1.1 NÜKLEER ENERJİ
Bir nükleer tepkimede,yani herhangi bir atom çekirdeğinde bazı değişikliklere yol açan bir tepkimede açığa çıkan enerjiye nükleer enerji ya da çekirdek enerjisi denir.
Normal bir kimyasal tepkimede, bu tepkimeye giren atomların yalnızca en dıştaki bazı elektronları arasında alışverişler gerçekleşir; yani, elementlerin atomları birbirleriyle birleşerek molekülleri oluştururken değişmeden kalırlar.
Kimyasal tepkimeler sırasında, maddedeki atomların yerleşimlerinden kaynaklanan kimyasal enerjinin bir bölümünü açığa çıkabilir; yanma olayı bu tür bir tepkimedir. Nükleer tepkimede ise,atomun tam ortasında bulunan nötron ve protonlardan oluşan atom çekirdeği eğişikliğe uğrar ve bu tür tepkime sırasında atom tepkimesinin bir bölümü enerjiye dönüşür. Nükleer tepkimede herhangi bir kimyasal tepkimede açığa çıkabilecek olanın milyonlarca katı kadar enerji ortaya çıkar ve kimyasal tepkimeden farklı olarak, bir element farklı bir elemente dönüşür.
İki tür nükleer tepkime vardır: çekirdek bölünmesi (nükleer fisyon ya da kısaca fisyon) ve çekirdek kaynaşması (nükleer füsyon ya da füsyon).
1.2 ÇEKİRDEK BÖLÜNMESİ
Çekirdek bölünmesinde serbest bir nötronla çarpışma sonucu atom çekirdeği çeşitli parçacıklara ayrılır. Bütün bu parçacıkların toplam kütlesi, başlangıçta “hedef” alınan atom ile buna çarpan nötronun toplam kütlesinden daha azdır. Ardaki fark enerji biçminde ortaya çıkar.bu olguyu ilk defa 1905`te Albert Einstein belirledi ve E=mc² formülüyle tanımladı.Bu formüle göre açığa çıkan enerji(E), kaybolan kütle ile ışık hızının karesinin(c²) çarpımına eşittir ışık hızı(c) çok büyük olduğundan, kütle kaybı çok küçük olsa bile açığa çıkan enerji miktarı çok fazladır.
Atom çekirdeği bölünebilen elementlere “bölünebilir element” denir. Doğada bulunan tek bölünebilir element uranyumdur. 1938’deiki Alman bilimci, Otto Hahn ve Fritz Strassmann, nötronlarla bombardıman ederek (döverek) uranyum atomunu bölmeyi başardılar. Gene Alman bilimciler Lise Meitner ve Otto Frisch ise, uranyum çekirdeğinin iki parçaya bölündüğünü kanıtladılar. Bir süre sonra bir grup Fransız bilimci çekirdek bölünmesi sonucunda yalnızca daha hafif iki element ile çok miktarda radyoaktif ışıma (radyasyon) değil,bunların yanı sıra başka serbest nötronların da ortaya çıktığını buldu.
Bu nötronların bu kez çevredeki öbür uranyum atomlarında çekirdek bölünmesine yol açacağı böylece ortaya çıkacak yeni nötronların bütün uranyum atomlarına yayılacak bir “zincirleme tepkime” yaratabileceği ve sonuçta çok büyük bir enerjinin ortaya çıkacağı anlaşıldı.
Çekirdek bölünmesi sonucunda açığa çıkan enerjinin etkisiyle parçacıklar çok büyük bir hız kazanır; bu parçacıklar çevredeki maddenin atomlarıyla çarpıştıkça yavaşlar ve böylece hareket enerjisi ısıya dönüşür. Bu ısı denetim altına alınabilir ve örneğin bir elektrik santralindeki türbinlerin çalışmasında kullanılabilir ya da atom bombası ve nükleer savaş başlıklarında olduğu gibi büyük yıkıma neden olabilecek bir patlamayla çevreye salınabilir.
1.3 URANYUM ÇEKİRDEĞİNİN BÖLÜNMESİ
Uranyum doğada iki ana biçiminin (izotopunun) bir karışımı halinde bulunur. Bu karışımın %99 undan çoğunu uranyum-238 (U-238), %1’den daha azını uranyum 235 (U-235) oluşturur. Buradaki rakamlar kütle numarasını, yani çekirdekteki proton ve nötron sayılarının toplamını göstermektedir. U-238’in çekirdeğinde 3 nötron fazlası vardır bu nedenle iki izotop farklı fiziksel özelliklere sahiptir.
Yalnızca U-235’in atomlar bölünebilir; U238’in atomlar ise doğurgandır, yani kolayca bölünmeye uğramazlar, ama yüksek hızdaki nötronları soğurarak, daha ağır bir element olan plütonyum-239 atomlarına dönüşürler. Plütonyumun bu izotopu ise bölünebilir özelliktedir. Hem uranyum, hem de plütonyum nükleer reaktörlerde yakıt olarak kullanılır.
1.4 NÜKLEER REAKTÖRLER
Nükleer reaktörler, içerisinde nükleer reaksiyonların kontrollü bir şekilde yürütüldüğü ortamlardır. Çok büyük enerjiler açığa çıkaran iki tür nükleer reaksiyon vardır. Bunlar büyük atom çekirdeklerinin parçalanması (fizyon) veya küçük atom çekirdeklerinin birleşmesi (füzyon) reaksiyonlarıdır. Bu yüzden nükleer reaktörler, içerisinde gerçekleşen reaksiyon türüne göre iki gruba ayrılabilirler:
1. Fizyon reaktörleri
2. Füzyon reaktörleri
Hâlihazırda füzyon reaksiyonu ile çalışan bir nükleer reaktör mevcut değildir. Fikir olarak Haziran 1942’de ortaya atılan füzyon olayı ancak 1952’de bomba olarak denenebilmiştir. Bu büyük gücün kontrol altına alınması, başka bir deyişle füzyona dayanan bir nükleer reaktörün yapılması ise henüz gerçekleştirilememiştir. Ancak, bu konudaki çalışmalar bütün hızıyla devam etmektedir.
Günümüzde farklı şekillerde tasarlanmalarına rağmen temel olarak fizyon reaksiyonuna dayanan yüzlerce nükleer reaktör mevcuttur. Atom bombasında çok kısa sürede gerçekleşen fizyon reaksiyonu, nükleer reaktörlerde daha uzun sürede gerçekleştirilerek olay kontrol altına alınır.
