En önemli meziyetleri arasında kesinlikle çok güzel güllaç yapıyor olması sayılabilirdi. Güllaç konusundaki hassasiyetini şöyle anlatıyordu:
“Güllacı niye yapıyoruz? Güllacın bir felsefesi var. Birincisi Osmanlı tatlısı. İkincisi gülden yapılıyor. Gülün bizim için ayrı bir önemi var. Manevi anlamları da var. Beyaz olmasının ayrı bir estetik tarafı var. Ramazan gibi güzel bir ayla alakalı olmasının ayrı önemi var. Ramazan dışında da yaptığımız oluyor ama. Birkaç sebep güllacı ayrı bir yere oturtuyor. Hafif olmasına dikkat ediyorum. Güzel dediğimiz öyle. Şekeri çok olursa o pek güzel olmuyor. O da şey tabi ilmi, irfanı, sanatı seven arkadaşlarla bir muhabbet vesilesi olarak…”
Pek çok güzel işle meşgul, kültür sanat dünyasına güzel bir isim bırakan Gültekin, dün geçirdiği kalp krizi sonucu hayata veda etti. Henüz 45 yaşındaydı.
Ruhu şad olsun…
Çocukluğu ve eğitim hayatı
Asım, 1975’te, Amasya Taşova’da dünyaya geldi. Kökleri dedelerinden ninelerinden yana Artvin ve Selanik’e, Ahıska Türklerine dayanıyordu.
Okumaya düşkündü. Özellikle tarih merakını celbetmişti. İlkokul üçüncü sınıfa giderken sınıf arkadaşlarıyla tarihteki sahte kahramanlara inanmamayı hedefleyen bir grubun kurulmasına öncülük etmişti. Dergi okumanın değerini de erken yaşlarda kavramıştı. Gül Çocuk, Kandil Çocuk, Yediiklim, Kardelen, Selam, İslam, İslami Edebiyat, Teklif Kayıtlar, İkindi Yazıları abone olduğu ilk dergilerdendi.
Lise öğrenimini Taşova İmam Hatip Lisesi ve Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde tamamladı. Kartal Anadolu İHL’de, kültürel çalışmalara öncülük eden bir öğrenci profili çizdi. Okula kattığı yeni çalışmalarla bir dinamizm geliştirdi. Okulun 1989’da çıkamaya başlayan dergisi ‘Seher’e desteğini, özellikle İmam Hatiplilerin en zor geçen yılları 1997-2009 arasında da dışarıdan katkılara göstermeye devam etti.
Asım, gittiği okulun önce kütüphanesine bakan birisiydi. Hemen yerini öğrenir, tabir yerindeyse oradan yaşayan bir gençti. Namazını kaçırmadan eda eden bir gençti. Kütüphaneden o kadar çok ayrılmak istemiyordu ki, mescide gitmektense mümkün mertebe kütüphaneye hemen bir seccade serip, namazını orada kılmayı arzu eden bir tarzı olduğunu anlatıyordu bir röportajında. Ve o röportajda kendisinden söz etmeyi şöyle sürdürüyordu:
“… Kitaplar, dergiler… Tarihimi anlatmaya kalkıştığımda aslında onlardan bahsetmiş oluyorum. Şu okulu okudum diyerek değil yani. İşte şu mesleği yapıyor değilim. Mesleğim öğretmenlik değil aslında. Mesleğim okumak yazmak diyelim.”
Üniversite öğrenimi için tanımı da bundan farksız değildi. Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Edebiyat Öğretmenliği Bölümü’nden mezun olmuştu. Yine röportajında asıl okuduğu yeri şöyle özetliyordu:
“Üniversite okudum; ama asıl okuduğum yer: Sezai Karakoç’un, Rasim Özdenören’in, Nuri Pakdil’in, Cahit Zarifoğlu’nun, Ahmet Efe’nin, Mevlana İdris’in kitapları. Asıl okuduğum şey onlar. Okula zaten mecbursun, gidiyorsun. Yedi yaşında okula gitmeye başladım. Hala okula gidiyorum yani bir şekilde. 35-36 yıldır okula gidiyorum. Fena bir şey. Üstelik okullara, eğitime karşıyım bir yandan da.”
