yok kuşkusuz. Stephen King de, Triskaidekafobi ile başı dertte olanlardan. Ancak bu takıntı onun hayatına öyle bir yerleşmiş ki, Stephen, 13 sayısından kesinlikle korkuyor. Bu korkusunu ise, şöyle açıklıyor:
“13 sayısı söz konusu olduğunda omurgamda aşağı yukarı hareket eden o ürperti asla geçmez. Yazarken 13. ya da 13’ün katı olan bir sayfaya geldiğimde asla durmam, ‘güvenli’ bir rakama kadar yazmaya devam ederim. 13 yerine 12 adım atmış olmak için evimin merdivenindeki son iki basamağı tek adımda çıkarım. Okurken 94., 193., 382. ya da rakamları toplamı 13 yapan hiçbir sayfada durmam”.
Bugün Stephen King
Stephen King, 2002’de, kendisini tekrar ettiğini düşündüğü için yazarlığı bıraktığını açıklamıştı. Tabii hayal gücü hala işliyordu ve yazmayı durduramazdı. Elbette yaptığı açıklamasına aldırış etmeden yeni eserler vermeye devam etti. Son olarak 2016’da, “End Of Watch”ı yayımladı.
Belli ki Stephen King yazmaktan hiç vazgeçmeyecek. Kuşkusuz biz de onu okumaktan ve hayal gücünün hayatımıza katacaklarını beklemekten…
Gerilim ve korkuyu hayatımıza nakşetmiş, hayal gücü gözlerinden fışkıran, alanında uzman kimliğiyle bir Stephen King geçiyor bu dünyadan…