AYÇA ÖZTORUN
Dört kız kardeştik, erkek evlat özlemini annem derinden yaşamaktaydı. babamın ailesi, annemi; “bir erkek evlat veremedin” diyerek, sindirmeye çalışırlardı.
Biz dört kız çocuğu bu duruma çok üzülürdük.
Bize en büyük teselli babamızdan gelirdi. “İyi ki kız babasıyım” derdi. Annem ise aşkla bağlı olan babama oğul verememenin sıkıntısını derinden yaşıyordu.
Annem tanınmış bir ağanın kızıydı. Erk egemen bir ailede kız çocuğu olmanın cezasını en ağır yaşayanlardandı. Erkek kardeşlerini sabahtan akşama kadar sırtında gezdirmek, evin her işine ırgatlar gibi koşmak, ergenlik dönemine geçişinde, fiziksel değişime uğradığı için annesi tarafından utançmışcasına horlanması, kız çocuğu olduğu için onun alın yazısıydı.
Annemin babama bir oğul verme özlemi acaba kız çocuğuyken dışlanmışlığının acısını, erkek evlatla galibiyete mi çevirmekti bilemiyorum. Ya da ilerde sırtını dayayacağı koca bir dağ gibi mi düşlüyordu doğurmak istediği şehzadeyi? Bunu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey çocuk yaşlarımda bunları sessizce izleyip, korkunç derecede yaralandığımdı.
Bilselerdi soyun devamının değil, yapacağın ve ardından bırakacağın güzel şeylerin köklerini güçlendirebileceğini hâlâ bu konuda ısrarcı olurlar mıydı?
Oğlan doğurmuşsun, gen şifresinde hırsızlık var! Ya da tecavüzcü! Ya da katil...
Ne oldu?
Soyunu devam ettirme hayali ile yanıp tutuşan için kara bir leke!
Al sana soy!
Sakla adını ve sanını! Sakla torunun torbanla beraber şanlı saydığın soy adını.
Mesele soyda değil, çocuğunu nasıl eğittiğinde.
Annemin erkek evlat sevdası benim çocukluğumun yaramaz ve asi, kadın yanımın fazlasıyla içe dönük olması hususunda büyük zararlar vereceği bilinci taşısaydı hâlâ ille de oğlan çocuğu isterim der miydi onu da bilemiyorum. İyi bir arkadaş, iyi bir sırdaş, çok iyi bir dost olmayı başaran ben, ne iyi bir sevgili, ne de iyi bir eş olmayı başaramamıştım. Çünkü erkeklerin hükmünün hükümsüz olduğuna ve sevgili olmanın ya da eş olmanın kadının himaye altına girmesi gibi görüp, hep gönül işlerinden uzak durmaya çalıştım.
Anneme kızmam elbette söz konusu bile olamaz. Bu bireylerin değil, soyun devamı zihniyeti taşıyan erk egemen düşünceyi onayanların suçu. Kız çocuklarını diri diri gömen, dokuz yaşında kız çocuğunu halvetleşmek için koynuna sokmaya çalışanların efsaneleştirip, geçmişten bu yana kız olmanın ar olduğu imgesi bilinçaltına yerleştiren, dilden dile aktaran toplumun suçuydu.
****
Kozan’da kışlar bol yağmurlu geçerdi. Yağmur yağdıktan sonra ortalık buran buram toprak kokardı. Nisan ayının bereketi sicim gibi inip de toprağı şenlendirdikten sonra, güneş açar, ardından gökkuşağı rengarenk belirirdi.
“Ebemkuşağı çıktı” diye bağrışırlardı çocuklar.
Kızlar; “Ebemkuşağının altından geçersek erkek çocuğu olurmuşuz” derlerdi.
Bunu duyan ben, çılgınlar gibi gökkuşağına yakalayabilmek için koşardım. Ulaşmak ne mümkün! Sadece o koşudan bana kalan, Kozan sokaklarında baharın tatlı rüzgârını özgürce bağrıma basmak olurdu.
Ne yazık ki erkek egemen toplumun hayalleri, erkek çocuk üzerine kurgulanmıştı. Bilinçaltımıza erkek üstünlüğünü öyle bir işlemişlerdi ki, bütün kızlar erkek çocuğu olma çabasıyla gökkuşağının altından geçmek için yarışırdı.
Kozan’da çok şahit olmuşumdur hamilelik muhabbetlerine. Kadınların bir araya geldiği bir ortamda sessizlik olmuşsa;
“Anam bacım, bu ne sessizlik? Kesin birinin kızı oldu!”
Diğer kadınlarda hemen atılırdı lafa;
“He vallahi! Kesin oldu.”
Bu durum sinirlerimi alt üst etmeye yeterdi. Sessizliği, kederle ve istenmeyen kız çocuklarının doğumuyla özdeşleştiriyorlardı.
“Bu kadınlar niye kendilerini bu kadar aşağılıyor ki?” derdim kendi kendime.
Aş erme dönemlerinde, hangi yemeği canın isterse ona göre cinsiyet belli olur derlerdi.
“Ye tatlıyı bul atlıyı! Ye ekşiyi bul Ayşe’yi”
Oğlan çocuğunu tatlıyla, kız çocuğunu ekşiyle özdeşleştirirlerdi. Gerçi bu düşünce Türkiye’nin genelinde var.
Kadınlar bir araya geldiğinde, hamile kadının avuçlarını açarlar ve ipe taktıkları yüzüğü avuç kenarında bir aşağı bir yukarı beş kere sarkıtıp el hizasına doğru kaldırırlardı. Altıncı hamlede ipe takılı nikâh yüzüğünü avuç içine tutarlardı. Yüzük, avuç içinde daire çizmeden dik bir şekilde sağa sola gidiyorsa oğlan, yuvarlak çiziyorsa kız derlerdi. Yuvarlak çizdiğinde hamile kadının yüzüne hüzün çöker, kayınvalide olan kişi bu durumu kabullenmek istemezdi.
“Bu sayılmaz kele! İpi sallarken elin titredi, baştan yap hele” diyerek itiraz ederdi.
Ah benim güzel kentimin masum kadınları, kız çocuğu olmanın ezikliğini ne kadar derinden yaşamışsınız. Oysa ki her biriniz, bizim bereketli topraklarımızın bereket tanrıçası Ceres’in ruhunu taşıyorsunuz. Tarlada, harmanda, sapanda, evinde üreten emekçilersiniz.
Bu topraklarda yiğit, mert insanlar yetiştirerek analık unvanıyla taçlandırılmış insanlarsınız.
Bu kitap, sizlerin hikâyeleri olmasaydı nasıl yazılırdı.
Kozan’ın baharı, limon çiçeği kokularıyla içimize işlerken, yağmurda bereketini dolu dolu verirdi doğurgan Kozan topraklarına.
Çocukluğumun en güzel dönemleri Kozan’da geçti. Her mahallesini, komşularımızı, acı tatlı tüm hatıraları tek tek kaleme alırken, bazen güldüm, bazen ağladım. Ama en önemlisi geçmişteki o güzel insanları ve memleketimi hep yüreğimde taşıdım.
Ayça Öztorun’un "Yağmurlar Yağdığında" adlı romanından