Atatürk Dönemi Tiyatro ve Opera Çalışmalarında Türk Halk Kültüründen Nasıl Yararlanıldı?
Yüce Atatürk, Cumhuriyet dönemi müzik çalışmalarında nasıl ki, halk ezgilerinin derlenerek, en son müzik kurallarına göre işlenip “yeni Türk müziğinin” yaratılmasını hedef göstermişse tiyatro ve opera alanında da Türk tarihinden, mitolojisinden, halk kültüründen yararlanılmasını istemiştir.
Atatürk, çok okuyan, okuduğundan milleti için yararlı sonuçlar çıkaran bir cumhurbaşkanıydı. Dünya tiyatro ve opera tarihinin önemli eserlerinde, antik Yunan tiyatrosunda ve W. Shakespeare’in eserlerinde mitolojinin, destan ve efsanelerin bol bol kullanıldığını, bu sayede görkemli eserler yaratıldığını çok iyi biliyordu. Diğer taraftan, önünde Tanzimat, Meşrutiyet dönemi tiyatrosuyla Dârû’l Bedâyi’nin tiyatro, operet mirası duruyordu. Ziya Gökalp gibi, iyi bir kültür kuramcısını tanıma fırsatını bulmuştu. Avrupa’yı da kısmen gezmişti.
Ülkemizde tiyatroda halk kültüründen yararlanma düşüncesinin uygulamalarına bilinçsiz bir şekilde Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde başlanmıştır. Şinasi, Şair Evlenmesi’nde (1859); halk diline yaklaşmaya çalışmış, bu amaçla bol bol atasözü ve deyim kullanmıştır. 1868 Nisan’ında İstanbul Gedikpaşa Tiyatrosu’nda ilk düzenli temsiller verilmeye başlandığında; Güllü Agop, tiyatroya seyirci çekebilmek için Leylâ ile Mecnun hikâyesine el atmış, bu hikâyeyi, Dinibütün Mustafa Efendi’ye oyunlaştırmıştır. Recaizâde Mahmut Ekrem’in 1874 yılında yazdığı Çok Bilen Çok Yanılır oyunu 1001 Gece Masalları’ndan uyarlamadır.
Meşrutiyet dönemi oyun yazarlarından, mitolojiye değer verip oyunlarında en çok kullananı Abdülhak Hamit Tarhan olmuştur. Tarhan’ın konusunu mitolojiden, efsane ve masallardan, tarihî olaylardan alan oyunları şunlardır: Nesteren (1877), Eşber (1880), Zeynep (1908), Garam (1912), İlhan (1913), Turhan (1916), İbn-i Musa (1917), Hakan (1935). 1874’te yazdığı Sabrü Sebat oyununda ise 73 atasözü ve 36 deyim kullanmıştır. Feraizcizâde Mehmet Şakir Evhamî (1885-86) oyununda gölge ve orta oyunu tiplerinden yararlanmıştır. Musahipzâde Celâl ise oyunlarında Türk Halk Edebiyah’ndan, halk tiyatrosundan, gelenek ve göreneklerimizden bilinçli bir şekilde yararlanmasını bilmiştir. İstanbul Efendisi (1913-14) ve Kaşıkçılar (1920) oyunlarında bu özelliği açıkça görülmektedir.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edildikten sonra, her alanda olduğu gibi güzel sanatlar alanında da çalışmalar bir disipline bağlandı. Osmanlı’dan, intikal eden Darü’l Elhan, Darü’l Bedâyi, Muzıka-i Hümayun ve Sanayi-i Nefise Mekteb-i Ali’si yeniden yapılandırıldı, adları değiştirildi. Halk müziği derlemelerine başlandı (1925). Ankara’da Musiki Muallim Mektebi (1924) ve Ankara Devlet Konservatuvarı (1936) açılarak Batı Müziği eğitimine ağırlık verildi. Müzik, opera, bale, tiyatro dallarında ihtiyaç duyulan sanatçıların yetiştirilmesine başlandı.