Tabii üniversitede de aktif bir öğrenci olmaya devam etti. Yılda bir sayı olmak üzere çıkan Biat Dergisini 5 yıl çıkardı. Birlikte yol aldığı gençlere de 50’den fazla dergi çıkarmalarında destek oldu…
Kariyeri
Asım Gültekin, kariyeri boyunca Yediiklim, Yörünge, Vakit, Sağduyu, Milli Gazete, Yeni Şafak gazetelerinde kültür sanat içerikli yazılarını yayımladı. Ayrıca pek çok dergide de yazmayı sürdürdü. Düş Çınarı, Gerçek Hayat, Yörünge, Genç, Yediiklim, Kırklar, Şehrengiz o dergilerden sadece birkaçıydı. Ayrıca İz Yayıncılık bünyesindeki aylık Kitap Postası Dergisini de 20 sayı çıkardı. Dergiler için öylesine çok yazıyordu ki, dergiciliğin tamamen bir hastalık olduğunu da söylüyordu. Pek tabii güzel bir hastalıktı. Bununla birlikte dergicilik ve kültürel faaliyetlerle yoğun meşguliyetinden sebep yazdıklarını kitaplaştırmayı ihmal etmişti. Bir röportajında şöyle diyordu:
“Kırk yaşına kadar kitapsız geçirdim ömrümü. Kitapsız derken kitap okuyordum; ama kendi kitabım yoktu. Kendi yazdığım bir kitabım yoktu. Öyle bir kitapsızlığın içerisinde çokça konuşuyor idim; ama o konuştuklarımı dergilerde yazıyordum. Fakat bir kitap haline gelmediğinden ki onları şimdi şöyle düşünün yani şu an 8-10 tane kitap olabilecek yazılarım var. Fakat bunların sadece bir tanesi kitaplaşabilmiş. Diğerleri evsiz kalmış çoluk çocuk gibi düşünün. 8-10 çocuk ortalıkta şu an yani. Öyle bir problem var.”
Gültekin, derginin fikirleri topluma daha ilk çıktığı andan görme imkanı sunduğunu düşünüyordu. Şöyle açıklıyordu bu durumu:
“Mesela 1986 yılında çıkmış, otuz yıl sonra kitaplaşmış bir makaleyi hatırlıyorum. O dergi benim 1991 gibi 4-5 yıl sonra elime geçmiş. Oradan okumuşum o makaleyi. Ama o makale otuz yıl sonra kitaplaşıyor. Otuz yıl boyunca dergide kalıyor. Yani dergicilik çok önemli ve o derginin özgün, orijinal, nitelikli bir dergi olması ise çok çok daha kıymetli bir şey.”
Dünya Bizim web sitesi ve Cafcaf Mizah Dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyordu. Ayrıca pek çok kültürel yayın ve oluşumda da aktif olarak yer alıyordu. Alanında edindiklerini paylaşmak için çabaladı. Yüzlerce seminer, konferans ve toplantı düzenledi ve bir o kadar da konuğu oldu. timoloji dersleri ve seminerleri verdi.
Tüm bunların yanında Gültekin bir öğretmendi. ‘Pendik Özel Birikim İlköğretim Okulu, Eminönü Matbaa Meslek Lisesi, Beyazıt İşitme Engelliler İlköğretim Okulu, G. Antep İslahiye Boğaziçi İlköğretim Okulu, Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi, Pertevniyal Lisesi, Beyoğlu Fındıklı Lisesi, Üsküdar İmam Hatip Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev aldı. 2008’de, ‘Yılın Öğretmeni’ seçildi.
Türkiye Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, Mizah Derneği Başkanı, Türkiye Dergi Editörleri ve Yayın Yönetmenleri Birliği (TÜRDEB) Kurucu Üyesi, Sade Hayat Derneği Yönetim Kurulu Üyesi, Yedihilal Derneği Başkan Yardımcısı olarak çalıştı.
Kariyerinin yanında hayatına bir evlilik ve iki çocuk kazandırdı…
Cafcaf Mizah Dergisini kurdu
Gültekin, 2006’da Cafcaf Mizah Dergisi’ni çıkardı. Bir röportajında dergiyi tanımlamasını ve neden çıktığını anlatması istendiğinde şöyle demişti:
“Türkiye’de bir zamanlar İslami kesim gelince, bizi kesecek diye bir psikozla yaşardı çağdaşcı elit. Bizim kesim ise bir türlü kimseyi kesmiyordu! Başından beri mizah konusunda bu kesimde bir boşluk vardı. Bu da bizi kesmiyordu. Böyle böyle biz de İslami usullere göre kesim yapalım dedik!”
