Bir yandan “Ben yazdığım kadar yaşarım. Bana tesir eden bir küçük olayla içimden geldiği gibi yazmaya başlarım. Heyecanım süresince yazarım; edebi, ilmi, politik bir iddiam yoktur,” diyerek konumunu keskin bir çizgiyle çiziyor; bir yandan da “Ben aya çıkıyorum, dünyayı oradan seyrediyorum. Aya çıktığım vakit bütün kıtaları görüyorum. Benim dünyam bambaşka,” diyerek onu yazmaya iten her şeyi yalnızlık çemberinin içine alıyordu. Evet, yazarken böyle düşündüm; Kemalettin Tuğcu’nun sınırlarını duygu dünyası ve etrafında gelişenlere göre belirlediği bir yalnızlık çemberi vardı. Hayatı oradan izledi ve sadece yazdı.

“Mütareke yıllarında başlayan bu yazı yazma hastalığı, beni melankolik bir insan yaptı. Bütün o hayatı, çocukluğu ve gençliği yazarak yaşadım,” diyordu.

Yazdıkları bir yandan çok okunurken bir yandan yerden yere vurularak eleştirildi. Size de olmuştur ya da duymuşsunuzdur; Kemalettin Tuğcu eserleri bir neslin travma sebebidir, denir. Sanırım hayata hangi dönemde, hangi pencereden baktığımızla değişiyor bu durum. Nihayetinde tek bir doğru yok. Hayat günden güne sorgulanması gereken bir yolculuk…

Şimdi tek bir soru var: Kemalettin Tuğcu bize iyilik mi yaptı, kötülük mü?

Sizce?

Çocukluğu, ilk gençliği ve genişleyen çember

Kemalettin, 27 Aralık 1902 yılında, Çengelköy’de, dedesinin özenle yaptırdığı köşkte, Şaziment Hanım ve Galip Bey’in dört çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geldi. Padişah Vahdettin’in sarayının hemen yanındaki bu büyük ahşap köşk, II. Abdülhamit’in ünlü komiseri Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın muavini Faik Bey’in köşküydü. Rengarenk çiçeklerle, mor salkımlarla bezenmişti. Doğduğu köşk de tıpkı bütün ahşap evler gibi yıkılacak, Kemalettin’in hayal dünyasında yarattığı Sırça Köşk’ler ise hep yaşayacaktı. O köşke yerleşen yalnız ve hüzünlü bir adam olarak, hep bir çocuğa mutluluğa adanmış acıklı hikâyeler anlattı. Her bir satırda mutsuzluğu, acıları, kendi hayatı saklıydı. Tahta Ev adını verdiği eserinde şöyle diyordu örneğin:

“Mahalledeki evler birer birer yıkılmış, koskoca apartmanlar dikilmiştir. Artık tahta evde oturanları tanıyan kalmamıştır. O evde bir oğlan çocuk vardır; hep cumbasının içinde oturur ve caddede oynayan çocukları seyreder.”

Kemalettin, iki ayak tabanı içe dönük şekilde doğmuştu. O, ailenin sakat bebeğiydi; sevinç çığlıkları yükselemeden yerini hüzne bırakmıştı. Çözüm aramaya başladılar; bir çıkıkçı bebeğin ayaklarını tahtaya bağlamış, sargıların açılmamasını da sıkı sıkı tembihlemişti. Yoksa hep sakat kalabilirdi. Ancak Galip Bey’in baba yüreği oğlunun acı çığlıklarına dayanamamış, sargıyı çözmüştü. Yıllar boyu orada sakatlığının düzelme ihtimali olduğu fikrini aklından atamayan Kemalettin, babasına hep öfkeli kaldı. Ona göre sakat kalmasının sebebi oydu. Şöyle diyecekti yıllar sonra bugünleri anlatırken:

“İşte babamın acıma duygusu yüzünden ben sakat kaldım ve ömrüm boyunca sakatlığın bütün ıstırabını çektim. Bu sakatlık yüzünden gençlik hayatımı yaşayamadım ve okula da gidemedim. Çünkü her iki ayağımda da yaralar açılır, aylarca yürüyemezdim, ancak evin içinde dizlerimin üzerinde dolaşabiliyordum.”

Evet, okula hiç gidemedi. Okumayı, babası, abisi Nurettin’e öğretirken o da onları dinleyerek kendi kendine söktü. Okumayı öğrenince soluğu babasının kitaplığında aldı. Bunun yanında tarih öğrenmiş, dayısının yardımıyla Fransızcasını çeviri yapabilecek kadar geliştirmiş ve bir mektepte daktilo yazmayı öğrenmişti. Sakatlığı ona sokaklar, oyunlar, arkadaşlar yerine kitaplarla çevrili kocaman bir hayal dünyası kurmuştu; çember hep biraz daha genişledi. Yaşayamadığı hayat orada, gözlerinin önünde öylece duruyordu. Bu sakatlık onu insanlardan uzaklaştırdıkça gözyaşlarıyla yazmaya yakınlaştırdı. Yazma isteği hayatında ilk kez melankolik bir anında annesinden defter istemesiyle başladı. Kalemleri bir defterden diğerine geçerken tükeniyor, kuramadığı tüm oyunları, gidemediği yolları, dönemediklerini hep yazıyordu. Annesi de her ağladığında ona defterler getirmeye devam ediyordu. Babasının aksine annesinden hep sevgiyle söz ederdi. Şaziment Hanım oğlu için, çok güzel keman çalan, hep yanında olan sevgi dolu bir kadındı. Baba karakteri ise romanlarında en katı haliyle yer alıyordu. Kemalettin, çemberini genişlettiği bir yalnızlığın içine gömdü kendini. Sadece yazdı, çizdi; yalnız kalabilmek ve yazmak, acısına iyi geliyordu. Çok kalabalık bir evde kendi sınırları içinde 26 yaşına dek münzevi bir hayat sürmüş, tek tesellisi de hayalinde oradan oraya uçuşan kelimeler olmuştu. Bu süreci şöyle anlatıyordu:

“Sakatlığım yüzünden okula gidemiyordum. Arkadaşlarla oynayamıyordum. Gezmedim. Eğlenmedim. Parklarda, kırlarda sevişmedim. Herkes okur, sınıflarını geçer, meslekler tutarken ben köşkte annemle yalnız kalırdım. Mahrumiyet beni ağlatırdı. Benim kadar ağlayan genç pek azdır sanırım. Ağladığımı sezen annem, hemen bir defter aldırırdı. Mütareke yıllarında başlayan bu yazı yazma hastalığı, beni melankolik bir insan yaptı. Bütün o hayatı, çocukluğu ve gençliği yazarak yaşadım.”