Atatürk döneminde profesyonel tiyatro çalışmalarının merkezi Dürü’l Bedâyi idi. Ayrıca özel tiyatro grupları da vardı. Osmanlı’dan intikal eden bu kuruluşun başına 1927 yılında Muhsin Ertuğrul getirildi ve büyük gelişme kaydedildi. Kadın oyuncuların sayısı artırıldı. Oyun dağarcığı geliştirildi. Bilindiği gibi, Afife Jale’den sonra Atatürk’ün isteğiyle Bedia Muvahhit de ilk kez İzmir’de sahneye çıkmış (Temmuz 1923), filmlerde rol almıştı. 25 Haziran 1927 gün ve 1167 sayılı kanun çıkarılarak eğitim amaçlı temsillerden ve konserlerden tüketim vergisi alınmaması sağlandı. 19 Kasım 1930 tarihinde Darü’l Be-dâyi’ye bağlı bir Tiyatro Meslek okulu açılarak yeni sanatçılar yetiştirilmeye başlandı. 1931 yılında Darü’l Bedâyi’nin adı İstanbul Şehir Tiyatroları olarak değiştirildi.”
Atatürk döneminde amatör tiyatro çalışmalarının merkezi ise önceleri Türk Ocakları, 1932 yazından itibaren de Halkevleri’ydi. Halkevleri’ndeki dokuz şubeden biri “Temsil Şubesi”ydi. Temsil-tiyatro şubesinde birden fazla tiyatro grubu bulunabiliyordu. Halkevleri Çalışma Talimatnamesi’ne göre”, şubelerde oynanacak temsillerin CHP yönetimince seçilmiş olması, kadın rollerinin erkeklerce oynanmaması şart koşulmuştu, Talimatnamenin 48. maddesinde, Karagöz ve kukla sanatlarımıza da çalışmalarda yer verileceği belirtilmişti.
İstanbul Şehir Tiyatrolarının 1930 yılında açtığı Tiyatro Meslek Okulu başarılı olamadı. 1936 yılında Ankara’da Paul Hindemith’in yönetiminde bir Devlet Konservatuvarı kuruldu. Tiyatro bölümünün başına Prof. Carl Ebert getirildi. Üç kız (Melek Ökte-Gün, Muazzez Lutas-Kurdaoğlu, Nermin Sarova) ve beş erkek öğrenciyle (Ertuğrul İlgin, Esat Tolga, Mahir Canova, Nüzhet Şenbay, Salih Canar) öğretime başladı.” Konservatuvarın şan ve bale bölümlerinden opera ve bale, müzik bölümlerinden de orkestra sanatçıları yetişmeye başladı. Konservatuvar sanatçıları yetişinceye kadar, Ankara’da temsillerde Müzik Öğretmen Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü, Kız Lisesi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü öğretmen ve öğrencilerinden yararlanıldı.
Tiyatro, opera, bale sanatlarının alt yapısı oluşturulurken, yeni oyun ve operalar yazılması, bestelenmesi konusu gündeme geldi. Atatürk, Cumhuriyet dönemi güzel sanatlar çalışmalarının kaynağını Türk tarihinin, Türk halk kültürünün ve Cumhuriyet’in getirdiği yeni değerlerin oluşturmasını istiyordu. Bu amaçla, bazı oyunların konularını bizzat kendisi vermiş, bu oyunların metinlerini bir dramaturg gibi inceleyip düzeltmiş, ilk temsillerinde de hazır bulunmuştur. Atatürk, tarih konusuna eğildiği zaman Faruk Nafiz Çamlıbel’e Akın-Özyurt-Kahraman üçlemesini yazdırmış, Akın oyununun yazılışını denetlemiş, sonunu değiştirmiştir.” Behçet Kemal’in Çoban oyununun temsilinden (3 Nisan 1932) sonra da; “Tiyatro bir memleketin kültür seviyesinin aynasıdır” demiştir. Atatürk, Münir Hayri Egeli’nin 1932 yılında yazdığı Bayönder, Bir Ülkü Yolu ve Taş Bebek oyunlarının metinlerini de bir damaturg gibi incelemiş, üzerinde önemli düzeltmeler yapmıştır.” Ata, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Hakan (1935) oyununu da okumuş bazı satırların altını çizmiştir. Bu oyunlardan Bayönder’i Necil Kâzım Akses’e, Taş Bebek’i Ahmet Adnan Saygun’a vererek opera olarak bestelemelerini istemiştir. Atatürk, ayrıca Öz Soy operasının librettosu İçin Münir Hayri Egeli’yi görevlendirmiş ve operanın konusunu bizzat kendisi vermiştir. Türk ve İran mitolojilerini birleştiren, Türk-İran dostluğunu, kardeşliğini vurgulayan bu opera, Ahmet Adnan Saygun tarafından bestelenmiş ve İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Ankara’yı ziyareti sırasında Haziran 1934 tarihinde Ankara Halkevi’nde sahneye konulmuştur.