Nükleer reaktörü oluşturan en önemli elemanlardan birincisi uranyum yakıttır. (239Pu’da yakıt olarak kullanılabilir.)Uranyum radyoaktif özelliği düşük olan bir elementtir. Reaktörde reaksiyona girmeden önce lastik bir eldivenle bile tutulabilir. Ancak, fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan ürünlerin çoğu oldukça radyoaktiftir. Nükleer reaktör çalışmaya başladıktan sonra ne içine girmek ne de reaktörden çıkan yakıt atıklarına yaklaşmak imkansızdır.
Yakıt olarak kullanılacak uranyumun reaktöre girmeden önce her türlü safsızlıktan arındırılması gerekir. Ayrıca yapısındaki 235U oranı %3 dolayına yükseltilmiş yani izotopik olarak zenginleştirilmiş uranyum daha kullanışlıdır. Günümüzde yakıt olarak UO2 tercih edilmektedir. Uranyumdioksit önce toz haline getirilip sonra 1 cm çap ve yüksekliğinde küçük silindirler şeklinde sıkıştırılır. Daha sonra fırında pişirilerek seramik yakıt lokması haline getirilen bu silindirler 4 m uzunluğunda ince bir metal zarf içine yerleştirilerek yakıt çubukları elde edilir. Büyük bir reaktörde bu yakıt çubuklarından yaklaşık 50.000 tane vardır.
Reaktörün ikinci temel elemanı nötron yavaşlatıcısıdır. Bunun için ise su kullanılır. Uranyum yakıt reaktörde bir su banyosuna daldırılmış çubuklar şeklindedir. Fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan nötronlar yakıt çubuklarından su banyosuna geçerler. Su tarafından yavaşlatılan nötronların fizyon yapma yeteneği artar. Bu yavaş nötronların yeniden uranyum yakıt ile çarpışmaları ise fizyon olayının zincirleme reaksiyon şeklinde sürmesini sağlar.
Fizyon reaksiyonu sonucunda oluşan büyük ısının, yakıtın kızışmasını önlemek için ortamdan transfer edilmesi gerekir. Bunun için ise nötronları yavaşlatmak için ortamda bulunan suyun bir pompa ile devredilmesi sağlanır. Yaklaşık 300°C’de olan sıcak su borular yardımı ile soğuk su içeren bir hazneden geçirilir. Bu esnada ısı transferi ile soğuk su ısınarak buhar oluşur. Elde edilen buhar bir buhar türbininden geçirilerek ısı enerjisi elektrik enerjisine dönüştürülür.
Nükleer reaktörlerin en önemli elemanlarından bir diğeri ise kontrol çubuklarıdır. Reaktörün kontrolü ortamdaki nötron sayısının kontrolü ile mümkündür. Eğer, fizyondan doğan nötronların oluşma hızı uranyum yakıt tarafından yakalanma hızına eşit ise reaktör aynı güçte çalışmaya devam eder. Ortamdaki nötronların sayısı arttıkça güç yükselir, azaldıkça güç düşer. Ortamda nötron kalmazsa reaksiyon durur. Bunun için, reaktöre kadmiyum veya bordan yapılan ve nötronları soğuran kontrol çubukları yerleştirilir. Bu çubuklar reaktörde istenilen derinliğe indirilerek reaksiyon kontrol altında tutulur.
Sonuç itibariyle bir nükleer güç reaktörü, temelde fizyon reaksiyonundan oluşan ısıyı yayan bir su ısıtıcısıdır. Aynen termik santrallerde olduğu gibi elde edilen ısı ile sudan buhar; buharın türbinleri döndürmesinden ise elektrik enerjisi elde edilir. Prensip olarak birbirine çok benzeyen termik santrallerle nükleer santraller arasında çok önemli farklar vardır. Öncelikle nükleer santraller, termik santrallerde olduğu gibi dışarı CO2 ve SO2 gibi gazlar salmazlar, kül bırakmazlar. Bundan dolayı çevreyi kirletmedikleri söylenebilir. Ancak, nükleer reaktörden çıkan kullanılmış yakıt yüksek radyoaktiviteye sahip bir çok madde içerir. Yüksek aktiviteli bu nükleer atıkların çevreye ve insana zarar vermeden tasfiye edilmesi çok önemli bir problemdir.
Bu atıkların dış ortamla irtibatı telafisi mümkün olmayan sorunlara yol açabilir. Bu konudaki en büyük gelişme nükleer atıkların yeryüzünün 500 ile 1200 m altında inşa edilen özel depolara gömülmesidir. Yer altında gömülü olan nükleer atıkların yeryüzüne çıkmasını sağlayacak tek mekanizma yeraltı suyu ile teması olacaktır. Bunun için, atıkların gömüleceği yer seçiminde jeolojik ve çevresel faktörler dikkate alınır. Ayrıca, bu atıklar yüksek sıcaklıkta cam eriyiği ile karıştırılıp metal silindirler içine boşaltılır ve soğuduğunda camsı bir yapı oluşturur. Cam suda çözünmeyen, uygun mekanik özelliklere sahip bir malzeme olduğundan yer altındaki nükleer atıkların yeryüzüne çıkma ihtimalini daha da azaltmaktadır. Aslında nükleer atıkların tehlikesi, kurşun, cıva ve arsenik gibi zehirli atıklara kıyasla daha azdır. Çünkü, nükleer atıkların radyoaktivitesi zamanla azalırken, zehirli atıklar çevreye atıldıkları ilk günkü gibi kalırlar.
2. NÜKLEER ENERJİ SANTRALLERİ
Nükleer enerji santralleri kömürle çalışan enerji santralarından farklı değildir.termik santralarda kömür yakılarak su kaynatılır böylece elde edilen buhar gücüyle bir türbin döndürülür ve türbin elektrik üretir.
