Prof. İnalcık, yaşayan tarihti. Onunla aynı yüzyıla denk gelmiş olmak, kitaplarını okuyor olmak ne büyük şans! O, önemli tarih araştırmaları ve yetiştirdiği öğrenciler sebebiyle Şeyh-ül Müverrihin, ani Tarihçilerin Şeyhi diye anılıyor. Bir de Tarihçilerin Kutbu! Hakkında söylenecek çok şey, ona edilecek ne çok teşekkürümüz var… İlk cümlelerim, ondan olsun. Türk tarihçilerine verdiği öğütlerle başlayalım:
“Türk tarihçilerine bir öneride bulunmak gerekirse diyebilirim ki, daima belgelere sadık kalın. Eğer hakikati ortaya çıkarırsanız bu daima bizim lehimizedir, çünkü bugüne değin tarihimiz hakkında yazılanların çoğu ya yalandır, ya çarpıtmadır. Eğer mübalağa yaparsanız kendinizi kabul ettiremezsiniz, sizi ciddiye almazlar.”
Çocukluğu
Halil, 7 Eylül 1916’da, İstanbul’da, Seyit Osman Nuri ve Ayşe Bahriye çiftinin çocukları olarak dünyaya geldi. Aslında bu cümleyi keskin bir şekilde kurmak doğru değil. Çünkü tüm ömrü boyunca kendini adayacak olan Halil, aslında doğum tarihini hiçbir zaman bilmedi. O da kendine 7 Eylül’ü doğum günü olarak seçecekti. Bir tarihçi olarak, kendi başlangıcına da kendisi karar vermişti…
Aslında Halil’in tarihinin hikâyesi Kırım’da başladı. Dedesi Kırımlı bir müezzindi. Osmanlı’nın son dönemlerinde Kırım’da artan Rus baskısı üzerine babası Seyit Bey İstanbul’a geçmiş; onun da kaderi buradan şekillenmeye başlamıştı. Halil, İstanbul’da doğsa da, Kırım’a uzanan köklerini hiç unutmadı. Hatta tarih çalışmalarına köklerinden başlayacaktı…
Seyit Bey, İstanbul’a göçtükten sonra burada yaşamını kazanmak için ticarete başlamıştı. Önce bakkal işletti. Ardından da kolonya ticaretine başladı. Babası, Halil’in en değerlisiydi. Ondan erken ayrılacağını bilir gibi anlarını hafızasına kazıyordu. Tarihe ilgi duymaya da ilk çocukluğunda babasının onu götürdüğü yerlerde büyülendiğinde başlamıştı. Yıllar sonra babasıyla ilgili bir anısını şöyle anlatacaktı:
“Babam bir gün beni Aya İrini, Bizans kilisesine götürdü. Orada yeniçeri, sipahi, harem ağalarının balmumu heykelleri benim çocuk ruhumda derin izler bırakmıştı. Bugün bile bu başka âleme ait tiplerin esrarlı görünüşleri hafızamdan silinmemiştir.”
Çocukluğu, savaş dönemine denk gelmişti ve ilerleyen yılların da pek bir farkı olmayacaktı. Bununla birlikte babasıyla geçireceği zaman da dolmuştu. Kolonya ticaretinde ilerleyen Seyit Bey, ticaret yapmak için Mısır’a gitti. Halil, babasını yolcu ederken, onu son kez gördüğünden habersizdi. Seyit Bey, Mısır’dayken yaşamını yitirmişti. Acısı, Halil’in yüreğini yaktı da geçti…
1924’te, ailesi Ankara’ya yerleşmişti. 1923’te başlayan eğitim hayatı, Ankara Gazi Mektebi’nde devam etti. Babasının olmadığı bir yaşamda Ayşe Hanım için de hayat zordu. Aile dostları ve komşularının yardımı ile toparlanmaya çalıştılar. Pek çok şeylerinde hep yanlarındaydılar. Tabii bir yandan eksik kaldıkları yerler de oluyordu. Örneğin Soyadı Kanunu döneminde bu resmi işlemlerle komşuları ilgileniyordu. Vatanperver bir aile olduklarından Bozkurt soyadı almak istiyorlardı; Halil Bozkurt. Ancak komşuların resmi işlemlerde gecikmeleri üzerine nüfus memurunun tesadüfen verdiği İnalcık soyadını aldılar…
Eğitim hayatı
Halil’in eğitim hayatı aslında tam olarak babasız kaldığında başladı denebilir. 1930’a kadar devam ettiği okulun üzerine, haylaz ve dur durak bilmez bir çocuk olan Halil için kaçınılmaz karar verildi. Halil Sivas Muallim Mektebi’nde yatılı okuyacaktı. Burada zor günler geçiren Halil, sonunda soğuktan hasta olmuştu. Bir çocuk olarak bedeni bu zorluğu kaldıramıyordu. Üstelik babasının yokluğunun üzerine, kuşkusuz şimdi kendini burada daha da yalnız hissediyordu. Annesine, kendisini bir başka okula göndermesi için yalvardı. Bunun üzerine önce Ankara’ya dönen Halil, ortaokulu Ankara Gazi Muallim Mektebi’nde tamamladı.