Yüce Atatürk’ün gelenekten kaynaklanan kültürel eser yaratma dinamizmine” uygun ilk önemli eser Faruk Nafiz Camlıbel’in Akın oyunudur. Manzum bir destandır. Akın’ın konusu kısaca şöyledir:
Orta Asya’da yıllarca süren kuraklığın sona ermesi için, ihtiyar Hakan İstemi Han, yasa gereğince, kurban edilecektir. Gün, Batı ve Doğu Beyleri bu hükmü yerine getirmek üzere İstemi Han’a gelirler. Bu üç beyin oğulları da, devlet yönetimini öğrensinler diye, Hakan’ın yanındadırlar. Üç başbuğ hileye başvurur ve kuraklık devam edeceği için, kurban edilme sırasının İstemi Han’dan sonra kendilerine de geleceğini düşünerek, Han yerine kızı Suna’nın öldürülmesi için başbakıcıyı kandırırlar. Gün Başbuğu’nun oğlu Demir, Suna’yı sevmektedir, bu yüzden hileyi meydana çıkarır. Mertliğe sığmayan bu tutumları yüzünden, halk üç başbuğu öldürür. Bunların oğulları Bumîn, Bayan ve Demir başbuğ olur ve İstemi Han’ın “Akın” ülküsünü gerçekleştirmek için boylarıyla birlikte üç yöne dağılırlar.
Akın, önce Ankara Halkevi’nde sahneye konuldu. Yüce Atatürk, provaları sık sık İzledi ve 4 Ocak 1932 gecesi Ankara Halkevi’nde verilen ilk temsiline de geldi, takdirlerini belirtti.
Atatürk, Muhsin Ertuğrul’dan Akın’ın İstanbul Şehir Tiyatrolarınca da temsilini ister. Kötü oynanırsa tenkit edeceğini söyler. Oyunda İstemi Han’ı Muhsin Ertuğrul oynamaktadır. 11 Şubat 1932 tarihinde İstanbul Tepebaşı Tiyatrosu’ndaki temsile Atatürk, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’Ia birlikte gelir. Muhsin Ertuğrul’un bu temsille ilgili anıları yayımlanmıştır.” İlk perdenin sonlarına doğru gözlerinden yaşlar süzülür. Oyundan sonra Atatürk, Muhsin Ertuğrul’a; “Bahsi kazandın. Sen bizim en değerli sanatkârımızsın!” der.