Dışarıdan bakınca nasıl göründükleri konusunda ise yaklaşımı yine espriliydi:
“Dışardan bakılacak olursa dinciliğinden ziyade ‘entel dinci’ ve ‘şamatacı’ denebilecek bir dergi olduğumuz söylenebilir. Ama bazıları tutup Amerikancı, yobazlar’ olduğumuzu söyleyebilir. Bazıları ‘dinde gülmek yok ki bunlar niye gülerek çağdaş ilkelerimizi sulandırıyorlar, asalım bunları’ diyebilir.”
Mizahın yapılması gerektiğini; ama insanlara düşmanlık gütmek için yapılmaması gerektiğini vurguluyordu. Hakaret içermemeli, insanların zaaflarını kullanmamalıydı. Aksine, zekâ, ahlak, çalışkanlık gibi insanlardaki artı özellikleri hitap etmeliydi. Bu konuda şunları söylüyordu:
“Yani karikatür bir yetenektir, espri yapabilmek bir yetenektir. Espri yaptığında karşındakini kırmamak bir yetenektir. Her şeyi batırmamak bir yetenektir. Yani tatlı bir şekilde ortada bir sorun varsa, o sorunu ifade etmek iyi bir şey. Bunun takdir edilmesi, teşvik edilmesi lazım.”
Dergi çıkarma konusunda hep en dikkat ettiği şey, kalemi iyi kim varsa onu dergiye dahil etmekti. Bu iş öyle arkadaşımız diyerek olmazdı. Yetenek avına çıkıyordu. Bir kimsenin iyi yazdığını da konuşmasından, gündeminde, okuyan biri olduğunu anlamasından, dert ettiği şeylerden tahlil ediyordu. “Bir derginin sınırlarını okul değil kalem belirlemeli diye düşünüyorum. Dolayısıyla iyi yazanlara kancayı atacaksın diye düşünüyorum.” diyordu.
Dergi işini iyi yaptığını da insanların fark etmesinde, harika bir dergi yaptığını düşünmesinde, ‘Kimmiş bunlar?’ diye sormasındadır. Bu işin sırrını işte böyle açıklıyordu ve ‘Dolayısıyla dergicilik biraz yazının gücü kısmı’ diyordu. Ve en elzem şey de kesinlikle meraktı.
Bunlarla birlikte alan dergiciliğini de pek kıymetli buluyordu. Örnekleyerek şöyle açıklıyordu bir röportajında:
“Diyelim ki bir tarih dergisi, bir masal dergisi, ağaçlarla ilgili bir dergi, sadece ağaçları el alan, şehircilik üzerine bir dergi, sadece mizah dergisi, sadece felsefi meselelerin ele alındığı bir dergi, sadece öykülerin ele alındığı bir dergi. Bu tarz bir dergicilik bana çok faydalı geliyor. Hele hele bunu yapanlar genç arkadaşlarsa. Diyelim ki ağaçlar üzerine siz bir dergi yapmaya başladığınız. Üç ayda bir ağaç dergisi çıkarıyorsunuz. Beş yıl sonra sizinle görüştüğümüzde ağaç meselesini sizden iyi bilenler ile karşılaşabilir miyim bilemiyorum. Muhtemelen o konuda memleketteki en iyi bilenler sizler olursunuz veya sizin gibi bilen bir kaç kişi daha olabilir. İşte elli altmış yaşlarında birkaç profesör veya toprakla çok haşır neşir olan birkaç bilge çiftçi amca bilebilir sizin kadar. Alan dergiciliği böyle bir şey. Herkesin yaptığı tarzda dergicilik yaptığında da işte herkesin yaptığını yapmış oluyorsun. Her şey var bizim dergide diyorsun; ama her şey çok sıradan ve sığ bir şekilde yer alabilir. Öyle bir tehlikesi var her şeyden bahsetmenin. Neden bahsedeceğini, neyle ilgileneceğini daha önceden biraz belirlemiş olan arkadaşlar çok güzel şeyler yapabilirler diye düşünüyorum ve bunu yapan arkadaşlar da yok değil. Böyle dergileri ben hayranlıkla falan okuyorum yani açıkçası.”