Nükleer enerji santrallerinde ise,gerekli ısı atomların bir reaktörde bölünmesiyle üretilir. Kullanılabilir miktarda üretilen ilk reaktörler 1950’lerde İngiltere’deki Calder Hall’da kuruldu. Bu reaktörler aslında askeri amaçla plütonyum üretmek ve nükleer enerji konusunda deneyim kazanmak için kurulmuştu; bunlarda elektrik üretimine 1956’da başlandı. Bu reaktörlerin yavaşlatıcıları, Fermi’nin reaktöründe olduğu gibi grafitti; yakıt olarak, magnezyum alaşımından bir kap içine yerleştirilmiş doğal uranyum metali kullanılıyor ve sistem basınçlı karbon dioksit ile soğutuluyordu. Tepkime sırasında oluşan ısıyı emen karbon dioksit bunu ısı değiştiricilerine taşıyor ve ısı burada, elektrik üretmeye yarayan türbo-alternatörleri çalıştıracak buharı elde etmek için kullanılıyordu. 1950’lerin başlarında denizaltılar için küçük reaktörler yapmayı başaran ABD’li bilimciler daha sonra ucuz elektrik üretebilecek bir reaktör geliştirmenin yollarını aramaya başladılar. Bu çalışmaların sonucunda iki ana reaktör tipi tasarımı geliştirdi: Basınçlı su soğutmalı reaktör (pwr) ve kaynar sulu reaktör (bwr). Nükleer elektrik santrallarının konvensiyonel elektrik santrallardan en önemli farkı, kazan yerine ısı kaynağı olarak nükleer enerji reaktörü kullanmasıdır. PWR tipi rektörlerde yakıt olarak yaklaşık %3 oranda U-235 içerecek biçimde zenginleştirilmiş ve özel alaşımlardan yapılmış bir kutu içine yerleştirilmiş uranyum dioksit kullanılır. Yavaşlatıcı ve soğurucu olarak da sudan yararlanılır. Pompalanan su önce reaktörlerde dolaştırılır, sonra ısı değiştiricisine aktarılır; reaktörde ısınan su, ısı değiştiricisindeki ikinci bir su devresinde buhara dönüştürülür ve bu buhar elektrik üreten türbinleri çalıştırır. BWR tipi reaktörde, rektörün “kalp” bölümü,yani zincirleme tepkimenin oluştuğu bölüm PWR’ninkiyle aynıdır; ama bunlarda ikinci bir su sistemi yoktur ve reaktörün soğutma devresinden çıkan buhar doğrudan türbinlere beslenir. Nükleer enerji üretmekte olan ülkelerin pek çoğunda PWR ya da BWR tipi reaktörler kullanılır. Batı dünyasında kullanılan belli başlı nükleer santral tipleri ;
[*]Basınçlı su ( PWR),
[*]Kaynar-su (BWR),
[*]Ağır -su (CANDU),
Tipleridir. Nükleer reaktörde üretilen basınçlı -su ( birinci çevrim) BWR sisteminde direkt türbünlere gönderilir iken PWR sisteminde reaktör çıkışındaki ek ısı değişim ünitesinden ( ikinci çevrim) elde edilen basınçlı su türbinlere elektrik enerjisi üretimi için gönderilir. Dolayısıyla BWR sisteminde PWR sistemine nazaran türbinler radyoaktif bölgedir ve verim daha yüksektir.
Direkt radyoaktiviteye karşı reaktörlerde çeşitli engeller bulunur. Mevcut bu engeller ile santralların dışarıya doğrudan ışınlamaları engellenir. Bu nedenle ile santralda çalışanlar ve çevrenin herhangi bir şekilde etkilenmesinin engellenmesi planlanmıştır. Ancak konu olan engeller ve çevrim içerisinde kullanılan tüm malzemeler ( vanalar, borular ) teknik aksam olarak sızdırmaz olmalıdırlar.
Bunun için çeşitli kritik bölgeler için ölçme sistemleri tesis edilerek santral içinde muhtemel kaçaklar sürekli olarak gözlenir. Çünkü diğer endüstriyel kuruluşlarda olduğu gibi bir kaza hali yani kontrol dışı bir durum nükleer enerji ile uğraşan insanların asla kabul etmedikleri bir durumdur ve bu durum lisanslayıcı kuruluş tarafından da kesinlikle kabul edilmez. Sonuç olarak nükleer santrallar diğer endüstriyel kuruluşlarda asla yapılmayan inceleme ve testlere tabi tutularak, tesiste alınan önlemler ile “ normal işletme şartları “ dışında da kontrol altında tutulabilmesi hedeflenir.
İlk ticari amaçlı hızlı reaktör Fransa’nın güneybatısındaki Creys-Malville’de kuruldu; Super Phenix (süper anka) denilen bu reaktörde soğutucu olarak sıvı sodyum kullanılmaktadır. SSCB ve İngiltere’de de elektrik enerjisi üreten kızlı reaktörler vardır.
1 ATOM ENERJİSİNİN DÜNYA ÖLÇEĞİNDEKİ GELİŞİMİ
Şu anda dünyada 434 reaktör işletme, 36 reaktör ise inşa halinde bulunmaktadır(Mayıs 1999’daki duruma göre). Batı Avrupa’da ve ABD’de planlanan veya inşa halinde olan tek bir reaktör bulunmamaktadır. Almanya’da toplam 19 reaktör işletme halindedir. Son reaktör 1989’da şebekeye bağlanmıştır. O zamandan bu yana, yeni reaktör kurmak konusunda herhangi bir somut plan duyulmamıştır.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın bu enerjinin dünyadaki gelişimi konusunda başlangıçtaki öngörüsüne bir bakalım. 1974’te bu kurum, 2000 yılında yaklaşık 4.500 GW kurulu güç öngörüyordu. Bu öngörüler her geçen yıl biraz daha aşağıya çekilerek düzeltildi. 1986’da öngörülen kurulu güç artık sadece 500 GW’a düşmüştü. Gerçekte ise, günümüzde dünyada sadece 353 GW’lık bir güç kuruldu. Yani 60’lı ve 70’li yıllarda umulandan, çok daha az bir bölümü… Özellikle şebekeye bağlı 106 reaktörü olan ABD’de, 1973’ten bu yana yeni atom reaktörü yapılmamıştır.
Almanya’da en son inşa edilen Neckar 2 reaktörünün yapımına 1982’de başlandı, 1989’da işletmeye alındı. Bu reaktör başlangıçta planlandığı gibi 1 milyar marka değil, 5 milyar marka mal oldu. Büyük fiyat artışları bu reaktörün Almanya’da kurulan ilk reaktörden beş kat daha pahalıya mal olmasına neden oldu.
Bu nedenle eski santrallerden elde edilen elektrik ucuzken, yenileri çok yüksek elektrik maliyetleri getirmektedir.
Almanya’nın atom enerjisi kullanmaya son vermesi için sekiz önemli neden vardır. Bu nedenlerden her birini ayrıntılı olarak ele almak istiyorum.
2.1.1 Uranyum madenciliği ve uranyum yatakları
Rezervlerin Durumu: Atom enerjisi üreticileri, bugün dünyadaki hazır rezervlerin 40-50 yıl kadar dayanacağını hesaplıyor. Ancak bu varsayımda esas alınan, uranyum madenciliğinin bugünkü maliyetleri değildir. Eğer bugünkü maliyetleri temel alacak olursak, dünyada belki de sadece 12 yıllık hazır rezerv bulunduğu söylenebilir. 40-50 yıl yetecek rezervlerden, ancak uranyum madenciliğinde altı kat maliyet artışı hesaba katacak olursak, söz edilebilir.
