Ali Alper ÇETİN
Klâsik Türk müziğinin büyük ismi, Mimar Sinan’la birlikte medeniyetimizin estetik boyutunu zirveye taşıyan, musikinin büyük mimarı Buhûrîzâde Mustafa Itrî;
Klâsik Türk müziğini kubbe kubbe coşturan, yücelten, ilâhî bir ses, bir nefes olup gönülleri büyüleyen büyük Türk bestekârı ITRÎ’yi saygıyla anmak gerek…
Bayram Tekbîr’i ile ilâhî bir vecd olup göğe ağan, (Salât-ı Ummiye) siyle minarelerden kandil kandil yere yağan, Naat-ı Mevlânâ’sıyla Mevlânâ misali aşk olan, aşkla dolan büyük müzisyen ITRÎ, yarattığı şaheserle, daha çok kitaplarda değil, Türk Milletinin gönlünde ve dilinde yaşamıştır.
Itrî, İstanbul’da Mevlânâkapı civarındaki Yayla (eski adıyla Yaylak) semtinde doğduğu, asıl adının Mustafa olduğu ve 1630-40 tarihleri arasında doğduğu tahmin ediliyor. Şiirlerinde kullandığı Itrî mahlası ve Buhûrîzâde lakabıyla tanındı. Bu lakabın kendisine mi ailesine mi ait olduğu bilinmiyor. İstanbul surları dışında oturduğu, çiçek ve meyve meraklısı olduğu, bahçe işleriyle uğraşmaktan zevk duyduğu için kendisine Itrî mahlası verildi. “Mustâbey” armudunun da onun tarafından yetiştirildiği kabul edilir. Asıl adı Mustafa olup “Itrî” mahlâsını şiirlerinde kullanmış, genç yaşındayken iyi bir öğrenim görerek, zamanın konservatuarları sayılan mevlevîhanelere devamla “Mevlevî” olmuş, devrin müzik ustalarından ders almıştır. Bu ustaların başında, büyük bestekâr, Tanburî Hafız Post da vardır. Buhurizade Mustafa Efendi’nin musikişinas olarak ele alındığında en önemli özelliği bestekâr yanıdır. Döneminin önemli musikişinaslarından olan Nasrullah Efendi, Derviş Küçük İmam Mehmed Efendi, Kasımpaşalı Koca Osman gibi üstatlardan faydalanmıştır.
Itrî’nin ney üflediğine ve Galata Mevlevîhanesi’nde bir süre neyzenbaşlılık ettiğine dair bir hikâye vardır, anlatırlar: Sultan IV Mehmed (Avcı Mehmed) zamanında, İstanbul Galata Mevlevîhanesi’ne Derviş Çelebi, Şeyh olarak tayin edilir. Geleneklere uyarak Şeyh’in posta oturacağı gün, “mukabele” denen büyük bir âyin düzenlenir. Âyinden önce, Dergâh şeyhini tebrik için gelenler, değerli hediyeler de getirirler. Âyinin yapılacağı “ Semâhane” bu hediyelerle dolup taşar. Âyin başlamak üzeredir, derken kapıdan soluk soluğa, saz gibi sarmış, boynu bükük, fakirliğine fakir bir genç derviş girer. Herkesin gözü bu dervişe takılır. ( Bu da kim?…) diye birbirine bakışırlar. Derviş, ince bir tevazu ve edeple Şeyh’in elini öper. Sonra da koynunda bir ney çıkararak:
–Bu neyden başka dünyalığım yok. Bu niyâzımı bir hediye olarak kabul buyurunuz efendim.
Der ve Şeyh’e uzatır. Şeyh, ney’i alır, öper, dervişe sorar:
–Adınız nedir senin?
–Derviş Mustafa kulunuz. Itrîde derler.
–Bu ney senin mi?
–Eyvallah!
–Üfler misin?
–Eyvalalah!..