1932’de, Balıkesir Necatibey Muallim Mektebi’nde lise tahsili başladı. Bu okul, eğitim hayatı açısından enfes kazanımlar sunmuştu. Edebiyat Tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı ve Fizik Öğretmeni Nusret Kürkçüoğlu en değerli öğretmenleriydi. 1935’te mezun oldu. 14 yaşında girdiği bu okuldan 18 yaşında donanımlı bir genç olarak ayrılıyordu. Şimdi bir yol ayrımındaydı ve önünde iki seçenek vardı. Ya Anadolu’da bir yerlerde öğretmenlik yapmaya başlayacak ya da ömür boyu sürecek bir eğitime ilk adımı için üniversite okuyacaktı. Halil, hayatını değiştirecek o kararı verdi…
Doç. Dr. Halil İnalcık olmaya doğru
Halil, 1936’da, Atatürk’ün tarih tezini bilimsel temeller üzerinde taşımak amaçlı kurduğu Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde okumaya başladığında, hayat boyu öğreniminin bitmeyeceği bir tarih yolculuğuna çıkmıştı. Bu öyle bir yolculuktu ki, Halil’in yoluna hep aydınlatacak, önemli isimler çıktı. Fuad Köprülü, Muzaffer Göker, Yusuf Hikmet Bayur, Şemsettin Günaltay değerli öğretmenleri arasındaydı. Özellikle Ortaçağ Tarihi dersini aldığı hocası Fuad Köprülü, Halil üzerinde ziyadesiyle etkili oldu. Bütün meslek yaşamı boyunca hep onu örnek alacaktı. 1940’ta mezun olduğunda, mezuniyeti için Timur üzerine hazırladığı Fuad Köprülü’nün dikkatini çektiğinden, fakültede kalarak Yakın Çağ Tarihi Bölümü’ne asistan oldu. Tarihe duyduğu bu heyecanlı merak, şimdi onu resmen akademik hayata taşımıştı.
1942’de, “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” adlı doktora tezini verdi. Tezini iki yılda tamamlamış ve doktora unvanını almıştı. Hemen ardından 1943’te de, “Viyana’dan Büyük Ric’ate Osmanlı İmparatorluğu ve Kırım Hanlığı” adlı teziyle doçentliğe yükseldi. Şimdi o, Doç. Dr. Halil İnalcık idi. Çok uzak değil, 1947’de de Türk Tarih Kurumu Üyeliği’ne seçilecekti…
Doktora tezine dönecek olursa, Halil, bu tezi, İstanbul arşiv belgeleri üzerinde yaptığı çalışmalar sonunda hazırlamıştı. Her anlamda oldukça başarılı bir tezdi; hatta tez olmaktan ileriye de gitmişti. Tarafsız bir gözlemle doğru bilgiler içeren bu çalışma, Türk Tarih Kurumu tarafından basıldı. Tüm ilgiler üzerindeydi. Bulgar elçiliğinden bir ziyaret heyeti, bu tezin Bulgar tarihine katkılarından dolayı teşekkürlerini sunmak için dönemin dekanı Enver Ziya Karal’ı ziyaret etti. Bu Halil için büyük bir başarıydı…
Yıllar sonra doktora tezinden yola çıkarak, tarih konusunun hassasiyeti ve geldiği noktada şöhretli bir tarihçi oluşunu şöyle değerlendirecekti Halil İnalcık:
“Arşivlerde 1432 yılına, II. Murat devrine ait bir tımar defteri buldum. Bu, arşivimizdeki en eski defterdir. Onu 1954’te neşrettim. Bu Arnavutluk’a ait bir defterdi ve Arnavutluk tarihine yönelik çok önemli sorunları çözmemize yardımcı oldu. Ben eğer şöhretli bir tarihçi olmuşsam, bunu Türk arşivlerine borçluyum. Bu arşivler çok mühim ve çok zengindir. Sosyal bilimlerle uğraşan Türk bilim adamları bu arşivler sayesinde önemli çalışmalar yapabilirler ve Türkiye’nin sosyal bilimlerdeki başarısı bizi Fransa’nın yanına yerleştirir. Fakat zaman zaman arşivlerimizin yönetiminde anlaşılmaz bir düşünce hakim oluyor. Vesikaların tamamını alamayacağımız söyleniyor. Son olarak, 1989 yılında defterlerin fotokopilerinin tam olarak çıkışı yasaklandı. Bugün bunların ancak üçte birini alabilirsiniz. Eskiden bu kural geçerli olsaydı ben Tanzimat ve Bulgar Meselesi başlıklı tezimi ortaya çıkaramazdım. Bu vesikaların açıklığı sayesinde bütün dünya çarpıtmalardan kurtulmuş hakiki tarihimizi öğrenecektir. Vaktiyle, Köprülü’nün Dışişleri Bakanı olduğu zamanlarda tam açıklık vardı. Macarlar kendileri ile ilgili defterlerin fotokopilerini aldılar ve Macarca’ya tercüme ettiler. Macarlar bugün kendi kayıtlarında Türkler aleyhine olan bölümleri düzeltiyorlar. Macar tarihini yalnızca Macar vesikaları ile yazarsanız çok düşmanca sonuçlara varırsınız, ama Türk vesikalarını da kullanırsanız daha dengeli bir tarih ortaya çıkar. Bunu böyle yapmamak bizi Türk tarihinin gerçeklerini öğrenmekten alıkoyar.”,
Halil İnalcık evlendi
Kendini öğrenmeye adamış bir genç için aşk da uzaklarda olamazdı elbet. 1945’te evlendiler, Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, Arapça derslerinde tanıştı Şevkiye Işıl ile. Bu evlilik, 1948’de, onlara “Günhan” adını verdikleri bir kız çocuğu getirdi.
İngiltere günlüğü ve profesörlük
İnalcık, 1949’da, İngiltere’ye gitti. Burada British Museum’de, Türkçe yazmalar üzerinde çalışacaktı. Bir yandan da İngilizce öğreniyordu. İnalcık, yıllar içinde birikimlerine pek çok dil ekleyecekti. Bir röportajında kendisine yöneltilen, “Hocam, kaç dil biliyorsunuz?” sorusunu şöyle yanıtlayacaktı:
“Madem sordunuz söyleyeyim, ben Fransızca ile başladım. Fransızcam çok iyiydi. Fransızca’dan sonra, üniversite bittikten sonra İngilizce öğrendim. İngiltere‘de bir buçuk sene kaldım. Ondan sonra doçent iken Farsça’yı öğrendim. Farsçam iyidir,yani o ağır Farsça metinleri okuyup anlayabilirim. Arapça için ben Beyrut’ta 6 ay kaldım, orada Filistinli genç bir mülteci ile beraber 6 ay Arapça tahsil ettim.”
İnalcık, ayrıca Almanca ve İtalyanca da biliyordu. Burada Calendar of State Papers serisinde, Osmanlı tarihi üzerine kaynakları toparladı. Ayrıca Public Record Office’te de Osmanlı ile ilgili kaynak taraması yaptı.
1950’de, Paris’te düzenlenen bir tarih kongresine katılarak tarihçi Fernand Braduel ile tanışma fırsatı buldu. 1951’de ülkesine döndü ve aynı yılın yazında Bursa Ser’iyye Sicilleri üzerine çalışmaya başladı. Çalışmaları ve girişimleri sonucu siciller, Topkapı Sarayı’nda bulunan atölyede ciltlendi ve muntazam halleri ile Bursa’ya gönderildi. Çalışmaya, üretmeye ve hep öğrenmeye devam ediyordu. 1952 Haziran’ında, “Viyana Bozgun Yıllarında Osmanlı-Kırım Hanlığı İşbirliği” adlı teziyle nihayet profesörlüğe yükseldi.