Eğer Türkiye’de gelecekteki enerji ihtiyacının karşılanması için altı reaktör planlandığını varsayacak olursak, her yıl yaklaşık 900 ton gerekli olacaktır. Türkiye’nin de henüz kullanılmamış uranyum rezervleri mevcuttur. Bu rezervlerin hemen hemen 9.000 ton civarında olduğu tahmin edilmektedir; yani Türkiye kendi altı reaktörünü çalıştırmak için 10-12 sene uranyum madeni işletebilecektir. Ancak reaktör ömrünün 40-50 yıl olarak hedeflendiği düşünülürse, bu miktarın çok yetersiz kalacağı anlaşılmaktadır. Türkiye kısa bir süre sonra, uranyumun 10-20 yıl içinde oldukça kıt ve pahalı hale geleceği dünya pazarına çıkmak zorunda kalacaktır.
Uranyum madenciliğinin kendisine gelelim: Daha önce de belirtildiği gibi, dünyada mevcut yataklar sınırlıdır. Bu nedenle hatırı sayılır anlamda maden içeren yataklara yönelinmektedir. Dünyadaki en zengin yataklar, toplam rezervlerin %20’sini barındıran Avustralya’dadır. Bu rezervlerin bir bölümü, tam da Kakadu Milli Parkı’nda bulunmaktadır. Bu park birinci sınıf bir doğal dünya mirasıdır ve Avustralya’nın yerlileri olan Aboriginie’lerin çekildiği son yaşama alanlarından biridir.
Avustralya’da bu eşsiz doğal kaynakların ve Aboriginie’lerin son yaşama alanlarının tahrip edilmesine karşı sert ve güçlü bir direniş yükselmektedir.
2.1.2 Yakıt elemanlarının üretimi
Yakıt elemanlarını üretimi basit değildir. Yeraltından çıkarılan uranyumu, reaktörde kullanılabilecek şekilde hazırlamak için bir çok fabrikadan oluşan bir zincir gereklidir. Uranyum, enerji yoğun ve aynı zamanda karbondioksit emisyonuna neden olan yüksek oranda fosil enerjinin kullanıldığı bir dizi fabrikada işlenerek yakıt elemanı haline getirilir. Üretimin çeşitli halkaları çoğunlukla uzun transfer yollarıyla birbirine bağlanmıştır. Tehlikeli yük, özellikle gemilerde dünyanın çeşitli bölgelerine, örneğin Rusya’dan Avustralya’ya, Kanada’ya, üreticinin üretim maliyeti açısından en uygun gördüğü yer neresi ise, oraya gönderilir.
2.1.3 Atom santrallerinin rutin işletmesi esnasındaki radyoaktif emisyon
Kaza olmadığı durumda da atom santrallerinden radyoaktif madde emisyonu söz konusudur. Çok şükür ki, emisyon yüksek oranda değildir. Ancak düşük dozdaki radyoaktif ışınlar, eser miktarlar da dahil olmak üzere, insan sağlığını etkilemektedir. Almanya’da atom enerjisi tesislerinin çevresinde, örneğin Hamburg yakınlarındaki Krümel santralının çevresindeki lösemi vakalarında artış tespit edilmiştir. Ayrıca atom santrallerinin çevresinde sakat doğumların da arttığını gözlemekteyiz.
2.1.4 Reaktörlerin işletilmesi esnasındaki olası riskler
Atom santrallerinin işletilmesi esnasında büyük kazariskleri mevcuttur. Almanya’da reaktör güvenliğinden sorumlu kurumun uzun yıllar başkanlığını yapmış olan Bay Birkhofer şöyle söylüyor: “Güvenlik sistemlerinin başa çıkamayacağı bir olaylar zinciri, birkaç saat içinde yüksek miktarda radyasyonun açığa çıkmasına ve binlerce ölüme neden olacaktır.”
Neyse ki Almanya’da böyle kazalar meydan gelmedi; ancak başka ülkelerde olanları biliyoruz. Ukrayna’daki Çernobil’de bu olay cereyan etti; 1979’da ABD’deki Harrisburg’da ise felaketin eşiğinden dönüldü. Kısa bir süre önce bir reaktörde değilse de, Japonların bir yeniden işleme tesisinde, Tokay Mura’da, çok kötü bir kaza meydana geldi.
Almanya deprem açısından açık ki daha şanslı bir durumdadır; Türkiye’deki gibi büyük depremler beklenmiyor. Ancak Türkiye gibi depremlerin daha sık ve daha şiddetli meydana gelme olasılığı yüksek bir ülkede, fay hatlarının yakınında atom santralı kurulması planlanabiliyorsa, bu büyük bir sorun teşkil eder. Akkuyu’da deprem güvenliği nedeniyle, reaktör kurulmaması gerekmektedir.
2.1.5 Nükleer atıkların taşınması
Almanya’da bu konuda güvenlik önlemleri var. Nakliye bidonlarından(bunlara castor adı verilir) çevreye yalnızca belirli bir oranda radyasyon yayılmasına izin verilmektedir. 1988 yazında, castor’larda güvenlik yönetmeliklerinin izin verdiğinden 20.000 kat daha fazla radyasyon olduğu saptanmıştır.
2.1.6 Nükleer atıklar nereye?
Dünyada nükleer atıklar için henüz işlerlik halinde bir nihai depo mevcut değildir. Ancak böyle bir depo zorunludur, çünkü bu radyoaktif maddelerin milyonlarca yıl biyosferden uzak tutulması gereklidir. Dünyada hiç bir yerde, bu maddelerin bu kadar süre biyosferden uzak, güvenli bir şekilde muhafaza edilebileceğini öngörmek mümkün değildir.
Reaktörlerde yakıt elemanı içinde atom çekirdeği dönüşüme uğrar. Çekirdekler en başta plütonyuma dönüşür. Plütonyumun kendisi de enerji sağlayabilecek bir maddedir; ancak son derece zehirlidir. Bir gramın milyonda bir kadarı vücuda alındığı taktirde, ölüme yol açmaktadır. Ancak bu plütonyumdan atom bombası da yapmak mümkündür. Sadece 10 kg’ı bir atom bombası üretmek için yeterlidir. Atom enerjisinin barışçı kullanımı esnasında büyük miktarda plütonyum elde edilir. Yalnızca Fransa’daki La Hauge’da şu anda sırf Alman santrallerinden gelen 25 ton plütonyum bulunmaktadır. Yeniden işleme tesisinin yer aldığı La Hauge’da her yıl kullanılmış yakıt elemanlarından 16 ton plütonyum ayrıştırılmaktadır. Bu kadar plütonyumun insanlardan gerçekten uzak tutulup tutulmadığını, bu plütonyumun belki de bir gün atom bombası yapmak için kullanılıp kullanılmayacağını kimse bilmiyor.
2.1.7 Atom silahları
Atom enerjisinin barışçı amaçlarla kullanımı ile atom silahları için kullanımını birbirinden gerçekten ayırmanın mümkün olmadığını biraz önce belirtmiştim. Almanya da bu konuda olumsuz deneyler yaşamıştır. 90’lı yıllarda Hanau’daki nükleer firmadan izinsiz ve yasaları çiğneyerek, Pakistan’a malzeme ve teknik bilgi aktarıldı. Pakistanlılar sonra bu Alman teknolojisi sayesinde atom bombalarını ürettiler.
2.1.8 Atom enerjisinin kullanımının gayri ekonomik oluşu
Kabaca Türkiye’nin elektrik ihtiyacının atom enerjisi ile sağlanmasının maliyeti; bir atom santralı bugün yaklaşık 6 milyar marka mal oluyor, altı tane santral inşa edecek olursak, inşaat için 30 milyar mark gerekecektir. Ancak nükleer tesislerin işletmeye alınması için gereken tek maliyet bu değildir. Radyasyon güvenliğinin, kamu güvenliğinin tesis edilmesi gerekir. Türkiye’nin ayrıca, ülkeye bu maddelerle birlikte know-how ve atom tekniğinin bilgisini getirecek araştırma tesislerine ihtiyacı vardır. Sonra ara depoların yapımı gerekecektir ve transferler yapılacaktır. Bütün bunlar ise, 30 milyar marka ilave olarak 40 milyar mark daha gerektirir.
Bütün bunlara bir de şu hususu eklemek gerekli; Nükleer kazalardan doğan zararlara karşı sigorta yapılmaması. Kaza sonucunda evler tahrip olduğunda, ya da radyoaktif kirlenme meydana geldiğinde hiçbir sigortacı zararı karşılamaya yanaşmamaktadır.
Atom santrallerinin sökülmesi için bir birikim yaratılması gereklidir, çünkü bu işlem oldukça pahalıdır. Türkiye’nin atom elektriğini kullanmasının maliyetini hesaplarken bu kalem de dahil edilmiş değildir. Almanya’da, Atom tesislerinin sökülmesi için şimdiye kadar 70 milyar mark toplanmıştır. Ayrıca gaz ve petrol santrallerinden üretilen elektrik eşit muamele görmemektedir. İngiltere’den atom enerjisinin ekonomik olmadığını çok açık gösteren bir hususu aktarmak istiyorum. İngiltere’nin enerji sektörünün tamamı özelleştirildi. Yani santraller, kömür, petrol ve gaz santralleri özel alıcılara teklif edildi. Birçoğu da ekonomik, rantabl bir işletme imkanı sağlayan bir alıcı buldu. Sadece atom santralleri alıcı bulamadı, çünkü işletme riskleri çok yüksekti. İşte bu nedenle İngiltere’de atom santralleri halen devlet tarafından çalıştırılmaktadır.
2.2 ATOM ELEKTRİĞİNE ALTERNATİFLER
Atom enerjisinden elde edilen elektriğin yerine ne koyacağımız, bizim için çok açık. Kömür, petrol veya doğal gaz gibi fosil enerji kaynaklarının kullanılması iklim değişikliklerine neden olarak, aynı şekilde büyük sorunlar yaratmaktadır; bu nedenle fosil kaynakların kullanımı da sınırlanmak durumundadır.
Birincisi aşırı ölçüde elektrik harcıyoruz. Bu harcamayı azaltmak için, insanlar konforlarından vazgeçmeden, sanayi sıkıntıya girmeden kullanılabilecek birçok teknik olanak var. Enerji tasarrufu önlemlerini arttırarak uygulamamız gerekiyor. Ancak aynı zamanda elektrik üretiminde verimlilik de acilen gereklidir. Atom santralleri ve büyük kömür yada petrol santralleri kullandıkları enerjinin üçte ikisini aslında kullanmamakta, ısıyı örneğin nehir suyunu buharlaştırmak yoluyla israf etmektedirler. Elektrik üretimini her evin kendisinin yapması daha anlamlı; evi ısıtmak için gerekli ısıyı üretebileceğimiz ve bunu yaparken aynı zamanda elektrik elde edeceğimiz küçük tesislerle. Isıya ihtiyaç duymadığımız zamanlarda özellikle yazın, önemli miktarda elektrik üretebileceğimiz ilave enerji kaynakları elimizin altında bulunabilir;
Yenilenebilir enerjiler: Bazı Avrupa ülkelerinde örneğin Almanya’da son 10 yılda özellikle rüzgar enerjisinin kullanımında çok ilerlemiştir. Türkiye’de özellikle batıda, rüzgar enerjisi konusunda büyük bir potansiyel mevcuttur.
Birçok şekilde, özellikle fotovoltaik yolla elektrik üretebilecek diğer bir kaynak ise güneş enerjisidir. Solar ışınlardan diğer bir yararlanma yolu, oluklu parabolik santrallerle solar termik elektrik üretimi olabilir.
Su gücünü de daha çok kullanabiliriz, ancak büyük ve merkezi barajlar yaparak değil.
Konunun dördüncü ayağı biyokütleden yararlanmaktır. Burada da çok çeşitli olanaklar mevcuttur. Biyokütle tarımda çöplerden çıkan biyogazın kullanılması, bitkisel yağları ise örneğin motordaki yanmada kullanılması yoluyla veya katı biyokütlesel yakıt elemanlarıyla yeni uğraş alanları, iş sahaları yaratılabilir.
Örneğin hidrojeni doğrudan biyokütleden elde etmek için son derece enteresan teknik yöntemler var. Elde edilen hidrojen ise yakıt hücrelerinde elektrik ve ısı üretimi için kullanılabilir.
Beşinci olarak, jeotermal enerjinin Türkiye’de büyük bir geleceği olabilir. Isıtma amaçlı olarak Türkiye’de dikkate değer ölçüde kullanılmaktadır. İzmir yakınlarında 35 MW gücünde büyük bir santral kurulacak. Bu santral elektrik ve ısı üretecek; ısı sadece ev ısıtmasında değil, seralarda, balık üreticiliğinde kullanılarak tarımda yeni faaliyet alanları açılacak. Projenin maliyeti yaklaşık 100 milyon marktır.