İtrî ney’ini üflemeye başlar. Birden bire sesler susar, tüm davetliler kulak kesilir ney’e… Bu bir ses, bir nefes değil, yürekten dökülen aşk nağmeleri… Itrî üfledikçe coşar, coşturur, ney inledikçe hıçkırıklar artar, gönüller düğüm düğüm çözülür, koca salondan çıt çıkmaz. Neden sonra Itrî’nin artık nefesi tükenmiştir. Başı Şeyh’in dizlerine düşer. Şeyh, onu alnından öperek, ayağa kaldırır.
–Biz postun bahtında, sen dostun gönül tahtında oturuyorsun. Tanrı aşk derdini arttırsın. Aferin Itrî…
Diye iltifatlar eder, o günden sonra, bir süre Derhâh’ın Neyzebaşı’sı olarak, Naat -ı Mevlânâ’yı burada besteler.
Itrî, aynı zamanda üstad bir şairdir. Şiirlerini bir arada toplayan Divân ele geçmemiş ise de; dağınık şiirlerinden bir konuda bir hayli ileri olduğu anlaşılmaktadır. Devrin Padişahı Sultan IV Mehmed (Avcı Mehmed), Kırım Hanı Gazi Selim Giray, Itrî’yi takdir eden, onu sarayına alan devlet büyükleri arasında gelir. Osmanlı Sarayı’ndaki fasıllara katılan Itrî’nin binden fazla eseri olduğu söylenirse de, bugün bunların ne yazık ki, çok azı elimizdedir. Dinî eserleri arasında Bayram Tekbiri gerçek bir şaheser Türkiye sınırlarından taşmış, İslâm memleketlerinde de okunmuştur. Her mevlevî âyininin başında okunan rast makamındaki Naat-ı Mevlânâ ise ölümsüz eserlerinden biri olmuş, üçyüz yıldan beri okunagelmiştir. Dindışı eserleri arasında çeşitli besteleri fasıllarda baştacı edilmiş, “ Türk müziğinin çiçekli bahçesi” olarak tanımlanmıştır. Güftesi Nef’î’nin olan:
“Tûtî-i mû’cize-gûyem, ne desem lâf değil..” Segâh yürük semâîsi,
Güftesi Nâbi’nin olan:
“Gel ey nesîm-i sabâ, hatt-ı yârdan ne haber…” İsfahan zencir bestesi ve otuzdan fazla bestesi ile Itrî, sözde ve sazda, Klâsik Türk Müziği’nin zirvesine çıkmış, adını anıtlaştırmıştır.
Itrî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmiyorsa da, ölüm tarihi kesindir. Yetmiş yaşına doğru, 1712 yılı Ocak ayında İstanbul’da ölmüş, Mezarının yeri de kesin olarak bilinmemektedir. Vefat tarihi İsmâil Belîğ, Şeyhî ve Sâlim gibi dönemine daha yakın kaynaklarda 1711, Esad Efendi ve Müstakimzâde gibi diğer bazı kaynaklarda 1712 olarak verilir. Itrî Efendi’nin Yenikapı Mevlevîhânesi civarına veya Edirnekapı dışındaki Mustafapaşa Dergâhı karşısına defnedildiği rivayet edilmekteyse de bu konuda kesin bilgi bulunmamaktadır.
Itrî besteleriyle ün yapmış, ölümsüz eserler meydana getirmişse, büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı’da Itrî’yi mısra mısra dile getirerek Itrî’den bir şaheser örmüş, şiirden Itrî’ye bir anıt dikmiştir. Bu uzun şiir şöyle başlar:
Büyük Itrî’ye eskiler derler
Bizim öz mûsıkimizin pîri;
O kadar halkı sevkedip yeryer,
O şafak vaktinin cihangiri,
Nice bayramların sabâh erken,
Göğü, top sesleriyle gülerken
Söylemiş saltanatlı Tekbîr’î.