Sakatlığının ruhuna bıraktığı acıyı hiç dindiremedi. Anlatmaktan vazgeçemedi. 89 yaşındayken Sakat Çocuk adının verdiği romanında bir kez daha anlatacaktı kalbinin demirbaş acısını.

Acısını bir röportajında da şöyle dile getirmiş, yazım sürecinden de bahsetmişti:

“Efendim, sakat olmanın acısını ancak sakat olanlar bilir. Onun çok seyyiesini çeker. “Normal olarak yaşıyorsunuz” falan demekle bu olmuyor. Zaten bir adamda bir sakatlık varsa, onun kötü bir adam olduğuna hükmederler. Hatta bu konuda atasözleri de vardır. Hatta bana da söylemişlerdir. Hep haksız yere… Ne yapayım. Tek sebep de bu değildi. Zaten ailem müsait değildi. Dayımdan Fransızca harfleri öğrendim. Babamın kütüphanesini okudum. Hoca görmediğim için bazı kelimeleri yanlış telâffuz ettim. Zannediyorum ki, Arap harfleriyle kimse, hocadan duymazsa rahat okuyamaz. Ağabeyim yüksek tahsilliydi, o bazen bana ihtar ederdi ve bu vesileyle düzeltirdim.”

Tarihe yolculuk

Doğduğu yıllar sebebiyle Kemalettin Tuğcu’nun yaşamı tarihe yolculuk gibiydi. Çocukluğunu, II. Abdülhamit, Abdülmecit ve Vahdettin döneminde geçiren Kemalettin, II. Meşrutiyet, 31 Mart Vakası, Dünya Savaşları, Kurtuluş Savaşı gibi pek çok tarihi olaya da tanıklık etmişti. Onun yaşam öyküsü, savaşların gölgesinde geçiyordu…

II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle Faik Bey küçük bir maaşla emekliye ayrılmak zorunda kalmış, Tuğcu Ailesi’ndeki Abdülhamit Dönemi’nin saltanatı da böylece sona ermişti. Ardından 1911 yılında babası tabur komutanı olarak Çanakkale’ye gönderilince bu kez de İstanbul ve Çanakkale arasında mekik dokunan bir yaşam başladı. Kemalettin, 18 Mart günü savaş başladığından da oradaydı. Çanakkale’ye dair izlerini şöyle anlatıyordu:

“Efendim, o zaman Çanakkale çok güzel bir yerdi, daha önce. Bütün konsoloshanelerin deniz hamamları vardı; denize kadar uzanmış iskeleler ve uçlarında güzel köşkler, yani banyo köşkleri, ufacık, baraka gibi bir şeyler. Biz oradan yürüdük, biraz sonra yokuşa geldik, hastane bayırdır. Başımızı çevirdiğimiz zaman bazı mecmualarda neşredilen o korkunç manzarayı gördük. Yani yer yerinden oynuyordu. Bütün gemiler sarf harp nizamında gelmişler ve bizim bataryalarda mermi yağdırıyorlardı.”

Galip Bey, Sarıkamış’ta yaralandı ve ardından ordu dairesinde çalışmaya başladı. Fatih’te bir ev tutmuşlardı. Yoksulluk bir yana, İstanbul’un işgaliyle pek çok mahalleyi adeta küle çeviren yangınlar her şeyi daha da dayanılmaz kılıyordu. Burada da üst üste yaşanan yangınların ardından en başa, Çengelköy’e döndüler. İçinde bulundukları durumu, “Üç büyük yangınla değerli eşyamızın neredeyse tamamını kaybetmiştik. Memleket işgal atındaydı. Yoksulluk son haddindeydi. Bütün evlerde yas vardı,” diye anlatıyordu Kemalettin Tuğcu.

Tüm bu savaş dönemlerinden aklında kalanları şöyle anlatmıştı bir röportajında:

“I. Dünya Savaşı’nda, Cevat Paşa, babamı Çanakkale’yi boşaltmaya memur etti. Yüzbaşıydı o zaman. Babam o işe girişti, Savaşta Çanakkale’nin içinden çıkan son aile idik. 5 Mart İngiliz ve Fransızlar boğazı zorluyorlar. Bizler pencerelerimizi battaniyelerle örterek oturuyorduk. Babamın emireri geldi. Anneme Hanım çabuk hazırlanın gidiyoruz dedi. O sırada annem elinde cezve kardeşime fosfatin pişiriyordu. Uzaktan top sesleri duyuluyordu, Emireri acele ettiriyordu. Annem ata binemedi. Yaya olarak hastane bayırına geldik. Arkamıza baktığımızda kıyamet kopuyordu. Filolar tabyaları döğüyorlardı. Gülleler yakınımıza düşüyor, minare boyu dumanlar çıkıyordu. Gemilerden birkaçı isabet aldı. Kimi battı, kimi karaya vurdu. Çanakkale’nin Bergas köyüne gittik. Orası şimdi Umurbey oldu. Yani biz siper gerisinden Çanakkale savaşına iştirak etmiş olduk. Barbaros Saroz körfezini dövüyordu. Oraya düşman çıkarma yapacakmış. Barbaros gemisinde güverte subayı olan dayım Avni Bey’i son defa gördük. Bir ay sonra gemi torpillendi, dayımızı da şehit vermiş olduk. Böylece verdiğimiz şehit iki oldu.