Sözcüklere düşkündü
İlkokula gittiğimde diye anlatmaya başlıyordu bir röportajında. Pek çok şeyin ayırdına ilkokulda okumayı söktüğünde, algısını açtığında, sorular sormaya başladığında varmıştı. Sözcüklere karşı ilgisi de işte böyle okulda bir şeylerin yanlış öğretildiğini düşünmesiyle başlamıştı. Çünkü öğretmen annesinden bahsediyordu. O dersi ve fark ettiklerini şöyle anlatıyordu:
“İşte başörtülü bir kadın. Eskiden Osmanlı zamanında çok kötü giyiniyordu kadınlar. Ondan sonra modern giyinmeye başladılar. Böyle daha iyi oldu. Kötü dediği, baktım annem gibi giyinen bir kadının resmi var ders kitabında. İlkokul iki ya da üçüncü sınıfta mıydım bilmiyorum…”
Okulda dinledikleri ile evde yaşadıkları arasında denge kurmaya çalışan bir çocuk oldu sonra. Tabii okumaya merakı kamçılamıştı bu durumu. Okuduğunu, dinlediğini, hayatta karşılaştığını sorgulama tepkisi geliştirmeye başlamıştı.
Peki ne yapmalıydı?
Annesine sormuştu. O da bilebildiği kadar bir şeyler anlatmıştı. Abisi başka bir şehirde üniversite okuyordu o sıra. Fırsatını buldukça sorularını ona soruyordu. Bir şeyler sorabileceği ve tatmin edici cevaplar alacağını birini etrafında her zaman bulamıyordu. Sonunda soluğu ilçedeki kütüphanede aldı. Buradaki ablayla da iyi anlaşmıştı. Zamanla adeta kütüphanenin mesaili çalışanları kadar zaman geçirir oldu. Kitapları karıştırıyor, bulduğu bir bilginin peşinden başka kitaplara sürüklüyordu aklını. Sonra sözlükler ilgisini çekmeye başladı.
Ve şöyle diyordu:
“Bir zaman sonra sözlükte yazılanların doğru olmadığını görmeye başladım.”
Her zaman bir şeylerin göründüğü gibi olmadığı ayırdına da o zaman varmıştı. Ya da her şey fazla yüzeyseldi. Sözlüğe bakarken titizlenmek gerektiğini çözmüştü. Yüzeysellikten ziyade araştırmalarını iyi, dikkatli hazırlanmış sözlüklerden yapma ihtiyacına düşmüştü. Üzüme neden üzüm deniyordu? Nar neden vardı? Şeftali ile zerdali arasındaki ilişkiyi merak ediyordu. Sonuçta ikisi de ‘-ali’ ile bitiyordu. Öte yandan bunlar öyle her sözlükte yazmıyordu. Etimoloji sözlüklerine ilgisi de böyle başladı.
Çünkü sözlüklerde Türkçe kelimelerin ilk anlamları pek bulunmuyordu. Örneğin ‘otuz’ kelimesine bakıyordu. ‘Yirmi dokuzdan sonra gelen sayı’ karşılığını buluyordu. İyi de Asım neden otuza otuz dendiğini merak ediyordu. Yerini değil, anlamını soruyordu. Bir röportajında şöyle diyordu:
“Velhasıl merakını öldürmezsen sözlükler senin işine bayağı yarıyor. Dikkatli değilsen biraz okuyorsun, merakını öldürüyorsun: ‘Ha böyleymiş!’ Acaba öyle mi? ‘Acaba öyle mi?’yi bir hastalık derecesinde değil; ama diri tutmak seni ister istemez sözlüklerle iyi arkadaş haline getiriyor diyebilirim.”