Tâ Budin’den Irak’a, Mısr’a kadar,
Fethedilmiş uzak diyarlardan,
Vatan üstünde hür esen rüzgâr,
Ses götürmüş bütün baharlardan.
O dehâ öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikâyemizi.
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan.
Mûsikisinde bir tarafta din
Bir taraftan bütün hayât akmış;
Her taraftan, Boğaz, o şehrâyîn,
Mavi Tunca’yla gür Fırat akmış.
Nice seslerle gök ve yerlerimiz,
Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
Itrî’nin büyük şaheseri ( Naat-ı Mevlânâ), her yıl Konya’da yapılan Mevlânâ ihtifallerinde okunur. Böylece derviş Itrî, çok sevdiği Mevlânâ’sıyla aşk ve müzik olarak konuşur, görüşür.
Hükümdarın huzurunda icra edilen küme fasıllarına hânende olarak katılan Buhûrîzâde Mustafa Itrî, bu dönemde kendi isteği üzerine esirciler kethüdâlığı ile görevlendirildi. Onun bu görevi, esirler arasındaki kabiliyetli ve güzel sesli gençleri bulup yetiştirmek ve geldikleri ülkelerin mûsikisi hakkında bilgi edinmek amacıyla istediği rivayet edilir. Şeyhî, Sâlim, Safâyî gibi tezkire müelliflerine göre bu görevde iken, bazı kaynaklara göre ise ayrıldıktan bir süre sonra vefat etti.
Mustafa Itrî Söz sahibi hattattır
Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi aynı zamanda ta‘lik hattında söz sahibi bir hattattır. Bu sahadaki hocası, ta‘lik üstadı Tophâneli Mahmud Nûri Efendi’nin talebelerinden Siyâhî Ahmed Efendi’dir. Sadettin Nüzhet Ergun, Halil Edhem Arda’nın özel kütüphanesinde bulunan Hâfız Post Mecmuası hakkında bilgi verirken bu mecmuaya Itrî’nin ta‘lik hattıyla yapmış olduğu bazı ilâvelerden bahseder.
Itrî’nin bir mûsikişinas olarak asıl önemli yönü bestekârlığıdır. Türk mûsikisinin cami, tekke ve klasik mûsiki alanlarında peşrev, saz semâisi, kâr, beste, semâi, âyin, na‘t, durak, tevşîh, tekbir, salâ ve ilâhi olmak üzere hemen her formunda eser vermiş nâdir sanatkârlarından olan Itrî’nin eserleri alışılmışın dışında bir melodi örgüsüne sahiptir. Çoğunlukla Fuzûlî, Nev‘î, Şehrî, Nâbî gibi şairlerin ve arkadaşı Nazîm’in manzumelerini, nâdir olarak da kendi güftelerini besteledi.
Günümüze ulaşan yapıtlarının çoğunda mistik bir hava vardır. Bu yönü bir ölçüde, Mevlevi olmasına bağlanabilir. Seçtiği formlar için en uygun anlatımı bulan Itrî, cami müziği olarak bestelediklerinde, derin bir dindarlık duygusunu, Mevlevi müziği yapıtlarında, tasavvufi bir içe dönüş heyecanını dile getirmiş, din dışı yapıtlarında ise, yoğun müzik cümleleri arasında beliren düşünceli ve düşündürücü bir tavrı benimsemiştir.
Sanatı değerlendirilirken, üslubunun niteliği ile yapıtlarındaki teknik özellikler birbirine bağlı iki düzey olarak ortaya çıkar. Itrî’nin müziği 17. yy’da henüz oluşum aşamaları içindeki bir müzik üslubunda “klasik” diye nitelendirilebilecek özellikler taşır. Kişisel duygu ve düşüncelerini dile getirmediği, bütünüyle kendine özgü, kişilikli bir anlatım yaratabilmiştir. Müziğinin dengeli, oturmuş bir yapısı vardır; yapıtlarının en dokunaklı bölümlerinde bile, duygusallıktan, abartamadan, gereksiz süslemelerden kaçınmıştır, cümleleri açık seçik ve berraktır.
