Bir ailesi olmasına rağmen yetimhanede kalması ve kendine bir ev bulmak için hep kaçması. Karl, evini kendisi bulanlardan. Bir gün Osmanlı Paşası olması onun sadece kaderi değil; o, cesur olmasa belki de zaman çok başka akacaktı. Bu, küçük bir Alman çocuğun yaşamın tüm şartlarını zorlayarak Osmanlı Paşası Mehmet Ali Paşa oluşunun, Ali Fuat Cebesoy’u, Nazım Hikmet’i kazanışımızın hikâyesi…

Çocukluğu

Mehmed Ali, 1827 yılında, o zamanlar Prusya Krallığı’nın sınırları içinde kalan Magderburg’da dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Ludwing Karl Friedrich Detroit” adını verdi. Soyu, 16. ya da 17. Yüzyıl Fransa’sındaki Protestan mültecilerin soyundan gelen Heguenot’lara dayanıyordu. Babası müzik öğretmeniydi. Anne ve babası arasında sürekli yaşanan kavga gürültünün arasında büyümeye çalışan bir çocuktu Karl. Böyle bir ortamda büyümesini istemeyen yakınları, onu yetimhaneye verdi. Karl, anne ve babası hayatta olmasına rağmen kendi yolunu çizeceği bir yolculuğun ilk adımını atmış oldu böylece.

Yetimhanede de durum evdekinden halliceydi. Şiddet ve gürültü onun kaderi gibiydi ama Karl, kalbini yaşından önce büyütmeyi başarmış akıllı bir çocuktu. Bir yandan da bu başına gelenler onu günden güne içine kapanan bir çocuğa dönüştürüyordu. Ailesi hayattaydı ama o kimsesizliğin soğuk yüzünü yaşıyordu. Boyun eğmeyecekti. Yetimhanenin birinci katında kalıyordu. Bir gece tüm çocuklar uyuduğunda bulduğu çarşafları birbirine bağladı. Yatağının hemen kenarındaki pencereden baktığında süs havuzuna yansıyan dolunaydan başka güvenecek kimsesi olmadığını bir kez daha anladığında, çoktan karar vermişti kaçmaya. On iki yaşındaydı. Yaşının tüm yüküyle pencereden inerken sanki her şey daha da ağırlaşmıştı. Korkuyordu. Nihayetinde o bir çocuktu. Ama o çocuk kaçıp Hamburg’a kadar gitti.

Hamburg, dünyanın dört bir yanına gemilerin kalktığı bir liman kentiydi. Hamburg Limanı’nda bir gemiye sığındı Karl; burada miço olarak çalışmaya başladı. Bir çocuk için, özellikle şiddetin karanlık yüzünden dönememiş bir çocuk için gemide yolculuk, farklı ülkeler ve şehirler görüyor olmak rüya gibiydi. Ancak bir yandan da evet, o çocuktu. Çalışmak bedenine ağır gelmişti ve burada kimsesiz bir çocuk olarak yine hiç de kolay olmayan şartlarda kalıyordu. O renkli rüyayı bölen şiddet burada da vardı. Gemi üç dört ay kadar Akdeniz açıklarında ilerledikten sonra nihayet bir bahar sabahı Marmara açıklarından İstanbul Boğazı’na giriş yaptı. Bir kez daha kaçtı. Kendini boğazın serin sularına bırakan Karl, ihtişamından büyülendiği Kız Kulesi’ne kadar yüzdü. Evet, kule her dönem büyüleyici güzellikteydi ama 1800’lerin ilk yarısında Cüzzamhane olarak kullanılıyordu. Kulenin bekçisi Karl’ı kuleye almadı. Karl’ın bu kaçışı dönemin Dış İşleri Bakanı konumundaki Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa’nın kulağına kadar gelmişti…

Mehmed Ali Paşa kimdir?

Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa

Karl Detroit’ten Mehmed Ali’ye

Sadrazam Mehmed Emin Âli Paşa, altı dil konuşabilen, devlet işleriyle ilgilenmenin yanı sıra şair yönüyle de dikkat çeken bir kişilikti. Bir çocuğun Almanyalardan buralara kadar gelmesinin hikâyesi belli ki derindi. Karl’ı yanına getirten Paşa, onunla konuştu. Ona, ülkesinden neden kaçtığını sordu. Karl, dayaktan bıkıp kaçışını anlattı. Artık burada yaşamak istediğini söylüyordu. Paşa, gemi birçok ülkeden geçmişken neden İstanbul’da kaçtığını sorunca Karl bu soruyu, parmağıyla pencereden dışarıyı işaret ederek, “Suyun içindeki şu beyaz kule var ya onu çok sevdim,” diye yanıtladı. O dönemde cüzzamlıların bakım evi olarak kullanılan Kız Kulesi, sanki Karl’ın suya düşmüş oyuncağıydı; ondan uzakta olmak istemiyordu artık.