Atom santralına uyarlayacak olursak; bir atom santralını böyle 30 projeyle, yani santral maliyetinin yarısıyla ikame etmek mümkündür. Evleri ısıtmak yada başka şeyler için uranyum veya petrol satın almanıza da gerek yok. Ayrıca atmosfere hiç karbondioksit ve radyoaktif madde verilmeyeceği için, çevre açısından da hiç bir sakınca taşımamaktadır
3. TÜRKİYEDE NÜKLEER ENERJİ
3.1 TÜRKİYE’NİN NÜKLEER SERÜVENİ
Türkiye’de nükleer santral yapmak isteyenlerin tek dayanağı, “Ülkenin yakın bir gelecekte elektrik sıkıntısı” nedeniyle karanlıkta kalacağı iddiası. İddia eldeki verilerle örtüşmüyor. Türkiye yenilenebilir enerji potansiyeli açısından oldukça zengin bir ülke. Ancak yenilenebilir enerji kaynaklarının çeşitliliğine rağmen devlet enerji yelpazesi içindeki rolünü resmen kabul etmedi. Nükleer santral ihalesi tam bir “arapsaçı”na döndü. Bugün yapılacak ihaleye katılanlar arasında Demirel’in “manevi evladı” Kamuran Çörtük’ün patronu olduğu Bayındır Holding de Türkiye’de nükleer enerji yanlıları, bir nükleer güç programı başlatma amacıyla bugüne kadar birçok başarısız girişimde bulundu. 1965’te 300-400 MW’lık bir santral kurulması girişimi, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve politik koşullar nedeniyle gerçekleşmedi. Çalışmalar, 1976’da Akkuyu sahasına Türkiye Atom Enerji Kurumu tarafından yer lisansı verilmesiyle sonuçlandı ve hemen ertesi yıl inşaat için görüşmeler başladı. Ancak hükümet tarafından şart koşulan yüzde 100 dış kredi, ilgili İsveçli ASEA ATOM firması tarafından sağlanamayınca sonuç alınamadı. 1983’teki ihaledeyse Alman KWU firması yüzde 100 dış kredi şartını kabul etmiş, ancak hükümet anahtar teslimi yerine yap-işlet-devret modelini önermiş, KWU bu modeli kabul etmemişti. Kanadalı devlet kuruluşu AECL de aynı modeli prensipte kabul etti, ancak projenin finansmanına hükümet garantisi istedi. Sinop’ta bir santral kurması için davet edilen General Elektrik firması da, hem finansman sorunu hem de yer lisansı olmaması nedeniyle projeden vazgeçti. Nükleer ‘inadından’ vazgeçmeyen Türkiye, 1993’te tekrar santrali gündeme getirdi.
3.2 FAY ÜZERRİNE SANTRAL
Nükleer santralin insanlık için ölümcül sonuçları bir yana, Akkuyu dendiğinde tartışılması gereken bir başka boyut da, santralin aktif fay hattına yakın bir bölgeye yapılması. Akkuyu’nun sadece 20-25 kilometre güney doğusundan aktif olan Ecemiş Fay Hattı geçiyor. 1991 yılına kadar bölgenin aktif olmadığı iddia ediliyordu. Ancak, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığı, Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri Teknolojisi Enstitüsü’nden öğretim üyeleri Sungu Gökçen, Gilbert Kellıng, Atilla Uluğ, Nuran Gökçen ve Erdeniz Özel’in, 1991 yılında Alanya-Mersin kıyılarında yaptığı sismik araştırmalarla ortaya çıktı. “Alanya-Mersin arası deniz bölgesindeki genç tektonik yapılar” adıyla raporlaştırılan çalışmaya 1988 yılında başlayan akademisyenler, Alanya-Mersin arasındaki deniz bölgesinde sismik ve deniz jeolojisi-jeofiziği araştırmaları yaptı. Raporda, nükleer santral yapılması planlanan Mersin Akkuyu’nun 20-25 kilometre güney doğusundan geçen Ecemiş Fay Hattı’na ilişkin olarak, “Bölgenin doğusunda yer alan alt basen, tuz domları büyüme faylarının yanı sıra kaymalarla belirgindir. Çukurova Tersiyer Havzası’nın batı sınırını oluşturan Ecemiş Fay’ı önceden bilindiğinin aksine günümüzde de aktiftir. Orta ve batı teknotik üniteler ise, fayların yanı sıra, doğu-batı ve kuzeydoğu-güneybatı uzanımlı normal faylar ve bindirmelerle karakteristiktir” ifadelerine yer verildi. 4. derece deprem kuşağında olduğu iddia edilen Ecemiş Fay Hattı’nın kuzey bölümü, Niğde Üniversitesi’nde 28-30 Mayıs 1998 tarihlerinde yapılan atölye çalışmasına katılan uzmanlar, bölgeyi 1. derece deprem bölgesi olarak belirlemişti. En son çalışmalar bölgenin “riskli” olduğunu ortaya koysa da nükleer enerji isteyenlere göre, bölge deprem riski ve fay hattı açısından risksiz ve hatta “5. derece deprem bölgesi”nde. Ve bu çalışmalarını da, 1972-1976 yıllarında Türkiye Elektrik Kurumu tarafından yaptırılan bir araştırmaya dayandırıyorlar.
3.3 RİSKİ FELAKET GETİREN ENERJİ
“Birbirinden yüzlerce kilometre uzaklıktaki Utah ve Arizona eyaletlerinin çiftçileri bile gökyüzünün parlak bir ışıkla kaplandığını gördüler. Evlerin pencereleri sarsıldı. Radyoaktif bulutlar ABD’nin üstüne bir çarşaf gibi yayıldı. Olayın tanıkları, hatta onların çocukları bile tedavi edilemez hastalıklarla boğuştular sonradan. Çok sayıda insan ve hayvan kanser olmuştu.” Nevada ve komşu eyaletlerin sakinleri 27 Ocak 1951’deki ilk nükleer denemeyi böyle yaşadılar. ABD, o tarihten bu yana Nevada Çölü’nde 935 deneme daha yaptı. O’nu diğer ülkeler takip etti. Ve bugün nükleer enerji insanlığın karşısına çıkabilecek en büyük tehlikelerden biri haline geldi. 2. Dünya Savaşı sırasında atom bombasının geliştirilmesindeki o muazzam ve çılgın çabalar içinde doğan nükleer gücün, söylendiği gibi, hiç de “barışçı bir amacı” olmadı. Tüm nükleer güç reaktör tasarımları 1950’lerdeki askeri tasarımlardan doğdu. Bir taraftan tasarımlar nükleer silahlar için optimize edilirken, diğer taraftan denizaltıları işletmek için yüksek güçlü tasarımlara gerek duyuldu. Bu çalışmalarda önemli olan tek nokta var: Bunların hiçbirisi, sivil amaçlar için daha ucuz, güvenli ve ekonomik tasarımlara yol açmadı. Sürekli vurgulanması gereken ve asla unutulmaması gereken bir gerçeğin de bir kez daha anımsanmasında fayda var: Nükleer enerji risksiz değildir. Ve gerçek olan şey, insanlığın felaketle kur yaptığıdır.