Itri musikiyle ilgilendiği dönemde Divan Edebiyatı geleneğine uygun şiirler yazdı. Naili ve Nabi’nin etkilendiği şiirlerini besteledi. Gazeller, Naatlar, Nazireler, tarih düşürülen beyitler ve şarkıların yanı sıra hece vezniyle türküler de besteledi. Itri dini ve din dışı konularla ilgili binden fazla eser bestelemiştir. Fakat şiirlerden oluşan divanı kayıptır.
Itrî bir dönem Siyahi Ahmet Efendi’den hat dersi görmüştür. Yazdığı tâlik yazı örnekleri, üstadı Hâfız Post’un eklediği güftelerde yer alır. Itri en büyük başarıyı bestecilikte yakalamıştır. Meydana getirdiği eserler Klasik Türk Musikisini vücuda getirmiştir. Osmanlı döneminde Türk üslubunu oturtmuş, Abdülkadir Merâgi ve Dede Efendi’yle birlikte, Türk müziğinin gelişiminde öncü isimlerden biri olmuştur.
Itrî çalışmalarını büyük bir özenle ve titizlikle devam ettirmiş her fırsatta yapıtlarını zenginleştirme çabasına girmiştir. Din dışı eserlerinin büyük bölümü kayıptır. Dini yapıtları müziğin rengini değiştirmiştir. Müziğini tekke ve cami müziği şeklinde ikiye ayırmıştır. Müezzinlerin ezanda yakaladıkları ahenk, Bayram namazı sırasında okunan Segâh Kurban Bayramı Tekbiri, kutsal emanetlerin ziyaretinde okunan Segâh Sal-ât-ı Ümmiye, Mâye Cuma Salâtı, Gece Salâtı, Segah Mevlevi Ayini, Rast Naat’ı Itri, canlılıklarından hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen en önemli eserleridir.
Bestelerine güfteye göre ahenk veren Itri, ustalığını bütün eserlerinde göstermiştir. Nühüft makamında ki naatından:
“Şöhretim isyan benim, sen af ile meşhursun
Padişah-ı evvelin u kıblegah-ı aharın,
Evvel u ahir, imamül enbiya, mezkursun
Ya Resulullah umarım, diyesin ruz-i ceza
Gerçi cürmüm çoktur amma Itri’ya mağfursun.”
Mehmed Esad Efendi Atrabü’l-âsâr’da onun binin üzerinde murabba, nakış ve kâr bestelediğini söyler. Müberka‘, necd, rekb, selmek gibi bugün tamamen unutulmuş makamlardan çok kullanılan meşhur makamlara kadar bestelediği eserlerine çeşitli el yazması güfte mecmualarında rastlanmaktaysa da günümüze bunlardan çok azı ulaşabildi.
Cami Musikisine dair eserleri:
*Segâh Tekbir
*Segâh Salat-ı Ümmiye
*Dilkeşhaveran Sala
*Maye Cuma Salatı
*Pençgâh Tevşih, “No’la tacım gibi başımda götürsem daim”
*Rast Tevşih, “Çün doğup tuttu cihan”
*Nühüft Tevşih, “Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i tursun”
*Rehavi-Rast Tevşih/Fahte, “İlahî Mefâtihü’l Hûdâ oldu hilâlin ya Resulallah”
Tekke Musikisine dair eserleri:
*Rast Na’t-i Şerif (Na’t-i Mevlana)
*Segah Âyin-i Şerif
Klasik Türk musikisindeki kâr formunun örnekleri arasında yer alan ve ünlü İranlı şair Hafız’ın “Gülbün-i iyş mîdemed sâkî-i Gülizar kû?” mısraıyla başlayan gazeline yaptığı neva makamındaki beste onun bestekâr yanının kuvvetini gözler önüne sermektedir. Neva makamındaki bu beste Nevakâr olarak da bilinmektedir.