Ve Asım, kesinlikle sözlüklerle iyi arkadaşlık ediyordu. Beş yüz tane sözlüğü de olsa, beş yüz birincisi göz çıkarmazdı. Onda yoksa acımaz, alırdı…
‘Dünyanın bütün kelimeleri benim sevgilimdir’
Evet, böyle diyordu: Dünyanın bütün kelimeleri benim sevgilimdir. Dünyaya bu gözle bakıyordu. Oysa biri yandan bazı kelimelerin anlamı dışında kullanımı, amacı ve biçimi bu durumu değiştirebiliyordu. Özellikle gençlerle sohbetlerinde bu konu üzerine fikirlerini paylaşıyordu. Bir röportajında bu konudaki düşüncesini uzun uzun örnekleyerek şöyle anlatıyordu:
“Mesela eğitim kelimesini sevmiyorum. ‘Eğitmek’ diye bir kelime var; ama ‘eğitim’ diye bir kelime yok. ‘Eğilmek’ diye bir kelime var, ‘eğilim’ de diyorlar. Bazı kelimeler böyle uydurukça, öz Türkçe de dedikleri bir özelliği taşıyor. Nesebi gayri sahih kelimeler diyoruz ona Türkçede; üç harfle de ifade edilir. O tarz kelimeler biraz rahatsız eder beni. Çünkü kökü yoktur o tarz kelimelerin ve zihnimizin dil-zihin ilişkisinde yolu kapatır, tıkar yani. Zaten o tür kelimeleri uyduranlar da genelde işi gücü yol kesmek olan, haydutluk olan, banka soymak olan, özgürlük mücadelesi adı altında soygunculuk yapan kişileri bize kahraman diye sunan tipolojinin uydurduğu kelimelerdir. Yani kökü dışarıda anlayışların peşine düşerek Türkçeye bir katliam yapmışlar. Bunun dışında mesela ‘kişisel gelişim’ hoşlanmadığım bir alan. Kişisel gelişimi fazla kişisel buluyorum, fazla çıkarcı. Ondan sonra ‘psikoloji’ diye bir kelimeyi sıkıntılı buluyorum. Yani psikoloji dediğimiz mevzuda yoğun hastalık durumu görüyorum. Psikolojiyi eleştiren kitaplar okudum. Dolayısıyla insanların psikolojiye biraz fazla düşkünlüğü beni rahatsız edebiliyor. Kelime olarak baktığımda ne ‘psiko’ kelimesi ile ne de ‘loji’nin geldiği ‘logos’ kelimesi ile bir problemim yok mesela. ‘Bilim’. Bilime karşıyım, bilgiden yanayım. Bilgiyi tahkik etmekten, sorgulamaktan yanayım; ama bilim denilen şeyin çok ucube, garip bir şey olduğunu düşünüyorum. Hele bilimsel denilenin bilimle alakasının da olmadığını düşünüyorum. Çünkü Türkçede ‘s’ sesinin ne anlama geldiğini biliyorum. ‘S’ dışarı çıkarmak anlamı katıyor kelimeye. Yani bilimsel dediğin zaman o bilimle alakalı değil, bilimin dışında demiş oluyor aslında Türkçedeki ses bilgisinin kuralları içinde baktığında. Ama bu kelimeyi uyduranlar bunlara pek dikkat etmediği için birçok insana bilimsel işler yaptırıyorlar. Yani bilimle alakası olmayan işler yaptırıyorlar ve ortaya koydukları da zaten bilim bile olmuyor. Bilim olsa bile zaten bir problemdi de, çünkü bilimle de aram hoş değildi. Ama bilgi eyvallah, bilgiye aşığım. Onu da söyleyeyim; ama bilime değil.”
Gençlere neyi tavsiye ediyordu
Gültekin, gençliği çok değerli buluyordu. ‘Genç’ kelime anlamı olarak ‘hazine’ demekti. Arapçada ‘kenz’, Farsçada ‘gencine’ diye geçen gençlerin üzerine düşen vazifenin bu hazinenin değerini bilip onu çoğaltmak olduğunu düşünüyordu. Kendisini mahvetmemeliydi ve bunun en güzel yollarından biri kesinlikle vaktine ve alnına sahip çıkmaktı. Secde etmeyi bilmeliydi. Kibre kapılmadan, kimin karşısında eğildiğini bilmeliydi. Ve çevresini nasıl ve kimlerle donattığını…
Tabii en önemli konulardan biri de, okumadan olmazdı! Kainatı, insanı ve kitapları okumalıydı. Özellikle günümüz çağında interneti salt bilgi kaynağı olarak kullanmak, aldanmaktı. Bilgiyi sorgulamak, doğru bilgiye ulaşmak öyle kolay olamazdı. Bunun farkında olan bir gencin, bir insanın güzel işler yapacağını düşünüyordu.