Nükleer endüstri, nükleer enerjideki risk faktörünü değerlendirirken, daha çok riskin olasılık yönü üzerinde durmayı yeğleyerek, sonuçlarını ise dikkate almıyor. Oysa, risk yalnızca kaza olasılığı değil, olasılıkla kazanın sonuçlarının toplamıdır. Nükleer enerjide, gerçeklerle örtüşmeyen bir başka iddiaysa, bugün düşük dozdaki radyasyonun zararsız olduğudur. Birçok inceleme sonucunda, düşük dozlardaki radyasyonun da sonuçlarının ağır olduğu ıspatlandı. Bu yöndeki ilk tepki nükleer endüstrinin içinden geldi. 2 Şubat 1976’da, nükleer endüstrinin her düzeyinde toplam 56 yıllık iş deneyimine sahip üç nükleer fizik mühendisi, iş güvencesi ve aylık maaşı çok yüksek olmasına karşın istifa etti. Dale Brindenbaugh, Richard Hubbard ve Gregory Minor, Atom Erkesi Ortak Komitesi görevinden istifa gerekçelerini şöyle açıkladı: “General Electric’in Nükleer Güç Bölümü’ne ilk katıldığımızda bu yeni teknoloji düşüncesi bizi oldukça heyecanlardırmıştı. Hem günümüz insanlarına hem de gelecek nesillere hemen hemen sınırsız, çekincesiz ve ucuz bir güç kaynağı bulunduğunu düşünmüştük. Ancak bugün yanıldığımızı anlıyoruz. Nükleer endüstri, dar bir uzmanlar çevresinin endüstrisi durumuna dönüştü. Bu uzmanların her biri bu teknolojinin belli yanlarını geliştirip yetkinleştiriyor. Bu uzmanlar, bu endüstrinin çevremize yaptığı etkilerden çok az bilgi sahibidir. Biz istifa ettik; çünkü, yaşamımızı nükleer fizyon gücünün gelişip yaygınlaşmasına adamış olmayı daha fazla haklı gösteremezdik. Bu endüstrinin yaşadığımız gezegendeki yaşamı riske attığına inanıyoruz.
Kansere ve genetik mutasyona neden olduğu bilinen ve tüm dünyada nükleer silah yapımına olasılık tanıyan plütonyum dev boyutlarda üretildiğinde bu endüstride çalışmayı daha fazla haklı gösteremez.” Bu üç mühendis oldukça uzun itiraflarında, birçok şeyin yanı sıra, nükleer reaktörlerin tasarımları sırasındaki yanlış ve eksikliklerin bile tek başına acı sonuçlara yol açtığına işaret etmişlerdi: “Nükleer güç istasyonlarının tasarım, yapım ve işlemleri sırasındaki eksiklikleri birleştirirsek, bu güç istasyonlarında kazaların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ancak nerede ve ne zaman?” Nükleer güç, “temiz ve risksiz bir enerji” olarak sunulduğu günden bu yana hep “öldürücü güç” oldu. Bu öldürücü gücün etkisinin en yüksek noktada görüleceği alan ise nükleer reaktör kazası. ABD böylesi feci bir kazayla 1975’te karşı karşıya geldi. Alabama Eyaleti’nin Athens yakınlarındaki Brown’s Ferry Atom Güç İstasyonu, Amerikan nükleer endüstrisinin en kötü kazasına tanık oldu. Hava kaçaklarını denetleme amacıyla mum kullanan iki mühendis oldukça yüksek yanıcı özelliğe sahip olan ve yapıştırıcı olarak kullanılan poliüreten köpükleri kazayla ateşe verdiler. Ateş, reaktörün işlemlerini ve acil soğutma sistemini denetleyen kabloların plastik örtülerine hızla yayıldı. Reaktörün soğutma sistemindeki su hızla düşerken, çalışanlar çaresiz bir biçimde yangını izledi. Asıl önemlisi, bu kaza sonrasında, birçok düzenleme ve güvenlik önlemlerinin çiğnendiği ortaya çıktı.
3.4 BUGÜNE KADAR 169 KAZA OLDU
Nükleer endüstrinin kazaların “milyonda bir” olduğu iddiaları tarihsel gerçeklerle çelişkiye düşüyor. Çernobil ve Three Mile Island kazalarından sonra, Atom Enerjisi Konseyi, büyük kazalar olasılığını bin kez daha fazla değerlendirmişti. Bu, şu andaki reaktör sayısı dikkate alındığında, “ortalama olarak her 2.5 yılda bir, dünyanın herhangi bir yerinde ciddi bir ‘çekirdek erimesi’ kazası olacak” demekti. ABD Nükleer Denetleme Komisyonu’nun resmi kayıtlarına göre, bugüne kadar felakete yol açabilecek derecede 169 kaza olmuştu. Sadece 1980 ve 1989 yılları arasında, ABD’deki nükleer santrallerde, yaklaşık 34 bin operasyon hatası, en az 104 acil reaktör durdurma olayı ve çalışanların ölçülebilir dozda radyasyona maruz kaldıkları 140 bin olay rapor edilmişti. Japonya’da 1992 yılında tam 20 önemli reaktör kazası bildirilmişti. Yine 1992 yılında, Rusya’daki nükleer komplekslerdeki kazaların oranı yüzde 45 artmış, uzmanlar bir yılda uluslararası kuruluşlara 205 kaza rapor etmek zorunda kalmışlardı. 1992’de Rio de Janerio’daki Dünya Zirvesi’nde, Ukrayna Çevre Bakanı Dr. Yuri Scherbak, ülkesinde 1986’da meydana gelen Çernobil kazası sonunda yaklaşık 6 bin kişinin öldüğünü ve ölü sayısının 40 bine varacağını, ayrıca yüzbinlerce insanın da kansere yakalanacağını söylemişti.