Klasik musikide küçük formlarda yaptığı besteler maalesef günümüze ulaşmamıştır. Şeyhülislam Esad Efendi’nin belirttiğine göre bini aşkın beste yapmıştır. Ancak birçoğu günümüze ulaşmamıştır.
“Her müslüman gibi şair Itrîde Peygamber’e karşı olan sevgi ve saygısını şu manzume ile dile getirmiştir:”
Sayesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tursûn
Mihr-i âlemgîrsin baştan ayağa nûrsun
Târik-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i milk-i âdem
Münkirine mahz-ı matem, mü’minine sûrsun
Sensin ol Şeh kim Süleymanlar kapında mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun
El benim dâmen senin ey Rahmeten lilâlemin
Şöhretim isyan benim, sen afvile meşhursun
Padisah-ı evvelin ü kıblegâh-ı âhirin
Evvel ü âhır imam ül-enbiyâ mezkûrsun
Ya Resulallah umarım diyesin jtiz-i ceza
Gerçi cûrmüm çoktur amma Itrîye mağfursun
“Sofiyane bir nesve ile söylediği bir gazeli. Bu gazele Mevlevî Fasih ile Enis’in nazireleri vardır:”
Bakmazsa rûh-i dilbere a’-da safa nazar
Sen sun’-i Hak’kı eyle temâşâ safa nazar
Mihr u mehe bakar mı cemâlin gören dedim
Baktı dedi ol âyine-sima safa nazar
Tûtî-i âyine-dili ol sine şöyledir
Olsun hezâr bağda guyâ safa nazar
Dil nâzır-ı gubâr-ı derindir dedim, dedi
Caizse kühl-i dide-i bîna safa nazar
Dildar hal ü hatt-ı lebin göterip dedi
Hubb u gubar u bade müheyya safa nazar
Yoktur nazir hüsnüne birdir iki değil
Mislin görürse nerkis-i şehlâ safa nazar
Geh vasi ü gâh hicr ü gehi nuş u gâh nîş
Hal-i cihan böyle azizâ safa nazar
Bu nev zuhur sahid-i nazmın görüp eğer
Itrî nazire derse ehibbâ safa nazar
“Halk geleneğine göre şiir söylemek zevkinin Itrî’de, hattâ Nedim’den bile daha sade, daha samimî bir ifadesi vardır:”
Aşık oldum bin can ile,
Gözlerim doldu kan ile,
Geçti ömrüm hicran ile,
Terk eyledin âhir beni.
Kerem eyle dostum bana,
Dil ü canım verdim sana,
Bakmaz oldun benden yana.
Terk eyledin âhir beni.
Niçin yanıma gelmezsin.
Hatırım ele almazsın,
Semt-i vefayı bilmezsin.
Terk eyledin âhir beni.
Canıma kâr etti elem,
Cürmüm nedir, suçum bilmem,
Ben senin kurbanın olam,
Terk eyledin âhır beni.
Itrî’ye rahm eyle canım,
Nice demdir ki giryânım,
Nedir cürmüm a sultanım,
Terk eyledin âhır beni.
Türk musikisinin en büyük üstadlarından biri olan Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi; Salim tezkiresinde Itri için “musiki ilminin hocası, musiki ilminin şeyhi, şiirin Nizami’si ve Hakkani’si” diye övmüştür.
Klâsik Türk müziğini kubbe kubbe coşturan, yücelten, ilâhî bir ses, bir nefes olup gönülleri büyüleyen büyük Türk bestekârı Itrî, Anadolu’yu aydınlatan Kültürümüzün Yıldızları arasındadır.
Ali Alper ÇETİN
Araştırmacı
alialpercetin@hotmail.com
Kaynakça:
http://www.osmanli.site
http://www.mutriban.com
Mehmet Önder: Anadolu’yu Aydınlatanlar, Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları, 1998 Ankara