Bunun yanında insan etrafını iyi bilmeliydi. Oturduğu mahallede kaç yazar, şair var ya da oturduğu semtte hiç ressam var mı? Kimlerle tanışmalı? Bunları iyi değerlendirmeliydi. Şöyle açıklıyordu kendi çevresini:
“Ben mesela biliyorum mahallemde kimler var az çok. Bir de bildiğim az; ama o bilebildiğim bile yirmi kişi falan en az. Bir de dört beş aydır burada oturuyorum. Taşındığım mahallede süreçle belki 3-4 katı daha birilerinin olduğunu öğreneceğim. Hani çevremizde kim var, İstanbul’da kim var? Diyelim ki vefat etmeden, gitmeden buradan, aramızdan ayrılmadan illa hepsi yaşlı da olması gerekmiyor. Yani belki de yeryüzünün en güzel secde eden çocuğu senin mahallende. O çocuğu bir tanımak, görmek, onunla bir selamlaşmak, musafahalaşmak iyidir. Yani şimdi İbn-i Rüşd ile İbn-i Arabi’nin karşılaşması anlatılır kitaplarda. Birisi on bir yaşında öbürü de artık kırk elli yaşlarında mı ne! On bir yaşındaki adam İbn-i Arabi ile görüşmesi anlatılıyor İbn-i rüşd’ün. Şimdi etrafınızda kim var kim yok, kimden istifade edebilirim? Bunun derdine düşmek bir genci baş tacı eder diye düşünüyorum ve özellikle bunu tavsiye etmek isterim.”
Çevresini nasıl kurdu
Gençlere öğütlediği gibi kendi çevresini de kurmuştu elbet. Çevresini oluşturan insanlarla nasıl tanıştığı sorulduğunda şöyle başlıyordu anlatmaya:
“Bir kere selamlaşmak güzel. Ben mesela bir zat biliyorum doksan yaşlarında şimdi Mekke’de yaşıyor. İstanbul’a geldiğinde herkese yolda giderken selam verir. Herkesle selamlaşmak çok önemli. İki ilim meclislerini aramak çok önemli. İlim irfan meclisine gidersin, bir yerde herhangi bir konuşma, sohbet, konferans, vaaz bir şey var mı dersin. Bir gün gidersin sosyalist bir mekâna ne yapıyorlarmış, ne ediyorlarmış bakarsın. Orada iyi bir insan var mı vesaire? Başka gün gidersin diyelim ki farklı bir anlayışta birileri. Aradığın zaman bulacaksın bunları…”
Bir şeyi bulmanın yolu, onu aramaktan geçiyordu. Bir suya taş atıp küçük etkiler oluşturmak gibiydi ilk adım. Sana iyi gelecek biriyle tanışıyorsun, sonra onun vesilesiyle bir başkasıyla tanışabiliyorsun. Ve sonra bir başkası. Halka giderek büyüyor sonra. Ama yetmeyeceğini de şöyle anlatıyordu:
“Ben bizzat tanıştığım muhabbetim olan vesaire yazar sayısı bilmiyorum kaç bindir. Zaten yazı yazmaya başlattığım insan sayısı binden fazla. Ama bitmez yani tanıştığın biriyle tanışınca da bitmez. Mesela tanıştığın biri sana Akşemsettin’den bahsediyor. Sen şimdiye kadar Akşemsettin ile ilgili kimden on beş dakika bir şey dinledin. Kimseden! Kimden okudun on beş dakika. Hani iki tane kıssa okursun Akşemsettin ile ilgili. Mikrobu bulduğunu duyarsın işte. Aksemsettin’in kitabını eline almak aklına geldi mi? Gelmez, çünkü arasan da bulamazsın. Zaten ben biraz da hem yaşayan âlimi yazarı arıyorum hem de Cahit Zarifoğlu’nun Menziller kitabını elime aldığımda zaten -bunu buraya bağışlayan kişiyi de tanıyorum- onunla konuşmuş oluyorum, görüşmüş oluyorum. Ne kadar güzel bir şey. Vefat edeli otuz yıla yaklaşmış; ama benle konuşabiliyor yani. Bir zaman sonra buna da geliyorsun. Yani kitap dostu insanlara bakarsanız onların etrafında çok da böyle bireysel falan olmadığını görürsünüz. Hani birkaç yıldır okuyanlar değil de, 15-20 yıldır kitaplarla haşır neşir olanlarda görürsünüz. İyi okuyucu zaten azdır. Dolayısıyla onlar birbirlerini tanıyorlar bir şekilde dışarılarda falan. Hani öyle tak sen niye okuyorsun, gel sarılalım falan yok tabi de; ama bir şekilde tanıyabilir onlar birbirlerini diyebilirim.”
Hem okumuşum hem tanımışım dediği öyle çok yazar vardı ki bu anlamda. Rasim Özdenören, Sezai Karakoç, İsmet Özel…
“Mesela bazı arkadaşlar İsmet Özel ile birebir diyaloğu çok çok tavsiye etmiyorlar. Ama ben seviyorum İsmet Özel’den iki saniyelik münasebette bile öğrendiğim çok şey var. Bazı büyüklerle konuşmak da kolay değil yani. İsterse seni haşlasın. Olsun, helal olsun…” diyordu.
Ve uzun bir liste oluşturmaya devam ediyordu. Günay Süngü, Ahmet Efe, Abdurrahman Arslan, Hasan Aycan, Mürsel Sönmez, Nuri Pakdil…
‘Nuri Pakdil ile ilk sarılışımız ne kadar tatlıydı. Tam ezan okunuyordu…’ diye not düşüyor, daha çok güzel insan var diye saymaya devam ediyordu.
Yıldız Ramazanoğlu, Nazife Şişman, Mahmut Toptaş, Ahmet Taşgetiren, Cihan Aktaş… Yine bir es veriyor ve bir anısı ile güçlendiriyordu sayımını:
“Mesela Cihan Ablayla bazı şeyleri çatır çatır tartışıyoruz… Otuzdan fazla kitabı var Cihan Aktaş’ın. Geçen çocuklarımın önüne koydum Cihan Aktaş’ın kitaplarını, hepsini yan yana koydum salonda. Ondan sonra ‘Bakın!’ dedim, ‘Bunlar Cihan Aktaş’ın kitapları. Bu da benim.’ Bir tanecik duruyor köşede. ‘Aa ne kadar çok yazmış.’ dediler…”
Ve devam ediyordu özel isimlerine… Akif Emre, İbrahim Tenekeci, Ömer Karaoğlu, Abdulkadir es-Sufi, Muhittin Şekur, Ahmet Mercan, Ahmet Yüksel Özemre, Ertuğrul Düzdağ, Süleyman Çelik, Nabi Avcı… ‘Şimdi zikretmediğim daha o kadar çok isim var ki!’ diyordu. Ve şunu söylüyordu:
“Adam çok, yani yeter ki biraz keşfetmek iste.”
Nereden başlamalı
Peki bu çevreyi kurmaya, duyarlı olmaya, okumaya, insan biriktirmeye nereden başlamalıydı?
‘Önce merak!’ diyordu. Tüm bunların yolu merak ederek araştırmaktan geçiyordu. Genel tavsiyeler belki işe yaramayabilir, herkesin ilacı başka olabilir; ama ilk adım buydu işte, merak.
Öte yandan da işte bu biriciklikten yola çıkarak, kendi farkındalığı nereden başlamalı üzerine konuşuyordu. Ve şunları söylüyordu bir röportajında:
“Allah beni niye yarattı. Ona kulluk etmek, ibadet etmek için de seni niye yarattı? Şimdi sen olmasan da biz Allah’a kulluk ederiz. Sana ihtiyaç yok mu? Sana ne ihtiyaç duyuldu? Senin bir farkın olmalı. İşte o farkı gerçekleştirmek gerekiyor. Sen nereden başlamalısın? Ben niye varım, bana niye ihtiyaç var ki? Onun peşine düşersen nereden başlayacağını işte sen bulacaksın.”
Ve şunları da ekliyordu:
“Nereden başlamalı? Ben niye yaratıldım? Ben ama ben! Kulluk, tamam edelim inşallah becerebilirsek; ama ne yaparak? Bunun peşinde, bu sorunun peşinde olmakta fayda var.”
Gençlere verdiği bir röportajda kendisine şöyle bir soru yöneltilmişti:
“Şu an bizlerin yaşlarında olsaydınız neler yapardınız?”
Yanıtında bir yerde şöyle diyordu Gültekin:
“Hani yirmi yaşına gitsem değil de, bir yirmi yıl daha verdik hacı deseler, o zaman okuyamadığım kitapları okurdum. Bir kısım faaliyetlerden dolayı yazmak isteyip de yazamadığım şeyleri yazmak istiyorum. Biraz da tanıştığım bir kısım güzel insanlar var. Onları bir zaman sonra bulamıyorsun. Ya vefat ediyorlar ya başka memleketlere, başka şehirlere gidiyorlar veya çok meşgul oluyorlar. İster istemez biraz uzaklaşıyorsunuz. Onlarla daha yakın olabileceğimiz, daha istifade edebileceğimiz bir münasebet tarzını isteyebilirim.”