Daha evvel Balkan Savaşının bütün fecaatini görmüştüm. Göç Sultanahmet’e doğru geliyordu. Belleri bükük ihtiyarlar, çocuklar, kadınlar öküz arabalarıyla sürükleniyordular. Geçtikleri yerlerde ayakkabı tekleri, daha başka şeyler bırakıyorlardı, bunlar bütün acısıyla hafızamdadır. Ayasofya’nın dış mahallerine bile göçmenleri yerleştirdiler. İçler acısı bir görünüştü.

Babam hem Anafartalar’da hem Sarıkamış’ta yaralanmıştı. İstanbul’a geldiği zaman Kurtuluş Savaşı başlamak üzereydi. Ağabeyim bu haksızlıklara dayanamayarak İnebolu’ya kaçtı, oradan Ankara’ya ilhak etti. Babam da gitmek istedi. Fakat sakat zabitana ihtiyaç yok, hakkınız bâkîdir diye müracaatını geri çevirdiler. Küçük bir maaşla sıkıntılar içinde öldü.

Biz bir tepeden Çanakkale Harbini seyrediyorduk. Gelibolu yarımadası sanki yaralı bir arştandı. Ateş yağıyordu üstüne. Halsiz bir pençe uzatır gibiydi ara sıra… Dayım burada, torpillenen Barboros’ta, arkadaşlarını kurtardıktan sonra gemiyle birlikte batarak şehit oluyor.”

Cumhuriyet’in ilanından sonra yaralar sarılmaya başlamıştı. O felaket günler yerini daha sakinlerine bırakıyordu artık. Yine de hayat hâlâ çok zordu. Ekmek kavgası en büyük dertleriydi; tıpkı romanlarında anlattığı gibi. Yaşayamadıkları kadar yaşadıkları da romanlarının konusunu oluşturuyordu. Kemalettin, yirmi yaşındayken bir ameliyat geçirdi; en azından artık koltuk değnekleriyle yürüyebiliyordu.

Yapmadığı iş kalmamıştı. Harf İnkılâbı ilan edildikten sonra Çengelköy’de açılan kursta esnafa yeni alfabeyi o öğretti. Bir kimya kitabını yeni harflerle Türkçeye kazandıran da oydu. Ancak yine de ilkokul diploması olmadığı için devlet dairesinde çalışamadı.

Çalışmayı çok seviyordu ve engellilerin yararlanacağı vergi imtiyazlarından da kendini muaf tutuyor, şöyle diyordu:

“Ben evimden çıkıp 56 numaralı otobüse binmek için yürüyerek durağa kadar gidebiliyorum, çalışıyorum ve para kazanıyorum. Sakatlığım yaşamama, para kazanmama engel olmadığına göre…”

İlk romanı ve yazarlık serüveni

Kemalettin ilk romanını yazdığında ve şiirler yazmaya başladığında henüz on üç yaşındaydı. Gözyaşları ve hüznüyle yoğurduğu hikâyeleri bir yerden sonra yaşamının ta kendisi miydi, yoksa yaşamak istediklerini mi yazıyordu, karışmıştı. Tüm yaşamı boyunca yazdıklarının edebiyat olmadığını, sadece oyalanmak için yazdığını vurgulayacaktı. “Ben edebiyatçı değilim, romancı değilim. Ben yazı yazma hastasıyım,” diyordu. İlk zamanlar yazıyor yazıyor ve sonra onları yakıyordu. Etrafından “Bu kadar emek veriyorsun, sonra neden yakıyorsun?” serzenişleri duyuyordu sürekli.

Kemalettin Tuğcu, yaşamı boyunca yaklaşık 4 yüz eser verdi. Bunların yanında yaktıklarını ise verdiği bir röportajda şöyle açıklayacaktı:

“Evet. Neden yaktım? Şiirimle anlatayım:

Yaktığım kitaplarım onlar benim

ömrümü alıp giden kuşlardı,

yıllarca oyalamış beni oyalamışlardı,

onlar benim aşklarım, kara sevdalarım,

kimi bitmiş tükenmiş kimi daha yarımdı,

onlar benim gözyaşım, kanım, alın terimdi,

onlar benim boşalmış ilaç şişelerimdi.”

Kitapları yayımlanmaya başladıktan sonra baskı üstüne baskı yapmıştı. Bunun üzerine “Ben edebiyatçı değilim,” söylemini destekleyen ilginç bir şey yaptı ve başkalarının kitaplarını okumayı bıraktı. Hatta elli yılı aşkın süre film dahi izlemedi. En büyük korkusu bir başka yazardan esinlenmekti. Yazdıklarının kendi yaşamı ve hayallerinin dışında bir şeye benzeme ihtimali onu çok tedirgin ediyordu. Kendi çemberinde yaşamı ilerletmenin bir yolunu bulmuştu. Hayal gücünün sınırsızlığına da güveniyordu. Bambaşka bir dünyası vardı ve nasılsa orada her şey yolunda gibiydi. Oğlu Yaman, babasının yazım anını şöyle gözlemlemişti:

“Ben bir satır yazarken ikinci satırın ne olduğunu bilmem, derdi. Hele son zamanlarda bu evde yazı yazarken bakarsınız yazıya ara verir, gözünü dışarıya çevirir, bahçeye. Bakarsınız, suratı karmakarışıktır. Anlarsınız ki roman kahramanı o anda kötü bir durumda. Aradan bir iki dakika geçtiği zaman yüzünde bir gülümseme, bir aydınlanma meydana gelir. İşte o zaman anlarsınız ki bu zordan kurtulmak üzeredir roman kahramanı.”

