İBRAHİM FAİK BAYAV
36'ncı ayette, 'ashabü'n-nar' kelimesinin ne olduğu, kimleri kapsadığı ve ne sonuç vereceği açıklandı. Araf Suresi'nin 37'nci ayetinde ZALİM teriminin kapsamına girenler ve akıbetleri belirtiliyor. Ayeti bölümlere ayırıp bakalım:
Birinci Bölüm:
''Fe men azlemü min men iftira ala allahi kezibe ev kezzebe bi ayatihi'' Yani, Allah üzerine iftira atan, onun ayetleriyle onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?''
Ayetten anlaşıldığına göre, yer yüzünde bu tip insanlardan daha zalimi olamıyor. Çünkü onların yaptıkları insanlığın bitimine yol açıyor.
Soru şu: 'azlem' sıfatı alan insanlarda 'zalimlik' nasıl oluşuyor?
Cevap: Hakkın hak yapılmamasıyla; olması gerekenin yerli yerinde tutulmamasıyla.
Cevap sanırım anlaşılmadı...
Öyle ise HAK teriminin ne demek olduğunun anlaşılması gerekiyor.
Hakk: حَقْقٌ Bu kelime Arapça-Türkçe lügatte sabit ve şüphe olmayan şey şeklinde belirtilmiş. Yani gerçeğin anlaşılır biçimde görünmesi ve bilinmesi. Bir işin doğru olması da HAKK kavramı içinde kalıyor. Fiil olarak belirtilirse kişi, hak kavramı içinde, işin hakikatini anlamıştır, olayın veya konunun gerçekliğini yakınen idrak edebilmiştir.
Belirlenen ve bilinen doğruya zıt davranma, kişinin 'zalim' olarak anılmasına yetiyor. Çünkü ya kendi şahsı, ya çevresi, zarar görecektir. Yönetimdekilerin doğruya değil de doğrunun zıddına davranmaları, toplumu ya da ülkeyi kötü sonuca götürecektir.
Azlem: اَظْلَمُ Bu kelime; Türkçemizdeki 'çok kötü', 'fazla bozuk', 'en berbat' benzeri bir sıfattır. Gerçeği görmek istemeyenleri ve olması gerekeni bilmek istemeyenleri ya da ülkenin yönetiminde hegemonya kuranları tanımlar.
'Ayet' teriminin, resullerce anlatılan doğru ve uygulanır bilgiler demek olduğu önceki yazıda açıklandı.
İkinci Bölüm:
''Ülaike yenalühüm nasibühüm min'el-kitab''. Yani, o kimseler var ya o kimseler!... O kimseler, nasipleri kendilerine kitaptan gösterilecek kimselerdir.
Ayetteki
'elkitap', اَلْكِتابِ hükümler manzumesidir. Yazılıdır... Biliniyordur. Geçmişten o ana kadarki zaman içinde, doğrular ve yanlışlar, doğruların ve yanlışların sonuçları, kitabın içinde belirtilmiştir.
'Nasib' نَصيبُ terimi, bir şeyden alınan hissedir. Lakin (Arapça'da) insanlara kurulmuş tuzak da mecaz olarak- bu sözcük ile anlatılabiliyor (Mevlüt Sarı). Türkçeye aynı şekilde geçen 'nasip' sözcüğünün anlamı, 'ulaşılan şey' olarak belirtilmiş. (D. Mehmet Doğan)
Fert,
'nasıbe' نَ صِ بَ fiiliyle kendini gösterirse, alışkanlığını meslek haline getirdiği anlaşılıyor. Ayetteki ''lehüm nasıbühüm'' kelimesi, onların yani hegemonyacıların iftira ve tekzib hallerinin, zihin yapılarına uygun nasipleri demek oluyor.
Eğer fert,
'nasube' نَ صُ بَ fiiliyle kendini gösterirse, alışkanlığıyla aktif olacak, zarar verici davranışa girecektir. Bu alışkanlıkta olan kişiler gerekirse itiraz ettikleri kimselere baskı kurabilirler... susturabilirler... özgürlükleri engelleyebilirler. Fakat, belli bir vakte kadar...
Toplum düzeni için doğruları anlatarak uyaran kimseleri 'tekzip' ederek ve şahsiyetlerine 'iftira' ederek engelleyenler, bir yerde şaşıracaklardır... Çıkmaza gireceklerdir. Topluma ya da ülkeye zararları büyük olmuştur. Aleyhlerindeki hüküm, işte o zaman, var olan kitaba göre işleyecektir. Aksi hüküm yeni bir zulüm ortamını oluşturur. Toplum ya da ülke iflah olmaz.
Üçüncü Bölüm:
''Hatta iza caethüm rusülüna yeteveffevnehüm''. Yani, elçilerimiz geldiğinde, onlara hak ettikleri verilir.
Vurma, kırma, yıkma, yakma, öldürme ve soykırma olayları... bu olayları gerçekleştirenlerin tarihe yazılmış feci durumları... hatıra geliyor mu?
Ayetteki
'hatta' حَتّي edatından anlaşıldığına göre, Dünyanın her ülkesinde, her toplumunda, kötü uygulama, kötü sonuca ulaşıncaya kadardır. Resullerin fikir ve tavsiyelerine reddiye, toplumda mutlaka infialle karşılaşır. İnfial, baskı ve zulüm zeminini oluşturur. Artık halk sıkıntı çekiyorsa da hegemonya kurucularında rahatlık olmayacaktır.
Bu ayetteki 'elçilerimiz' kelimesi, zalimlerin zulmünü bitirmek için ortaya çıkanları tanımlar. Göründüklerinde sevilirler mi sevilmezler mi, bilinmez. Onlar, her bir hegemonyacının hakkı ne ise, onları o şekilde nasiplendirirler. (Tarih okuyanlar bilirler)
Dördüncü Bölüm:
''Kalü; eyne ma küntüm ted'uune min dünillahi''. Yani, elçiler, mükezziblere ve müfterilere ''destek aldığınız kimseler neredeler?'' diye sorarlar.
Bu ifade, 'azlem' sıfatıyla tanımlananların, iftira ve tekzip hareketini, hariçteki bir gücün teşviki ile yaptıklarını ima ediyor. Örnek verilecekse; Türkiye'de zaman zaman kullanılan ''dış güçler'' ifadesidir. Hariçteki güçler, (yani dış güç denenler) doğrunun zıddına hareket etmeleri için çok kişiyi yönlendirmiştir.
Beşinci Bölüm:
''Kalü, dallu anna, ve şehidü ala enfüsihim ennehüm kanü kafirin''. Yani, o kişiler de derler ki; ''bizden ayrıldılar''. Böylece kendilerinin kafirlerden olduklarına bizzat kendileri şahitlik ederler.
Burada, bu açıklamayla,
'kafir' كافِرٌ teriminin anlamı da belirtilmiş oldu: Kitaptaki yazılı hükmü gizlemeye çalışan... Hükmün tersine icra eden... beceremiyorsa hükmü bozmak ya da ortadan kaldırmak isteyen her kişi
, 'kafir' sıfatıyla anılır.