Ve yanıtına bir Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu anekdotu iliştirmeden de etmiyordu:
“Sezai Karakoç üstadın yanına ilk 1990 yılında gittim. Daha fazla gitmek isterdim. Daha çok, yani belki altmış kere, seksen kere, yüz kere gittim. Dört yüz kere, beş yüz kere gitseydim, bin kere gitseydim diyebiliyorum. Mesela yirmi yaşında değil; ama on bir yaşındayken Cahit Zarifoğlu ile böyle bir piknikte görüşecektik. O gün o piknik iptal oldu, görüşemedik ve kısa bir zaman sonra da Zarifoğlu vefat etti…”
Bu anlattıklarından yola çıkarak şöyle noktalıyordu sözünü:
“Şimdi o piknik iptal olmasaydı, denir mi? Bu ne kadar caiz bilmiyorum; ama Allah’ın çok güzel nimetleri var. O nimetlerden ulaşamadıklarımıza ulaşmak isterdim belki; ama zaten ulaşabilecek olup da ulaşamadıklarımız var hala. O tarafı beni biraz daha tedirgin ediyor.”
Asım Gültekin öldü
Dil Evi Etimoloji Topluluğu Başkanlığı görevini yürüten gazeteci, yazar ve eğitmen Asım Gültekin, 22 Temmuz 2020’de, Yalova’daki evinde geçirdiği kalp krizi sonucu 45 yaşında hayata veda etti. Cenazesi memleketine götürüldü. Gültekin, bugün (23 Temmuz) Amasya’nın Taşova ilçesinde toprağa verildi. Ailesi ve yakınlarının yanında, Taşova Kaymakamı Mustafa Berk Çelik, Belediye Başkanı Bayram Öztürk, yazar ve şair dostları da onu son yolculuğunda yalnız bırakmadı. Taşova Merkez Camisi’nde ikindi namazını müteakip kılınan cenaze namazının ardından Gültekin’in naaşı, Doğu Mahallesi Mezarlığı’na defnedildi.
Arkadaşlarının bulunduğu gruptan çizer Ahmet Altay, burada bulunan bir kafenin duvarına Gültekin’in karikatürünü çizdi ve şöyle yazdı:
“O dergi bir gün çıkacak, Amasya’nın yiğit evladı.”
Yine İstanbul’da da, Fatih Camii’nde Dünya Dergiler Birliği’nin çağrısı ile ikindi namazını müteakip gıyabında cenaze namazı kılınıp dua edildi.
Gültekin’in vefat haberinin ardından kültür sanat ve siyaset dünyasında birçok isim taziye mesajları yayınlamaya başladı. Birkaçı şöyleydi:
“Güzel adamdı. Zor zamanlarda ağır yükler yüklenmiş, gerçek bir dava adamıydı. Buralıydı. Kültürümüzü sevdi, sevdirdi. Mekanı cennet olsun.” (İletişim Başkanı Fahrettin Altun)
“Asım Gültekin, öğrenen ve öğreten bir öğretmendi. Ani gelen ölüm haberiyle sarsıldık. Beklenen ölümlerde hasta yakınları için teselli, ani gelen ölümlerde erken giden için aşkla yapılan dua vardır. Yürüyüşünün cennete doğru devam etmesini niyaz ediyor, ailesine sabır diliyorum.” (Yazar Fatma Barbarosoğlu)
“Canım arkadaşım, güzel kardeşim, sevgili dostum Asım Gültekin dünya hayatına veda etmiştir. 1993 yılından beri kendisini tanırım. İyiliğini çok gördüm, kötülüğünü hiç görmedim. Mekânı cennet, makamı âli olsun. Allah ailesine ve sevdiklerine sabır versin.” (Şair İbrahim Tenekeci)
“İnna lillah ve İnna ileyhi Raciun. Asım Gültekin kardeşim gencecik yaşında Dâr-ı bekâ’ya göçmüş. Rabbim Rahmetiyle muamele eylesin. Resul-ü Zişan Efendimize komşu olsun.” (Karikatürist, oyuncu Hasan Kaçan)
Dergiciliğin güzel bir hastalık olduğunu düşünen ve hep hasta kalan, pek çok derginin çıkmasına önayak olmuş, okumaktan, okutmaktan, yazmaktan hiç vazgeçmeyen, secdenin değerini yaşayarak hisseden bir Asım Gültekin geçti bu dünyadan…