Etkilendiği herhangi bir söz ya da hayaline düşmüş bir görüntü onu yazmaya hazırlamaya yetiyordu. Aslında her an yazmak için hazırdı. Kurşun kalemi ve defteri de hep yastığının altındaydı. Yazının başına geçtiğindeyse her şey kendiliğinden akıyordu; dünyaya geliş nedenini bulduğunun farkında gibiydi. Şöyle diyordu:

“Kâğıdı makineye taktığımda ne yazacağımı bilmem. Kelimeler birbiri ardına gelir.”

Bunların da yanında muntazam bir rutini vardı. Hayatını saati saatine yaşıyordu. Yalnızlığı seviyor ve kendi dünyasında sadece yazıyordu. Virgina Woolf gibi misafirlerin en çok gidişini seviyordu. Bazı zamanlar onları görmemek için kapıdan çıkamıyorsa pencereden kaçardı. Her sabah 8’de uyanıyor, öğle yemeğini hep 13’de yiyor ve sonra mutlaka bir saat uyuyordu. “Yaşamayı seviyorum. Herhalde yaşamadığım için seviyorum,” diyordu.

Türkiye Yayınevi süreci

Tuğcu’nun tüm hayatı yazmak üzerine şekillenmişti. Bir yandan da para kazanmak için ne iş olsa çalışıyordu. Marangozluk, duvarcılık, tespihçilik, saz ve keman yapımı gibi işlerde çalışmıştı. Yine bir iş arama sürecindeydi. 1931 yılının son gecesi, Cevri Kalfa İlkokulu’nun binasında mektep ve neşriyat yurdunun yılbaşı balosu vardı. O gece, sonradan Türkiye Yayınevi adını alacak matbaanın sahibi ve aile dostları Tahsin Demiral, iş arayan Kemalettin’i yetiştirmek üzere yanına alabileceğini söyledi. Tuğcu, 2 Ocak sabahı matbaada çalışmaya başladı. Şöyle anlatıyordu işe başladığı ilk zamanları:

“Ağır işlerde beni kullanırlardı; kir pas içinde kalırdım yapıp bitirinceye kadar. Buna biraz da benim elimden iş gelmesi neden oluyordu. Geçim sıkıntısı içinde olduğumuzdan koskoca köşkün tamiriyle ben uğraşırdım. Duvarcılıktan lehim işlerine, elektrikçiliğe kadar ben yapardım.”

O, romanlarında emeğinin karşılığını alamayan iyi kalpli çocuk karakterlerin ta kendisiydi. Burada ağır işlerle başlayan iş hayatı, zamanla yine daktilo seslerine dönüşmüştü. 1936 yılında Türkiye Yayınevi, idaresinde Rakım Çalapala’nın bulunduğu, çocuklara milliyetçi ruhla birlikte modern hayat tarzını aşılamayı amaçlayan Yavrutürk Mecmuası’nı çıkardı. Tuğcu da burada masallarını anlatmaya başladı, hikâyeler, şiirler yazdı. Çemberi daha da genişliyordu.

Ardından yayınevi Ev-İş Dergisi’ni çıkarmaya başladığında, Tuğcu dergiyi neredeyse tek başına hazırlıyordu. İnsanlardan kaçarken kadınlar konusu da bundan nasibini almıştı tabii ama yine burada da hayal gücü devredeydi. Kadınlara yönelik her konuda yazıyordu. Üstelik okurlardan gelen tüm mektupları da bir bir kendisi yanıtlıyordu. Yaşamın tam olarak içinde değildi ama dışında olduğu da söylenemezdi. Her anı kaçırmadan gözlemlemenin kendince yollarını buluyordu. Bu dönemde kazandığı tecrübe, daha sonra Dişi Kuş serisi kitaplarına zemin hazırlamıştı. Tuğcu, böylece kadınlara hitap eden aşk romanları da yazdı.

Yavrutürk’te romanları tefrika edilmeye başlamıştı. 1940 yılında, “Çok güzel, milli bir romana başlayacağız,” ilanıyla duyurdukları, sokaklarda kalan bir çocuğun dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla meslek sahibi oluşunu anlatan Altın Bilezik, Kemalettin Tuğcu romanlarının ilk örneklerinden biriydi. 1943 yılında da Çocuk Haftası çıkmaya başladı. “Arkadaşımız Kemalettin Tuğcu’nun yeni hazırladığı çocuk romanında acı tatlı bütün görünüşleriyle kendi aranızda yaşayan çocukların hayatını okuyacaksınız,” şeklinde duyuruldu derginin tefrikası. Bu dergi, Tuğcu’yu ülkenin en çok okunan yazarı yapan romanların ilk tefrika edildiği yerdi. Anasının Kuzusu, Kimsesiz Çocuklar… derken tefrikalar birbiri ardına geldi. Tuğcu, dağılan aileleri, kimsesiz çocukları, çok yoksul ama onurlu kahramanları almıştı merkezine. Gözyaşı dolu bu romanlar, Kemalettin Tuğcu’yla özdeşleşiyordu; Tuğcu, çizgisini bulmuştu.

Türkiye Yayınevi’nde acı tatlı yirmi üç yıl çalıştı Tuğcu. Oğlu Yaman, işten ayrılışını şöyle anlatıyordu:

“Orada yirmi üç seneden biraz daha fazla çalıştı. Biz ortaokula başlayınca, Tahsin Bey filan da arkadaş aynı zamanda, Tahsin Bey, diyor, çocuklar artık ortaokula gidiyor, masraflarımız ağırlaştı. Hani şu maaşa biraz bir şeyler yapsak. Ki o zamana kadar zannediyorum ki çok çok ufak bir zam filan almıştır. Ne yapayım birader, benim yapabileceğim bu, diyor. Onun üzerine ceketini vestiyerden alıyor, çıkıyor. Yani bu haksızlığa bu şekilde karşılık veriyor. Birkaç gün evde oturdu. Tabii hepimizi bir telaş aldı, acaba çalışamayacak mı, diye.”