Başarılı öğrencisi İlber Ortaylı
Prof. İnalcık, 1953-1954 ders yılında, Columbia Üniversitesi tarafından misafir öğretim üyesi olarak davet edildi. Araştırmacı ruhu ile yaşamına yeni çentikler atıyordu. Söz konusu tarih olduğunda, koşar adım ilerliyordu. 1956-1957’de birtakım araştırmalar için Harvard Üniversitesi’ndeydi. 1957’de ülkesine dönerek mezun olduğu fakültede ders vermeye başladı. İşte ileride adı kendisi ile birlikte anılacak öğrencisi ile bu dönemde karşılaştı: İlber Ortaylı!
Kuşkusuz Ortaylı’nın, hocası Prof. İnalcık’tan öğrendiği en güzel şey, “Oldum!” demeden, hep olma yolunda olmaya devam etmekti. Prof. İnalcık, 1960-1961’de, Arapça öğrenmek için Beyrut’a gitti. Öğrenciliğinden itibaren hep bir parçası olduğu fakültesinden, 1972’de emekli olacaktı…
Prof. İnalcık’a, Amerika daveti
Prof. İnalcık, mesleğinden emekli olsa da, içinde taşıdığı araştırma ruhundan uzaklara gidememişti. Emekliliğinin ardından Chicago Üniversitesi’nden aldığı daveti değerlendirerek Amerika’ya gitti. Bugüne dek Columbia, Pennsylvania, Harvard, Princeton Üniversitelerinde ziyaretçi profesör olarak verdiği derslerinin üzerine şimdi kalıcı olarak buradaydı. Bu davet aynı zamanda Prof. İnalcık’ın, Chicago Üniversitesi’nde, Osmanlı Tarihi Kürsüsü kurması da demekti. Burada tarihi çalışmalarını sürdürdü ve 1973’te, “The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600” adını verdiği kitap çıktı ortaya. Birçok dile çevrilen bu eser, alanında en çok okunan kitaplardan oldu.
Buradaki görevi ve araştırmaları boyunca Ortaylı, Prof. İnalcık’ın yine öğrencisiydi. Ortaylı, “Hayat Nasıl Yaşanır” kitabında da dediği gibi, onu bir yerlere taşıyacak öğretmenlerin peşinden gidiyordu. 1986’da Prof. İnalcık, Chicago Üniversitesi’ndeki görevinden de emekli olmuştu.
Hayat arkadaşını kaybetti
1989’da, karısı Şevkiye Hanım yaşama gözlerini yumdu. Prof. İnalcık’ın ise yaşayacak bilgi dolu çok yılı vardı… Bugüne dek de geçen bu yoğun çalışma döneminde, tek üzüntüsü karısına yeteri kadar zaman ayıramamış olmasıydı. “Ömrüm boyunca adeta bir kesiş gibi çalıştım.” dediği bir röportajında, karısı Şevkiye Hanım’ı onurlandırdığı şu cümleleri de ekliyordu:
Diğer çalışmaları
Prof. İnalcık, Osmanlı-Türk tarihi araştırmalarının sadece bir araştırma olmaktan çok öteye gitmesini istiyordu. Ortaya koyduğu bilgiler, en üst düzeyde paylaşılıp tartışılmalıydı. Bunun için ilk kez 1977’de, Hacettepe Üniversitesi’nde olmak üzere toplamda 11 uluslararası konferansın kurulmasına öncülük edeceği, “International Association for Social and Economic History of Turkey” adlı bir uluslararası birlik kurdu.
Türkiye’ye döndükten sonra 1993’te, Bilkent Üniversitesi’nde Tarih Bölümü’nü açtı. Bundan böyle Bilkent Üniversitesi’nde, Osmanlı Tarihi Bölümü’nde, 23 yıl boyunca yüksek lisans ve doktora öğrencilerine seminer dersleri verecekti. Ayrıca 2003’te burada, “Halil İnalcık Center for Ottoman Studies” adını verdiği bir merkez kurdu. Yıllardır pek çok arşivden topladığı belgeler, defter kopyaları, yarım kalmış araştırmaların metinleri ve emek emek bir araya getirdiği daha pek çok değerli materyali bu merkeze bağışladı.