Karl, hayatının en önemli dönüm noktasındaydı. İş diplomatik kriz yaratacak bir hâle gelmişti. Almanlar çocuğu geri istiyordu ama ne onun gitmeye gönlü vardı ne de Sadrazam Âli Paşa’nın onu bırakmaya. Sadrazam Âli Paşa, Karl’a “Artık benim oğlumsun,” diyerek onu evlat edindi. Bu durum tartışmaları da beraberinde getirse de Sadrazam Âli Paşa, karşısındaki bu savunmasız çocuğa inanıyordu. Karl, artık bir Osmanlı çocuğuydu. Evvela Müslüman olduktan sonra adı Mehmed Ali olarak değiştirilen Karl Detroit, eğitimi için Harbiye Mektebine gönderildi. Burada bir Türk olarak büyüyecek ve bir Osmanlı paşası olarak yetişecekti. Karl, kaçmakla geçirdiği çocukluğunda nihayet evini bulmuştu.

Mehmed Ali Paşa kimdir?

Mehmed Ali Paşa

Rütbeleriyle adım adım Mehmed Ali Paşa

1853 yılında okuldan mezun olan Mehmed Ali, Osmanlı Ordusu’na teğmen rütbesiyle hizmet vermeye başladı. Aslında bir yıl sonra mezun olması gerekiyordu ancak savaş kapıdaydı. Mehmed Ali, 1853 yılında Kırım Savaşı’na katılarak sığındığı devlete paşa oldu. Savaşta gösterdiği başarılarla Serasker Ömer Lutfi Paşa’nın dikkatini çekmişti. Ömrünün bundan sonraki kısmı hep savaş meydanlarında geçecek, yeri gelecek kazanacak yeri gelecek kaybedecekti.

Önce Kırım, ardından da Bosna ve Karadağ Savaşlarına katıldı. 1863 yılında Miralay, 1865 yılında da Mirlivâ rütbelerini alan Mehmed Ali Paşa, Manastır’daki Üçüncü Ordu’ya tayin edildi. 1868 yılında Tümgeneral rütbesiyle Yanya Komutanı’ydı. 1875 yılında Ferik rütbesi alarak Kumandan ilan edildi. 1877 yılındaysa Müşir (Mareşal) unvanına layık görüldü. Bu rütbeyle 1877-1878 Osmanlı- Rus Savaşı’nın Tuna Cephesi komutanlığını Çırpanlı Abdülkerim Nadir Paşa’dan devralarak 2 Ekim 1877’ye kadar yaptı ve ardından kendisi de Süleyman Hüsnü Paşa’ya devretti. Savaş sona erdiğinde Berlin Antlaşması’nın imzalanması üzerine toplanıldığında, Aleksandros Karatodori Paşa ve Sadullah Paşa’yla birlikte Osmanlı Devleti’ni temsil eden üç kişiden biri Mehmed Ali Paşa’ydı.

Bu şu demek oluyordu: On iki yaşındaki Karl ülkesine geri dönmüştü, ancak bu kez Osmanlı Paşası Mehmed Ali Paşa’ydı.

Çocukluğa son bakışı ve ölümü

Her acı geri dönüp en az bir kez göz göze gelmek için yaşanıyordu belki de. Mehmed Ali Paşa da yıllar sonra ilk kez çocukluk sancısına bu kadar yakındı. Kaldıkları otelin lobisinde arkadaşlarına açtı bu konuyu. Gözlerimi açtığım bu diyara bir daha gelmek kısmet olur mu, diyordu. Magderburg yakındı. Gidip görmek, çocukluğuna son bir kez, zafer kazanmış hissiyatıyla çarşaflar düğümleyerek çıktığı o pencereden bakmak istiyordu. Karar verildi ve Mehmed Ali Paşa yola koyuldu…

Daha kendisi varmadan adı varmıştı bir zamanlar içinde dumandan silik gezdiği yetimhaneye; bir Osmanlı Paşası onları ziyarete geliyordu. Yetimhaneyi sabunlu sularla yıkadılar. Gün geldi çattı. At arabası yetimhanenin önünde durdu. İçinden göğsü madalyalarla dolu bir Osmanlı Paşası indi. Kapıda elleri önünde onu bekleyen insanlara bakarken yine on iki yaşındaki o çocuk muydu? Hayatın dengesi karşısındaki şaşkınlığını yutup bir Osmanlı Paşası olarak girdi kapıdan içeri.

Önce bir ağacın karşısında durdu; şu dalda bir salıncak vardı, diye düşünürken gözü havuza takıldı. Az kurbağanın canının yanmadığı o havuza.  Şimdi gerçekten yeniden on iki yaşındaydı. Hem hiçbir şey değişmemiş gibi hem her şey değişmişti. O her şeyin içinde acısı daha hafif, korkusu hiç yoktu. Yatakhaneye çıktı. Aradan yıllar geçtikten sonra Mehmed Ali Paşa’nın şekilli yüzüne karışmış Karl’ın çocuk yüzü bir kez daha penceredeydi. Kurbağalara hissiz bir bakış fırlattı. Sonra pencereden aşağı baktı. Yıllar önceki korkusu sanki pervaza, duvara bulaşmış da silinip gitmek için onun geri dönmesini beklemiş gibiydi. Karl, bir kez daha bu sefer korkmadan süzüldü çarşaflardan aşağı. Onun çocuk bedenini korkutan bu yükseklik, bir anda zeminle birleşti sanki. Gülümsüyordu, çünkü o savaştan savaşa koşan bir paşaydı şimdi, ne kadar ironikti. İnsan belki de paşa da olsa çocukluğuyla selamlaşmadan her şeyi tam olarak anlayamıyordu. İşte şimdi tam anlamıyla başarmış hissediyor olmalıydı.

Arnavutluk’ta, Berlin Antlaşması’nın kararlarından memnun olmayan Müslüman halk bir ayaklanma içindeydi. Arnavut topraklarının Karadağ’a bırakılmasına razı değillerdi. Büyük gösterilere girişiyor, komiteler kuruyorlardı. Mehmed Ali Paşa, halkı yatıştırması için Arnavutluk’a gönderildi. Onları yatıştırmak, silahları toplamak ve komiteleri dağıtmak üzere çalışmaya başladı. Ayaklanma merkezlerinden biri olan Kosova’daki Yakova’ya geçmişti. Daha önce Yanya kumandanı olarak görevli olduğu süreçte tanıştığı Abdullah Paşa’nın evine (kuleye) misafir oldu. O da muhaliflerin öncülerindendi. Muhaliflerin başında bulunan Rıza Bey ve etrafındakiler Mehmed Ali Paşa’ya şehri terk etmesi için yirmi dört saat zaman tanımıştı. Yoksa saldırıya geçeceklerdi. Mehmed Ali Paşa görevinin başında olduğunu söylediğinde onlar da kuleye saldırdı. Yanındaki sadık askerleriyle iki gün direniş gösterse de Abdullah Paşa’nın ölümünün ardından Mehmed Ali Paşa da linç edilerek öldürüldü. 51 yaşındaydı.

Mehmed Ali Paşa, suyun içindeki beyaz kuleyi bir daha hiç göremedi…

Ali Fuat Cebesoy’dan Nazım Hikmet’e dolu dolu bir aile

Mehmed Ali Paşa, Dağıstanlı ve Şeyh Şamil soyundan gelen Hafız Mehmed Paşa’nın kızı Ayşe Sıdıka Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten dört kızı olmuştu. Bu evlilikten başlayan soyu günümüze kadar ulaştı.

Kızlarından Zekiye Hanım, İsmail Fazıl Paşa ile evlendi ve çocuklarından biri Milli Mücadele’nin önde gelen isimlerinden Ali Fuat Cebesoy’du.

Bir diğer kızı Hayriye Hanım da İstanbul’a Hareket Ordusu Kumandanı olarak gelen Hüseyin Hüsnü Paşa ile evlenmişti. Oğullarından Tahsin Bey, hukukçu ve siyasetçi Mehmet Ali Aybar’ın babasıydı.

Adviye Hanım, Tophane Nazırı Zeki Paşa’nın yaveri Binbaşı Tevfik Bey ile evlendi. Türkiye’nin en özel yazarlarından birinin babaannesiydi. O isim Sabahattin Ali’ydi.

Diğer kızı Leyla Hanım’ın kızı Celile Hanım ise Mehmed Ali Paşa’nın bir başka torunuydu. Hiç göremediği Celile Hanım, ilk Türk ressamlardan biriydi ve onun oğlu da Türkiye’nin bugün hâlâ çok okunan şairlerinden biri oldu. Evet, o isim: Nazım Hikmet!

On iki yaşında kendine başka bir yol çizmek için o pencereden kaçan çocuk, şairlerle, paşalarla dolu bir aileye sahip olarak gitti bu dünyadan. Ve her şey bir beyaz kuleyle başlamıştı…