1930’lu yıllarda, Atatürk’ün belirlediği amaç doğrultusunda, konusunu Türk Tarihinden, uygarlığından, destan ve efsanelerinden halk kültüründen, Cumhuriyet’in erdemlerinden, devrimlerinden, getirdiği yeni değerlerden alan birçok oyun yazıldı. Bunlardan önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:”
Faruk Nafiz Çamlıbel: Akın, (1932), Özyurt (1932), Kahraman (1933), Yangın (1933)
Münir Hayri Egeli: Bayönder (1932), Bir Ülkü Yolu (1932), Taş Bebek (1932)
Behçet Kemal Çağlar: Çoban (1933), Ergenekon (1933), Attilâ (1935)
Yaşar Nabi Nayır: Mete {1932}, İnkılâp Çocukları (1933), Beş Devir (1933), Köyün Namusu (1933)
İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci: Şeriye Mahkemesinde (1933), Belkıs (1934)
Halit Fahri Ozansoy: On Yılın Destanı (1933)
Necip Fazıl Kısakürek: Tohum (1933)
Aka Gündüz: Beyaz Kahraman (1932), Yarım Osman (1933), Gazi Çocuktan İçin (1933), Köy Muallimi (1933), Mavi Yıldırım (1934), O Bir Devirdi (1938)
Abdullah Ziya Kozanoğlu: Kazanoğlu (1932)
Vedat Nedim Tör: Yirmi Dokuz Birinciteşrin (1933)
Vehbi Cem Aşkun: Oğuz Destanı (1935), Atatürk Köyünde Bir Uçak Günü (1936)
Reşat Nuri Güntekin: İstiklâl (1933), Vergi Hırsızı (1933)
Nihat Sami Banarlı: Kızıl Çağlayan (1933)
Vasfi Mahir Kocatürk: Yaman (1933)
Peyami Safa: Gün Doğuyor (1937)
Abdülhak Hâmit Tahran: Hakan (1935)
Nahit Sırrı Örik: Sönmeyen Ateş (1933)
Galip Naşit: Destan (1933)
Ziya Boral: Yaşayan Ölü (1936)
Ferit Celâl Güven-Raşit Rıza Samako: Çakır Ali (1937)
Burhan Cahit Morkaya: Gavur İmam (1933)
Celâl Tuncer: Devrim Yolcuları (1937)
Saim Kerim Kalkan: Vatan ve Vazife (1938)
Ahmet Naim -Celâl Edip: Uzun Mehmet (1938)
Şükrü Halil Tuğal: Kartal (1936)
Yusuf Sururi Eruluç: Yanık Efe (1936), Bir Gönül Masalı (1938)
Musahipzâde Celâl: Atlı Ases (1936), Köprülüler (1936), Lâle Devri (1936)
Aziz Nogay: İstibdattan Cumhuriyet’e (1933), Sevr’den Lozan’a (1933)
Şinasi Okur: Gâzi’nin Yolu (1935), Kadın Saylav (1935)
Naci Tanseli: Zafer İçin (1933)
Yunus Nüzhet Unat: Hedef (1934), Haydi Suna (1938)
Halit Fahri: Ali Baba ve Kırk Haramiler (1936)
Feyzi Kutlu Kalkancı: Timurhan (1934)
Osman Cemal Kaygısız: Üfürükçü (1935)
Necmeddin Veysi: Güneş (Destan, 1934)
Nüzhet Haşim Sinanoğlu: Sakarya (1934), Bir Zâbitin 15 Günü (1934)
Ali Mustafa Soylu: Cem (1931)
Hüseyin Hüsnü: Vatandan Vatana (1933)
Kâzım Naim Duru: Uyanış (1933)
İbrahim Tarık Çakmak: Bozkurt (1935)
Behzat Butak: Atillâ’nın Düğünü (1935), Ana (1936)
Osman Sabri Adal: Vatan Uğruna (1931)
Fuat Edip Altan: Tarih Anlatıyor (1935)
Vedat Ürfi Bengü: Kanun Adamı (1938)
F. Şemsettin Benlioğlu: Albayrak (1935)
Ahmet Faik Türkmen: Vasiyet (1936)
A.İsmet Ulukut: Sümer Ülkerleri (1934)
Karagöz Oyunları
Ahmet Süleyman: Karagöz’ün Açıkgözlülüğü (1931), Karagöz’ün Evden Kovulması (1931), Karagöz’ün Evlenmesi (1931), Karagöz’ün Florya Seyahati (1931), Karagöz’ün İç Güveyliği (1931)
Rahmi Balaban: Özdemir Onbaşı (1938), Şehir mi Tövbeler Tövbesi (1938)
Hayalî Küçük Ali: Hayal Perdesi (1937)
M.Vasıf Okçugil: Karagöz Güvey (1933), Karagöz Salıncakçı (1933), Karagöz Yalova Sefâsında (1933), Karagöz Ahçıbaşı (1933), Karagöz Deli (1933)
Karagözcü Kâzım: Karagöz Milyoner (1934), Karagöz’ün Dünyaya Dönüşü (1934)
Karagöz oyunlarında günün şartlarına göre yenileştirme yapılmıştır. Bu anlayış doğrultusunda sonraki yıllarda Ismayıl Hakkı Baltacioğlu: Karagöz Ankara’da (1940), Ercüment Behzat Lav; Karagöz Stepte (1940) oyunlarını yazmıştır.