3.5 TÜRKİYE’NİN ALTERNATİFİ ÇOK
Türkiye yenilenebilir enerji potansiyeli açısından oldukça zengin bir ülke. Ancak yenilenebilir enerji kaynaklarının çeşitliliğine ve yararlarına rağmen devlet bugüne kadar hidroelektrik santral dışındaki yenilenebilir enerjilerin ülkenin enerji yelpazesi içindeki rolü resmen kabul etmedi. Hidroelektrik: Türkiye’nin hidroelektrik potansiyelinin yılda 433 twh’ı aştığı hesaplanmaktadır. Güneş Isıl: 1995 yılında 52 bin TEP ısı üretildiği hesaplandı. Araştırmalar bu üretimin gelecek 15 yılda 6 kat artacağını gösteriyor. Güneş Fotovoltaik (PV): Güneş PV enerjisi için Türkiye’deki gerçekte sınırsız olan potansiyeline karşın devlet bu enerji kaynağını yok saydı. Türkiye’nin her yıl güneşten aldığı enerjinin yaklaşık 1 milyon twh olduğu hesaplandı. Bu da 1996 yılı enerji üretimin 11 bin katına eşittir. Dünya çapındaki deneyim, güneş PV enerjisinin maliyetinin hızla düşmekte olduğunu ve büyük ölçekte diğer üretim kaynaklarıyla rekabet edebilir hale gelebileceğini gösteriyor. Rüzgar: OECD rakamları Türkiye’de rüzgar potansiyelinin yılda 150 twh’den daha fazla olduğunu gösteriyor ve bu miktar 1995 yılı elektrik üretiminin iki katıdır. Biogaz: Hayvansal ve bitkisel atıkların çürütülmesi ile üretilen metan gazını depolayarak kullanılmadığı durumda tehlikeli olan bir gazı enerji kaynağına dönüştürmek olanaklıdır. Yıllar önce yapılmış araştırmalar Türkiye’de 32 twh’e kadar elektrik üretebilecek bir potansiyel olduğunu gösteriyor. Jeotermal: 1972’de devlet jeotermal elektrik santralı kurmaya yönelik bir program uygulamasına başladı. Bu program yılda 20 MW’lık, daha sonra da 30 MW’lık birimlerin yapımını öngörüyordu. Eğer plan tümüyle uygulanmış olsaydı, şu anda 710 MW’lık bir kapasite işletmede olacaktı.
3.6 DÜNYADA NÜKLEER GÜÇ SANTRALI KULLANILAN ÜLKELER
4. NÜKLEER ENERJİ SANTRALLERİNİN ÇEVRESEL ETKİLERİ
Şekil dikkatlice incelenirse nükleer santrallerden oluşabilecek radyoaktif etkiler iki farklı yolla çevreye ve insanlar dahil tüm canlılara ulaşmaktadır. Birinci yol ; Bacalardan çıkan emisyonların atmosferde taşınımı ile yer yüzeyine ve yer yüzeyindeki canlılara ulaşması, İkinci Yol ; Santralden çıkan sıvı ve katı atıkların nehirler , göller veya denizlere ulaşması ile bu ortamlarda yaşayan canlıların ve yer altı sularının bu atıklardan etkilenmesidir. Yer yüzeyinde yaşayan insanların ve hayvanların doğal yaşamın sirkülasyonu nedeniyle her iki yol ile nükleer santraldan oluşabilecek radyoaktiviteden etkilenmesi. Tüm endüstri tesislerinde olduğu gibi nükleer santral teknolojisinde de “ çevreye mümkün olan en az atığı bırakmak” temel prensiptir. Ancak bu temel prensip içinde yer alan “mümkün olan“ ve “ en ” tanımlamaları politik ve hukuki çevrelerde farklı anlamlar altında değerlendirilmektedir. Çevrede ölçülen çok az miktarlar doğal kalıntılar düzeyinde olunca etki-tesir bağlantısının kurulması güçleşmektedir.
Nükleer Enerji santrallarında diğer konvensiyonel santrallarda olduğu gibi bir yanma olayı mevcut değildir. Santrallardan ve özellikle reaktör binasından birinci veya ikinci çevrimde herhangi bir şekilde olabilecek sızıntı veya kaçaklardan radyoaktif elementlerin proses buharı yoluyla kontrolsüz olarak çevreye dağılmaması için söz konusu binalar sürekli olarak alçak basınç altında tutulur. Diğer bir ifade ile bu binalardaki hava emilir, dışarıya göre basınçta düşük olacağından kaçaklardan dışarıya doğru değil içeriye doğru bir hava akımı oluşur.
Emilen hava ise sürekli olarak ölçüme tabi tutularak filtre edilir ve daha sonra kontrollü bir şekilde baca yoluyla çevreye bırakılır. Aynı şekilde sıvı atıklarda benzer yöntemler ile toplanır da kullanılan istatistiki yöntemlerin sağlıklı olması gerekmektedir.
4.1 ÇEVRE ETKİLERİNİN HESAPLANMASI
Bir nükleer santralın gerek yapımı için gerekse işletilmesi için mutlaka yetkili kuruluşlardan lisans alınması gerekmektedir. Bu yetkili kuruluşlar her ülkenin kendisinin tanımladığı kanunlara ve yönetmenliklere göre çalışmalarını sürdürür. Ülkemizde de bu konu ile ilgili kuruluş Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ( TAEK) dur.
Tesis ile ilgili çevresel etki değerlendirmesi yapılırken ; işletmeden dolayı insan ve diğer canlıların sağlığına olan veya olabilecek muhtemel etkilerin irdelenmesinde takip edilecek yöntemler başlıklar altında gösterilir.
Şöyle ki ;
Kurulacak Tesisden:
[*]Gaz atıkların ( havalandırma sonucunda emilen) havada meteorolojik şartlara bağlı olarak taşınımı.
[*]Sıvı atıkların ( muhtemelen sızıntılar) nehir veya denize ulaşması neticesinde bunların çevreye dağılması ile insanların “ direkt olarak” “ teneffüs yoluyla “( inhalation) “ “ alınan, ” besin yoluyla “ etkilenmeleri mümkün olabilecektir. Nükleer Sanralların Çevresel Etkileri başlığında verilen Şekil de bu durum daha detaylı olarak izah edilmiştir.
Nükleer santrallardan atılan gaz atıkların atmosferdeki dağılımı hiç bir zaman standart bir yol izlemez. Atmosferdeki dağılım tamamen rüzgar hızına ve yönüne ve atmosferin kararlılığına bağlı olarak değişir. Havada bulunan gazlar ve aerosol olarak tanımladığımız yüzen toz taneleri kuru hava şartlarında ( fallout ) veya yağışlarla ( washout) yer yüzeyine ulaşırlar. Günümüzde güvenilirliği deneylerle kanıtlanmış olan çeşitli metotlar ile yaklaşık 20 Km yarıçaplı bir alan içindeki havadaki veya topraktaki konsantrasyonu hesaplamak mümkündür. Daha uzak alanlar için ise meteorolojik veri sağlayan meteorolojik şebeke ile fiziksel ve matematiksel modellemelere ihtiyaç vardır.