Tuğcu, 1954 yılında Türkiye Yayınevi’nden ayrıldıktan sonra, önce Doğan Kardeş Dergisi’nde müdür olarak çalışmaya başlamıştı. Ardından da Hayat Mecmuası’nda Kitaplık ve Arşiv Şefliği görevini üstlendi ve yazılarına da bir süre ara verdi. 1963 yılında İtimat Kitabevi, Tuğcu’nun bu zamana kadar yazdıklarının haklarını almış ve yeniden yayımlamaya başlamıştı. 50’li yaşlarından sonra daha tanınır olmuştu Tuğcu.

1974 yılında Hayat Mecmuası’ndan emekli olacak ve serbest yazar olarak çalışmaya başlayacaktı…

Tuğcu’nun bakış açısı

1955 yılında Sokak Çocuğu adını verdiği romanı yayımlandı. On üç yaşındaki Yaşar’ın mücadelesi okurlarını gözyaşlarına boğmuştu. Bu roman da defalarca basıldı. Tuğcu, sokak çocuklarına da hayata baktığı gibi başka bir pencereden bakıyordu. Onun romanlarında çocuklar yoksulluktan kurtuluyordu. 50’li yıllar, sınıf atlamaya duyulan özlemin kabardığı zamanlardı ve bu durum, pek çok romana ya da filme de konu oluyordu. Tuğcu’nun açısı farklıydı; o, düzeni sorgulamakla ilgilenmiyor, yoksul çocukları bir şekilde düze çıkarıyordu. Yöntemi her zaman dürüstlükten ve mücadeleden geçiyordu. Mutlaka çalışmalıydı; hayatın zorluklarını başka türlü göğüsleyemezdi. Sokağa düştü diye yok olmayacaktı; okuma, pek çok şeyi fark etme ve yaşama hakkı vardı. Bu şans ona da verilmeliydi. Bu çocuklar, Tuğcu’nun eserlerinde milli bir kimsesizlik duygusu oluşturmuştu.

Yeğeni gazeteci yazar Nemika Tuğcu, Sırça Köşkün Masalcısı (2004) adını verdiği, amcasının yaşamından söz ettiği kitabında, Tuğcu’nun yazım tarzını ve kahramanları için şöyle diyordu:

“Hiçbir kitabında cinayet yoktur Kemalettin Tuğcu’nun, tecavüz, işkence yoktur. Gaddar üvey babalar ve kötü ruhlu üvey anneler vardır, çocuklar dayak yer, evden kovulur, ama hikâyelerin sonu iyi biter. Hak yerini bulur, çalışan, dürüst olan kazanır.”

Tuğcu ise tarzını ve sanata bakışını şöyle özetliyordu:

“İnsanları sevindirmeyi seviyorum; yazdıklarım hep güzel biter, umut verir.”

Türkiye’nin çocuk yıldızları

1938 yılında, sinemanın çocuk yıldızı Şirley Temple’ın İstanbul’da gezdirildiği yazı dizisi, Yavrutürk’te tefrika edildi. Bu süreçte Türkiye henüz kendi çocuk yıldızlarını yaratmamıştı. O yıldızlar, Kemalettin Tuğcu romanlarından çıkacaktı. Büyüklerin hatalarını onaran ve ekmek kavgası vermek zorunda olan çocukların hikâyelerini ülkece çok sevecektik. Sadece biraz daha zamanı vardı.

O çocuk karakterlerden Ayşecik, ilkiydi ve çok sevildi. Tuğcu, 1959 yılında Ayşecik romanını filme uyarlanması için Yeşilçam’a verdi. Karaktere hayat veren Zeynep Değirmencioğlu, 1956 yılında Papatya adlı bir başka filmde rol almış olsa da Ayşecik’ten sonra Türkiye’nin çocuk yıldızı oluvermişti. Sonra Kemalettin Tuğcu romanlarından esinlenilen filmler peş peşe gelmeye başladı. Ancak filmler çoktan romanların da yazarının da önüne geçmişti. Tuğcu, yayınevleri gibi film şirketlerinden de emeğinin karşılığını alamadı. Yine de yazmaya hiç küsmedi. Hayatla barışık kalabilmesinin tek ihtimaline sırtını dönmedi.

90’larda, onun romanları televizyonda çok sevilen diziler olmuştu. Baba Evi onlardan biriydi. Yine Üvey Baba ve Küçük Besleme, izleyenleri sarsan işlerdi. 90’lar kuşağının en çok etkilendiği iki diziydi, demek yanlış olmazdı. Küçük Besleme’de Bilge ve Üvey Baba’da Lamia toplumun kalbinin ince sızısıydı…

Evliliği ve aile hayatı

Tuğcu, aşk romanları yazıyordu ama onu yaşayacağına inanmıyordu. O, kendince buna layık değildi. Gençlik yıllarında çocukluğundan bu yana başlattığı yalnızlığı, o içine kapanık yalnız genç profili, bu duruma büsbütün uzaktı. Ancak bir gün o da evlendi.

1941 yılında aile dostlarının manevi kızı Ayşe Beyhan’la tanıştırıldı ve evlendiler. Bir anda öylece, kolayca oluvermişti. Ne hissediyordu bilinmez ama belli ki onun da layık olduğu bir aile yaşamı vardı. Bu evlilik onlara Gülsevil ve Yaman adını verdikleri iki evlat getirdi.

Kızı Gülsevil çocuk yaşlarını ve babasını şöyle anlatıyordu:

“Çok ilgili bir babaydı. Benim bebeklerim olurdu. Babam onlara kendisi yatak odası takımı yapar, oturma odası takımı yapar, portatif iskemleler yapardı. Onlarla güzel evcilik kurardım ben. Boya yapar, yağlı boyayla boyar gardıropları filan, kenarlarına da lale motifleri, gül motifleri yapardı. Hep onlarla oynadık. Yani bizim çocukluğumuz babamın bize yaptığı oyuncaklarla oynamakla geçti.”

Gülsevil, babasının kendi içine dönük hâli ve güçlü hayal gücünden de şöyle söz ediyordu:

“Rahatsızlığı olduğu için toplum içine çok karışamıyordu. Karışamadığı için çocukluğu da biraz sıkıntı içinde geçmiş, okumaya vermiş kendini. Çeşitli kitapları okuya okuya en ince detayına kadar bir şehrin bilir; sokaklarını dahi bilirdi. Bizde öyle rehber kitaplar vardı, mesela İzmir’in; semt semt bütün sokaklarını gösteren kitaplar, Ankara’nın. Bu şekilde sanki orada yaşamış, oraya gitmiş gibi. Bir de hayal gücü çok kuvvetli tabii.”

Beyhan Hanım 1987 yılında hayata veda edene dek sahip oldukları gerçek bir evlilik vardı. Bu, Tuğcu için aile olmak demekti. Belki de babasına kırgınlığının yer yer dindiği ya da kendince daha iyi bir baba olma çabası demekti. Belki de çemberini burada daralttı. Yazarken dünyasına kimseyi almasa da yaşarken paylaşmayı öğrendiği yerdi evi. Eşinin ölümü onu çok sarstı. 1990’ların başında tekrar Çengelköy’e döndü. Oğlu ve geliniyle birlikte yaşamaya başladı; doğduğu köşke çok yakın evde. Her şeyin yıllar sonra başa dönüşünün sarsıntısı da bavuluna girmiş, tüm kıyafetlerine kesif bir koku olarak sinmişti belki. Şöyle diyecekti:

“Ben onu sevmeyi onu kaybettikten sonra öğrendim.”

Gelini Leyla, Tuğcu’nun yazarlığını şu çerçeveden anlatıyordu:

“Ben bazı derdim ki, babacım nereden buluyorsunuz siz bunları? Nasıl yazabiliyorsunuz? Kızım, derdi, ben aya çıkıyorum, dünyayı oradan seyrediyorum. Aya çıktığım vakit bütün kıtaları görüyorum. Benim dünyam bambaşka.”

Kemalettin Tuğcu eserleri ne ifade ediyordu

Eserleri bir çığ gibi büyümüş, Tuğcu, Türkiye’nin en çok okunan yazarlarından biri olmuştu. Yüz sayfayı geçmeyen kitapları kötü bir kâğıda basılıyor ve gazete bayilerinde dahi bulunabiliyordu. Kolay okunan ve kolay temin edilen kitaplardı. Öyle ki taşradan öyle isim ya da adet belirtilerek sipariş edilmiyordu; çuvallarla alınıyordu. Kemalettin Tuğcu olgusu, tam anlamıyla İtimat Kitabevi romanlarını basmaya başladığında gerçekleşmişti. Erdal Öz, çuvallarla Tuğcu kitaplarının sipariş edildiği o dönemi şöyle anlatıyordu:

“İtimat, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının da basılma ve dağıtım yeriydi. Orada beni şaşırtan en ilginç olay, Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarının Anadolu kitapçılarına gönderiliş biçimi olmuştu. Anadolu kitapçıları, yayınevinden Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını adlarıyla belirterek, belli sayılarda istemiyorlardı. Gelen istek mektuplarını göstermişlerdi: ‘Sekiz çuval Kemalettin Tuğcu gönderin’, ‘On çuval Kemalettin Tuğcu gönderin.’ Kitapların çuvallara doldurulup bağlanışını da izlemiştim şaşkınlıkla.”

İlk gençliğini 60’lar, 70’lerde geçirmiş kimseler için Tuğcu romanları yol arkadaşı olmuştu. Bir nesle okuma alışkanlığı kazandırdığı, ileride “çok iyi yazarlar” olarak anılacak pek çok yazarı etkilediği yadsınamaz bir gerçekti. 70’lerin sonuna dek ülkenin her bir köşesinde binlerce okura ulaşmıştı. Oysa madalyonun aksi yüzünde Tuğcu, acımasızca eleştiriliyordu; edebiyat çevresinde yok sayılıyor ve küçümseniyordu. Kitaplarını yasaklayan öğretmenler vardı. Fakir edebiyatı parçalayarak duygu sömürüsü yapmakla suçlanıyor, hatta tüccarlık peşinde olduğu söyleniyordu.

Gelini Leyla, bu dönemden bir anısını paylaşmıştı:

“O dönem kızım ilkokula gittiği için kitap haftasında dedesinin kitaplarını koli hâlinde hazırladık, okula hediye olarak götürdü. Aynen geri geldi kitaplar. Niye, diye sorduk. Hakikaten çok şaşırdık. Dediler ki, Kemalettin Tuğcu’nun kitapları okutulmuyor. Biz bu dönemi yaşadık.”

Tuğcu, en sert eleştiriler karşısında bile sessizdi.  Romanları çok satmasına rağmen çok büyük paralar da kazanmıyordu, içi rahattı. O yazmaya devam etti. Yine…

Peki, neden okunuyordu

Kuşkusuz bunun en önemli sebebi çocuk kahramanları üzerinden işlediği acıyla hep umudu ve cesareti vurgulamasıydı. Öte yandan işlediği konular toplumun gerçekleriyle de örtüşüyordu; okurken insan kendisini romanların içinde buluyordu. Mustafa Ruhi Şirin konuyla ilgili şu analizi yapmıştı:

“Değişen aile çevresi, köy ve şehir yaşantısı ve yoksul aileler romanlarının sosyal çevresini oluşturur. Kemalettin Tuğcu’nun romanlarında İstanbul bir mozaik gibidir. Ama İstanbul’un unutulmuş, daha doğrusu insanları tarafından pek bilinmeyen küçük acılı köşelerini yazmış. 1940-70 arasında Türkiye’nin genel bir değerlendirilmesi yapıldığında Kemalettin Tuğcu’nun tipleri sosyal bir gerçeklik olarak karşımıza çıkar.”