Prof. İnalcık, bugüne dek dünyanın çeşitli üniversitelerinde çok kez fahri doktora unvanı almıştı. 20. yüzyıl sona ererken de, Cambridge’de bulunan Uluslararası Biyografi Merkezi, kendisini dünyada sosyal bilimler alanında önemli 2000 bilim adamı arasında gösterdi. 1991’de de, Türk tarihi ve kültürü için çabası ve alanında katkılarından sebep, Dışişleri Bakanlığı, Prof. İnalcık’ı, Yüksek Hizmet Madalyası’na layık gördü…
Prof. İnalcık, 2005’te, Emine Çaykara ile yaptığı söyleşiyi içeren, “Tarihçilerin Kutbu – Halil İnalcık Kitabı” adlı, hayatını ve tarihçiliğini anlattığı kitabı yayımladı…
Nasıl iyi bir tarihçi oldu
Her şeyden önemlisi elbette dur durak bilmez bir araştırmacı ruha sahipti. Çalışmaktan hiç yorulmamasının yanında bildiği yabancı diller, araştırmalarının en büyük kurtarıcısıydı. Böylece başka dillerde de kusursuz araştırmalar ve yayınlar yapabiliyordu. Hal böyle olunca yurt dışında pek çok üniversiteden davetler aldı ve buralarda fahri doktora unvanıyla onurlandırıldı.
Prof. İnalcık, 1986’da Amerikan Akademisi, 1993’te de British Akademi’ye üye seçildi. O, uluslararası alanda önem arz eden ilk tarihçimizdi. İyi bir tarihçi olmakla yetinmedi; iyi bir öğretmen oldu. Araştırmalarından kazançlarını kendisiyle birlikte götürmek niyetinde değildi. Soluğu yettiğince aktardı. Bunun yanında Türk tarihini gelecek nesillere de aktarmak için arşivini bağışladı. O, her zaman öğrenmeye açık beyinlerin kaynağı olmayı amaçlamıştı.
Tarihe adadığı ömründe, tarihçiliğimizi, amacını kendi cümleleriyle şöyle ifade ediyordu:
“Türk tarihçiliği gelişiyor. Geçmişte iki büyük üstat var: Fuad Köprülü, Ömer Lütfü Barkan. Bu iki usta Türk tarihçiliğine getirdikleriyle bir yön vermiştir. Bugün tarihimizi onların yolunda iyi inceleyebilmek için, Osmanlıcaya hâkim olmak, bunun yanında batı tarihçiliğini iyi izlemek gerekir. Bana, siz bütün kariyeriniz boyunca ne yaptınız diye sorarsanız şunu söyleyebilirim: Bütün çabalarım Türk tarihçiliğini modern tarihçilik düzeyine çıkarmaktır. Benim tarih anlayışım devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaktır. Bizim tarihçiliğimiz ise bu konulara yeni yeni ilgi duyuyor.”
Prof. Halil İnalcık öldü
Prof. İnalcık’ın nefesi 100 yıla yetmişti. O, asırlık bir tarih kitabıydı. 25 Temmuz 2016’da, Ankara’da tedavi gördüğü hastanede çoklu organ yetmezliği nedeniyle hayata veda etti. Ardında koskoca bir arşiv bırakmıştı. Yaşadığı zamana sığdırdığı sayfalarca araştırmayı, ülkesine miras bıraktı…
Cenazesi, Bakanlar Kurulu kararı ile Fatih Sultan Mehmet’in türbesinin de bulunduğu Fatih Camii Haziresi’ne defnedildi. Ardından Bilkent ve Ankara Üniversiteleri başta olmak üzere pek çok yerde anma törenleri düzenlendi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı üzerine Prof. İnalcık için özel bir kabir de yapıldı. 22 Temmuz 2017’de tamamlanan, geleneksel Osmanlı kabirleri tarzında hazırlanan bu “ulema kabri”, Ahmed Cevdet Paşa’nın kabri örnek alınarak yapılmıştı. Mermerden yapılan, yazma ve motifleri altın varak ile süslenen kabrin üzerine ayak ve baş kısmında olmak üzere iki üstüvâni (silindir) dikildi. Bu çalışmalardan taşları Semih İrteş imal ettirirken ayak kısmındaki silindirin klasik tezyinatını Sabri Mandıracı yazmıştı. Bu çalışma el ile işlendi.
Eserleriyle Osmanlı-Türk tarihine ayna tutan, tarihe verdiği değeri çok çalışarak taçlandıran, araştıran, öğrenen, öğreten, üreten bir Halil İnalcık geçti bu dünyadan…