Bu oyunlardan Faruk Nafiz’in Akın, Özyurt; Behçet Kemal’in Çoban, Attilâ, Ergenekon; Yaşar Nabi’nin Mete; Münir Hayri’nin Bayönder oyunları Türk tarihinin Osmanlı öncesindeki olaylardan kaynaklanıyor. Türklerin, Türk uygarlığının çağı içinde en önde oluşunu sergiliyor ve Türklük bilincini aşılamayı amaçlıyordu. Diğerleri ise, konularını daha çok Osmanlı’nın son döneminden, İstiklâl Savaşı’ndan, Atatürk’ün hayatından, devrimlerinden alıyordu. Kahraman, İstiklâl, Mavi Yıldırım, Sönmeyen Ateş, Kızıl Çağlayan, Gün Doğuyor ve Devrim Yolcuları’nda Atatürk ön plândadır. Ayrıca Hayri Muhiddin de 1926’da Gazi Mustafa Kemal adlı bir oyun yazmıştır.
Yukarıda sıraladığımız oyunlar, en çok Halkevleri’nde sahneye konuldu. Halkevleri’nin oyun dağarcığı içinde yer aldı. 1932-33 sezonunda, daha ilk kuruluş yılında 55 Halkevi’nde 511 temsil verilmişti. Bu sayı 1937 yılında 167 Halkevi’nde 1549 temsile yükselmiştir. 1938 yılında dağarcığı genişletmek için bir oyun yarışması da açıldığını görüyoruz. 1942 yılına gelindiğinde, telif ve tercüme olarak Halkevleri oyun dağarcığındaki eser sayısı 77’ye ulaşmıştı. En çok oynananların başında; İstiklâl, Akın, Mavi Yıldırım, Mete, Kahraman, Çoban, Özyurt, Beyaz Kahraman, Kızıl Çağlayan, Kozanoğlu gelmektedir. Ayrıca bol bol Karagöz ve kukla temsilleri verilmiştir. Bu temsillerde eski oyunların yanı sıra, eski oyunların bir kısmı güncelleştirilerek oynatılmış veya yeni oyunlar yazılmıştır.
Atatürk’ün konusunu Türk tarihinden, halk kültüründen alan eser yaratma dinamizmi, opera alanında da ilk ürünlerini vermiştir. Türk besteciler tarafından bestelenerek sahneye konulan ilk Türk operaları olan Öz Soy (Saygun, 1934), Taş Bebek (Saygun, 1934) ve Bayönder (Akses, 1934), Ulu Önder’in yol göstericiliğinde ortaya çıkmıştır. Hatta daha önce de belirttiğimiz gibi Öz Soy’un konusunu bizzat kendisi vermiştir. Atatürk üç perdelik Öz Soy operasıyla, Türk ve İran mitolojilerini birleştirerek, iki millet arasında bir kardeşlik, dostluk köprüsü oluşturmak istemiştir. Öz Soy, İran Şahı Rıza Pehlevi’nin Ankara’ya gelişi dolayısıyla 19 Haziran 1934 tarihinde Ankara Halkevi’nde Atatürk’ün ve İran Şahı’nın huzurunda sergilenmiştir. Birer perdelik Taş Bebek ve Bayönder operalarının ilk temsilleri ise, Atatürk’ün Ankara’ya gelişinin 15. yıl dönümünde 27 Aralık 1934 gecesi Ankara Halkevi’nde, Ata’nın huzurunda verilmiştir.