Eserlerine detaylıca baktığımızdaysa olaylar gelişirken tarihi bilgilere de rastlanıyordu. Özellikle çocuklara yönelik yazdığı düşünülürse onların bilgilerini canlı tutması bakımından önemli bir noktaydı bu. Örneğin Eski Bir Masal’da, III. Selim Dönem, Nizam-ı Cedit ordusu ve yeniçeri ayaklanması hakkında bilgiler yer alıyordu. Bir başka detay da çocuk ya da yetişkin kahramanların bir enstrüman çalmasıydı. Örneğin Küçük Sanatçı’da keman, Dedemin Evi’nde piyano, romanların ilgi çeken kısımlarıydı. Çocukları müziğe yaklaştırıyordu. Tıpkı annesinin kendisini yaklaştırdığı gibi…

En önemli detaylardan biri de Tuğcu’nun romanlarındaki çocuk kahramanların okumaya düşkünlüğüydü ve okumanın ne kadar önemli olduğuna dikkat çekiliyordu. Örneğin Oyuncakçı Dede’de, özellikle kız çocuklarının mutlaka okutulması gerektiği vurgulanırken Deniz Kızı’nda da romanın kahramanı, romanlar okuyup şiirler ezberliyordu. Arkadaşlarına kitaplarını ödünç veriyordu. Romanlarında genellikle kitaplardan, gazete ve eğitim kurumlarından sık sık söz eden Tuğcu, çocukları okullarını bitirmeleri ve bir meslek sahibi olması konusunda teşvik ediyordu. Bununla birlikte bir de okurlarının kelime hazinesine yenilerini katma kaygısı güdüyordu. Mutlaka yeni sözcükleri metnin içinde kullanıyordu; atasözleri ve deyimler bakımında da zengin metinlerdi. Cumhuriyet Dönemi romanları okunurken en büyük sorun, kelime kullanımında yaşanan kopukluklardı. Tuğcu, bu anlamda önemli bir rol oynayacaktı.

Yeğeni Nemika Tuğcu ise onun eserlerini günümüzden geçmişe uzanarak şöyle değerlendiriyor ve Tuğcu eserlerinin gerekli oluşundan söz ediyordu:

“Hayat bilgisidir bu. Yani eğer geçmişe bu çocuğun bir ilgisi, merakı varsa peşinden gidebilir ama bugünkü çocukların merakları bence bilgisayarda savaş oyunları, bilgisayarda hayali de olsa birini öldürmek. Çocuklar bu şekilde büyüyor. Savaşları görerek, ekranda izleyerek ve kendilerine oyuncak hâline getirmiş. Dolayısıyla bu çocuk birini öldürebilir; bir hayvanı da öldürebilir, ileride bir insanı da öldürebilir. Bu duygularla yetiştikleri için şimdi Kemalettin Tuğcu bence çok gerekli.”

Tuğcu ise yazımını şöyle özetliyordu:

“Ben yazdığım kadar yaşarım. Bana tesir eden bir küçük olayla içimden geldiği gibi yazmaya başlarım. Heyecanım süresince yazarım; edebi, ilmi, politik bir iddiam yoktur.”

Bir başka röportajında ise seçtiği konuları ve yazım dünyasını şöyle anlatmıştı:

“Romanlarımı içimden geldiği gibi yazdım. Gönlüme dokunan bir söz işitince ya da bir hareket görünce ondan roman çıkardım. Daima mantıksız yazı yazmaktan çekindim. Hatta kelime hatası yapmamak için dikkat ederim, bu benim dürüstlük anlayışımdır. Makine ile (Daktilo) yazarım. İkinci satır nasıl olacak, nasıl başlayacak bilmem. Rüya görür gibi devam ederim. İçime dokunan bir nokta olursa ben bunun üzerine de hastalanıyorum adeta ve yazıyorum. Her şeyden mahrum bir fakir çocuk… Bu acıyla onu taltif ediyorum. Böylece hayalî bir çocuk ve hayalî bir adam. Şahit olduğum olaylar da var. Bir köylü ve yanında bir çocuk. Çocuk bir simitçiye gidiyor, bir simit alıyor fakat parası çıkışmıyor, “yarım simit verir misin” diyor. Simitçi, olmaz deyip, çocuğun elinden simidi alıp tablaya geri koyarken, simit kırılıyor. Kendisi yemeye başlıyor ve bir parçasını çocuğa uzatıyor fakat adam eliyle engel oluyor ve “Biz sadaka istemiyoruz,” diyerek uzaklaşıyorlar. Çocuğun aklı o mis gibi kokan çıtır çıtır simitlerde kalıyor.”

Yazarlara ilham oldu

Tanınmak istemiyordu ama o dönemde çocuk olan, yıllar sonrasının yazarlarına da ilham oluyordu. O, hayata çemberindeki yalnızlığından bakarken, ya da bakmazken, bunlar oluyordu. Kızı Gülsevil, yazdıkları gibi bir hayat yaşayan babasının bu yönünü şöyle anlatıyordu:

“Yaşadığı dönem itibarıyla başını nereye çevirse ayrı bir yoksulluk, ayrı bir hikâye vardı. Yazdıkları gibi içe kapanık ve sessiz bir insandı. Okurlarım beni tanımasın, derdi. Bu nedenle röportaj vermez, fotoğraf çekilmezdi. Önce onun eserlerini okuduk. Güliver’in Seyahatleri, Jules Verne kitaplarıyla bize okumayı sevdirdi. Yerli yabancı yazar ayrımı yoktu, yaşımız büyüdükçe kitaplar da değişirdi.”

Bugün çocuk edebiyatında en özel isimlerden biri olan Gülten Dayıoğlu, ondan etkilenen isimlerden biriydi. Hayal kurmaya, Tuğcu’nun çocuk dergilerindeki tefrika romanlarla başlamış, okumayı sevmişti. Boşanmış bir anne babanın çocuğuydu ve Tuğcu romanları ona yaşama sevinci veriyordu; yaşama dair umudu bu romanların sonlarında saklıydı. Tuğcu’nun eserleriyle bizlere “acı aşısı” yaptığını dile getiren Dayıoğlu, onu şöyle anlatıyordu:

“Kemalettin Tuğcu Bey bizlere yoksulluğu, yaşamla savaşmayı, acımayı, yardımlaşmayı, paylaşmayı ve en güzeli yaşam hedefi edinmeyi öğretti. Kahramanlarını hiç yüzüstü, umarsız bırakmadı. (.) Mutlak bir çıkar yol göstermiştir. Hep olumlu bir hedefe yöneltmiş ve o hedeflere de eriştirmiştir. Bu hedefler, çokluk Karun gibi zenginlik değildir. Eğitimle, alın teriyle, çabayla elde edilen onurlu meslekler ve konumlar olmuştur, insanlar hep iyiye, güzele, doğruya yöneltilmiştir. Okuyucuya şimdiki gibi emeksiz köşe dönme düşleri kurdurulmamıştır. Kemalettin Tuğcu bizlere acı aşısı yapmıştır. Nasıl hastalık aşısı yapılıyor. O bize acı aşısı yapmıştır ki, onun kitaplarını okuyanlar, hayatta acıyla karşılaştıklarında gerçekten daha dayanıklı olmuşlardır. Ben kendimden en azından örnek verebilirim. Kitaplarıyla acılara, zorluklara göğüs germe eğitimi vermiştir.”

Bir başka örnekse Selim İleri’ydi. “Keşke onun kadar yetenekli olsam da ben de birçok çocuk kitabı yazsam,” diyen İleri, bir röportajında vicdanlı yanını Tuğcu’ya borçlu hissettiğini şöyle anlatmıştı:

“İlkokul çağında Çocuk Haftası diye bir dergide hayatıma çok derin izi olan Kemalettin Tuğcu girdi. Garip adlı bir roman; Kemalettin Tuğcu’nun tefrikası diyorlardı. O tefrikanın arkasından ben Kemalettin Tuğcu’nun birçok romanını okudum. İyi ki okumuşum. Hayatımda vicdan sahibi bir tarafım varsa Kemalettin Tuğcu’nun romanlarına çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum.”

Nobel Ödüllü yazar  Orhan Pamuk da bir başka örnekti; Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarıyla beslendiğini ve yazar olmasında etkisi olduğunu söylemişti.

Prof. Dr. İnci Enginün de yaşımız kaç olursa olsun çocuk kitaplarının travmalarımız üzerinde pozitif etkisi olduğunu dile getirerek şöyle diyordu:

“Hocamız Tanpınar, ‘Çocuklar insan damlacıklarıdır,’ derdi. Çocuklar Tuğcu’nun kitaplarıyla beslenip koca bir deniz oldular. O, görevini yapmış bir yazardır.”

Tuğcu ise kendisini şöyle anlatıyordu:

“Piyasada çalışmış, para için uğraşmış ve benliğini göstermeye kalkmış bir insan değilim. Bu yüzden pasif kaldım. Beni ben yapan eğer bir şeysem bunu çocukların, okuyan anaları ve babaların teveccühüdür.”

Son zamanları ve ölümü

Tuğcu, artık yaşlanmış ve hayatı da bu çizgide daha yavaş akar olmuştu. Ancak o, zamana ayak uydurmaya kararlıydı. Yazmaktan vazgeçmeyeceğine göre, roman kahramanlarıyla dönemi yakalıyordu. Daha öncesinde farklı mesleklerde çıraklık yaparak kaderini değiştiren kahramanları, şimdilerde içinde bulundukları imkânları değerlendiren küçük girişimciler olmuşlardı. Oysa hayatın gerçekleri sanki artık daha acımasızdı. Çalışkan olmanın yetmediğini görebiliyordu. Çünkü artık geri dönülecek köşkler ya da kavuşulacak zengin akrabalar yoktu. Sokaktaki çocuklar gerçekten yoksul açmışlardı hayata gözlerini…

Hayatın gerçekleri gibi yazma rutini de değişmişti. Kızı Gülsevil son zamanlarını şöyle anlatıyordu:

“Gözü iyi görmediği için çok yanlış yazmaya başladı. Biz oturuyorduk babamla, annemin vefatından sonra beş sene kadar, ben de toplumla bütün ilgimi kestim. Bütün günümü babama adadım. Günlerce oturduk, o söyledi, ben yazdım. Onun yazdıklarını düzeltmeye çalıştık.”

Tuğcu, çocuk romancısı olarak ilk ve tek ödülü olan TÜYAP Kitap Fuarı Onur Ödülü’nü 1995 yılında almıştı. Ölmeden bir yıl önce…

Ve sonunda o gün geldi. Tuğcu, 17 Ekim 1996’da hayata veda etti. 94 yaşındaydı. Bir devir kapanmış, Tuğcu, yoksul ama onurlu çocuğun hikâyesine son noktayı koymuştu böylece. Onun ölümü, bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, etkisi yaratmıştı sevenlerinde. Ardında dönemini olduğu gibi anlatan ancak bugün daha da ajite bulunan, bir devre travma yaşattığına inanılan eserlerini bıraktı. Kuşkusuz her dönemin sızısı da mutluluğu da kendineydi. Belki de bazen eleştiriler tek bir pencereden yapılıp diğerlerine sırt dönüldüğünden, havada kalıyordu. Bulut gibi şeffaf olanı yansıtanlara karşı tavrımızın keskinliği de buna sebep olabilirdi.

Siz hangi taraftasınız ya da dahası bir taraf tutmaya gerek duyuyor musunuz, bu konuya nasıl bakıyorsunuz bilemem ama yaşayamadığı için hayatı ve yazmayı çok seven, çocuklara, hayatın kendisi gibi, acı dolu olsa da sonu hep umutlu hikâyeler anlatan bir Kemalettin Tuğcu geçti bu dünyadan…