Librettosunu Münir Hayri Egeli’nin yazdığı üç perde 12 tablodan oluşan Öz Soy operasının konusu kısaca şöyledir: yeryüzünde insanlar türedikten sonra, karanlık ile aydınlık arasında bir çatışma başlamış. Nihayet gün gelmiş, karanlığa tutsak düşen insanlık, İranlı şair Firdevsî’nin Şehnamesi’ne konu olmuş ve şair, eserinde, insanoğluna musallat olan karanlığı, Dahhâk adıyla nitelemiştir. Ne var ki, zulmü yüzyıllar boyu sürmüş olan Dahhâk’ı Türk ve İran mitolojilerinde ayrı ayrı adlarla anılan bir kahraman (Gâve, Bozkurt) devirip, aydınlığa yol vermiş ve yeniden ışığa kavuşan insanlar, başlarına Feridun adlı bir “Bey” seçmişlerdir. Feridun’un üç oğlu doğmuş: Tur, İraç, Selm. Tur, tüm Asya’ya egemen olarak Turanîlere ata olmuş. Iraç, İran’da kalmış, İranîlere ata olmuş. Selm ise batıya giderek Avrupa Arîlerine baba olmuş.
Bir perdelik Bayönder operasının librettosunu yazan Münir Hayri Egeli, Türk destanlarından, efsanelerinden esinlenmiştir. Operada üç rol vardır: Bayönder, eşi İzgen ve Ozan. Eserin konusu şöyledir: Bir kahanet sonucu, Bayönder’in eşi İzgen fırtınalı bir günde ölecektir. Bir gün, istenmeyen fırtına kopar. İzgen, ölürken göğsünde sakladığı, altın tası Bayönder’e verir. Bayönder, bu tastan bâde içer ve milletine yararlı hizmetler verir. Ölümü yaklaşınca milletinin ulularını toplar ve büyük bir şölen yapar. Şölende bütün malını mülkünü ululara dağıtır. Altın tası da engine fırlatır. Altın tas, onun ülküsüdür. Türk milleti ne zaman bunalırsa, enginden bir yudum içtiğinde, altın tastan bâde içmiş gibi güç bulacaktır.
Bir perdelik Taş Bebek operasının librettosu da Münir Hayri Egeli tarafından Türk masallarından, efsanelerinden esinlenilerek yazılmıştır. Bir bebek ustası, taştan yaptığı bir kız bebeğe can verir. Kız, ustaya âşık olur. Ancak, taş bebek daha sonra ustanın çırağına da âşık olur ve onunla kaçar. Nihayet, hercaî ruhlu taş bebek sevgisiz ve ruhsuz kalır ve ölür. Bebek ustası, insan yaratmaya kalkarak hata işlediğini anlar.
Atatürk dönemi bestecilerinden, “Türk Beşleri” diye anılan besteci grubundan Necil Kâzım Akses, 1933; 1934 yıllarında Yaşar Nabi Nayır’ın Mete oyununu da opera olarak bestelemiştir. Ahmet Adnan Saygun ise sonraki yıllarda aynı yolda yürüyerek Kerem (1952), Köroğlu (1973), Gılgamış (1983) gibi büyük operalara imza atmıştır.
Sonuç: Dâhi komutan, büyük devlet adamı Atatürk aynı zamanda bir kültür adamıydı. Büyük bir sanatseverdi. Türk kültürünün başmimarıydı. Konusunu; Türk tarihinden, Türk halk kültüründen alan oyunlar yazdırarak, operalar bestelettirerek, bunların sahneye konulmasını sağlayarak, yeni sanatçılar yetiştirerek, Halkevlerini kurup sanat çalışmalarını yurda yayarak Türk Halk Kültürü’ne önemli katkılarda bulunmuştur.
Nail TAN
I. Uluslararası Atatürk ve Türk Halk Kültürü Sempozyumu Bildirileri
Kaynak: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr